49. Bölüm

48| SÖZSÜZ BİR MANTRA

Saniye Solak
saniyesolak

Sellam✨

 

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın olur muuu?

 

Bu arada önceki bölümlerin isimleri yoktu ama diğer platformlarda yayınlarken her bölüme bir isim ekledim ve burası da güncellenecek❤️

 

Keyifli okumalar diliyorum❤️

 

💎🎭

 

YAZARDAN:

 

Acıtmak bir sanattır, ustalık ister...

 

Her sanatçı, eserini ortaya sererken kendinden bir parçayı feda eder o esere. Acıtanlarsa vicdanlarını...

 

Peki ya acıyanlar? Onlara ne denir, onlar nelerini feda ederler makus kadere?

 

Cevabı göğsünün sol tarafındaki amansız ağrıdaydı.

 

Aralığın keskin soğuğu iliklerine kadar işliyordu belki ama zerresini bile hissedemiyordu Savaş. Durduğu çatıdan uçsuz bucaksız ormana ve gökyüzüne bakarken, kasvetli havanın esen soğuk rüzgârı bir kamçı gibi çarpıyordu yüzüne ama gözlerinin dolmasına neden olan şeyin rüzgâr olmadığını biliyordu.

 

Göğsünün sol tarafındaki amansız ağrı, başlattığı yangını tüm bedenine sıçratıyordu. Acı... onu baştan sona titretecek bir acı dalgasıyla boğuşuyor ve savaşını kaybediyordu.

 

Tıpkı kaybetmek üzere olduğu aklı gibi...

 

Korku...

 

Hayatında hiç bu kadar somutlaşmamıştı.

 

Çaresizlik...

 

Hiç bu kadar içli tüketmemişti onu için için...

 

Aşağıda, kafesin içindeki o çaresiz bekleyişlerinde, İzel'in kaburgalarına yediği tekmeyi gördüğü, o dikenli topuzun neredeyse İzel'in yüzünü parçalayacağını sandığı, bacağına dolanan o kırbaç yüzünden sertçe yere düştüğü ve üç adamın ona zarar vereceğini düşündüğü anlarda bile...

 

Gözünün gördüğü bir yerdeydi çünkü...

 

Uzanıp dokunamıyordu belki ama oradaydı...

 

Tehlikenin ta kendisi ile savaşıyordu ama oradaydı...

 

Görebiliyordu Savaş. Gözünü bile kırpmadan onu izlerken her şeye rağmen iyi olduğundan emin olabiliyordu.

 

Yine çaresizdi, yine korkuyordu ama en azından oradaydı İzel, görebiliyordu. Onu görebiliyordu...

 

Peki ya şimdi?

 

İçine derin bir nefes çekti ama bir avuç toz yutmaktan daha farklı bir his değildi bu. Solukları bile zehirdi artık.

 

Sanki ufukta onu görebilecekmiş, iyi olduğundan emin olabilecekmiş gibi gözünü bile kırpmadan bakıyordu karşıya ama hiçbir şey yoktu.

 

Olmadığına bile bile bakıyordu.

 

Belki geri getirirler onu diye.

 

Gelmeyeceğini bile bile...

 

Kolları onun varlığını hissetmenin derin arzusu ile kasılırken parmaklarını avuçlarına gömdü. Ona sarılmak... Şu an bundan daha çok istediği tek bir şey bile yoktu. Yokluğu, ruhunun harakirisiydi sanki. Acımasız pençeleriyle deştikçe deşiyor, ruhunun içini boşaltıyordu, ta ki geride acıdan ve suçluluktan başka hiçbir şey kalmayana kadar.

 

"Savaş..." diyen pürüzlü sesi duydu arkasından ama dönüp bakmadı. Bakamadı. Kimseye değil, kendineydi öfkesi, kırgınlığı, kızgınlığı...

 

Koca bir suçluluğun gölgesi üzerine devrildi. Elinden geleni yaptığını bilmek yetmiyordu. Elinden geleni yaptığını bilmek İzel'i geri getirmiyordu. Kolları hala bomboştu ve havanın soğuğu değil, bu his onu üşütüyordu.

 

Gece Hancı ağır adımlarla yerdeki cesetlerin arasından ilerledi Savaş'a doğru, attığı adımda yerdeki kurumuş kanların üzerine ayak izi düşüyordu. Bir kez olsun ruhlarını bedenlerinden kendi elleriyle söktüğü adamlara dönüp bakmadan tam uca geldiğinde Savaş'ın yanında durdu.

 

O helikopter uzaklaşırken de tek yapabildiği bu olmuştu. Burada durmak ve canını ondan götürürlerken elleri kolları bağlı bir şekilde öylece izlemek... Geç kalmıştı ve geç kalışı kolunu kanadını kırmıştı.

 

Boğazındaki yumruyu sertçe yutkunarak gidermeye çalıştı ama hiç faydası olmadı.

 

Yan yana dimdik duruyorlardı belki ama ikisi de hayatları boyunca hiç olmadığı kadar yıkılmıştı tam o anın içinde. Farklı noktalardan aynı yarayla sancıyordu kalpleri, farklı notaların aynı kaybıydı bu.

 

İkisine de çökmüştü karanlık; birinin gecesini gündüzüne karışıp gündüze dair tek bir ışık bile bırakmazken, diğerini doğruca dar bir mezarın içine diri diri gömmüştü.

 

"Gitmeliyiz..." diye mırıldandı Gece, sesindeki o zayıflığı zerre umursamadan. Şu an ondan daha zayıf biri varsa o da yanındaki bu adamdı, o acısını göstermekten utanmıyorsa Gece de gayet acısını yaşayabilirdi. Bu onun için yeni bir şey olsa dahi...

 

Acı çekmek yasak değildi onlara, aksine cellatları çektikleri o acıdan beslenen bir canavardı. Ama çektikleri acının dışavurumu... İşte o, kefesinde ağır bedeller taşıyan bir yasaktı.

 

Hiçbir şey söyleyemedi Savaş, kelimeler düğüm düğümdü boğazında. Bedenine felç inmiş gibi gözlerini bile kırpmadan karşıya bakarken hareket de edemedi. Bir damla yaş kayıp gitti yanağından aşağı ve rüzgârın sert kamçısıyla hiçliğe karıştı o gözyaşı.

 

"Eğer..." diyebildi Savaş en sonunda. "Becerip de o kafesin kapısını kırabilseydim..."

 

"Kes şunu!" diye homurdanarak onun sözlerini yarıda kesti Gece. Zor da olsa acısını bir kenara itmeyi başardı. Bu iyiydi... Bu iyiydi çünkü acı odağının önünü karartıyordu ve o sarsılmaz odağına şimdi hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardı. "İzel, o kapıyı kıramadığın için minnettardır. Çünkü Savaş, o kafesten çıksaydın ya ölmen gerekirdi ya da öldürmen..."

 

Acıyla yanan damarlarına öfkenin dolması hiç uzun sürmedi Savaş'ın. Yumruklarını daha sert sıkarken çenesi kasılmıştı. "Uğruna ölebilirdim..." dedi sarsılmaz bir sesle. "Uğruna öldürebilirdim..."

 

Tereddüt kararlılığını delip geçemiyordu. Eğer o kapıyı kırmayı becerebilseydi, karşısına çıkan her zorluğa korkusuzca göğüs gerebilirdi. Sonuçlarını düşünmeden... Elini sımsıkı tutardı sevdiği kadının ve hiçbir kuvvet çekip alamazdı o eli avuçlarının arasından.

 

Ama bir avuç demir parçasıydı önüne engel olarak çıkan. Kırmayı çok denediği ama bir türlü beceremediği bir avuç demir parçası... Şimdi İzel ne yanındaydı ne de güvende...

 

Gece başını iki yana salladı, ellerini arkasında birleştirip duruşunu dikleştirdi. Acısına izin verdiği an bu kadardı. Bu kenardan bir adım geriye çıktığı anda acısını tamamen silip atacak ve öfkesine odaklanacaktı. İşte o zaman taş üstünde taş bırakmayacaktı. Dünya'daki her bir taşın altını araması gerekiyorsa varsın öyle olsun; arayacaktı. Ve bu konuda yalnız olmadığını da biliyordu Gece. Yanında duran adamın derin mavilerinde başlayan kasırgaları görüyordu, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkmaya hazırdı.

 

"İzel ikisini de istemezdi." diye mırıldandı usulca. İzel'in bu adama kapılmasının bir nedeni vardı. "İzel hayatının hiçbir döneminde bir kahraman aramadı, hatta bana soracak olursan bu kelimeden nefret ediyordur. Beyaz atlı bir prens, bir kahraman arayan hep Damla'ydı..."

 

Kısacık bir an dudaklarından bir tebessümün seher yeli esip geçti. Ama öyle kısa sürdü ki varlığı ve yokluğu arasına bir kalp atımı bile sığmazdı.

 

"İzel'in bir kahramana ihtiyacı yok Savaş, bir limana ihtiyacı var." Yüzü yeniden tüm ciddiyetini sırtlanmış gibi kaskatı kesilmişti. "Sen onun limanısın ve bunun onun gözünde ne denli kıymetli olduğunu tahmin bile edemezsin. Hayatı boyunca en çok istediği şeyi veriyorsun sen ona, kendi olabileceği bir özgürlük alanı, hiç sahip olamadığı, korkmadan oynayabileceği bir çocuk parkı... Bu yüzden kendini suçlamayı kes ve toparlan. Çünkü İzel'i bulduğumda bana değil sana ihtiyacı olacak."

 

Biliyordu Savaş. Bir liman olmanın İzel'in gözünde ne denli kıymetli olduğunu çok iyi biliyordu. Hiçbir şey değil, etrafa attığı o sert ve kurşun geçirmez bakışların, kendine döndüğünde ışıl ışıl parlayan çocuksu heyecanını gördüğü her anda bunu en derininde hissediyordu.

 

"Şimdi baygın belki ama..." dedi içi çürümeye başlayan duygularının küf kokan sesiyle. Bu bile canını o kadar çok yakıyordu ki... Oysaki ihtimaller arasında en güvenli olandı baygın olması.

 

"Uyandığında çok korkacak..."

 

Gece Hancı bir kez daha başını iki yana salladı. "Korkmayacak. İzel görüp görebileceğin en cesur kadındır, dimdik duracak onların karşısında. Gözlerinin içine bakacak korkusuzca."

 

Bu yorum genç adamın hışımla Gece'ye dönmesine neden oldu. Göz pınarlarında kuruyan göz yaşları rüzgâr yüzünden gözlerinin daha fazla yanmasına neden oluyordu ama bu, okyanusların içinde kaynayan öfkeyi gizlemeye yetmiyordu. Bir an Gece'yı sırtından ittirip çatıdan aşağı atma isteği ile savaştı. Öyle sınırdaydı ki avuç içlerine gömülen parmaklarını çözse öfkeden titreyeceklerini biliyordu. O parmak uçlarının tam şu anda neye ihtiyaç duyduğunu biliyordu, çektiği her solukta ihtiyaç duyduğu şeyin o yoğun kokusu ciğerlerine doluyordu. Ama arkasındaki cesetlerden geldiğini bilmek onu durduruyordu.

 

Yasemin hayatından çıkıp gitmiş olabilirdi ama kendinden bir parçayı Savaş'a bir lanet gibi bulaştırıp öyle gitmişti.

 

Kan arzusunu...

 

Ve şimdi de sevdiği kadının yokluğunun hissini bulaştırmıştı ona. Sevdiği kadını almıştı ondan...

 

İstediği kan arkasında yatan cesetlerin döktüğü kan değildi, Yasemin'in kanıydı...

 

"Asıl sen kes şunu!" diye gürledi yumrukları daha fazla sıkılırken. "Ona sürekli duygusuz bir robot muamelesi yapmayı kes, çünkü değil!"

 

Gece şaşkınlıkla irkilerek Savaş'a dönerken "Ben öyle yapmadım..." demeye yeltendi ama Savaş'ın "Yaptın!" diyen suçlayıcı sesiyle sözleri yarıda kesildi.

 

"Tam olarak öyle yaptın Gece Hancı! Benim bahsettiğim korku, yüzü ile ilgili değil ya da gözleri... Kalbiyle ilgili... Evet dışarıdan bakıldığında çok cesur görünecek, hiç korkmuyormuş gibi... Dimdik duracak, hatta karşısındakilerle alay bile edecek ama içten içe korkacak. Onun o güzel kalbi; gözleri yabancı bir yerde, canavarların arasında açıldığında korkuyla kasılacak."

 

Hayal kırıklığı ile gözlerini kapatıp derin bir nefesi çekti içine ama içindeki yangını daha fazla harlamaktan öteye gidemedi bu soluk. Göğsü, aldığı her solukta daha derin sarsılırken orada koca bir boşluk açılıyordu geçen her saniyede. İzel'in başının göğsünün sol tarafındaki o tatlı ağırlığı, yokluğunu öyle bir belli ediyordu ki...

 

Kalp atışlarını saymayı severdi İzel. Birlikte uyudukları her gece kalbinin atışlarını sayarak uykuya dalardı. Tıpkı Savaş'ın da onun nefes seslerini saydığı gibi...

 

Şimdi o nefesler yoktu, kalbi de acıdan başka bir notaya basmıyordu...

 

"Ve..." diye devam etti konuşmaya gözlerini açıp. "En acısı da ne biliyor musun? Sarılacak birini arayacak, sarılmaya ihtiyacı olacak ama kimse ona sarılmayacak... Sarılmak isteyecek ama ben ona sarılmak için orada olamayacağım..."

 

Savaş'ın her bir sözünde daha derin bir bıçak darbesi yiyormuş gibi biraz daha ve biraz daha irkildi Gece. Bu haklılık karşısında nefesi kesilmişti. "Bulacağız..." Tüm inançlarını bu kelimeye sığdırmış gibi tek söyleyebildiği bu oldu. Bulmak zorundayız...

 

"Elbette bulacağız..." dedi Savaş geriye doğru bir adım atarken. Ardından sırtını Gece'ye dönüp ölü bedenlerin arasından ilerlemeye başladı. "Bulamamak ihtimal dahilinde bile değil..."

 

Dile getirilmeye korkulan onlarca olasılığı düşünmemek için elinden geleni yaptı. İzlediği o videolar sınırlarını zorlasa da onları kapı dışarı etmeyi başardı.

 

Hep birlikte hastaneden çıkarlarken sessizlik aç dişlerini üzerilerine geçirmişti. Buz gibi havada Damla'nın sırılsıklam titrediğini gördü Savaş, dişleri birbirine çarpıyordu ama o bundan hiç etkilenmiyormuş gibi öylece yere bakıyordu. Üzerindeki incecik bir pijama takımıyla ve baştan aşağı sırılsıklamken, saçlarının uçlarından hâlâ sular damlıyorken donuyor olmalıydı. Önceki gece İzel'in kendi elleriyle giydirdiği pijama takımıyla... Ne tarafa baksa gördüğü tek şey İzel'di...

 

Tıpkı Damla gibi sırılsıklam olan ama soğuktan zerre etkilenmiyormuş gibi görünen Güney'in yanından geçip Damla'nın önünde durdu Savaş. Üzerindeki deri ceketi çıkarıp usulca Damla'nın titreyen omuzlarına bıraktı ama Damla bir kez olsun yerdeki bakışlarını kaldırıp bakmamıştı ona. Sanki hayattan kopmuş gibiydi...

 

Onun da kendi içinde kıymetlerin koptuğunu biliyordu Savaş. Bir şeyler söylemek istedi, hatta bunun için dudakları da aralandı ama hiçbir şey söyleyemeden ağzı geri kapandı. Şu an sarf edilen hiçbir sözün bu kıza iyi gelmeyeceğini biliyordu. Dahası Damla'nın söylenen hiçbir şeyi duyamayacak kadar kendi içine kapandığını...

 

Gözlerini kaldırıp kuzenine baktığında Güney'in gözünü bile kırpmadan Damla'ya baktığını gördü. Karmaşık duygular içindeki mavilerinde temkinli bir ifade vardı. Her an atağa hazırmış gibi... Damla ayakta durmaktan vazgeçerse, o düşmeden önce onu yakalamaya hazır bekliyordu sanki... Keza Damla her an yıkılabilirmiş gibi duruyordu, titremelerinin arasında arada sarsıldığı gözünden kaçmamıştı Savaş'ın. Ama bu kızı biraz olsun tanıdıysa düşmeyeceğini biliyordu. Onun içinde bir yerlerde İzel'den parçalar vardı. İzel asla düşmezdi böyle bir durumda. Aksine, öfkesiyle öyle bir yükselirdi ki yıkar geçerdi her şeyi, karşısında kimse duramazdı.

 

Elindeki cam kesiklerine kısa bir bakış attıktan sonra başı ile Damla ve Hazal'ı işaret etti.

 

Hazal...

 

Hikâyenin en masumuyken en ağır darbelerini alan Hazal...

 

Varlığı yokluğu bir bir şekilde Damla'nın diğer tarafında sessiz sessiz ağlıyordu. Tamamen dağılmış bir haldeydi ve üzerindeki o elbiseyle o da fazlasıyla üşüyor olmalıydı.

 

"Onları arabaya götür..." diye mırıldandı Güney'e. Güney yalnızca başını sallayarak onayladı onu ve Damla'ya biraz daha yaklaşıp elini beline koyarak onu yönlendirdi. İtiraz dahi edemedi Damla, ardından bakışları Hazal'a kaydı ve Hazal da uysal adımlarla onların yanında yürümeye başladı.

 

"Uzun ve oldukça zorlu saatler bizi bekliyor..." dediğini duydu yandaki sarışın kadının. Laf arasında kulağına çalınan cümlelerden adının M ile başladığını biliyordu yalnızca, diğeriyse Yazgı dedikleri kadın olmalıydı.

 

İzel'in Yazgı Deha Yaman dediği anı çok netti kafasında. Ve Savaş bir şeyi daha biliyordu ki su an hayattalarsa, bunu bu kadınlara borçluydular.

 

İzel onu arayarak herkesin hayatını kurtarmıştı ama ya kendi? Kendisi şu an tam olarak tehlikenin kucağındayken aslında herkes bambaşka bir mahkûmiyetin içine hapsolmuştu. Ölümden çok daha acıydı, ıssız duvarlarla örülü buzdan bir cehennemdi burası...

 

Ah benim güzel kızım... diye geçirdi aklından Savaş. Güzelim benim, en güzel yanım... Yüzü acıyla kasılırken bir eli göğsüne gitti. Lütfen çok korkma, korkma sana sarılamam... Çaresizliğin en dip noktasındaydı artık... Göğsümün içinde saklayamam o güzel yüzünü, yalvarırım korkma... Seni bulunca söz veriyorum hissettiğin her şey için orada olacağım. Sımsıkı sarılacağım sana, sımsıkı sarılacağım... Ama şimdi olmaz... Sen benden bu kadar uzakken, elim kolum bağlıyken olmaz...

 

"Şu Alfonso'nun ini dediğiniz yer..." diye sordu Savaş sarışın kadının yüzüne bakarak. Göğsünün ortasına yerleşmiş olan eli, o kısmı ovuşturuyordu göğsünde toplanan ağrıyı geçirmek ister gibi. "Seattle'da nerede olduğunu biliyor musunuz?"

 

Maya başını iki yana salladı. "Bilinseydi eğer ortada Alfonso diye bir şey kalmazdı. Onu arayan federaller, ajanlar bir tarafa, o denli bir gücün düşmanı da çok olur."

 

Daha büyük bir sıkıntı deryasının içine sürüklendi Savaş. Göğsündeki elini indirirken sertçe yutkundu.

 

Bu sırada Gece Hancı elinde kırmızı bir bidon ile yanlarına doğru geliyordu.

 

"Eğer şimdiye kadar hiç kimse bulamadıysa, biz nasıl bulacağız?"

 

Korku boğazına ağlarını ilmek ilmek işliyordu. Bulamamak ihtimal dahilinde bile değildi, olmamalıydı...

 

Ama ya bulamazlarsa...

 

Başını iki yana salladı, düşünmeyi reddetti bu ihtimali. Aklının iflasıydı çünkü bunun düşüncesi.

 

"Bu zamana kadar bulunamadı..." dedi Maya kendinden emin bir sesle. Gözlerinde görünüşünün naifliğine çok tezat bir ateş yanıyordu. "Çünkü KittyWhite hiç onun peşine düşmemişti."

 

Onun kelimesindeki özellikle vurgulanan baskıyı hissetti Savaş ve o gözlerdeki ateşe güvenmeyi seçti.

 

Gece de bulacağız demişti, bu kadın da bulacağız diyordu.

 

Artık bulamamak gerçekten ihtimal dahilinde değildi...

 

Başını ağır ağır aşağı yukarı sallarken tam KittyWhite'ın kim olduğunu soracaktı ki, "Şimdi anlaşıldı bizim Küçük Kız'ın, savaşmak fiilini her kullandığımda gözlerinin içinde parlayan yıldızların nedeni..." diyen bir ses araya girdiğinde susmak zorunda kaldı.

 

Soğuk bir sesten gelen bu yorum ile bakışları Maya'nın yüzünden yanındaki kadına, Yazgı'ya kaydığında onun kahvelerinin zaten üzerinde olduğunu gördü Savaş. Sanki soracağı soruyu hissetmiş gibi bakışları uyarılarla doluydu.

 

Yüzünün bir kenarında, kendine ait olmayan kan lekeleri vardı. Ellerinde de... Hatta üzerindeki siyah kıyafetlerin de kan içinde olduğuna yemin edebilirdi genç adam ama o bundan hiç rahatsız olmuyormuş gibiydi. Rüzgâr tenini döverken ve dağılan saçlarını savururken hiçbir şey onu etkileyemezmiş gibi dikiliyordu orada. Tehlikeli görünüyordu ama görünmekten de öte, tehlikeli olduğunu biliyordu.

 

O ve Gece... Bugün bu hastenin içine kanla imzalarını atmışlardı.

 

Şimdi anlaşıldı bizim Küçük Kız'ın, savaşmak fiilini her kullandığımda gözlerinin içinde parlayan yıldızların nedeni...

 

Sözler kafasının içinde dönmeye başladığında geri kalan bütün düşünceler karanlık köşelerine çekildiler.

 

İstemsiz dudaklarının ucu yorgun bir tebessüm ile dalgalandı. Öyle mi oluyordu? Hangi anlama gelirse gelsin adı her geçtiğinde bu İzel'in gözlerini mi parlatıyordu? Yüzüne her baktığında o kahvelere yayılan huzuru, heyecanı, ışıltıyı fark ediyordu elbette ama bu...

 

Bu kadına her zerresiyle aşıktı ve bulduklarında... bulduklarında gözlerinin içine baka baka defalarca kez haykıracaktı bu aşkı.

 

Bulacaklardı...

 

Bulacaklardı...

 

💎🎭

 

Arkalarında alev alev yanan bir bina, yaşanan her şeyi de o binanın alevlerinin ortasında bırakıp yola çıktılar.

 

Gece ve Savaş, Yazgı ve Maya ile birlikte Maya'nın ofisine doğru giderlerken Güney'e kızları eve götürme görevi düşmüştü.

 

Yol boyunca süregelen sessizlik evden içeri atılan ilk adımla son buldu.

 

Korkular bir insanın kendine doğrultabileceği en tehlikeli silahtı.

 

Korkular zihni tetikler ve zihin korkuların gerçekleştiği onlarca farklı senaryo ile çepeçevre sarılırdı.

 

Kafanızın içinde o kadar çok dönerdi ki o senaryolar, bir noktadan sonra zihin aldanır, gerçek olduğuna inanırdı.

 

Bu bir lanetti, bir kehanet...

 

Kendini doğuran kehanet...

 

Kişinin kendi başına gelebilecek olayları zihninde binlerce kez tekrarlamasıyla bir öngörüye çevirmesi ve önünde sonunda bu öngörünün vuku bulması...

 

Evden içeri ilk adımını attığında, kafasının içinde saatlerdir geçmek bilmeyen o uğultu birden susuverdi Damla'nın.

 

Gece'nin yere kapaklandığı ve acıyla haykırarak yeri yumrukladığı o aynıyla doldu zihni.

 

İzel yoktu...

 

O merdivenlerden inen bir İzel yoktu...

 

Aldılar onu...

 

Helikoptere bindirip götürdüler.

 

Bir adım attı büyük salona doğru ama sanki zemine basamıyor gibi hissediyordu kendini. Kafasının içinde Damla diyerek ona seslenen kalın ve tok bir ses çınlıyordu ama o kadar uzaktan geliyordu ki algılayamıyordu Damla. Uğultu kesilmiş, yerini keskin bir çınlamaya devretmişti...

 

Aldılar onu...

 

Helikoptere bindirip götürdüler...

 

Gece yere kapaklanmış, acıyla haykırarak yeri yumrukluyor...

 

Aldılar onu...

 

Helikoptere bindirip götürdüler...

 

"Damla?"

 

İşte yine o ses... Ama kafasının içinde sabitlenen görüntüden kopamıyor, Yazgı'nın sesinden dökülen cümlelerin sesini kısamıyor ve ona seslenen kişiye odaklanamıyordu.

 

Korku...

 

Hayatı boyunca İzel'e bir şey olacağından o kadar korkmuştu ki. O korkuyla onun canının yandığı o kadar çok senaryo zihnine doğmuştu ki...

 

En sonunda gerçek olmuştu işte...

 

Kendine doğrulttuğu o silah ateş almış ve onu tam kalbinden vurmuştu.

 

Bir adım daha attı salona doğru ama masanın kenarına çarpan diziyi durmak zorunda kaldı.

 

Aldılar onu...

 

Helikoptere bindirip götürdüler...

 

Dudaklarından bir çığlık koptuğunda sonunda Güney'in "Damla!" diyen sesini duyabildi.

 

Parmakları hırsla saçlarının arasına dalarken dizlerinin üzerine çöküp ciğerlerindeki kanserli hücreyi söküp atar gibi attı içindeki çığlığı.

 

Boğazı yandı ama o susmadı...

Koptuğu hayata yeniden bağlanırken çağlayan her duygusu binlerce yaradan nasibini almıştı.

 

Gözyaşları öyle hızlı akın etti ki gözlerine, göz kapaklarının sımsıkı kapanmış olması bile onların akmasının önüne geçemedi.

 

"Hayır!" diye haykırdı... "Hayır, hayır, hayır..."

 

Başını iki yana sallarken diz çöküp ayaklarının üzerine oturduğu yerden ileri geri sallanıyordu. Ne yapacağını bilemeyen Güney Damla'nın yanında dizlerinin üzerine çöktüğünde kızın boğazından kopan o çığlık onu adeta kemiklerine kadar sarsmıştı.

 

"Hayır..." diye haykırdı bir kez daha Damla hıçkırıklarının arasında. "O bunları hak etmedi... Onun tek istediği bir huzurdu, biraz mutluluk..."

 

Parmaklarının saçlarına sertçe asıldığını görebiliyordu ama ne yapacağını o kadar bilmez bir haldeydi ki... Parmakları usulca bileklerine sarılırken "Prenses..." diye fısıldadı. Şimdi gözyaşları sicim gibi akarken prensesten çok bir ölüm perisine benziyordu, attığı çığlıklarla ölümü bildiriyordu sanki.

 

Bileklerinden tuttuğu ellerini saçlarından çekmeye çalıştı Güney ama o kadar sıkıyordu ki kendini, birkaç tutamın koptuğuna yemin edebilirdi genç adam.

 

"Hiç mutlu olamadı..." diye yakardı Damla ne söylediğinden bile habersiz... "Hep buruktu mutlulukları, haram kıldılar ona... Ne zaman gülse zehir ettiler... En çok o hak ediyordu... En çok o hak etmişti..."

 

Güney'in parmakları elinin sırt kısmına doğru giderken "Yapma böyle Prenses..." diye fısıldadı.

 

Hancı kardeşlerin yıkımları hep böyle şiddetli mu oluyordu?

 

Parmakları parmaklarının üzerine kapandığında sonunda parmakların arasında sıkışan tutamları kurtarmayı başardı ama bu kez de Damla'nın tırnaklarının hedefi Güney'in elleri olmuş, ona tutunmuştu.

 

Eklemlerinin üzerindeki taze yaraların içine gömülen tırnakların, pıhtılaşıp kuruyan kanları delerek yaraları yeniden kanattığını hissetti, derisinin üzeri yarıkların sancısıyla sancıdı ama umursamadı Güney. Parmaklarının arasında, köklerinden kopan tutamları görmektense kendi yarasını defalarca kez kanatmasına razıydı... Ve parmaklarının arasına sıkışmış yeterince saç teli vardı zaten.

 

"Ben yıllardır hiç çikolata yemedim biliyor musun?" diye fısıldadı bu kez Damla güçsüz bir sesle. Bedeni Güney'in göğsüne doğru devrilmiş, alnı geniş göğsünün sol kısmına kalbinin üzerine yaslanmıştı. Bu hareket Güney'i gafil avlamıştı...

 

"Ağzıma bile sürmedim, tadının neye benzediğini bile hatırlamıyorum..." diye devam etti Damla içindekileri kusmaya... "Onun ne yapmaya çalıştığını anladığımdan bu yana hiç yemedim. Tüm çikolatalarımı İzel'e sakladım, yastığımın altında çürüdü hepsi ama ona vermeye de hiç yüzüm olmadı..."

 

Derin bir nefesi içine çektiği sırada mutfaktan elinde bir bardak suyla gelen Hazal da diğer tarafında diz çökmüştü. Gözyaşlarının ıslak izleri hâlâ yanaklarında olsa da en azından az da olsa kendini toparlamayı başarmıştı.

 

"Damla..." dedi naif, pürüzlü ve ağlamaktan boğuklaşmış sesiyle. Bir elinde bardağı tutarken diğer eliyle usulca Damla'nın sarı saçlarını okşuyordu.

 

Başını bir kez daha iki yana salladı Damla. "Ben olsam İzel yerinde, benden nefret ederdim. Ama onun o kadar güzel bir kalbi var ki aldı beni kalbine, sarıp sarmaladı... Hiç gocunmadan sarıldı bana, bir kez bile beni suçlamadı..." Sesinin kulvarlarındaki hezeyanların arasından, zayıf soluklarının sessiz iniltileri taşıyordu dışarı. Bir vaveylaydı bu, en sessiz olanından... "Ben olsam beni affetmezdim ama o bana hiç kızmadı...

 

"Prenses..." dedi Güney'de yumuşacık bir sesle. Söylenen sözlerden hiçbir şey anlamıyordu, aralarında neler olduğunu bilmiyor ya da Damla'nın tam olarak neyi kastettiğini anlayamıyordu ama cümlelerin ağırlığını hissetmek için anlamak da gerekmiyordu zaten. Her bir söz yüreğini biraz daha tarumar ediyordu.

 

"Bulacaklar onu..." dedi, Damla'yı ikna etmek ister gibi artık aralarında sözsüz bir mantra olmuş o sihirli kelimeyi söyledi...

 

Sertçe yutkundu Damla ve alnını Güney'in göğsünden ayırırken "Bulacaklar..." diye tekrarladı. "Gece bırakmaz onu, ne olursa olsun bulur."

 

"Bulur..." diyerek onlara katılan Hazal da aynı mantrayı dile getirdi.

 

Damla onun varlığını yeni fark etmiş gibi burnunu sertçe çekip kuruyan dudaklarını ıslatarak ona döndü ve "Sen?" diye sordu ağlamaktan kızarmış ve şişmiş gözlerine bakarken. Kendi gözlerinin de ondan aşağı kalır bir yanı yoktu. "Sen iyi misin peki?"

 

Kendi dertlerine düşüp bu kızı tamamen unuttuklarından bir an kendini bencil biri gibi hissetti ama öyle bir durumdayken başka neyi düşünebileceğini de hiç bilmiyordu.

 

Yeni kuruyan göz pınarları, bu soru karşısında yeniden dolarken dudaklarını birbirine sertçe bastırdı Hazal ve başını sallayarak onayladı genç kızı. "Tek yaptığım dizlerime kapanıp ağlamaktı..." Sesi çatallanınca devamını getiremedi cümlesinin ve yanağından bir damla gözyaşı daha kaydı.

 

Bu damla, Damla'nın halihazırda akmayı bekleyen gözyaşlarının yolunun açarken Güney yeni bir krizin yakın olduğunu fark ederek "Bak bana..." diye fısıldadı. Ellerine hâlâ sımsıkı tutnan o zarif parmakların varlığını umursamadan genç kızın çenesine uzanıp yüzüne kendine çevirdi.

 

"Biraz yıkılmak en doğal hakkın ama şu an güçlü olmak zorundasın. İzel için..."

 

Anlamasını ister gibi bakıyordu Damla'ya. Damla bir kez daha burnunu çekip sertçe yutkundu ve yeni bir ağlama krizinin yolunu keserek başını aşağı yukarı salladı uysal bir kız çocuğu gibi. "İzel için..."

 

Sonra yeni fark etmişçesine bakışları ellerine kaydı ve Güney'in eklemlerindeki yaraları, o yaralara saplanmış tırnaklarını ancak o zaman farketti. Gözleri irileşirken dudaklarından bir şaşkınlık nidası koptu ve ateşe değmiş gibi çekti ellerini. Tırnaklarının arasına Güney'in kanı dolmuştu.

 

"Beni..." diye mırıldandı acıyla kasılan gözlerini o ellere dikip, bu kez daha nazik bir hareketle o ellere uzanırken. İncitmeye korktuğu bir bebekmiş gibi tuttu genç adamın bir elini. "Beni kurtarırken mi oldu?"

 

Genç adam ellerine kısa bir bakış attı. "Önemli bir şey değil..."

 

"Nasıl değil?" diye sordu Damla kirpiklerinin altından Güney'in yüzüne bakarken. Gözlerinde dile dökülmeyen bir özür vardı.

 

"Çok derin görünüyorlar, acıyor olmalı..." Bakışlarını indirip bir refleks ile dudaklarını büzdü ve usulca yaraların üzerine doğru nefesini üflemeye başladı. Genç adam sertçe yutkundu bu hareket karşısında.

 

Hayatında ilk kez biri onun yarasına üflüyordu...

 

Küçükken defalarca kez düşüp kanattığı dizleri sızlar gibi oldu bir an...

 

Ailesinin kuzeni ile çok meşgul olduğu yıllarda ondan beklenen şey düştüğünde kendi başına ayağa kalkmak ve böyle böyle düşmemeyi öğrenmekti.

 

Düşmemeyi hiç öğrenememişti Güney ama düştüğü her yerden kendi başına ayağa kalkmayı ve kendi yaralarını sarmayı iyi öğrenmişti. En azından yalnız değilim diyerek avutmuştu kendini hep. Düştüğünde onunla birlikte düşecek, kalktığında da onunla kalkacak kardeş gibi bir kuzeni vardı.

 

"Pansuman yapmamız gerek..." diye mırıldandı Damla ve itiraz edesi gelmedi Güney'in. Sertçe yutkunurken "Sen nasıl istersen..." diye mırıldandı. "Ama önce üstünü değiştir çünkü hâlâ ıslaksın ve hasta olacaksın."

 

"Tamam..."

 

Başını Hazal'a çevirdiğinde onun hâlâ elinde bir bardak su tuttuğunu gördü ve işte o zaman attığı çığlıkların boğazında bıraktığı tahribatı hatırladı. Bardağa uzanıp içindeki suyu kana kana tek dikişte bitirdiğinde Güney'in dudaklarından kısa bir tebessüm geçmiş ve "Tam bir Su Perisi..." diye fısıldadı kendi kendine.

 

Damla elindeki bardakla ayağa kalkıp bardağı çarptığı masaya bıraktıktan sonra hâlâ dizlerinin üzerinde duran ikiliye döndü ve bir elini ayağa kalkın der gibi salladı. "Sana Gece'nin kıyafetlerinden vereceğim, bana diyorsun ama senin kıyafetlerin de hâlâ ıslak." Güney onu onayladığında Damla Hazal'a döndü. "Sana da benimkilerden vereyim, sen de üzerini değiştir Gece'ler gelene kadar. Sonra işimize bakalım."

 

Aradan geçen yirmi dakikanın sonunda hepsi üzerini değiştirmiş ve Damla Güney'in eline pansuman yapıp sarmış bir halde salonda gergin bir bekleyişle oturuyorlardı.

 

Damla'nın elinde telefonu vardı ve parmaklarının arasında döndürüp duruyordu o telefonu. Aklına doğan fikrin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu hesaplamaya çalışıyordu. Kahraman Hancı'dan yardım isteyemeyeceklerini biliyordu genç kız. O adamdan yardım istemenin İzel'i bir cehennemden alıp başka bir cehenneme atmak olduğunu biliyordu ama...

 

Ama birinden yardım istemeleri gerektiğini düşünüyordu.

 

Derin bir nefesi çekti içine ve oturduğu koltuktan hışımla kalkıp gözlerin ona dönmesine neden oldu.

 

Gece kızabilirdi ama umursamadı Damla. Doğru olan bu gibi geliyordu, iç sesi ona doğru olanın bu olduğunu söylüyordu.

 

Hazal ve Güney'e kısacık bir bakış attıktan sonra adımları mutfağa doğru gitti ve kapıyı arkasından kapatıp aradığı numarayı buldu telefonundan ve ara tuşuna basıp dişlerinin arasına kıstırdığı tırnağını gergince kemirirken telefonu kulağına yasladı.

 

Bir kez çaldı...

 

İki kez çaldı...

 

Üç kez çaldı...

 

Bekleyişin süresiyle eş zamanlı olarak gerginliği de artarken tam açmayacağını düşünüp telefonu kulağından çekeceği sırada "Alo?" diyen tok, kalın sesi duydu. "Damla?"

 

Dudaklarından rahatlamayla karışık bir nefes döküldü genç kızın ve dişlerinin arasındaki tırnağı çekip elini beline yasladı.

 

"Alex..."

 

🎭💎

 

Çok değil yarım saat kadar sonra Savaş, Gece, Yazgı ve Maya ellerinde bir dolu çantalarla salonlarının ortasında dururlarken Damla kendini biraz daha rahatlamış hissediyordu.

 

Doğru olanı yapmıştı, Alex onlara yardım edebilirdi. Alex İzel için her şeyi yapardı. Keza haberleri duyduğunda çılgına dönmesi de bunun bir kanıtıydı.

 

"Ne yapacağız şimdi?"

 

Onlar çantaları açıp içinden çıkan bilgisayar, kablolar ve daha adını bile bilmediği bir sürü cihazı büyük yemek masasının üzerine çıkarırlarken Maya "Kedi fare oyunu oynayacağız..." diye cevap verdi. Elindeki normal bilgisayar boyutunun üç katı gibi görünen bir bilgisayarın kapağını açıyordu.

 

"Seattle'a gitmemiz gerekmiyor mu?" diye sordu Savaş. Sesi o kadar donuk ve katı çıkıyordu ki onu ilk kez böyle görüyordu Damla. O nazik ve kibar adam gitmiş yerine bambaşka biri gelmişti sanki. Ruhu emilmiş gibi görünüyordu.

 

"Onların beklediği şey de tam olarak bu..." diye cevap verdi Gece. "Eğer Seattle'a şimdi gidersek İzel'i asla kurtaramayız."

 

Yol boyunca Gece ve Maya'nın kendi arasında konuştuğu bir şeyler olduğunu biliyordu Savaş ama doğru düzgün odaklanamamıştı ne konuştuklarına.

 

Bütün bilgisayarlar sırayla açıldı ve Maya birkaç dakika içinde hepsini birbirine bağlayarak ofisindeki düzeneğini buraya taşıdı. Onun ekipmanlarının yanına Gece'ninkiler de eklenince salon adeta kablo savaşlarının yaşandığı bir yer haline gelmişti.

 

Bu durum canını sıktı Savaş'ın ama onlara güvenmekten başka şansının olmadığını da biliyordu. Aptalca bir şeyler yapıp İzel'in hayatını olduğundan daha fazla riske atmak istemiyordu.

 

"Sakin ol..." dedi Gece onun endişesini anlayarak. "Ne yaptığımızı biliyoruz, İzel söz konusu ise asla risk almam..."

 

Sert bir nefes döküldü genç adamın ciğerlerinden ama başını bir kez eğerek onayladı onu. "Peki biz ne yapacağız?"

 

Elleri kolları bağlı bir şekilde oturamazlardı, bir şeyler yapabilmeleri gerekiyordu.

 

"Güzel soru..." dedi Gece ve masadan uzaklaşıp yan yana duran Güney ve Savaş'ın önünde durdu. "Yasemin Koçer kendi evini patlattığı için onun evini arayamayız ama Aksel'in evi duruyor. O eve gideceksiniz ikiniz ve bulabildiğiniz her şeyi, -en ufak bir bellek, disk ya da benzeri- her şeyi bize getireceksiniz. Ben de şu köy evine gidip orayı arayacağım." Anladıklarından emin olmak ister gibi baktı ikilinin yüzüne sırayla, ardından konuşmaya devam etti.

 

"Sonraysa sizin teknoloji konusundaki bilgisizliğinizi kullanarak onlara sahte bir savaş açacağız ve bizi şaşırttıklarını düşünmelerini sağlayacağız. Siz, bizim size verdiğimiz direktiflerle onları oyalarken Maya ve ben gizliden saldıracak ve konumlarını tespit edeceğiz. Daha önce Hazal'ın görüntüsü için yaptığımız saldırıdan, tekniğimizi az çok biliyorlar bu yüzden bu şaşırtma işi şart..."

 

Başını sallayarak onayladı Savaş, bu aklına yatmıştı ama yatmayan bir şey vardı.

 

"Ya işe yaramazsa?" diye sordu sesinde yarıştıramadığı bir endişe vardı, alnı bu endişesini belli edercesine kırışmıştı. "Ya sisteme sızmayı başaramaz ya da konumu belirleyemezseniz?

 

"O zaman B planına geçeceğiz." diye cevap veren Yazgı'ydı. Soğuk bakışları doğrudan Savaş'taydı.

 

Bu Savaş'ı biraz da olsa rahatlattı... Yedek planları olması iyi bir şeydi.

 

"B planı nedir?"

 

Kısa bir sessizlik aralarında kol gezdi. Huzursuz, tüyler ürperten bir sessizlikti bu. Savaş daha da gerildi.

 

Boğazını temizleyen Gece son kez baktı Savaş ve Güney'in yüzüne ve onlara arkasını dönmeden önce B planını döktü ortaya.

 

"Tünel turnuvalarına katılmak..."

 

Bir an duyduklarını algılamakta zorlanan Savaş şokla baktı Gece'ye. Bu iki hafta boyunca İzel'in orada kalması demek oluyordu.

 

Şiddetle başını iki yana salladı. "Bu olmaz..." derken sesinde bariz bir korku vardı.

 

"Bence de olmamalı..." diye mırıldandı Gece bir bilgisayar'ın karşısına geçerken. "Bu yüzden hemen işe koyulalım ve bir an önce İzel'i kurtarıp o yeri o piçin başına yıkalım."

 

Savaş ve Güney Gece'nin söylediğini yapmak için evden çıkarlarken Damla da onlarla gitmek için ısrar etmiş ve Gece de itiraz etmemişti. Damla'nın yanlarında gitmesinin daha iyi olduğunu düşünüyordu hatta.

 

Onlar çıktıktan sonra Gece de kendi üzerine düşeni yapmak için harekete geçtiğinde yanıbaşında biten Hazal'a kısa bir bakış attı.

 

"Ben de sana yardım edebilirim..." diye mırıldandı Hazal pürüzlü bir sesle. Sessizce bir köşede oturmak ona doğru gelmiyordu. Herkes elinden gelenin fazlasını yaparken o da bir şeyler yapabilmek istiyordu. Aslında asıl isteği yorganının altına saklanmak ve tüm yaşadıklarını unutana kadar oradan çıkmamaktı ama doğru olan bu değildi. Bu adama ve daha çok İzel'e çok fazla şeyini borçluydu, en çok da içine çektiği nefesleri. Onlar olmasa, onlar yardım etmemiş olsa yaşamaya devam edemeyeceğini, tüm bunların altından kalkamayacağını iyi biliyordu Hazal.

 

Ve olayların en başına dönerlerse... Bütün bu olanlardan biraz da kendini sorumlu tutuyordu.

 

Onların İzel'in üzerine ilk sıçramalarının nedeni genç kız yüzündendi. O gün o okul bahçesinde, Aksel onu sıkıştırırken genç kıza yardım ederek onların dikkatlerini üzerine çekmişti İzel. Dahası gazaplarını da...

 

Şimdi en zor anlarında arkasını dönüp gidemezdi, elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdı.

 

Derin bir nefes dışarı saldı Gece ve başını sallayarak onayladı Hazal'ı. Ardından portmantoda duran deri ceketlerinden birini Hazal'a uzattı. "Dışarısı zaten soğukken, gideceğimiz yer daha da soğuk..."

 

Portmantoda İzel'in ve Damla'nın da ceketleri görünüyordu ama sorgulamadı Hazal. Usulca uzanan ceketi alırken düşünmemek için de çabaladı. Önceki gece olanlar, Gece'nin söyledikleri ve eylemleri kesinlikle şu anın konusu değildi ve İzel bulunana kadar da ertelenmeliydi.

 

Gece önde o arkasında çıktılar evden ve Yazgı ve Maya evde yalnız kaldılar.

 

"Sence..." diye sordu Yazgı bakışlarını kapanan kapıdan çekerken. Arkadaşını ondan daha iyi tanıyan hiç kimse yoktu ve o gözlerin ardındaki inançsızlığı görebiliyordu.

 

"Gerçekten o konumu saptayabilir misin?"

 

Herkesin gidişinin ardından Maya umutsuzca çöktü sandalyeye ve ellerini yüzüne kapatıp yüzünü ovdu sertçe. Omuzlarındaki baskı yüzünden başı ağrımaya başlamıştı.

 

"Bilmiyorum..." diye mırıldandı dürüst davranmayı seçerek. Tanrı aşkına karşısında kişi Yazgı'ydı. Tüm korkularını ve zayıflıklarını korkmadan paylaşabildiği tek kişi... "Tek bildiğim bunun imkânsız olduğu ve bizim bu imkânsızı oldurmaya çalıştığımız..."

 

"Bu yüzden gerçek bir planımız var öyle değil mi?" diye sordu Yazgı ağır adımlarla arkadaşının yanına doğru ilerlerken. "O turnuvalar için bir bilet alabildiğimiz an olacak en azından."

 

Maya başını aşağı yukarı sallayarak onayladı Yazgı'yı.

 

"Bu yüzden ben o konumu saptamayı denerken ya da en azından bir kaos ortamı diye çocukları oyalarken sen turnuvalar için gerçek bir plan hazırlayacaksın. Ölümcül bir plan... Bileti almakla iş bitmiyor, asıl iş o zaman başlıyor..."

 

Yazgı destek olurcasına sıktı arkadaşının omuzlarını ve "O iş bende..." diye mırıldandı. "Sadece... İçeri kimin sızacağına karar vermemiz gerekiyor. Yakalandığı an öldürülür, bunu göze alabilecek biri olmalı..."

 

"Ya da yakalanmayacak kadar soğukkanlı biri... Ayrıca tanınmayacak da biri..."

 

🎭💎

 

Genç adam beyaz kapıya bakarken burada yaşananlar daha dün yaşanmış gibi geçip gitti aklından.

 

Babasının çalışma odasından çıkmıştı kuzeninden gelen mesajı okurken.

 

Şu yeni kız burada, Aksel'in evinde...

 

Mesaj sadece buydu. Uyarı mıydı yoksa haber mi veriyordu hiç anlayamamıştı Savaş ama bununla ilgilenmemişti de.

 

Metin Kalkavan'ın ofisinden aldığı, İzel'in sırrını ona fısıldayan o fotoğraf, üzerindeki ceketin iç cebinde dururken düşünmeden kendini burada bulmuştu. Yine korku vardı kalbinde ama ne şimdiki kadar şiddetliydi o zaman, ne de can yakıcıydı.

 

Nasıl aynı olabilirdi ki zaten?

 

O gün yeni tanıştığı bir kız vardı karşısında, belki hareketlerinde hoşuna giden bir şeyler vardı en fazla... Kuzeni kendi başını yeni bir belaya sokar diye daha çok tedirgindi.

 

Şimdiyse hayatının her milimine yayılan, kalbinin her noktasına imzasını atan bir kadın söz konusuydu. Uğruna hiç düşünmeden canını bile ortaya koyabileceği bir kadın...

 

Nasıl aynı olabilirdi?

 

"Anahtara ihtiyacımızın olmadığından emin misin Prenses?" diye sordu Güney kısık bir sesle. "Daha önce bu eve pek çok kez geldim, kapıcıdan alabilirim anahtarı." Sesi kısık olmasına rağmen alt notalarında bariz bir gerginlik vardı. Onun aklını kaplayan bambaşka düşünceler vardı. Düşünmemesi gereken ama düşünmekten de kendini alamadığı şeyler...

 

Bu ev kaç kez onların ihanetine ev sahipliği yapmıştı?

 

Bu evin içinde tam olarak kaç kez aptal yerine koyulmuştu?

 

Sayısızdı...

 

"Ya kapıcı uydurduğumuz bahaneyi kabul etmezse, ya kontrol etmek için bizimle gelmeye karar verirse?" diye sordu Damla da kısık bir sesle. Sesinde bariz bir asabiyet vardı. Ardından kapının önünde tek dizinin üzerine çöktü. "Rahat rahat arayabilmemiz için kimsenin bizi rahatsız etmemesi gerekiyor ve rahatsız edilmememiz için de burada olduğumuzu kimsenin bilmemesi gerek."

 

Haklıydı...

 

Elindeki bir parça teli tuhaf bir açıyla büküşünü izledi, ardından o teli kapının deliğine sokuşunu...

 

"Bu yaptığın taktik sadece filmlerde olur biliyorsun değil mi?" diye sordu yeniden Güney. Şimdi sesinde az da olsa bir alaycılık vardı.

 

Damla başını kaldırıp Güney'e tek kaşını kaldırarak baktı ve elini çevirmeye başladı, parmaklarının arasında duran tel de elinin hareketiyle döndü ve... küçük bir klik sesi duyuldu.

 

Damla ayağa kalkıp kapıyı iterek açarken hâlâ Güney'in yüzüne aynı bilmiş ifadeyle bakıyordu. "Ne diyordun?"

 

Ağzı şaşkınlık açılan Güney bir kapıya bir Damla'ya bakarken "Siz..." dedi şaşkınlığını saklama gereği görmeden. "Hancı kardeşler gerçekten tuhafsınız..."

 

Savaş onların yanından geçip açılan kapıdan içeri daldı, şu an onlarla ilgilenebilecek durumda hiç değildi. Kaybedilen her saniye üzerilerine biraz daha fazla yağan gazap gibiydi.

 

"Ne tuhaflığımızı gördün acaba?" diye sordu Damla da Savaş'ın ardından eve girerken. Güney de onun peşine takılmıştı.

 

"Kapıyı saniyeler içinde kıytırık bir tel ile açtın farkında mısın?" Damla'nın arkasında yürürken genç kızın omzunun üzerinden öne doğru hafifçe eğilip yüzüne baktı. "Ya da suyun altında o kadar uzun süre nefes almadan nasıl durduğunu konuşabiliriz istersen Su Perisi?" diye ekledi ve parmaklarını teker teker kaldırarak saymaya başladı. "Hacker ve yarı zamanlı John Wick olan Gece'yi konuşabiliriz... Adamları nasıl doğradığını suyun dibinden görmemiş olabilirsin ama ben çok net gördüm." Bir parmağını daha kaldırdı. "Ah bir de İzel var ki onu anlatmaya kelimelerim yetmez, örümcek adam gibi duvara tırmanmalar..." Bir parmağı daha kalktı. "Kirpi Sonic gibi koşmalar..." Bir parmağı daha kalktı. "Metrelerce yükseklikten havuza korkusuzca ve ne yaptığını bilir gibi atlaması..."

"Tamam..." diyerek onun sözünü kesti Damla. Alt dudağını kemirmemek için kendini zor tutuyordu. Eylemler zamana yayılarak ortaya saçıldığında pek bir anlam ifade etmeyebilirdi belki ama bir noktada parçalar birleştikçe bütün ortaya çıkardı. Ve onların bütününü ortaya saçılması demek bir felaketler zincirinin başlaması demekti.

 

Sertçe yutkunurken "Tuhaf değiliz..." diye açıklamaya çalıştı. Akılda soru işareti kalmayacak bir açıklama yapmalıydı. "Sadece Kahraman Hancı'nın çocuklarıyız..."

 

En doğru tabirdi bu. Kahraman Hancı'nın çocukları olmak onları profesyonel birer hırsıza dönüştürmüştü ama bunu Güney'e elbette söyleyemezdi. Bu noktadan sonra başvurabileceği tek bir şey vardı; yalan...

 

"Hayatımız hep pamuk ipliğine bağlıydı, Kahraman babaya zarar vermek isteyen birilerinin bizi hedef almaya çalıştığı çok an olduğundan bazı şeyler bizim için gereklilik haline geldi. Kendimizi korumayı öğrenmek, kaçmak, kilitlerden kurtulmak ve hayatta kalmak... Gece'nin de yegâne görevi bizi korumak için ne gerekiyorsa..."

 

"Sakin ol Prenses..." diye araya giren Güney'e kadar soluksuz konuştuğunu fark etmemişti Damla. Birlikte salonun önünde durmuşlardı şimdi, Savaş yatak odasını aramaya başlamıştı bile. "Nefes almadan konuşunca hızına yetişmek zor..."

 

Damla onun yüzüne bir kez bakıp hatırladığı gibi bulduğu, beyazlar içindeki salona adım attı. "Sordun söyledim..."

 

"Ben daha çok çok gizli süper özel bir örgütün ajanıyız falan demeni bekliyordum ama bu da mantıklı tabii..." diye alay etti Güney köşedeki televizyon ünitesinin önüne çökerkenm çekmeceleri tek tek açıp karıştırmaya başlamıştı bile. "Her neyse..." diye devam etti. "Ya da her neyseniz gerçekten işe yarıyor... Bugün olanlar bunun en net kanıtı, yerinizde başka biri olsaydı çoktan tahtalı köyü boylamıştı. Yani Kahraman Hancı'ya koca bir tebrik çelengi falan yollamak lazım."

 

Televizyon ünitesinin son çekmecesini açtığında karşısına çıkan bilgisayar çantasını çıkardı. O kadar uzun zamandır orada duruyormuş gibi görünüyordu ki çekmecenin içindeki çantanın etrafında kalan kısımlar tozlanmıştı.

 

Ağırlığından içinin dolu olduğunu anlayan Güney'in dudağı kıvrıldı ve fermuarı açtığında içinde gri bir bilgisayar görmekle gülüşünü genişletti.

 

Ahmak herif diye homurdandı kendi kendine. Oldum olası unutkan herifin teki olmuştu ve şimdi bu unutkanlık onların işine yarıyordu.

 

Öte yandan Damla, Güney'in sözlerini düşünüyor ve hak vermeden de edemiyordu. Her ne kadar hayatları cehenneme dönmüş de olsa bir noktada donanımlarıyla herkesin önüne geçiyorlardı.

 

İyi niyetli bir nedenle olmamıştı bu belki ama niyetler sonucu değiştirmiyordu. Bu beceriler onlara birer mirastı...

 

Damla beyaz vitrinin içini karıştırırken "Bak ne buldum..." diyen Güney'in sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı ve başını çevirip baktığında Güney'in birkaç adım ötesinde durduğunu gördü. Elinde siyah bir bilgisayar çantası vardı.

 

İçinde hiçbir şey bulamadığı vitrinden uzaklaşıp Güney'e doğru bir adım yaklaşırken "Hep beyaz takılıyor sanıyordum..." diye mırıldandı kendi kendine. "Bilgisayar mı o içindeki?"

 

Güney başını sallayarak onayladı onu ve Damla'nın bilgisayarı gördüğünden emin olduktan sonra çantanın fermuarını kapattı.

 

"Çok eskiden kalmış olmalı, Aksel her zaman beyazla kafayı bozmuş değildi, sonradan bozdu."

 

Salonun ortasında karşılıklı ayakta dururlarken "Umarım içinde kayda değer bir şeyler vardır..." demekten başka bir şey yapamadı Damla. Olmak zorundaydı.

 

"Umarım Su Perisi... Umarım..."

 

Damla duyduğu yeni sıfatla kollarını göğsünde toplarken kaldırdığı kaşlarıyla Güney'e bakıp"Su Perisi mi?" diye sormaktan alamadı kendini. "Prenses'ten Su Perisine mi terfi ettim yani?" Sesinde bariz bir alaycılık vardı.

 

Genç kızın yüzünü kısa bir an süzdü Güney, gözlerini... Kesinlikle onu daha iyi taşıyacak bir lakap daha yoktu artık. Su gibiydi... Öyle duru, öyle saf, öyle temiz...

 

Su Perisi'nden başka ne olabilirdi ki bu kız?

 

Prenses yanında halt etmişti, dünyadan olamayacak kadar eşsiz görünüyordu...

 

"Artık böyle..." dedi Güney ses tonu yapacak bir şey yok der gibiydi. Sonra bakışları istemsizce Damla'nın arkasında kalan koltuklara kaydı ve aklına düşen anıyla gülmekten alamadı kendini.

 

"Ne?" diye sordu Damla kaldırdığı kaşları bu kez çatılırken. "Neye gülüyorsun?"

 

Güney kaşları ile arkasındaki koltuğu işaret ederken içten içe o andan şu ana gelişlerine hayret ediyordu.

 

"Tam o noktada kafamda vazo parçaladığını hatırladım da bir an..."

 

Damla'nın da aklına aynı anının hatırası düştü ve istemsiz dudakları kıvrılırken omzunun üzerinden o koltuğa baktı. Şimdi lekesiz, bembeyaz görünüyordu ama sanki Güney'in kafasını yardığında akan kanı o koltuğun üzerinde görür gibiydi. "Hak etmiştin..."

 

"Etmiştim." diye kabullendi Güney. Bakışları şimdi yeniden Damla'nın profilinde geziniyordu ve aklının kulvarlarında bambaşka düşünceler kol geziyordu.

 

Yeri ve zamanı değildi belki ama emin olmalıydı. Hatırlayıp hatırlamadığından emin olmalıydı...

 

"Çok garip..." diye fısıldadı Damla'ya doğru bir adım daha atarken. Damla başını çevirip baktığında dalgalanan saçlarından etrafa yayılan çiçeksi bir koku doğrudan Güney'in ciğerlerine dolmuştu.

 

Güney'i daha da yakınında bulmanın şaşkınlığı ile afallayan Damla'nın gözleri irileşti. "Garip olan ne?" diye sorarken sertçe yutkunmuştu.

 

"Hayat..." diye cevap verdi Güney. "O gün, tüm nefretiyle kafama o vazoyu geçiren de sendin..." Bir adım daha yaklaştı, şimdi gözlerini bile kırpmadan bakıyordu Damla'nın gözlerine. Bir arayış içindeydi mavileri.

 

O yaklaşınca Damla başını kaldırarak bakmak zorunda kaldı yüzüne, göz bebekleri genişlemiş, dudakları ciğerlerine ulaşamayan hava yüzünden aralamıştı.

 

"Dün gece benden ilk öpücüğünü almamı isteyen de..."

 

Bir sır verir gibi bunu Damla'ya fısıldarken içten içe hatırlaması için Allah'a yalvarıyordu.

 

Bir an soluğu kesildi Damla'nın... Gözleri mümkünmüş gibi daha da irileşmiş, dudakları daha da aralanmıştı.

 

Öpsene beni...

 

Kendi sesi yankılandı kafasının içinde. Kesik kesik görüntüler doldu gözlerinin önüne, Güney'in yüzü bir santim ötesindeydi dudakları dudaklarına değmek üzereydi. Sanki onun sıcak nefesini yeniden hissetti dudaklarının üzerinde.

 

Hep merak etmişimdir biriyle öpüşmek nasıl bir duygu diye...

 

Lütfen beni öper misin?

 

"Ben öyle bir şey yapmadım!" deyiverdi hemen. Yanaklarına akın eden kanı durdurmanın hiçbir yolu yoktu ve ilk kez beyaz tenli olmanın gerçek bir lanet olduğunu düşünüyordu. Yanaklarından boynuna kadar utançla kızardığından emindi.

 

Tek kaşı kalktı Güney'in ve dudağının köşesi kıvrıldı. "Yaptın..."

 

İnkâr... O noktadan sonra yapabileceği tek şey inkârdı Damla'nın. Utancından ölebilirdi tam o an...

 

"Hiç hatırlamıyorum." dedi Damla doğal görünmeye çalışarak. Saçının bir tutamını kulağının arkasına sıkıştırırken "Tek bir şey bile..." diye ekledi. "Sıfır yani bende dün gece..."

 

Güney inanmıyormuş gibi kaşlarını kaldırdı. Kızın kızarmış yüzüne bakarken hatırladığını anlamıştı bild çoktan. Tam bir şey söylemek için dudaklarını yeni aralamıştı ki "Güney..." diyen Savaş'ın sesi araya girince sustu.

 

Savaş'ın sesiyle rahat bir nefes alan Damla Güney'e sırtını dönüp Savaş'a bakmış, onu kapının girişinde kucağında koca bir masaüstü bilgisayar ile bulmuştu.

 

"Bir şey bulabildiniz mi?" diye sordu Savaş kısık gözleriyle ikisine de sırayla bakarken. Onun gözlerindeki karanlık Damla'nın aklını başına getirmiş ve bir an kendinden utanmasına neden olmuştu. Böyle bir durumun içindelerken konuştukları bu konu o kadar yersizdi ki...

 

Hışımla Güney'in elindeki çantayı kapıp Savaş'a doğru ilerledi. Yanakları şimdi bunun utancı ve mahcubiyetiyle yanıyordu. "Sadece bu bilgisayarı bulduk, onun dışında hiçbir şey yok."

 

Başını sallayarak onayladı onu Savaş ve başıyla gerisini işaret etti. "Buralarda da hiçbir şey yok bunun dışında. Gidelim hadi..."

 

Damla başını sallayarak yanından geçtiği sırada Savaş Güney'e uyarı dolu bir bakış atmaktan kendini alamadı. Dikkatli olmasını istiyordu, hem kendi için hem de Damla için...

 

"Sorun yok..." Güney kuzenine doğru adımlarken kendi iç muhakemesinde büyük bir yargılama başlamıştı. Sanık kürsüsünde kalbi vardı, yargıç koltuğunda mantığı... Mahkeme sona erdiğinde sonuç ne olacaktı o da bilmiyordu, mantığı mı kazanacaktı yoksa kalbi mi... bilmiyordu ama bildiği tek bir şey vardı. Sonuç ne olursa olsun Damla'yı asla üzmeyeceği, onun kalbini asla kırmayacağı...

 

💎🎭

 

Akren yelkovana yetişmek için canını dişine takmışken ve yelkovan sonsuz döngüsüne durmaksızın devam ederken saatler sonra herkes dağıldıkları noktaya geri dönmüştü.

 

Gece ve Hazal tek kelime bile etmeden sessizce gidip sessizce geri dönmüşlerdi. Hiçbir şey bulamamışlardı belki ama Gece'ye iyi gelmişti bu yolculuk. Aklını biraz da olsa toparlayabilmişti ve şimdi uzun gecelere daha da hazırlıklıydı.

 

Hazal elinde kahve bardaklarıyla salona girdiğinde Maya ve Gece'nin yan yana oturmuş Güney'in getirdiği bilgisayarın açılmasını beklerken kendi aralarında fikir alışverişi yaptıkları ana kısa bir bakış attı. Boğazında garip bir hissin düğümü belirdiğinde boğazını temizleme ihtiyacı ile dolup taştı. Adını koyamadığı bir şeydi bu...

 

Arkasında topananlara kısa bir bakış atarken kahveleri masaya koyup Gece'den tarafa doğru itti tepsiyi. Ekranla iç içeyken kahveye fazlası ile ihtiyaç duyduğunu söylediğini hatırlıyordu. Sadece ona yapmak garip görüneceğinden herkese yapmıştı.

 

Gece burnuna dolan kahve kokusunu minnetle içine çekip tepsiden bir kahve alırken başını kaldırıp Hazal'a teşekkür edercesine gülümsediğinde, Hazal da karşılık olarak ona gülümsedi. Garip bir andı... Tıpkı tüm yok hissettiği gibi...

 

"İnanılmaz yavaş bu bilgisayar..." diye yakınan Maya'nın sesiyle bakışları birbirlerinden koptu.

 

"Umarım bu kadar beklettiğine değecek bir şeyler vardır içinde..." dedi Gece de sinirleri gerilmiş bir hâlde. Bir hacker için en sinir bozucu şeyin başında geliyordu yavaş çalışan cihazlar...

 

Bir anda kapının sesi evin içinde çınlayınca herkes bir irkilmişti. "Birini mi bekliyorduk?" diye sordu Savaş bakışları Gece ve Damla arasında gidip geliyordu.

 

Başını iki yana salladı Gece ve bir anda aklına gelen ihtimal ile sertçe yutkundu. Kahraman Hancı habersiz bir teftiş için buraya gelmiş olamazdı değil mi?

 

Bugün olmaz diye mırıldandı kendi kendine. Yarın da olmaz... Ben İzel'i bulana kadar olmaz...

 

Şu an en son ihtiyaçları olan şeydi Kahraman Hancı ile uğraşmak...

 

Kabak yine ve yine İzel'e patlardı. Hem de bu kez çok daha şiddetli bir şekilde...

 

Damla göğsünün içinde şiddetle çarpan kalbinin patlayacağını hissediyordu sanki. Adımları kapıya giderken kendini sakinleştirmeye çalıştı. Umarım düşündüğüm kişidir...

 

Kapıyı açtığında ve karşısında öfkeden alev alev yanan kara gözleri gördüğünde hayatı boyunca belki de hiç almadığı kadar derin bir nefesi içine çekti. Gözler sanki bu anı bekliyormuş gibi anında dolarken bir devi andıran adama doğru bir adım atıp sığınırcasına sarıldı ona.

 

Alex kollarına sığınan küçük kıza şefkatle sarılırken öfkenin titrettiği sesinin ona zorluk çıkaracağını bildiğinden Türkçe'yi bir kenara itip Fransızca "Nerede o?" diye sordu Gece'yi kastederek. "Gece nerede?"

 

Damla kollarını çözüp geriye doğru bir adım attı, başıyla içeriyi işaret ederken kenara çekilmiş Alex'in yolunu açmıştı.

 

Alex bir hışımla içeri daldığında öfkesi evin duvarlarından dışarı taşıyor, adımları yeri göğü inletiyordu.

 

"Gece!"

 

Sesi evin içinde yankılandığında Gece sert bir küfür savurdu. Sandalyesinden ayağa kalkarken bir an gelenin Kahraman Hancı olmasını bile dilemişti.

 

"Koruyamadın!" diye gürledi tam karşısında durduğunda. İçerideki kimse umurunda olmadı, gayyadan hallice olan bakışları doğrudan Gece'nin gözlerindeydi.

 

"Elimden geleni yaptım..." dedi Gece. Daha yeni yeni kendini toparlamışken, zaten bildiği gerçeğin yüzüne çarpılması onu derinden sarsmıştı.

 

"Demek ki yeterli değilmiş." Alex'in sesinde ya da sözlerinde en ufak bir merhamet kırıntısı yoktu. Karşısındaki adama acımadan öfkesini kusuyordu. "Daha fazlasını yapmalıydın!"

 

"Farkındayım!" diye gürleyen bu kez Gece'ydi. "Farkındayım söylemene gerek yok... Kahretsin ki farkındayım!"

 

Alex eliyle sertçe yüzünü sıvazlarken Gece'ye arkasını dönüp sakinleşmek için birkaç saniye verdi kendine.

 

"Bunlar yine Fransızcaya bağlayıp bizi olaya Fransız bırakıyorlar, ne yapsak Savaş, Fransızca kursuna mı yazılsak?" Güney tenis maçı izler gibi bir Güney'e bir Alex'a baktı. Sonra Savaş'a döndü. "Bu arada sen bu adamı tanıyor musun?"

 

Sorduğu soruya karşın aldığı tek yanıt Savaş'ın ters bakışları olunca o da el mahkûm susmak zorunda kaldı.

 

"Nasıl bulacaksınız peki onu?" diye sordu Alex sakin tutmaya çalıştığı sesiyle, en sonunda Türkçe konuşmayı seçerek. "Plan ne?"

 

O an Maya ve Yazgı'nın birbirlerine attıkları kısacık bakışı hiçbiri fark etmedi.

 

Maya yeniden önündeki bilgisayara dönerken Gece masanın arkasından çıkmış ve Alex'e doğru ilerliyordu. O sözsüz mantralarını bir kez daha tekrarladı. "Bulacağız..."

 

Kırdıkları şifrenin ardından açılan bilgisayar ekranında görünen tek bir dosya vardı. Çatılan kaşlarıyla dosyaya tıkladığında şaşırtıcı bir şekilde hemen açıldı.

 

Karşısına serilen bilgiler deyim yerindeyse gözlerinin yerinden fırlamasına neden olmuştu.

 

Dudakları önce şaşkınlıkla aralandı ve okuduğu her bilgi, gördüğü her çizgiyle dudaklarının arasından bir kahkaha kaçtı.

 

Gülüşü herkesin ona dönmesine neden olduğunda ağzının kenarıyla gülümsemeye devam ederken bilgisayar ekranını diğerlerinin Gece'ye doğru çevirdi.

 

Bir kroki çalışması vardı sayfada her noktası notlarla doluydu.

 

"Bu Aksel dediğiniz çocuk..." dedi Maya alaylı bir sesle. "Alfonso'yu zaten bulmuş..."

 

Aksel Bayzer'in yıllar önce, kendini kanıtlama çabasıyla Alfonso'yu ifşa etmek için topladığı ve neredeyse hayatına mâl olacak olan, Yasemin sayesinde hayatta kaldığı o bilgilerin her biri şu an ellerinin altındaydı.

 

💎🎭

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Kaçırılan çoğu ayrıntının ya da gereksiz görülen... aslında çok önemli ayrıntılar olması🤭

 

Kitabın asıl konularına girerken bazı şeyleri gereksiz uzatıyormuş gibi görünmüş olabilirim ama yazılan hiçbir şey boşuna değildi dhkdjdk

 

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürleerr💖💖💖

Bölüm : 13.03.2025 00:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...