(Eveet selamlar biz geldik. Uzun bir ara oldu biliyorum ama her gün umutla wattpadin açılmasını bekledim. Açılmadı:/ bu arada bölümü üç dört kez yazıp sildim, beğenmedim değiştirdim. İçimdeki umutsuzluk arttıkça hikayeye olan bağım da koptu, bir türlü istediğim şekli veremedim o yüzden yazmadım. Zaten anormal bir durum yaşıyoruz, vpn ile giriyoruz bu yüzden içime sinmeyen sallama bölümler paylaşmak istemedim.
Gelelim yeni bölüme ancak nerede kalmıştık ufak bir hatırlatma yapayım: Arca'nın gece kulübünün açılış hazırlıkları devam ediyordu, Meyil albüm için anlaşma yapmıştı, Ece ve Meyil en son oteldeki kaçak kumarhaneyi görmüştü, Meyil ve Arca yeniden başlayalı iki hafta kadar olmuşken ateşli aşkları zaman ve mekan tanımıyordu, Ferrari ile Boğaz köprüsü trafiğinde adrenaline bulandıktan sonra hırsız gibi girdikleri bir villada sevişmiş ve sabahlamışlardı. Ertesi sabah ev sahibi gelmişti ve bakalım ev sahibi kimdi?
Keyifli okumalar...)
...
Geceyi geçirdikleri köşkün kapısı dışarıdan anahtarla açılıp içeriye ev sahibinin girdiğini belli eden birtakım sesler duydukları anda, Meyil korkup odadaki dolaba saklandı. Bir dakika geçmişti ki merdiven çıkan ayak sesleri yatak odasına yaklaşmıştı. Arca sert adımlarla odadan çıkıp merdiven sahanlığında gelenleri karşıladı.
Meyil, saklandığı dolabın içinde elinde getirdiği son giyim parçası olan ayakkabılarını giyip kendini toparlamaya çalışırken utançtan tirtir titriyordu, Arca'nın yeni güvenlik müdürü Aytekin muhtemelen başka silahlı korumalarıyla dışarıda beklediği için gelenlerden korkmuyordu ancak yine de yerin dibine geçmek ya da o ahşap dolabın içinde başka bir yere ışınlanıp kaybolmak istiyordu. Fakat kapının önünde yükselen yabancı bir dildeki konuşmalar onu büsbütün şaşırttı.
Arca kiminle konuşuyordu? Üstelik Arca, kiminle Rusça konuşuyordu?
İkinci katın merdiven sahanlığında, aylar sonra uygunsuz bir karşılaşmayla yüz yüze gelen iki üvey kardeş ise gayet rahattı.
Aleksey, "Gizli malikanelerimden birine kız atacaksan haber verebilirsin kardeşlik!"
Deyip kocaman bir kahkaha attı. Arca'ya sarılmak için kollarını açtı fakat kardeşi ona ters ters bakıp öğrendiği ilk Rusça küfürü salladıktan sonra çıkıştı.
"Sen de baskına gelmek yerine toparlanmam için haber verebilirsin."
Aleksey ince yüzünden geçen müstehzi bir gülüşle odayı işaret etti. "Onu merak ediyordum." Dedi ve bozuk Türkçesi ile içeriye seslendi, "Hey kız, sen çık o dolapta."
Meyil kıpkırmızı olmuş halde saklandığı dolaptan çıktı, iki adamın yüzüne bakmadan aralarından geçerken tıslar gibi bir sesle,
"Merhaba, anlaşılan tanışıyorsunuz. Arca seni mahvedicem!" Dedi ve koşar adımlarla merdivenlerden aşağı indi. Gidip Aytekin'in getirdiği siyah minibüse bindi.
Aleksey Volvokov, Meyil'i görünce pis pis sırıtarak kızı şöyle bir süzdü, kaybolana kadar arkasından seyretti ve Arca'ya döndü,
"Bileklerini doğramana değer-miş!"
"Sakın bunu Türkçe söyleme!"
Aleksey güldü, "Ha bu arada evin tüm odaları gizli kameralarla donatılmış durumda." Sapıkça bir zevkle dudaklarını yalayıp vurguladı, "Tüm odalar."
"İçeri girdiğimde şalter kapalıydı piç, atma!"
"Kameralar başka bir elektrik hattına bağlıdır. Teknoloji kardeşlik, sen fakir olduğun için bilmezsin."
"Allah belanı versin kaçık! İzledin mi?"
"Tabii izledim! Böyle doğaçlama bir pornoyu bir daha nerede bulurum? Hah! Çok etkilendim kardeşim. Vay canına! Bizim kızlar, neden siz Türk erkekleri seviyor anladım. Siz, hem romantik hem ateşli hem de..."
"Hayvanoğlu hayvan! Hafızanı sikmek gerek!"
Alex kahkahalarla güldü. "Kaydı sana satarım kardeşlik. Ama pahalı olacak."
"Kaydı götüne sok Alex. İlham verir."
"Kesinlikle. Ama dert etme, ikinci kattaki kamera açısı odayı karşıdan görüyordu, 'O' görünmüyor. Salonda daima üstündesin yine görünmüyor! Bahçe ise karanlık..."
Alex uzun zamandır hiç bu kadar eğlenmemiş gibi kendi kendine gülüp duruyor ve üvey kardeşine sataşmaktan çok memnun görünüyordu.
"İzlemiş piç kurusu! Geber Aleksey Volvokov!"
Arca, bildiği tüm Rusça küfürleri sıraladı.
Aleksey, onun hiddetine kahkahalarla gülmeye devam etti, "Baksana kardeşlik, 25. yaş hediyesi olarak kıçına güzel dövme yapacak birini gönderebilirim. Vücuduna göre fazla beyaz! Her yeni yaş için yeni bir dövme, değil miydi?"
"Ahlaksız piç!"
"İltifatını memnuniyetle kabul ediyorum."
"Ne için geldin? Niye haber vermedin?"
"Sen bana niye açılış için davetiye göndermedin? Kardeş değil miyiz? Sizde bir söz vardı, neydii? Ha, kansersiz düğün olmaz!"
"Kambersiz! Ama doğru dedin onu, kanserden betersin Alex. Gidiyorum ben, akşam otele gel, konuşalım."
"Casinonda bana özel bir oyun ayarla kardeşlik."
Arca eliyle sert bir selam verip Aleksey'den ayrıldı. Gizlice girdiği evin üvey ağabeyine ait olduğunu Meyil'e bir ara söyleyecekti. Gece biraz adrenalin yaşamak istemişti. Sevdiği kadınla bilmediği bir eve hırsız gibi girerek onu riske atacak değildi elbette fakat Aleksey tarafından baskın yemek hiç hesapta yoktu. Evin önüne çıktığında şoförlü minibüs çoktan ayrılmıştı.
Aytekin mahcup bir ifadeyle omuz silkti.
"Küçük hanım hemen gitmek istedi. Arca, kusura bakma, aniden geldiler. Ağabeyin durdurulabilir biri değil."
"Biliyorum orospu çocuğunun önde gideni! Neyse Aytekin, sıkıntı yok. Otele gidelim." deyip diğer şoförlü aracına bindi.
Meyil'i aradı, kız telefonunu kapatmıştı ancak whatsapptan upuzun, hakaret ve öfke yüklü bir mesaj gönderdikten sonra... Dudaklarını dişleyerek dizini yumrukladı.
Meyil'in mesajına tumturaklı bir cevap yazmayı düşündüyse de vazgeçti, diksiyonunu düzeltmiş olabilirdi ancak Koç Hukuk'ta okuyan bir avukat adayına yazılı olarak laf yetiştirebilecek kadar imlasını düzeltmemişti. Şimdi yazdığı bir şeye mana bulur, alay eder, kıro diye diline dolardı. En iyisi bir buket çiçek alıp kapısına giderek bu işi yüz yüze çözmekti. Çiçek yetmeyebilirdi üstelik, daha iyisini düşünmeliydi. Kahretsin, birlikte gitmek istediği seyahatle ilgili uçak biletleri de ceketinin cebinde kalmıştı.
...
Meyil, Arca'nın yanından ayrıldıktan sonra şoförden kendisini evine bırakmasını istedi ve yolda Arca'ya ağzına geleni sayıp döktüğü uzun bir mesaj çekti. Adi herif diye söylene söylene köprüden aşağıya, İstanbul Boğazına bakarken düşünceleri sabahki saçmalıktan başka bir yöne çekildi. Günlerdir Arca ile fingirdeşmekten ihmal ettiği öncelikli sorununa... Kendine hayatın diğer, asıl, başka, hakiki hangi sıfatla olursa olsun Arca'dan öte ve Arca'dan ziyade kısımlarını hatırlatmaya ihtiyacı vardı.
Babasının davasını yeniden açmak için avukat tutma meselesi, zihninde açık bir sekme olarak hala yerli yerindeydi. Onun için okulunu ikinci plana atıp albüm ve sahne işlerine atılmamış mıydı? Avukatın istediğinden daha çok parası vardı ve daha fazla beklemeyecekti. Ancak okuldaki bir hocasının tavsiyesiyle görüştüğü o ünlü avukatta içine sinmeyen bir şeyler vardı, adam işinin ehliydi ancak yine de içinden bir ses, yanlış hissettiriyordu.
Tam albüm çıkarma arefesinde, bu dava başına bela olabilirdi. Yıllar önce Ebru Gündeş'in babasının mezarı başında dua ettiği fotoğrafları yayınlanmıştı fakat sonrasında adamın hayatta olduğu ortaya çıktığında olduğu gibi magazin gündemini çalkalamak istemiyordu. Acaba reklamın iyisi kötüsü olmaz deyişi işe yarıyor muydu? Denemeye değer, sayılmazdı. Devir eski starların devri değildi üstelik sosyal medya denen tek dişli canavar, insanı bir gecede rezil edebilirdi.
Köprünün çıkışına geldiklerini farkettiği noktada dün gece polisten kaçışlarını anımsadı ve elektrik çarpmış gibi omuzlarını silkti. Babasının davasına gelene kadar, Arca'dan büyük bela mı vardı sanki? Sahi, aşk meşk iyi hoştu da, o pislikle gerçekten ne halt ediyordu? Daha birkaç gün önce adamın yeraltı kumarhanesi olduğunu görmüştü! Akşam onunla ehliyetsiz trafiğe çıkmış, bilmediği bir evde düzüşmüş ve sabah ev sahibine basılmıştı! Daha beter bela mı olurdu? Has belanın koynunda bir güzellik uykusuna yatmıştı.
Peki ya o meymenetsiz Rus herif kimdi?
Arca'nın köyündeyken Canan Ablası ile konuştuklarını hayal meyal anımsamaya çalıştı. Canan, Arzu'nun evlendiği Rus milyarderden ve bir üvey ağabeyden bahsetmişti. O muydu, hani babasını öldürdüğü üvey ağabey? O malikane o adamın mıydı, öyleyse sırf biraz eğlence için oyuna getirilmişti. Daha da öfkelendi. Gerçi o evin, akşam zannettiği gibi hiç tanımadığı birine ait olmasından daha makul sayılmaz mıydı? Keşke söylemek zahmetinde bulunsaydı domuz herif! Allah onu kahretsindi!
Arca ile yüz göz olmamak için alınacak eşyaları olduğu halde otele dönmedi, evinin önünde siyah minibüsten indikten sonra eve girip duş aldı ve üzerini değiştirdi. Kapalı olan cep telefonunu açtı, bekledi. İki cevapsız aramadan hariç gelen giden yoktu. Lanet piç kurusu mesajına cevap vermeye tenezzül etmemişti.
Meyil, bir süre evinin salonunda sessizce oturarak düşüncelere daldı, gözleri bej rengi duvara odaklanmış, ruhu bir türlü huzur bulamıyordu. içindeki endişe giderek artıyordu. Sevgilisi, dışarıdan bakıldığında karizmatik, güçlü, güven veren dürüst bir adam gibi görünüyordu ancak çok az kişinin tanık olduğu karanlık yüzü, her geçen gün daha da belirginleşiyor, gözlerden uzak hayatı ona yabancılaşıyordu. İçinde büyüyen karamsarlık bulutu adeta bir sis gibi tüm görüşünü bulanıklaştırıyordu. Bir gün, belki de bu gece, Arca'nın karanlık yüzüyle yeniden karşılaşacak mıydı? Her şeyin bir anda yine tepetaklak olması korkusu ona uyanıkken kabuslar gördürüyordu.
Bazen, sevgilisinin güzel gözlerindeki güveni derinden hissetse de, bu güvenin altında bir karanlık vardı; sanki bir maskenin ardında gizlenen başka bir Arca, başka gerçek vardı. O gerçek, genç kadının içinde sürekli bir kuşku yaratıyordu. Adamın işlerini sorgulamaktan kendini alıkoyamıyordu. Ona her geçen gün daha çok bağlanırken içindeki sezgiler, Arca'nın kendisine hala her konuda doğruyu söylemediğini fısıldıyordu. 'Her şeyin bir bedeli var' diye düşünüyordu, ama bu bedelin ne kadar büyük olabileceği konusunda en ufak bir fikri yoktu.
Hırsla saçlarını fönleyip güzelce makyaj yaptı ve ders saati olmasına rağmen okula gitmek yerine bir taksiye atlayıp, müzik şirketine gitti. Neyse ki kapısının önünde bekleyen korumalar yoktu, bildiği kadarıyla takip edilmiyordu, istediği zaman şoför çağırıyordu, bu konuda Arca ile anlaşmışlardı. Henüz, demişti adam. Albümün çıkınca nasılsa sen, benden koruma isteyeceksin, diye de üstten üstten bakarak eklemişti.
Levent'teki o meşhur gökdelenin önünde durup derin bir nefes alarak başını kaldırdı. Kararlı adımlarla girişe yürüyüp güvenlik kontrolünü geçip bir ziyaretçi kartı aldı ve asansörle, kendisine söylenen kata çıkıp beklemeye başladı. Şu dava ve avukat işini bir de Habil Karcıoğlu ile görüşecekti.
"Habil Bey ile görüşmek istiyorum. Randevum yok ama Meyil Akyüz deyin, kabul eder. Hayati bir mesele." Demişti.
Randevusuz geldiği için çok hoş karşılanmamış olsa da görüşme için biraz beklemesini söylemişlerdi, kısa bir görüşme için belki huzura kabul edilebilirdi. Senden büyükler de var, Arca Efendi! diye içinden söylenirken yarım saat kadar bekletildi.
İlk defa bir müzik yapım şirketi gördüğü için merakla etrafa, ofislere, ortalıkta dolaşan insanlara bakarken aslında ilk kez müzik şirketi görmekten öte ilk kez bir plaza binasında bulunduğunu hatırladı. Hem de nasıl boktan bir iş için... Eskiden Unkapanında İMÇ vardı, şimdiyse her şirket farklı semtlerdeki kendi plaza binalarına yerleşmişti. Acaba gelmeden önce menajerini mi arasaydı? Gelmekle hata mı etmişti? Oysa bu insanlarla Arca olmadan, onun himayesi ya da bağlayıcılığı olmadan birebir görüşmeyi epeydir kafasında kurguluyordu. Öcü değildiler herhalde yemezlerdi.
Mafyanın masum sevgilisi imajından sıyrılıp onlara Meyil Akyüz olarak var olduğunu göstermek istiyordu. Körfez'de olanlardan sonra tüm hayatının iplerini Arca'ya bağlayamazdı. Acaba Habil'in odası şu sol baştaki miydi? Hiç kimse girip çıkmamıştı. Danışmadaki kızlar, adamın ofisinde olup olmadığını bile söylememişlerdi.
Az sonra koridorun ucundaki odalardan birinin kapısı açıldı ve içeriden çıkanı görünce Meyil şok oldu. Genç kız da onu görünce donakaldı.
"Dilara?"
Dilara ilk şaşkınlığı geçince gözlerini devirerek Meyil'e doğru birkaç adım attı.
"Meyil?"
"Sen burada ne yapıyorsun?"
Dilara, kıyafetini düzeltti, elleriyle yüzüne dökülen dağılmış perçemlerini geriye taradı ve akmış göz makyajıyla ağzının çevresine garip bir şekilde bulaşmış rujunu parmaklarıyla düzeltmeye çalıştı. Nesi vardı, çok garip görünüyordu?
Dilara ise kızın keskin gözlerine alaycı bir bakış atıp karşısında kasılarak konuştu,
"Bağlantıları olan tek sen değilsin canım! Single çıkarıyorum! Emre Beyle toplantım vardı. Emre Karacan ile!"
"Ne? Ciddi misin?"
"Niye şaşırdın Meyil, olamaz mı?"
"Sen buraya nasıl geldin ki?"
"Eymen sayesinde, daha doğrusu Eymen'in dayısı sağ olsun, beni tanıştırdı."
"Siz hala çıkıyor musunuz?"
"Yoo ama ayrılmadan önce işimi ayarlayacak bir yol bulmuştum."
"Pardon, Eymen'in dayısıyla da mı yattın?"
"Bunu bana mafyayla ilişkisi olan sen mi soruyorsun? Güya gariban çocuğuydun, hiç kimsen yoktu, paran yoktu, bağlantın yoktu değil mi? Yalancı sürtük! Ben seni müzik kulübüne soktum, seni herkesle tanıştırdım, okulda çevre yap diye peşimde gezdirdim! Seni Eymen Asya ve Poyraz Altınel gibi altın çocuklarla bile ben tanıştırdım ve bir de suçlu oldum! Sen nankör ve bencil sürtüğün tekiymişsin!"
Meyil yavaşça ayağa kalktı ve eski arkadaşının karşısına dikildi, kollarını göğsünde çaprazlayıp başını salladı.
"Aa öyle mi? Dök içini yav, ne çok biriktirmişsin."
Dilara az önce nefessiz sayıp döken kendisi değilmiş gibi geniş bir sırıtışla biraz bekledi, sonra ağır ağır konuştu,
"Adanalı mafyatik sevgilin nasıl? Kolundan tutup seni mekandan dışarı sürüklemesi çok egzotikti! Poyraz'ı elinden kaçırmaya değer gibi gözükse de, hiç mantıklı bir seçim değil tatlım."
"Ne diyorsun Dilara?"
"Poyraz diyorum."
"Ne olmuş Poyraz'a?"
"Sana fena kapılmıştı, yazık oldu. Günlerce seni sayıkladı. O herifin peşine düştü, her şeyini araştırdı. Senin hakkında her şeyi öğrendi. Ha bir de o gece çekilen fotoğraflarınızı, senin Adanalı'dan satın almak için arabasını bile gözden çıkardı."
Meyil pek bir şey anlamıyordu ancak duyduğu kadarı mide bulantısıyla kasılmasına yetmişti. Arca, magazincilerin fotoğraf çektiğinden söz etmişti ama fotoğraflar onda mıydı? Niye onda olsundu, onlarla ne yapacaktı?
Dilara kıkır kıkır güldü ve iki adımla yüzüne sokuldu. Cevap vermeden önce Meyil'i incitecek en afilli kelimeleri seçmek için lafı ağzında geveleyip dururken Meyil'in yine dikkati dağıldı. Eski arkadaşını hiç öyle darmadağın halde görmemişti. Düşünmek bile istemese de fiziksel saldırıya uğramış gibi görünüyordu. Rimelleri göz kapaklarının her yerine öyle bulaşmıştı ki ağlamış olduğuna emindi.
"Sana ne oldu böyle?" Diye sorunca Dilara irkilerek geri çekildi. Meyil'e haset ve nefretle bakıp yüzünü kırıştırdı. Etrafa bakındı,
"Yalnız mı geldin? Silahlı koruman veya şoförün yok mu?"
Arca'nın yanında kaldığı gecelerin ertesi sabahında okula, Arca'nın adamları tarafından getirilip götürüldüğünü Dilara elbette fark etmişti. Meyil omuz silkti.
"Sen iyi misin?" diye yineledi.
Dilara sıkıntıyla iç geçirir gibi yaptı ve alaycı bir gülüş daha attı.
"Neyse canım sana bir şey olmaz, arkan sağlam. Artık arkadaş değil rakibiz, Spotify listelerinde görüşürüz Meyil!" deyip saçlarını çalımla savurarak gitti.
Meyil az daha oraya ne için gittiğini unutacak kadar Dilara ve söyledikleri hakkında düşüncelere dalmışken bir sekreter gelip onu görüşme için ofislerden birine yönlendirdi. İçeride daha önce tanışmadığı ve Habil'in baş danışmanı olduğunu söyleyen genç bir adam vardı. İşi başından aşkın üst düzey yetkililere özgü bezgin bir tavırla kızın yüzüne bakmadan,
"Ne vardı Meyil?" diye sordu.
Daha önce karşılaşmamışlardı fakat adam herhalde kendisini tanıyordu.
"Merhaba, Habil Bey ile görüşmek istemiş-ti...
Aynı bezgin ifadeyle ve aynı göz teması kurmayan üstten tavırla neredeyse azarlandı.
"Habil Bey şirkete pek gelmez. Gelse de randevusuz kimseyi kabul etmez. Referansınız..." deyip durdu, cep telefonunu biraz kurcaladı. Meyil bekledi. Adam az sonra hafifçe başını kaldırıp kıza hamamböceğine bakar gibi baktı, ne diyeceğini unutmuş gibi geveleyerek konuştu, "Yani menajeriniz? Nurhan mıydı? Her neyse... Dediğim gibi Habil Bey burada yok. Lüzum gördüğünde biz sana ulaşırız."
Konuşmanın bittiğini belli eden bir yan dönüş ve tekrar telefonuna gömülüş...
Meyil tam teşekkür edip geri geri adımlarla odadan çıkacakken durdu. Tek nefeste,
"Benim bir mahkeme meselem var! Mümkünse şirketten bana yardımcı olacak bir avukat isteyecektim. Bana Habil Bey ile özel bir görüşme ayarlarsanız çok memnun olurum, Oğuz Bey."
...
Arca akşamüstü Meyil'i defalarca aradı, Meyil telefonunu açmadı, gelen mesajlara da cevap vermedi. Meyil, anlaştıklarının aksine takip ediliyordu ve yapım şirketine gittiğinden haberi vardı. Adamları ifşa olmasın ve bir de bu sebepten kavga çıkmasın diye, Meyil'e şirkete niçin gittiğini sormayacaktı, nasılsa öğrenirdi.
Meyil ise o an, onu görmek istemediğinden değil, bir cezayı hakettiğinden emindi ve burnu sürtsün istiyordu, kendisiyle oynamak ne demekmiş anlasındı, cezasını çeksin, sürünsündü. Arca ise kızın inadını gerçekten anlamıyor ve hatta kapris olarak gördüğü bu pasif tepkiyi küçümsüyordu. Ona göre ortada bu kadar büyütülecek bir durum yoktu.
Bir süre sonra Arca aramayı ve mesaj atmayı bırakınca Meyil'in içini büsbütün bir huzursuzluk kapladı. Ayrılmak istemiyordu fakat ya dozu aştımsa diye ürperdi. Habil'e veya Nurhan'a güvenebilseydi bu kadar çaresiz hissetmezdi. Arca'ya bağımlı olmaktan nefret ediyordu. Ona olan bağımlılığını sadece maddiyat ve albüm konusuyla sınırlandırıyor hatta bu durumu gönül ilişkilerini zedeleyen bir adaletsizlik olarak görüyordu. Tam tersi olabileceğini aklının ucundan dahi geçirmiyordu. Arca'ya karşı hislerinin hiçbir maddi çıkar ile karşılaştırılamayacak kadar yoğun bir takıntı halinde tüm hayatını kapana kıstırdığını göremiyor, görmek istemiyordu.
Saat 20:00 civarında kapısı çalındı. Arca'nın sadık adamlarından biri her zamanki gibi yüzü önüne eğik ve Meyil ile göz teması kurmaktan kaçınarak saygılı bir ifadeyle ona büyük bir kıyafet çantası ile birkaç kutu uzatıyordu.
"Meyil Hanım bunlar size." Dedi ve getirdiği şeyleri kızın eline tutuşturup başka bir şey söylemeden gitti.
Meyil askıdaki siyah kıyafet çantasını ve iki büyük kutuyu söylene söylene odasına taşıdı. Arca'yı arayıp bunlar ne diye sormak için telefonunu eline aldığında, ondan gelen mesajı gördü.
<Saat 10'da hazır ol.>
Güldü, dudaklarını ısırdı, mırıltıyla söylendi, bir daha güldü ve başını iki yana salladı. Çantaların üstüne atılıp parçalamak ister gibi fermuarı ve ambalajlarını açtı.
"Oooo-haaaa!"
Valentino marka şık bir gece elbisesi, Jimmy Choo stiletto ayakkabılar, Cartier mücevherler tüm ihtişamıyla kendisine kucak açıyordu. Marka hayranlığı pek yoktu fakat bunlar çığlık atarak olduğu yerde zıplamasına neden olacak kadar nefis parçalardı. Siyah saten elbiseye bakarken içindeki heyecan ve sevinç, bir miktar endişeyle karıştı. Elbise ve ayakkabıların zevkte de pahada da epey ağır oluşu, onun için sadece birer kıyafet değil, aynı zamanda kendini sevgilisinin dünyasında, o lüks ve tehlikeli hayatta daha derinden bir yer edindiğini hissettiren simgelere dönüşüyordu.
Kılıfı açtığında, tok saten kumaşın yumuşak dokusu parmak uçlarından nabzının atışına kadar işledi ve her bir kıvrımındaki ışıltı onu büyüleyiverdi. Elbise, siyah saten, vücudunu tamamen sararak ince hatlarını vurgulayan uzun bir gece elbisesiydi. Sağ bacağında yükselen derin yırtmacı, göğüs kubunda zarif dantel detayları ve sırtında çok şık derin bir V dekoltesi vardı. Kumaşa dokunduğunda, kumaşın soğukluğu bir anlığına tüylerini diken diken etti, bu çok kaliteli satenlere has ıslakmışçasına hafif soğukluk, alışık olmayan parmaklarındaki tüm duyuları şaşırtıyordu. Siyah, zarafet ve gizem demekti; onun bu dünyada tam olarak nasıl bir yer edinmeye başladığını gösteriyordu.
Jimmy Choo ayakkabıları ise karşısında başka bir dünyadan geliyormuş gibi şahsiyetli biçimde duruyordu. Altın renkli topukları ve zarif süet tasarımıyla, bu ayakkabalar sadece birer aksesuar değil, her adımda ona güç verecek birer sembol gibi iddialıydı. Ayakkabının bir tekini ayağına geçirdiğinde, mest oldu, beğeniyle hafifçe inledi ve hemen diğer tekini de giyip evin içinde ağır ağır adımladı. Sanki o altın rengi ve yere sağlam basan yüksek topuklar, ona zenginlerin şatafatlı dünyasında var olmanın, kendini ifade etmenin, görülmenin, duyulmanın, bilinmenin, gururla salınmanın anahtarını sunuyordu.
Geceye hazırlık süreci, Meyil için sadece fiziksel bir hazırlık değildi; bir dünyadan başka bir dünyaya duygusal bir geçişti. Paralel evrenler arasında bir solucan deliği bulmuş ve sırlı alemler arasında bir keşfe soyunmuştu. Elbiseyi giyip, saçını dikkatlice maşaladı, makyajını özenle yaparken her fırça darbesiyle, sadece fiziksel değil, duygusal olarak da bir dönüşüm yaşıyordu. Son olarak boynuna pırlanta gerdanlığı ve kulaklarına küpeleri takarak Kül Kedisinden Sindirellaya dönüşümü tamamlandı. İşte masal gerçek olmuştu. Yavaşça aynaya bakarken, kim olduğunu ve nereden nereye geldiğini düşündü. Giyindiği bir tuvalet değil yepyeni bir zırhtı ve büründüğü kişilik onun için bir nevi yeniden doğuştu, o kıyafetle kendini şimdiden çok ünlü bir yıldız gibi hissetti. Kendini daha güçlü, daha zengin ve daha dikkat çekici hissediyordu.
Ece kendisini bu halde görse kafayı yerdi, hemen iki dakikalığına kankisini görüntülü arayıp fikrini aldı ve ondan yükselen 'Ohaaa kızııımmm, Hollywood ünlüsü gibi olmuşsuuuun! Afet olmuşsuuuun!' nidalarıyla biraz daha havaya girdi.
Saat 22:00'de, tam da sevgilisinin istediği gibi hazırdı. Her şey, tüm kaygılar elbisenin sihri içinde kaybolmuş gibiydi. Yavaşça odadan çıkıp, kapıyı açmak için koridorda yürürken kalbinin hızla çarptığını hissetti. Onunla geçireceği o gece, yalnızca şık bir akşam yemeği veya eğlenceli bir gezinti değil, aynı zamanda sevdiği adamın yanında, onun dünyasında geçireceği manevi bir yolculuktu.
Kapıyı araladığı anda Arca'nın iri kahverengi gözleri hemen bedenine odaklandı, yutkundu. Gözlerini kırpmadan ve irisleri içinde büyüyen gözbebekleri parlayarak saniyelerce kıza bakakaldı. Bir şey söylemek ister gibi dudakları aralandı fakat konuşamadı, tekrar sertçe yutkundu. Elbisesinin zarif kesimleri, Meyil'in ince filiz gibi vücudunu mükemmel bir şekilde sarmış, elsiz güzelliği insan eliyle dkilmiş en güzel şeyler kuşanmış olmakla asalet ve zerafetten bir ilaheye bürünmüştü.
Meyil, bu gıptayla seyrediliş karşısında biraz afalladı, çokça utandı, kirpikleirni eğerek hafifçe gülümserken yanakları ve boynu kızardı. Arca'nın dikkatli gözleri de kızın her hareketini takip ediyordu, ifadesinde bakışlarından taşan nefis bir hayranlık ve gurur vardı.
Meyil'in utangaç gülüşüne karşılık o da hafifçe iç geçirerek gülümsedi. Bu iç çekiş, sadece fiziksel bir beğeni değil, aynı zamanda duygusal bir bağın çok derin simgesiydi. Meyil'in zarif duruşu, gözlerindeki ışıltı, adeta bir prenses gibi parlayan ışığı, Arca'yı mest ediyordu. Genç kızın o elbiseyle nasıl daha da yüce bir kadın olduğunu görmek, onun için bir zaferdi; çünkü bu, sadece dış görünüşle ilgili değildi. Meyil'in duruşundaki asalet ve yücelik, birlikte oldukları dünyayı anlamlandırıyor, aldığı tüm risklere değdiğini kanıtlıyor ve kızda ona ait olan her şeyi misliye kendisine yansıtıyordu.
Birlikte büyüyor ve birlikte çok güzelleşiyorlardı.
Meyil'in parmaklarına uzanıp kibarca dudaklarına götürerek "Harika görünüyorsun," derken sesindeki hayranlık, genç kızın içinde birbirine karışan tüm o renkleri koyultarak en derinine simsiyah bir mühür gibi yetleşti, ona daha da güven verdi.
Meyil ince bileklerini genç adamın geniş omuzlarına yaslayıp yüzüne baygın aşık bakışlarla uzun uzun bakıp gülümsedi.
"Sen de çok hoşsun sevgilim. A-a! Öpmek yok, makyajım bozulur!"
Arca ona güldü ve yine iç geçirerek yol verdi,
"Hadi çıkalım."
...
İlk gelişi bir kaza veya tesadüf olarak gerçek bir geliş sayılmazsa o akşam bilinçli olarak ilk kez kumarhaneye adım atan Meyil, içeri girdiği anda etrafındaki ihtişamı hemen fark etti. Altın varaklı dikey çubuklarla süslenmiş yüksek duvarlar, devasa kristal avizeler ve geniş, büyük desenli renkli halılar her adımda gözlerini kamaştırıyordu. İçerisinin havası mis gibi kokuyordu ve çok ferahtı, parlak ışıklarla çevrelenmiş kocaman bir galeriyi andıran salon, adeta bir renk, ışık ve müzik çemberiydi. İnsanlar şık kıyafetler içinde, neşeli ya da gergin bir şekilde oyun masalarının etrafında ya da makinelerin önünde talih kuşunu kovalarken bir yandan da kadehlerindeki içkileri yudumluyordu.
Diğer yandan böyle bir lüksün bedelleri ve dezavantajları da yok değildi. Kumarhane 130 adet hareket sensörlü ve vücut ısısına duyarlı kamera ile sürekli gözleniyordu. Türlü çeşit soruşturmalardan geçip davetiye ve referansla gelenlerin telefonları ellerinden alınıyor olmasına rağmen güçlü sinyal bozucularla da herhangi bir kayıt veya iletişim sorununa karşı korunuyordu. Yani süslü püslü bir karargahtan farksızdı.
Özellikle duvar boylarında sırayla dizilmiş onlarca farklı slot makinelerinin çınlayan mekanik sesleri birbirine karışıyordu. Koltuk kolçağında hemen el hizasının altına konumlanmış start düğmesine çat çat çat diye seri halde basan hırslı tipleri görünce gülesi geldi.
Bir köşede rulet masasının etrafında birkaç seçkin oyuncu vardı. Kırmızı ve siyah renkler, masanın üzerindeki numaralı yuvarlak alanda dönerken, küçük topun hangisinde duracağına dair heyecan ve beklenti havai fişek gibi yükseliyordu. Bahisçilerin gözleri dikkatle, sadece rulet çarkına odaklanmıştı, dünyanın dönüşünü her anlamda unutturan bu çark dönüyor ha dönüyordu. herkes merakla topun hangi sayıya düşeceğini beklerken çark yavaşlıyor ve bir anlık sükunet oluyordu. O anın gerginliği, bir film karesi gibi donuyor ve nihayet, top yere çarpıp kırmızı 10 numarasının üzerine düştüğünde birileri zafer çığlıkları atarken, kaybedenler ise sinirle başlarını sallıyorlar ve yeni bahisler açılıyordu.
Bir başka masada küçük bahislerle poker oynanıyordu; kartlar, oyuncuların ellerinde hızla dolaşıyor, son bahisler ve blöfler yapılırken poker yüzleri devreye giriyordu. Birkaç masa ötede, bir grup arkadaş blackjack oynuyordu. Kırmızı ceketli becerikli krupiyerlerin ellerindeki kartlar hızla dağıtılıyor, oyuncular sayılarla hesap yaparken gözlerinde heyecanlı sayaçlar çırpınıyordu.
Meyil, her oyun türünün yarattığı farklı atmosferi ilgiyle fark ediyordu. Rulet daha heyecanlı ve anlık; slot daha vurdumduymaz ve neşeli; poker daha stratejik ve dikkatliydi. Kumarbazların gözlerindeki o endişeli ama bir yandan da hırslı kararlılık ise hemen hemen aynıydı.
Etrafındaki bunca lüks, cömert ışıklandırmalar ve sürekli çalan hafif müzik, çok şık giyimli zengin insanlar, su gibi akan kaliteli içkiler, kumarhaneye adım attığı her anı Meyil için büyülü kılıyordu. Arca ile yan yana fakat el ele değil, bütün salonun iki uzun, üç dar ve çapraz koridrorunu baştan başa yürüdüler.
Arca çalışanlarına cimri birer bakış attı, hatırlı müşterilerilerine ise kocaman şans cümleleri söyledi. Kimisiyle şakalaştı, kimisine fazla kaybetmemesini tembihledi. Meyil'i kimseyle tanıştırmadı.
Arca'nın ikinci kattaki odasına çıktılar. Arca içecek bir şeyler getirtti ve bilgisayar ekranlarına gömüldü. Meyil, odadaki geniş duvarı boydan boya kaplayan güvenlik kameralarının ekranları haricinde, alt kattaki kumarhane galerisini yerdeki bir pencereden canlı olarak izleyen kısıma baktı.
"Hep burada durup izliyor musun?"
"İzlemem şart değil ama burada olmam önemli."
"Çalmasınlar diye mi?"
"Eh."
"Senden çalmaya kim cesaret edebilir ki Adanalı?"
"Kumarbazların olayı bu! Her kumarbaz biraz da kleptomandır."
"Aa?"
"Ayrıca çalışanlar hele gedikli dediğimiz şefler, müdürler! Dünyada güvenilmeyecekler listesinde ilk üçte onlar var."
"İşin fıtratı gereği herhalde. Kumar sonuçta! İnsan bunca paranın arasında herhalde bozulmadan kalamaz."
Arca belli belirsiz bir kaş hareketiyle cevap verir gibi yapsa da dikkati ekranlardan birinde gördüğü hesaplara kaymıştı. Birkaç kontrol ve geriye dönük hesaplama yaptı, aklına yatmayan tutarı sormak için banka müdürüne mesaj yazdı ve kasasından makbuz dosyasını çıkardı ve bir süre kağıt tomarlarını saydı, topladı, çıkardı. Dakikalar sonra Meyil'e döndü.
"Ne oynamak istersin güzelim?"
Meyil çok sıkılmıştı. Şahane Valentino elbisesiyle iki tur yürümek haricinde başka ne yapılabilirdi bilmiyordu ama mümkünse burada olmak yerine caddeye bile çıkabilirdi, insan içinde olmak istemişti, bu gözünü talih kuşu bürümüş zombiler arasında değil!
Kırıtarak Arca'nın yanına geldi, kollarını boynuna doladı ve diziyle kucağına bastırıp genç adamı ofis koltuğunda geriye ittirdi. Yüzüne eğilip dudaklarını büzerek fısıldadı,
"Seninle oynamak isterim aşkım. Seksi oyunlar!"
Arca, o akşam şahane elbisesinin içinde siyah kuğu gibi gördüğü ilk andan beri içinin gittiği, karşısında katı eriyik maddeye döndüğü güzel sevgilisinin beline sarılıp onu kucağına çekti.
"Senin oyuncağınım aşkım. İstediğin gibi oyna benimle."
Ateşli bir öpüşme için buluşan dudakları henüz birkaç küçük temasla hemhal olmuştu ki, odanın kapısını kilitlemese bile hiç kimsenin onları rahatsız etmeyeceğine emindi, Arca'nın cep telefonu masanın üstünde sinir bozucu zırıltılar çıkararak titremeye başladı.
"Hah! Alex de gelmiş." dedi.
Meyil gözlerini devirerek surat asıp onun kucağından kalktı ve elbisesinin kumaşını eliyle düzeltmeye çalıştı.
Arca koltuğundan enerjik bir atılışla fırlayıp ellerini ovuşturdu.
"Gel de büyük bahisli bir poker oyunu gör!"
Meyil, genç adamı takip ederken o görmeden gözlerini devirdi. Sanki çok da merak ediyordu!
...
Sabahki meseleyi hiç konuşmamışlardı. Meyil, attığı mesajda hislerini en argo ve şiddetli şekilde söylemiş, Arca ise onun gönlünü almak için gerekeni yapmıştı nasılsa, konu kapanmıştı. Artık her konuyu uzun uzadıya tartışmayacakları yeni bir ilişki mertebesine ulaşmış sayılırlardı ve bundan kimsenin şikayeti yoktu. Üstelik Meyil yeni tanıştığı tuhaf Rus adama baktıkça en küçük meselelerinin sabahki saçmalıklar olduğunu anlıyordu. Ev, ağabeyinindi işte, ne vardı? Sonra söyleyecekti ama fırsat olmamıştı...
Fakat ya o ağabeye ne demeliydi? Sıfatıyla kimliği bağdaşmasa da tek fiiliyle bastığı yeri titreten kimseler vardır, Aleksey onlardan biriydi. Meyil'i ilk bakışta iliklerine kadar donduran psikopat sırıtışı bir Rus mafyası dibindeydi. Kayınbiraderi olmasına güven olur muydu? Güven kelimesinin hiçbir harfi, bu tazı kılıklı sarışın ucubeyle bağdaşmıyor, yan yana bile düşünülemiyordu.
Arca, adama onu tanıttığında, Çarlık Rusyası asilzadeleri gibi abartılı bir centilmenlikle ağdalı iltifatlar sıralarken aşırı derecede kibar ve sevimliydi. Bu yüzden adam gözünde daha da çelişkili ve daha da tehlikeli görünüyordu. Türkçesi tuhaftı, ne söylediğinin yarısını pek anlamamıştı, gülümseyerek teşekkür etmişti. Sonra hal hatır sorunca, Aleksey denen neredeyse 1,90'lık Rus, kızı kolunda yürümeye davet etmişti ve birlikte salonu turlamışlardı. Bu sırada adamın Azerbaycan Türkçesi ile bozuk Adana ağızlı Türkçeyi harmanladığını anlamıştı. İnanılmaz bir mix, Arca'nın üvey ağabeyine de bu yakışırdı!
Adam sürekli iltifat ediyor, övgüler diziyor, gençliğinden güzelliğinden, ışığından bahsediyordu. Fakat tavrında asla ne yılışıklık ne de asılma söz konusu değildi. Her cümleye girizgah paragrafını kopyala yapıştır yapıyor gibi otomatik, sade ve ölçülüydü. Meyil, kültürel bir tavır herhalde diye düşünerek doğru teşhiste bulundu. Aleksey'e bol bol gülümseyip teşekkür etti, -siz bir de sesimi dinleyin, diye şakayla karışık kendini övdü hatta onu gecenin özel oyunu için masasındaki yerine oturturken bol şans diledi ve adamın ricası üzerine uğur olması için ilk elde yanında oturmayı kabul etti.
Aleksey'in onur konuğu olduğu, yüksek bahisli özel poker oyunu için kumarhanenin VİP salonunun perdeleri açıldı ve en kalifiye krupiyerler yerlerini aldı. Arca'nın özel davetiyesiyle oyuna katılan yedi kişi, İstanbul, Kıbrıs, Irak, Suriye, Filistin ve İsrail'in en büyük, en dejenere kumarbazlarıydı. Aleksey kendisi profesyonel bir kumarbaz olmamasına rağmen, çok büyük bir oyun kurulmasını istemişti. Arca'ya musallat olanların gözünde gövde gösterisi yapmanın tam zamanıydı. Volvokov soy adının İstanbul'daki varlığıyla üvey kardeşinin kumarhanesi, iyice sükse yapsın istiyordu. O gece Arca'ya jest olsun diye birkaç yüz bin dolar kaybetti.
O akşam, sevgilisiyle geçirdiği özel kumar davetinde, Meyil, genç adamın gözlerinde yine o ürperten soğuk bakışı fark etti. Buzdan bir heykel kadar parlak, sert ve keskin çekiciliğiyle kadınların nefesini kesiyordu. Biraz kilo almıştı, eski ceketleri dar geliyordu, şu et beyinli gıcık spor hocası özel bir protein diyeti mi yaptırıyordu neydi, iyice kalıplanmıştı. Arca'yı ilk kez ölesiye kıskandı, meğer etrafında ne çok kadın vardı. Bakışlarıyla sevişiyor, gülüşleriyle orgazm oluyor gibi pervasızdılar üstelik. Çoğu çalışanıydı ancak hepsi çok seksi genç kadınlardı. Kumarhane müşterisi olan zengin konteslerin şuh tavırlarına ise çıldırmamak işten değildi, özellikle onlar genç adama çiğ çiğ yemek ister gibi hem de dimdik bakıyorlardı. Bir fırsatını bulsalar, yerlerdi.
Arca, erkeklerin saygı, kadınların ise beğeni yüklü bakışlarının hiç farkında değilmiş gibiydi. O yine çok ciddi, çok sessiz ve işine odaklanmış vaziyetteydi. Hatır için tek el katıldığı pokerde iki kez hafifçe gülümsemiş ve bir kez de keyiflenip Meyil'in omzuna bir öpücük kondurduğu anda kontrolünü kaybetmişti. Onun işine karışan kumarbazlara karşı takındığı cüretkar tavırları, bu tehlikeli dünyaya olan bağlılığı, genç kadının karnında garip bir burulma hissi bırakıyordu. Kendini hiç bu kadar yalnız hissetmemişti. Sevgilisinin etrafındaki insanlar, teninde sürekli bir üşüme hissi yaratıyor, ona ait olmayan bu dünyanın içinde sıkışıp kalacağını ve buradan bir gün istese de kaçamayacağını dehşetle fark ediyordu.
Adamın ne kadar güçlü ve kendinden emin olduğuna, çevresindekilere nasıl hükmettiğine şahit oldukça, ondan koşar adım uzaklaşmak istiyordu Meyil. Bir süre sonra, bu ilişkiye nasıl yeniden başlamış olduğunu bile hatırlamadığını farketti. Onun dünyası, onun yaşadığı hayat, Meyil'e her geçen gün daha karanlık, daha yabancı ve daha korkunç gelse de onsuz olduğu zamanlarda gökyüzünün değişmeyen grisi, sanki hiç doğmayan güneşler, susmuş müzik sesleri ve atmayan kalbiyle bir hiçti. Koyu bir karanlık olsa da Arca, yaşadığının tek kanıtıydı. Kalbi sadece onunlayken öyle delice atıyordu.
Sevgilisinin karanlık yüzü, ona hem çekici hem de korkutucu geliyordu. Yaptığı işler, aldığı riskler, ona hissettirdiği adrenalin; hepsi bir yandan ona ulaşılmaz, ilahi bir cazibe sunuyor, bir yandan da her şeyin sonunda çok büyük bir tehlikeye yol açabileceği düşüncesini zihninde çalkalıyordu.
Gözlerini kapatıp, sevgilisinin karanlık yanına dair her şüpheyi bastırmaya çalıştı. Ama bir gün her şey patladığında, belki de o an, bir zamanlar güvenle sarıldığı o adamın kendisine kadar da yabancı birisi olduğunu fark edecekti.
Kumarhanenin en lüks bölümü olan lacivert salonda, bu kez daha loş ışıklar altında, sekiz büyük kumarbaz son bir elde karşı karşıya geliyordu. Salon, ihtişamıyla göz kamaştırıyordu; fildişi rengi parlak duvar panelleri, kristal avizeler ve yumuşak lacivert halılar, oynanan oyunların ağırlığını yansıtan bir atmosfer yaratıyordu. Masanın etrafında oturanlar, her biri kendi iç dünyasında kaybolduğu halde belli bir amaç uğruna bir arada, büyük bahisler için mücadele ediyordu.
Odadaki tek kadın, orta yaşlı ve zeki bir Türk iş kadınıydı, sakin bir şekilde masadaki oyununu sürdürüyordu. Çiçek bozuğu esmer cildindeki hafif gülümseme, stratejisini ne kadar sağlam kurduğunu gösteriyordu. Hemen yanındaki Filistinli yaşlı banker, yılların deneyimiyle, her kartı dikkatle inceledikten ve rakiplerinin yüzlerine teker teker baktıktan sonra hareket ediyordu. Aralarındaki tek uçuk kaçık tip olan İstanbullu genç mirasyedi, baba parası ve kibriyle masada bir nevi geceyi yakalamaya çalışıyordu; arada sırada gösterişli bir şekilde garson kızlarla şakalaşarak, atmosferi neşelendirmeye çalışıyordu. İki tüccar Arap sakin ve pür dikkatliydi, hiç konuşmuyorlardı. Gençlik döneminde Türkiyenin tüm şehirlerindeki kumarhanelerinde hileciliği ile nam salmış, defalarca afaroz edilmiş, dövülerek kemikleri kırılmış ve hileye tövbe etmiş ünlü kumarbaz ise Arca'nın kumarhanesine hatrı kırılmayacak bir büyüğün ricasıyla gelmişti. içsel bir gerginlikle, gözlerini dikkatle her oyuncuda tutuyor, sürekli bir şeyler aranır gibi kıyafetiyle, saçıyla, çakmağıyla, gözlüğüyle oynuyor ve milettin dikkatini dağıtıyordu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde masada dört kişi kalmıştı ve krupiye son kartları dağıtmak üzereydi. Krupiye, kırmızı fraklı, sakin, güler yüzlü ama çok dikkatli bir genç adamdı. Ellerindeki kartları masaya yerleştirirken, her hareketi adeta dans gibiydi. Her kartı aynı zarif ve profesyonel şekilde yerleştiriyor, oyuncuların her hamlesine bakışlarıyla eşlik ediyordu. Krupiye, kartları dağıttıktan sonra masada sadece sessizlik vardı.
Masada, kadın ve hileci kumarbaz arasında bir gerilim yükseliyordu. Kadın, her hamlesinde sakindi ama gözlerinden zekice planların işlediği belli oluyordu. Hileci kumarbaz ise, kartlarını gizlemeye çalışarak, bir yandan da kadının dikkatsizce hareket etmesini bekliyordu. Genç mirasyedi, tavırlarıyla eğlenceli bir şekilde şakalaşıyor, "Sizde ne var, bakalım? Yoksa bu gece de bizim mirasla mı?" diyerek ortamı yumuşatmaya çalışıyordu. Yaşlı banker ise ciddi bir şekilde kartlarını bakıyor, o kadar ustaca oynuyordu ki, kimse onun ne düşündüğünü çözemiyordu.
Oyun birkaç elde hızla ilerledi, her oyuncu büyük bahislerle riske girerken, masada adeta alev almak üzere yükselen bir enerji vardı. Şakalaşmalar, gülüşmeler, anlık sataşmalar... Derken son elde kadın ve hileci kalmıştı, ve bu oyun bir noktada kişisel bir hesaplaşmaya dönüşecekti.
Son elde, krupiye kartları son kez dağıttı. Masanın üzerindeki kartlar, 5. kart dağıtıldıktan sonra gözler önündeydi: Flop'tan sonra açık olan üç kart, KaroAs, Kupa-9 ve Maça-10 idi. Dördüncü kart, turn kartı olarak Karo-7 geldi ve son olarak river, Kupa 6 ile tamamlandı. Hileci kumarbaz, aceleyle kartlarını kontrol ederken, kadının ne yapacağını anlamaya çalışıyordu.
Kadın, masada dikkatle en son kartlarını kontrol ettikten sonra, hafifçe gülümsedi. Önünde açık olan Karo As, Karo-9 ve Kupa-6 vardı. Ancak asıl planını hâlâ gizli tutuyordu. Kadın, elindeki kartlardan Karo-8 ve Maça-10 ile tam bir straight flush (renk sıralısı) yapmıştı. Tüm masanın bir an için donduğunu hissetti.
Kadın, sakin bir şekilde kartlarını açtı ve "Straight flush," dedi, masanın etrafındaki her göz kadına odaklanırken, hileci kumarbazın kaşları çatıldı, ama bir şekilde karşısındaki kadına olan hayranlığını gizleyemedi. Kadın, zaferini soğukkanlı bir şekilde kabul etti, gözlerinde biraz gurur, epey de sevinç vardı. 10 milyon dolar kazanmıştı.
Krupiye, kadının zaferini ilan ettikten sonra, masaya bir şampanya kadehi sundu. Kadın, şampanyasını aldı, hafifçe bir yudum alarak tebriklere gülümsedi. Odada hafif bir üzüm kokusu yayıldı, havada bir rahatlama hissi vardı.
Genç mirasyedi, "Vay be, bu kadarını beklemiyordum!" diyerek kahkahalar attı, "Çırağınız olmak isterdim hanımefendiciğim!"
"İlahi Tolgay, baban kemiklerini kırsın diye mi uğraşıyorsun serseri!"
"Babamı tanıyor musunuz Türkan Sultan?"
"Akif Yavuzhan'ı kim tanımaz, a sersem çocuk?"
Krupiye, kartları toplarken kalan diğer oyuncular sohbet etmeye başladılar. Yaşlı banker, "Bu kadının oyun stratejilerini gerçekten öğrenmek isterim," dedi.
Hileci kumarbaz, biraz da kibirli bir şekilde gülümsedi ve "Oynayışındaki soğukkanlılık, insanı şaşırtıyor," diye ekledi.
Bir köşede elinde viski kadehiyle sessizce oyunu izlemiş olan Arca içinden, 'Siz bir de onun hayattaki soğukkanlılığını görseniz...' diye geçirip alaycı bir gülüş ekledi. Eh, kimin kızkardeşiydi!
Kadın ise, şampanya kadehini tekrar kaldırarak, "Bana Türkiye'nin bütün kerhanelerinin ve kumarhanelerinin kapılarını 24 saatliğine açın, Türkiye'nin bütün dış borcunu kapatayım." dedi.
Masanın etrafında dönen sohbetin sonunda, herkes bu sözlerle kahkahalara boğuldu. Bu esrarengiz kadının zaferi hiç de sessiz sedasız bitmemişti.
Meyil, poker oyunundan hiçbir şey anlamasa da kadın kumarbazın karizmasından ve masadaki altı erkeği eze eze son ele kadar kartlarını düşürmeyip büyük bir servet kazanmasından çok etkilenmişti. Kazananın her zaman, her şekilde, sadece kasa olduğundan habersiz.
Normalde hiçbir masaya yaklaşmamış ve eline kart almamıştı, bütün gece Arca ve Aleksey'in yanında oyunu izlemeyi tercih etmişti. Verilen molada ise aniden gaza gelip dijital rulet masasına oturmuş ve bahis oynamaya başlamıştı. Arca biraz sonra yanına gelip ona şans öpücüğü ve ciddi bir kredi verip eğlenmeye bakmasını söyledi. Meyil, makinenin ve oyunun mantığını pek anlamadığı için henüz çok eğlenemese de hiçbir zeka, strateji, bahis hatta tahmin bile gerektirmeyen o aptal kutusu slot makinelerinden daha keyif aldığı bir gerçekti. Üstelik şansı yaver gitmiş ve yatırdığı paranın on beş katını kazanmıştı.
...
Genç aşıklar, ertesi gün ilk kez Emirates Havayolları ile First Class'ta uçtuklarında, kendilerini başka bir dünyada gibi hissettiler. Havaalanında VIP lounge'a adım attıkları andan itibaren her şey, alışık oldukları bekleme salonları, uzun ve dönemeçli kontrol kuyruklarından çok uzaktı. Lounge'ın içi, sofistike bir şekilde döşenmiş, yumuşak koltuklar ve şık aydınlatmalarla çevrilmişti. İçeri girdikleri andan itibaren servis görevlileri hemen yanlarına gelerek, onlara kendilerini özel hissettirecek her türlü imkanı sundular: taze sıkılmış meyve suları, çikolatalar, farklı türde kahveler, özel reçeteli kokteyller...
Meyil birinci sınıf yolcular için özel, sıra beklemeden uçağa geçtikleri giriş kapısından, First Class bölümüne geçtiğinde, hayatının en lüks yolculuğuna adım atmış olduğunu fark etti. Arca'nın elini sıkarak kıkır kıkır güldü. Koltuğuna oturduğunda, koltuğun ne kadar geniş ve rahat olduğunu hissetti. Koltuklar, tam yatak pozisyonuna geçebilecek kadar ergonomikti ve yanındaki özel ekran, her türlü eğlenceyi sunuyordu.
Uçakta geçirdiği her an, sanki her saniye kendini daha da özel hissettiren bir deneyime dönüşüyordu. Lüks bir otel odasında gibi hissetti, her ayrıntı ona sadece rahatlık sunmak için düşünülmüştü. Yanına gelen hostes, gülümseyerek sırasıyla ona kaliteli ve çok çeşitli bir ikram listesi sundu. İçki menüsünden seçebileceği şampanyalar, şaraplar ve kokteyller vardı. Ayrıca yemek menüsü, Michelin yıldızlı bir restoranda olabilecek kadar özenliydi.
Kendine ve sen seç diyen sevgilisine şampanya alıp, dışarıdaki bulutları izlemeye başladı. Uçuş boyunca gökyüzündeki manzara, genç kıza eski sefil hayatından ne kadar uzak olduğunu hatırlatıyordu. Mavi gökyüzü, üzerindeki yumuşak beyaz bulutlarla birleşerek neredeyse sonsuz bir huzur sunuyor, bundan sonraki hayatı için sadece refah vaatleri saçıyordu. İşte basbayağı parayla saadet oluyordu! Hem de bal gibi oluyordu. Kendi hayatına dair düşündüğü her şey, kurduğu her plan artık biraz daha anlam kazanıyordu. Bu, sadece bir uçuş değil; bir dönüm noktasının, yeni bir başlangıcın işareti gibiydi.
Meyil hayatının ilk first class uçuşunda Emirates Airlines'ın geniş deri koltuklarında kendini bir masalın içinde gibi hissediyordu. İniş öncesi son anonslar yapılırken havayolu şirketinin birinci sınıf uçanlara özel olarak hazırlattığı amenity kitinin Bulgari çanta içinde sunduğu tüm eşantiyonlarını kendi kol çantasına doldurdu, lüks marka bakım kitleri, içecekler, not defteri, parfüm, krem namına minyatür ne varsa timsah derisi Bulgari çanta dahil hepsini...
Arca onunla dalga geçti, "Utanma hele kabin memurunu da cepleseydin gülüm!"
"Aayy sus zaten kadınların güzelliğinden komplekse girdim. Bunları güzellik yarışmasından seçip önce estetik kliniğine oradan işe alıyorlar galiba! Of ya o güzel kalemi almayı unuttum, neyse dönüşte alırım!"
Arca ona sarılıp gülerek, "Bir gün seni özel jetimizle uçuracağım gülüm!" dedi.
Dubai Uluslararası Havaalanı'nın ihtişamı ve modernliği, inişte ikisini de daha fazla büyüledi. Birkaç dakikalık mesafedeki otellerine vardıklarında ise, odanın büyüklüğü ve manzarası onları adeta nefessiz bıraktı.
Otelin yüksek katlarından birindeki suit oda, büyüleyici bir lüksün içine gizlenmişti. Odanın devasa pencerelerinden, Dubai'nin ünlü gökdelenlerinin siluetini ve muazzam çöl manzarasını görmek mümkündü. Güneş, ufukta yavaşça batarken, şehri altın tonlarıyla aydınlatıyor ve o an genç kızın yanaklarında kızıl bir parıltı bırakıyordu. Otelin modern ve oryantal karışık dekorasyonu, zarif çizgilerle tasarlanmış mobilyalar ve ışıklandırmalarla birleşiyordu. Camlardan birine yaslanmış geniş oval yatak, sanki bir bulut gibi yumuşaktı, her detayı özenle seçilmiş, ipek kumaşlardan yapılmıştı. Odanın tam ortasında, dev bir beyaz jakuzi vardı ve genç aşıklara yol yorgunluğundan arınmaları için müthiş bir konfor sunuyordu. Gerçi pek yorulmuş değillerdi ve yorgun olsalar bile gördükleri şatafat karşısında yeniden doğmuş gibi enerji patlamasıyla birbirlerine sarılabilirlerdi.
Meyil, jakuzinin içinden camekanın ardındaki görkemli şehrin panoramasını izlerken, kalbinin coşkuyla çarptığını hissetti. Dubai'nin büyüklüğü ve ihtişamı karşısında, kendini bu kadar küçük hissetmesi ilginçti. Her şey o kadar farklıydı, o kadar sıcak ve öyle zengin ve parlaktı ki. Geceyi bir yıldız gibi parlayan Dubai'nin ışıkları altında geçirecek olmak, ona kendini prenses gibi hissettiriyordu. Bu diyardan gerçek hayata, İstanbul'un arka sokaklarındaki keşmekeşe dönmek istemiyordu.
Bu seyahati planlayan Arca'nın Dubai'de bazı vergisiz yatırım işleri vardı, üç gün kalması gerekiyordu ve boş vakitlerinde yalnız olmak istememişti. Hem de yeni gördüğü her yeri onun da görmesini, yeni tattığı her zevki onunla paylaşmayı istiyordu. Yanında Meyil yoksa paranın satın alabildiği şeylerin pek anlamı kalmıyordu. Her şey Meyil ve onun neşesiyle değer kazanıyordu. O gördüklerine şaşırdıkça, etkilendikçe, heyecanlandıkça Arca iyi bir şey yaptığını anlıyordu.
Meyil, petrol kaynaklı altının gücü ve teknoloji ile harmanlanarak mimari zirveye oturtulmuş bu yapay fakat cennet tasvirlerini anımsatacak kadar egzotik diyarda hayallere kapılmıştı. Hayallerinin fon müziği olarak ezberden bildiği tek Arapça nakaratı mırıldanıp duruyordu. Birkaç yıl önce ünlü bir erkek popçunun çıkardığı şarkı dillere öyle pelesenk olmuştu ki Meyil, şarkının Arapça nakaratını ezberlemişti. Arca'ya söylüyordu.
İlk gün, Arca işlerinin bir kısmını hallettikten sonra yerel kıyafetler giyip büyük jiplerle çölde ayarlanmış parkurlarda özel bir safariye katıldılar, deveye bindiler, bol bol fotoğraf çekildiler ve sonra alışveriş merkezine gidip vergisiz alışverişle lüks markaları çok uygun fiyata satın almanın keyfine vardılar. Arca, Meyil'e kredi kartını verip kendisine ipek çamaşırlar ve güzel elbiseler almasını tembihledi. İkinci gün açık tur otobüsüyle şehir turuna ve tekne turuna katıldılar. Geceyi Arca'nın iş ortağının davetiyle nefis bir akşam yemeği sonrası oryantal dans gösterisi izleyerek geçirdiler. Üçüncü günün sabahında Büyük Şeyh Zayed Camiini, Abu Dabi Louvre Müzesini ve Qasr El Watan Sarayını gezdikten sonra kalan azıcık vakitlerinde eşyalarını toplayıp havaalanına geçtiler.
İlk gecenin şafağında... Arca uykusuz yastığından doğrulup düşüncelere dalmıştı. Kumarhaneden biraz uzaklaşmak her zaman tetikte olmaktan kasılan zihnine ve ruhuna iyi delmiş, düşünecek fırsatı olmuştu. Nasıl bir zifire gömüldüğünü, katrana boyandığını kara kara düşünüp hayıflanan sadece Meyil değildi. Arca da akıbetini düşünüyordu. Meyil'in endişelerini de görüyordu üstelik.
Meyil sabaha karşı tuvalet için uyandığında onun balkondan gün doğumunu izlediğini görüp sevgilisine katıldı. Arca'nın asil suskunluğundaki telaşı dinledi. Kucağına kıvrıldı, sakallarını usul usul okşadı. Kimbilir hangi meçhul karanlıklar yayılıyordu genç adamın o korkunç serinkanlılığının üzerine... Merak etti, sormadı.
Meyil anlıyordu, adam bu kadar karanlık olduğu için bu kadar çekiciydi. Günahkar olduğu için böyle çelik gibiydi. Ne zihnen ne bedenen rehavete kapılacak vakti olmadığı için böyle keskin bir karizmaya sahipti. Onu böyle sevmişti ve böyle olduğu sürece sevebilirdi. İçindeki tanrıçayı her an alevlendiren adam, gerçek bir suçluydu, katildi, tehlikeliydi, psikopattı. İllegal yanlarını törpülerse ondan geriye ne kalırdı? Ne iş yapardı? Nasıl görünürdü, nasıl konuşurdu?
Bilmek istemiyordu, çünkü bazı cevaplar işine yaramıyordu. Hayatını olduğu gibi kabullenmemişti ama o hayattı, biricikti, harcanmamalıydı. Ama Arca insandı, insan çoktu, kum gibiydi, acizdi ve kudretliydi, farklıydı ve aynıydı, yargılamaya gelmezdi... Onu kabul ediyordu.
Arca az sonra, birden konuşmaya başladı. Meyil'e onu ne kadar çok sevdiğini, onsuz hayatının anlamı olmadığını söyledi ve ona daha önce aldığı yüzükten daha iri bir pırlanta tektaş ile evlenme teklif etti. Diz çökmedi ama yalvardı.
"Her şeyi geride bırakıp gidelim. Sen okulu ve şarkıcılığı bırak, ben kumarhaneleri ve bütün işleri. Torunlarımıza kadar yetecek paramız var. Kaçalım. Evlen benimle, çocuklarımız olsun. Birkaç sene gezeriz, yaşamak istediğimiz ülkeye karar veririz. Sonra bir sahil kasabasında butik otel açarız. Bahçesi olur, sen çiçek ekersin, oğlumuz ve kızımız salıncakta sallanır. Bir daha geri dönmeyiz. Bizi kimse rahatsız etmez. Karım ol."
Meyil bunu bekliyordu, ne cevap vereceğini ta önceden biliyordu. Arca'nın avuçlarındaki ellerini elinden çekip adamın yanaklarına koydu. Anlayışla gülümsedi, bal rengine dönen irislerine aşkla eğildi,
"Sen bu hayale uygun bir adam değilsin Arca. Öyle bir butik otelimiz olsaydı eminim arka bahçede kenevir ekip biçerdin! Emekli komşularımıza gıcık olsan zavallıları kesip bahçedeki kuyuya atar ve üstüne beton dökerdin! Taşındığımız şirin kasabanın belediyesi yolsuzluğa bulaşır, senin yüzünden vergi kaçırma rekortmeni olurdu! Mavi bayraklı plajda kimse beni güneşlenirken görmesin diye cebren ve hileyle kamu arazisine çökerdin! Asırlık çınar ağacıyla ünlü meydan kıraathanesinin bodrum katında kaçak kumarhane açardın! Sit alanlarında siyanürle altın falan arardın! Ayy bir de ormanları kundaklayıp senei devriyesinde kocaman otel inşaatına başlardın! Bak gördün mü, mis gibi sahil kasabasını Şakirpaşa Mahallesine çevirdin! En iyisi biz gitmeyelim, huzurlu sahil şeridimiz senin şerrinden uzak kalsın."
Arca, Meyil'in soluksuz attığı tiradı bitince önce gözlerini dikip ifadesiz bakışlarla birkaç saniye baktı, bir evlenme teklifine verilebilecek en trajikomik cevap bu olabilirdi. Bu kadar şuursuzca çok az şey işitmişti. Bir şey söylemek isterken çenesi titredi.
Meyil onun kızdığını zannetti ve gülmesini bastırıp yüzünü eğerek parmaklarına bakmaya başladı. Arca bir kahkaha attı. Meyil haklı olabilirdi ama isterse değişebilirdi de... O an her şey ona bağlıydı, iki dudağının arasından çıkacak tek kelimeye...
"Hayır, sen varsan ben her şeyi arkamda bırakırım. Evlen benimle!" diye tekrar etti, bu kez yakaran tondan değil, en kararlı sesiyle.
"Seninle evlenirim. Bu hayatta, başka bir hayatta, Türkiye'de, Dubai'de, Rusya'da, şimdi, beş yıl sonra. Seninle her zaman ve her yerde evlenirim. Tanıdığım bu adamla, Arca Giray Kızılkanla, bu gözü kara kabadayıyla, sevdiğim adamla. Bir kaçakla değil. Kendinden vazgeçmiş biriyle değil. Kaçarsan, senden geriye kalan keşkeler ve acabalar içinde boğulmuş bir enkazla değil. Emekli ve göbekli bir esnafla değil. Anlıyor musun? Sonu ne olursa olsun, sevdiğim adam sensin."
Arca bir süre hüsranla kaşlarını çatıp düşündü. O buydu, böyleydi, Meyil kabul etmişti, buraya kadar tamamdı. Fakat, Arca kabul edebilecek miydi? Ünlü şarkıcı Meyil Akyüz'ü? Asıl handikapı belki de buydu.
"Çok çalışacaksın." dedi.
"Bana gül bahçesi vaat etmedin. Seninle çöle de varım. Benim de boyumdan büyük hayallerim var. O kapıların arkasında ne olduğuna bakmazsam hayatım boyunca aklımdan çıkmayacak."
"Peki o zaman."
Meyil onun omzuna başını yasladı. "Bu kadar endişe ettiğimiz gelecekte belki yokuzdur. Belki yarın ölürüz. Denemeden ölmeyelim."
Bu orantısız cüret, bu katıksız delilik fazlaydı ve tam da onlara göreydi. Hayata aynı yerden bakan iki yüreğin buluşmasıyla dünya o an daha yavaş dönmeye başladı.
Arca nihayet bir kahkaha daha attı, "Lan fikrimin ince gülü! Bir de bana kabadayı derler! Çok taşaklı hatunsun Allahıma kitabıma. Gel buraya."
Arca kendisini sarhoş balıkçıya benzetti. Sarhoşun biri bir gün, balık tutuyormuş, balık elinden kayıp kendini suya atınca -Eeh, git boğul o zaman! demiş.
Git boğul…
*****
(Bölümü kaydederken bir kaç aksilik yaşasam ve görsel yükleyemesem de bitti şükür. Yorumlarda buluşalım❤️
Meyil o evlenme teklifini kabul etmeliydi diyenler?
Herkes işine baksın diyenler?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |