47. Bölüm

46| YİRMİ YEDİ DAKİKA KIRK SEKİZ SANİYE

Saniye Solak
saniyesolak

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın 💖

 

Keyifli okumalar diliyorum ✨

 

💎🎭

 

YAZARDAN:

 

Seattle semalarında çiseleyen yağmur, rüzgârın uçuşturduğu saçlarının arasına karışırken bakışları önünde şiddetle dalgalanan denizdeydi. Gözünün değdiği her noktadan köpürüyordu deniz ama içindeki öfkenin yarısına bile denk değildi.

 

"Cesedi çıkarmışlar..." diyen kalın bir ses duydu arkasından, dönüp bakmadı. Kim olduğunu zaten biliyordu.

 

"Neden?" diye sordu gözlerini denizden çekmeden. "Bıraksaydınız kalsaydı denizin dibinde..."

 

Kafasının içinde dönen tilkileri aynı eksene sokmaya çalışıyordu. Plan hazırdı... Uzun zamandır üzerinde çalıştıkları o plan... Kemik denen adamdan bulamadığı faydayı, aslında ilk gelmesi gereken isimden, Alfonso'dan bulduğu o plan...

 

Tünelleri kullandığı o gün, Alfonso ile konuşmasına gitti aklı.

 

"Kız, çok güçlü bir adamın kızı..." demişti Alfonso'ya. Aldığı cevap ise "Benden daha güçlü hiç kimse yok." olmuştu.

 

Gerekli ortamın hazırlanması, kurduğu planın ayrıntıları ve hatta açılarına kadar her şeyin ince ince hesaplanışı biraz zamana mâl olmuştu. Tabii gelişen olaylar yüzünden planlarında oluşan sapmalar ve Yasemin'e daha fazlasını isteten hırsı da bu süreyi biraz daha uzatmıştı.

 

Ama artık sondalardı.

 

Aksel bu yüzden Türkiye'ye dönmüştü: Planı hayata geçirecekleri mekânı bulmak için...

 

Tünel turnuvaları yanında halt etmiş olacaktı.

 

Çaresizliği dibine kadar yaşayacaklardı.

 

Acıyı...

 

Kan akıtacaktı.

 

Çok fazla kan akıtacaktı...

 

Ama kaybettikleri kan kendilerinden olmuştu.

 

Aksel ölmüştü.

 

"Size çıkarmayın demiştim..." Havanın keskin soğuğundan daha soğuktu sesi. En sonunda gözlerini çekti denizden ve arkasını dönüp maskesini bir an olsun çıkarmayan adama baktı. Soğuk onu hiç etkilemiyormuş gibi çıplaktı üst vücudu ve göğsündeki o derin yara izi, kasvetli havayla birleşince olduğundan daha korkutucu görünüyordu. Maskenin ardına gizlenen bakışlarındaki ifadeleri göremiyordu genç kız ama adamın duruşundan ona sorgulayarak baktığını anlayabiliyordu.

 

"Küçük, aptal sevgilin için üzüldüğünden saatlerdir buradasın diye düşünüyordum." diye mırıldandı Alfonso en sonunda gözlerini Yasemin'e dikmekten vazgeçip ağır adımlarla yanına yaklaşırken. "Ama görüyorum ki o küçük fare umurunda bile değil..."

 

"O benim sevgilim değildi." diye karşılık verdi Yasemin. Hâlâ Alfonso'nun karşısında maskesiz durmanın garipliğini üzerinden atamamıştı ama alışmaya başladığı da bir gerçekti. "Yalnızca bir piyondu o benim için."

 

"Ama o piyonu kaybettin?" Yasemin'in yüzüne bakan bakışlarını genç kızın yüzünden çekip bedenini denize çevirdi. Elleri gayri ihtiyari bir hareket ile arkasında birleşirken "Önemli bir piyon..." diye eklemişti.

 

Onun hareketlerini takip etti Yasemin ve tekrar denize dönüp hırçın dalgaları izlemeye başladı. "Basit bir işi beceremeyen, kolayca kendini ele verip yakalanan birinin arkasından üzülecek değilim." Duygusuz sesinden dökülen ezici ton, sözlerini destekler nitelikteydi. "Bu kadar zayıf birine ihtiyacım yok. Onu öldürmeyi becermişlerse eğer, o ölmeyi hak etmiş demektir."

 

Onu öfkelendiren nokta Aksel'in ölmüş olması değildi. Aksel'in ölümünün tüm planı aksatmış olmasıydı. Zaman kaybetmişlerdi... Tüm öfkesi bunaydı.

 

"Ayrıca ben Aenean'ım." dedi net bir sesle çenesini dikleştirerek "Bir piyon kaybediyorsam elde edeceğim bir vezirim var demektir."

 

Vardı. Çok güvendiği, onu pişman etmeyeceğinden emin olduğu bir veziri vardı.

 

"Bir vezir mi?" diye sordu Alfonso merakın canlandığı bir sesle. Şimdi ağır bakışları denizden sıyrılıp Yasemin'in profiline çevrilmişti.

"Bir vezir..." Dönüp Alfonso'ya bakmadan cevapladı sorusunu. Dudakları şimdi memnuniyet ile kıvrılmıştı. "O kendine Niks demeyi tercih etse de ben ona Aenean part iki demeyi tercih ediyorum."

 

Dudaklarındaki kıvrım büyürken göz ucuyla yanındaki adamın bakışlarına karşılık verip sol elinde tuttuğu telefonunu açığa çıkardı. İstediği numarayı bulduktan sonra, tuşlamadan önce son kez baktı Alfonso'nun yüzüne. "Benim öğrencim, benim eserim."

 

Ardından uçurumun kenarında ilerleyip Alfonso'dan uzaklaşmış ve kendi mahremiyet alanını oluşturduktan sonra aramıştı Niks'i.

Telefonun açıldığına dair bir ses geldi önce, ardından "Kuzen?" dedi karşıdaki kişi sakin ama sorgulayan bir sesle. Yasemin'in ise tek söylediği "Başlıyoruz..." olmuştu.

 

O andan sonra en önemli iletişim aracı olmuştu Niks onun için. Gözü daima o grubun üzerindeydi ve anbean Yasemin'e haber uçuruyor, bir yandan da Yasemin'in direktifleri ile halledilmesi gereken küçük ayrıntıları hallediyordu.

 

Yasemin için rayından kayan o vagon yeniden rayına oturmuş, her şey kusursuz bir düzlemin üzerinde ilerlemeye başlamıştı.

 

Kullandığı ağır ilaçlarla hızlanan iyileşme sürecinin ardından ise sonunda Türkiye'ye ayak bastığında her şey tıpkı istediği gibi hazırdı. Geriye kalan tek şey pusuya yatmak ve doğru anı beklemekti.

 

Öyle de yaptı.

 

Son ana kadar sabırla bekledi. İzleme görevini Niks'ten devralıp geride durarak izledi herkesi. Kontrol etti, daima enselerindeydi ama asla fark edilmedi. Kendini öyle iyi gizledi ki...

 

Ve en sonunda aradığı fırsat ayağına geldi.

 

Güney Kalkavan'ın partisi onun için bulunmaz bir fırsattı; kendisinin ekstra bir şey yapmasına gerek kalmadan işini kolaylaştırmış bir fırsat.

 

Ve şimdi buradaydı. Artık hazırdı. Gün intikam günüydü, bugün günlerden kırmızıydı. Akacak olan kanın kırmızısı... Çaresizliğin kırmızısı... En çok da acının kırmızısı...

 

Ellerini, paslı demirleri çok da sağlam olmayan trabzanlara yaslayıp dikleştirdiği başıyla birlikte baktı kendi elleriyle yarattığı manzarasına ve avlarına. Henüz hala baygınlardı ama uyanmaları da an meselesiydi.

 

Artık zafer bir adım ötesindeydi.

 

Son avı kapanına kendi ayakları ile geldiğinde o zaferi ellerinde tutabilecekti.

 

💎🎭

 

Yüzünde hissettiği demirin soğuk sertliği, zihnindeki karanlığı delip geçtiğinde yüzünü buruşturup gözlerini açmaya çalıştı Savaş. İçine çektiği her nefese keskin bir demir kokusu karışıyordu. Ağzının içinde zehir gibi bir tat vardı ve yutkunmaya çalıştığı her saniye o tat sanki onu gerçekten zehirliyormuş gibi midesini bulandırıyordu.

 

Ağırlaşan göz kapakları yavaşça aralanmaya başladığında kirpik diplerinden içeri sızan ışık huzmesi, doğrudan gözbebeklerini hedef alınca rahatsızlık hissiyle gözlerini yeniden yumdu. Uyanmaya başlayan zihnini zorlayıp en son neler olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Kafasının içinde karanlık bir boşluk vardı sanki ve yavaş yavaş dağılıyordu o karanlık...

 

Neler oluyordu?

 

Şu an neredeydi?

 

Bedeninin altında hissettiği bu sert zemin de neyin nesiydi?

 

Burnuna dolan keskin demir kokusu...

 

Uzaklardan, boğuk sesler geliyordu kulağına. Sert bir metale bir şey vuruyor gibiydi ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu Savaş.

 

Gözlerini bir kez daha açmayı denedi. Kirpikleri o kadar ağırlaşmıştı ki sanki göz kapakları onları taşıyamıyordu.

 

Derin bir nefesi içine çekip sertçe yutkundu, ağzının içinde zehir gibi bir tat vardı. Yüzü buruşurken dudaklarının arasından hafif bir inilti döküldü. Kendine geldiği her saniye metale vurulan o ses daha da netleşmeye başlıyordu zihninde, zihni tamamen uyanıyordu artık.

 

Yüz üstü yattığı yerden sırt üstü çevirdi bedenini zorlukla ve en sonunda gözlerini açmayı başardı. Çok şey ile karşılaşmayı bekleyebilirdi belki ama başının üzerindeki kare şeklinde demir bir plaka, beklediklerinin arasında kesinlikle yoktu.

 

"Siktiğimin piçleri!" diyen bir homurtu dolduğunda kulağına, duyduğu ilk net ses bu olmuştu.

Hemen ardından "Ah..." diyen alayvari, eğlenen bir ses doldurdu havayı. Tanıdık bir ses... Tüm sinir hücrelerinin aynı anda alarma geçmesine neden olan bir ses. "Sonuncunuz da sonunda uyandı. Günaydın Savaş'çığım."

 

Yasemin Koçer'in sesi...

 

Sanki bir hoparlörden taşıyormuş gibi söylediği her kelime en az iki kere yankılanmıştı etrafta.

 

Yasemin'in sesi diye geçirdi yeniden zihninden. Ve aklı tek bir düşüncenin karmaşasına kurban oldu.

 

İzel...

 

Üzerindeki her bir ağırlık, sonbaharın şiddetli fırtınasına maruz kalan meşe yaprakları gibi üzerinden dökülürken uzandığı yerden hızla doğruldu. Bu kez gözlerine çarpan şey, yan yana sıralanmış sık demir parmaklıklar olmuştu. Üst plakayı alt plakaya bağlayan sık demir parmaklıklar... Bir kafesin içinde olduğunu fark ettiğinde, nabzı kulaklarında uğuldamaya başladı. Zaten kupkuru olan ağzının içi daha da kurumuştu sanki ve o zehir gibi olan tad gerçek bir zehre dönüşüp damarlarına karışmıştı.

 

Neler oluyordu böyle?

 

Neden bir kafesin içindeydi?

 

Karmakarışık olan aklıyla neler olduğunu hatırlamaya çalıştı ama en son hatırladığı şey bir müşteri ile evinin bahçesinde buluştuğuydu. Ondan sonrası uçsuz bucaksız karanlıktı.

 

Müşteri...

 

Tabii ki...

 

Zihni parçaları çabucak yerine oturttuğunda artık kafasının içinde her şey daha da netti.

Müşteri falan değildi o adam. Bir tuzağın içine çekilmişti ve şimdi buradaydı.

 

Peki ama İzel? Onun tatlı inatçı keçisi... O neredeydi?

 

Eliyle sertçe yüzünü ovalayıp bedenini de zihni gibi toparlamaya çalışırken gözlerine çarpan karartıyla duraksadı. Bakışları demir parmaklıkların arasından görünen o karartıyı takip ettiğinde ise yalnız olmadığını, birkaç metre ötesinde bir kafesin daha olduğunu gördü. Bir kafes daha... Bir kafes daha... Ve bir kafes daha...

 

Beş kafes...

 

Havada bir çember oluşturacak şekilde, belirli aralıklarla, kalınca zincirlerle tavana asılmış ikisi üçünden farklı görünen beş kafes...

Ona en yakın olan kafesin içindeki sarı saçların sahibine baktı önce. Damla'ydı. Onun biraz ilerisindeki kafeste ise kızıl saçları ile bir köşeye sinmiş olan Hazal vardı. Onların karşısında ise Güney ve Gece... O ikisinin kafesindeki farklılığı gördüğünde kafası daha da karıştı Savaş'ın.

 

Yalnızca köşelerden birer demir parçası ile tutturulmuştu alt plakayla üst plaka. Ve köşe demirlerinin arası tamamen boştu. Aralarından çok rahat geçilebilirdi.

 

Neden öylece oturduklarını merak etti, çıkmak için hiçbir şey yapmadıklarını...

 

Çok mu yüksekteydiler? O yüzden mi hareket edemiyorlardı?

 

Birkaç saniyeye tekabül eden tüm bu göz gezdirmeler ve analizler, yalnız olduklarını fark ettiğinde son buldu.

Bir kez daha Yasemin'in sesi diye geçirdi aklından. Onun sesini duyduğuna öyle emindi ki oysaki...

Ellerinin ayasını şakaklarına bastırıp başına saplanan ağrıyı yatıştırmaya çalışırken "Neler oluyor burada?" diye sordu ortaya doğru. Gözleri dörtlünün arasında gidip geliyordu.

 

Gece Hancı sinirli bir tavırla elini saçlarının içinden geçirirken "Yasemin denen o orospunun bok yemeleri." diye homurdandı. Ellerini saçlarından çektiğinde parmaklarının hafifçe titrediğini gördü Savaş. Bakışları, bu titremenin nedenini çok net belli ediyordu. Öyle öfkeliydi ki Gece Hancı...

 

Bu öfkesine rağmen neden hala o kafesten çıkmıyordu? Etrafa bakarken fark ettiği kadarıyla o kadar da yüksekte değillerdi, çok rahat aşağı atlanabilirdi?

 

Savaş dudaklarını aralayıp tam bir şey söyleyeceği sırada yan tarafında duran Damla'dan gelen sesle durdu bu kez. Mavilerini Gece'den çekip Damla'ya diktiğinde genç kızın ellerini sertçe demir parmaklıklara vurduğunu gördü. Hemen ardından ise yükselen sesi boş alanda inlemişti. "Oraya saklanmak yerine karşıma geçmeyi denesene aptal sürtük seni."

 

Sadece bir an bakmak yetiyordu onun da öfkesini görmeye. Sinir harbinin tam ortasında, yoğun ateş hattında gibiydi. Üzerinde pembe kalpleri olan beyaz bir pijama takımı vardı ve çıplak ayaklarıyla savunmasız yakalanmış gibi görünüyordu.

 

Sabah evden ayrılırken o en son uyuyordu...

 

Eve nasıl girmişlerdi? Nasıl alabilmişlerdi onu? Tüm bunları anlamakta zorlanıyordu Savaş.

 

Damla'nın sözlerinin ardından bir kahkaha sesi yankılandı boş alanın içinde. Hemen ardındansa Yasemin'in "Karşına geçtiğim an korkudan ağlayacağına o kadar eminim ki aptal sarışın." diyen sesi karıştı o kahkahanın yankılarının arasına.

 

Her hücresi uyarılmış gibi gerilirken bakışlarını etrafta gezdirip sesin kaynağını aradı ama kimseyi bulamadı. Zaten ses hoparlörlerden geliyor, birbirine çarpan ses dalgaları yankıların daha da şiddetli olmasına neden oluyordu. Bir yerden onları izliyor olmalıydı. Eski bir binanın içinde olduklarını gördü Savaş. Muhtemelen eski ve artık kullanılmayan bir hastane ya da okuldu burası...

 

"Gel..." diye karşılık verdi Damla elleri ile kafesin iki demirinden tutunarak. Yüzünü de ellerinin arasında kalan bir başka iki demirin arasına yaslamıştı. "Ağlıyor muyum, ağlatıyor muyum bir görelim geri zekalı."

 

Korkuyorsa bile şu an bunu o kadar iyi saklıyordu ki. O narin kızdan eser yok gibiydi, son derece soğukkanlı ve cesur bir kız vardı şu an orada. Bir an onda İzel'i gördü Savaş. Birbirlerinden bir hayli zıt olsalar da aynı zamanda birbirlerine çok benzediklerini fark etti.

 

"Damla Hancı..." Yasemin'den karşılık gecikmemişti. "Boyundan büyük laflar ediyorsun... Basit bir besleme parçası için bu özgüven sence de fazla değil mi?"

 

İrkildi bu sözler karşısında Damla, zayıflayan parmakları demirleri terk ederken yüzünü de çekmişti yasladığı yerden. Profilinden ifadelerinin her bir noktasının paramparça olduğunu gördü Savaş. Etrafa saçılan her bir kırıkta onun kırılmış parçalarının yansımaları vardı.

 

O parçalardan biri, yayından fırlayan ok misali havada savrulup Gece Hancı'yı vurmuştu. "Seni gebertirim." diye bağırdı Gece bir hışımla kafesin içinde ayağa kalkarken. Bakışları etrafta dolanıyordu, ateş saçan gözleri rotasını arıyordu. "Duydun mu beni?" diye sordu üzerine basa basa, saf bir nefretle. Dişlerinin arasından dökülen sesi bile titriyordu öfkesiyle. "Seni öyle büyük acılarla gebertirim ki aklına hayaline sığmaz."

 

Damla onun ikiziydi. Bazen yeni öğrendiği bu gerçeği unutuyordu ama böyle anlarda Gece Hancı kırmızı çizgisini çok net belli ediyordu.

Sadece Damla için değil... Kan bağı olmamasına rağmen İzel için de bu tavrının geçerli olduğunu biliyordu Savaş.

 

Kardeşleri için dünyayı yıkabilirdi Gece Hancı. Ölebilir ve öldürebilirdi.

 

Arka arkaya yükselen cıklama sesleri yayıldı bu kez hoparlörlerden. Karşılarındaki kadın onları hiç ciddiye almıyor gibi gayet rahat bir tavırla konuşmaya devam etti.

"Sen o şansını o gün kaybettim Gece Hancı." Derin bir iç çekme sesi geldi, hemen ardından bir takım hışırtı sesleri. "O gün o dağ evinde eline geçen fırsatı değerlendiremediğinde senin miadın doldu. Ve şimdi av konumunda olan sensin, avcı konumunda olan benim."

 

"Sikeyim..." diye kendi kendine homurdandı önce Gece. Ardından yüzüne tokat atarcasına çarptı titreyen parmaklarını ve sertçe yüzünü sıvazladı bir kez daha. "O gün direkt kafana sıkıp senden kurtulmayan aklımı sikeyim. Çektirdiğin acıları sende çek diye düşünen zihnimin her bir kıvrımını dinlene dinlene sikeyim ben!"

 

Bir pişmanlık ancak bu kadar net bir şekilde dile getirilebilirdi.

 

Hiç umurunda olmayan bu konuşmaları dinlemek istemiyordu Savaş. O da tıpkı Gece gibi yüzünü sıvazladıktan sonra ayağa kalkıp kafesin ucuna doğru yaklaştı ve iki demirden tutup "İzel nerede?" diye ortaya doğru bağırarak dikkatleri üzerine çekti.

 

Beşini birden yakaladıysa İzel'i rahat bırakacağına inanmıyordu Savaş. Burada değildi, burada değilse neredeydi? Kalbi, aklına gelen ihtimallerin karşısında çaresizce ritmini kaybediyor ve yolunu kaybetmiş yavru bir kuş misali korkuyla titriyordu.

 

"Beni hiç şaşırtmıyorsun Savaş." diye mırıldanan sesi duyuldu Yasemin'in. Ardından kısa bir an oluşan sessizlik, karşılarındaki duvarda duran asma katta gördükleri hareketlilik ile son buldu. Bir kapı açılmış ve Yasemin Koçer'in yüzü sonunda görünmüştü. Herkesin söyleyecek bir şeyi vardı ama kelimelerin hiçbir öneminin olmadığı bir noktada olduklarını biliyordu hepsi. Sözlerin değil, eylemlerin sırasıydı. Bu noktada söylenecek her söz, şeytanlarına eğlence ya da kışkırtma olurdu ve ikisi de onların zararınaydı.

 

"Kendinden bile önce onu düşünüyorsun, burada olan sensin o değil ama sen yine onu soruyorsun."

 

Sert bakışlarını bir an olsun Yasemin'in yüzünden çekmeden demirlere sertçe vurdu ve "İzel nerede?" diye sorusunu tekrarladı. Duymak istediği tek şey İzel'in iyi ve güvende olduğuydu.

 

"Henüz onu yakalayamadığı çok açık..." diyerek araya girdi Gece. "Muhtemelen de hiçbir zaman yakalayamayacaksın, İzel çoktan bir şeyler olduğunu anlamıştır." Son sözleri Yasemin'e hitabendi.

 

Yasemin öne doğru çıkıp bir kez daha ellerini paslı demir trabzanlara yasladı ve kahvelerini doğrudan Savaş'a dikip onu muhatap aldı.

 

"Kafeslerdeki farklılık dikkatini çekmiş olmalı Savaş." Kaldırdığı kaşları, Savaş'ı açık bir metin gibi okuduğunu söylüyordu. Ve baskın sesi, sohbetin onun çizdiği sınırlar içinde döneceğini...

 

Farklılık dikkatini elbette çekmişti, hâlâ da çekiyordu. Ve neden Gece ya da Güney'in hâlâ kafesten çıkmak için hiçbir şey yapmadığını merak ediyordu.

 

"Aşağı bak..." diye devam etti Yasemin ve Savaş'ın gözleri istemsizce aşağı kaydı. İtaat değildi bu, sorularına bir cevap arayıştı.

 

İşte o zaman fark etti; Damla ve Hazal'ın kafeslerinin altında, devasa sayılabilecek boyutlarda içi su dolu iki cam fanus vardı.

 

İki cam havuz...

 

Parçaları birleştirmek Savaş için hiç zor olmadı. Bir Gece ve Güney'in kafeslerine baktı bir de Damla ve Hazal'ın...

 

Kafesler birbirine bağlıydı...

 

"Aynen öyle..." Savaş'ın bulmacayı çözdüğünü anlayan Yasemin'in sesi artık daha son derece memnuniyet dolu çıkıyordu. "Gece Hancı kafesten atlamayı seçerse sarışın, Güney atlamayı tercih ederse de kızıl suyun dibini boylayacak." Bir an durup düşünüyormuş gibi yaptıktan sonra keyifle bir kahkaha attı. "Bakın o kadar iyiyim ki, havuzları asitle doldurmaktan son anda vazgeçtim. Bedeniniz asidin içinde yavaş yavaş, acı verici bir şekilde eriyedebilirdi. Ah benim şu yufka yüreğim yok mu?"

 

Parmakları yavaş hareketlerle paslı demirin üzerinde dolanırken bakışları tek tek hepsinin üzerinde geziniyordu. Uzun zamandır beklediği o anın keyfini çıkarıyordu. "Ne de olsa..." diye devam etti sözlerine. Alt dudağı dişlerinin arasına yuvarlanırken dudaklarının arasından tatminkâr bir inilti dökülmüştü. "Bugünlerde nekrofililerin sayısı bir hayli artmış durumda ve onları suyla boğduğum taktirde elimde birbirinden güzel iki ceset olacak. Kesinlikle sizin için çok fazla kişi sıraya girecek hanımlar, pahalıya gideceksiniz."

 

((Nekrofili, necro (ölü) kelimesinden türetilmiş bir tür cinsel yönelim bozukluğudur. Nekrofili insanlar, cesetlere ilgi duymaktadır.))

 

Savaş'ın dudaklarının arasından sert bir küfür çıkarken bir kez daha demirlere sertçe vurdu. Öfke ve hissettiği tiksinme duygusu ile gözleri yanarken "Sen!" diye soludu sıktığı dişlerinin arasından. Tam sözlerine devam edeceği sırada Yasemin yine konuşarak onun sesini bastırmıştı.

"Enerjini az sonraya sakla Savaş. Zira sevgilin gelmek üzere ve senin o kafeste oluşunun bir nedeni var. Sevgilinin acı dolu çığlıkları burada yankılanmaya başladığında diğerlerine ne olacağını umursamayacağını biliyorum. Ne sarışının ne de kızılın canını umursamayacağını..." Ellerini demirlerden çekip geriye doğru bir adım attı. "Gece Hancı ve Güney'in çaresizliği, yapacağı seçimlerle kimi öldürmeyi seçecekleriyken, Senin çaresizliğin o demir parmaklıkların arasından çıkamayışın olacak."

 

Bir kahkaha daha yankılandı havada ve Yasemin dönüp gitmeden önce son kez bakıp son kez konuştu.

 

"Bugün burada birileri ölecek ve ölümün sırasını belirleyen siz olacaksınız."

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

"Beni bu kadar çabuk mu özledin Küçük Kız? Daha birkaç saat olmadı oysaki yanımdan ayrılalı."

 

"Yardımına ihtiyacım var..."

 

"Ne oldu?"

 

"Ben de bilmiyorum... Herkes kayıp, hiç kimseye ulaşamıyorum ve biraz önce telefonuma bir konum geldi. Burnuma kötü kokular geliyor."

 

"Ve konuma gitmeyi düşünüyorsun?"

 

 

"..."

 

Birkaç saniye süren o sessizlik Yazgı'nın derin bir iç çekme sesiyle kesilmiş, ardından kulaklarıma ulaşan hışırtı sesleriyle beraber köpek havlama sesler gelmişti. Sonra Yazgı tek bir cümle söyleyip telefonu yüzüme kapatmıştı.

 

"Konumu at bana Küçük Kız..."

 

💎🎭

 

Arabanın kapısını açtığım an içeri dolan soğuk hava, klimadan yayılan sıcaklığa alışan bedenimi jilet gibi keserken aralık ayının soğuğuna karşı homurdanmadan edemedim.

Soğuk çok keskindi...

Ama içimdeki şüphe ve kaygı kadar değil...

 

Yol boyu kaygıların dibine vuran zihnim yüzünden şüphe artık karnımda büyüttüğüm bir bebekti ve sert tekmeleriyle karnıma sancılı krampların girmesine neden oluyordu. Keza geldiğim bu yer, düşüncelerimde ne kadar haklı olduğumu kanıtlar nitelikteydi. Şüphelerimde ve kaygılarımda...

 

Arabamın kapısını sertçe kapattığım sırada duyduğum tek ses buydu, şimdi doğa bile sessizdi. Batmaya yüz tutan güneş, sessiz sedasız bulutların arasından kayıp dağların ardına göçerken keskin soğuğa rağmen yaprak kımıldamıyordu etrafta.

 

Bakışlarım etrafta gezindi. Küçük, kırık dökük bir bahçe kapısını geçeli yalnızca birkaç dakika olmuştu. Arabamdan uzaklaşıp yabani otlarla kaplı bahçenin içinde ilerlerken duyduğum tek ses, ayakkabılarımın altında ezilen otların sesiydi.

 

İçimde yükselen kaygı dolu sesleri yansıtan kahvelerim, önünde dikilen ve yıkılacak gibi duran büyük binaya kaydı. Sıvası yıkık dökük, pencere camları paramparça olmuş, duvarları yosun ve küfle kaplanmış eski bir bina... Giriş kapısı olduğunu tahmin ettiğim yerin üzerindeki tabela çekti dikkatimi. Üzerindeki yazılar okunamayacak dereceye gelinceye kadar kazınmış ve metal tabela hava şartları, zaman aşımı ve yağmurdan nasibini almış gibi paslanmıştı.

 

Tek seçebildiğim yazı; ruh ve hastanesi yazısıydı ama aradaki boşlukları doldurmak hiç için zor olmadı.

 

Burası bir zamanlar ruh ve sinir hastalıkları hastanesi olmalıydı. Bahçesinin ve binanın boyutuna bakılırsa özel bir hastaneydi ve yıllar önce bu ıssızlığın içinde kaderine terk edilmişti.

 

'Ne kadar da manidar...' diye geçirdim aklından gözlerimi devirirken.

 

Şaşırmam gerekirdi belki ama hiç şaşırmamıştım. Biraz bile... Yol boyunca iç güdülerimin ve hislerimin içten içe benu hazırladığı durum buydu. Bu yüzden benim bile kendimden beklemeyeceğim kadar soğukkanlıydı adımlarım. Korkuyordum inkar edemem... Ama bu hayatın bana en iyi öğrettiği ikinci şeydi korkularımı yutmak. İçimde istedikleri kadar kol gezsinler, dışarı yansıtmamayı çok iyi öğrenmiştim.

 

Derin bir nefesi çektim içime, soluk borumdan aşağı akan o soluk, keskin havayla birlikte ciğerlerime çivi gibi battı sanki. Sertçe yutkunup duruşumu dikleştirerek kendimden emin adımlarla ilerledim binaya doğru.

 

Binaya yaklaştıkça kulağıma bir takım sesler ilişmeye başlamıştı. Uğultuluydu ve uzaklardan geliyor gibiydi ama oradalardı işte... Onları duyduğumdan emindim.

 

Kendimden emin adımlarım, bu seslere karşın daha temkinli bir hâl alırken; artık ayak altında ezilen yaprakların bile ses çıkarmamasına dikkat edecek kadar dikkat kesildim.

 

Metal bir zincirin sürtme sesi gelir gibi oldu önce, ardından sikeyim diyen tanıdık bir ses duydum. Her duyuşumda kalbimin ritmini değiştiren, kalbimin çok iyi tanıdığı, hangi durumda olursam olayım beni dinlendiren o sesi... Hâlâ uzaktan ve boğuk geliyordu ama sesin sahibi bağırdığı için çok net duymuştum.

 

Ve o ses ilk defa kalbimi dinlendirmek yerine ağrıtıyordu...

 

"Savaş..." diye bir fısıltı döküldü dudaklarımın arasından intihar eden soluklara karışan. Adımlarım duraksamış, dudaklarımın arasından dökülen o kesik nefese sığdırmıştım bütün endişemi. Kalbimin atışının göğsümün içinden boğazıma doğru tırmandığı anı hissederken, içime çektiği nefesle birlikte temkini bir kenarı bırakıp adımlarımı hızlandırdım. Kapıya ulaşan merdiveni ikişerli üçerli çıkıp, bir santim ancak aralık olan metal kapıyı iterek bedenini binanın içine attığımda beni karşılayan ilk şey sessizlik oldu.

 

Savaş'ı görmeyi beklediğim yerde bomboş bir alan karşıladı beni önce. İçerisi dışarıdan daha kötü durumdaydı, havada yoğun ve ağır bir koku vardı mide bulandıran.

 

İçeri girdiğim an oluşan o sessizlik, yeniden zincirin o ürkütücü sürtünme sesiyle kesildi; hemen ardından metale vurulan darbe seslerine eşlik eden hırçın ve öfkeli inilti sesleri doldu kulaklarıma. Artık daha yakın ve daha netti her ses ve her nefes...

 

"Sakin ol Savaş..." diyen Güney'i duydum mesela. Başka bir yerde metalin metale çarpan o kulak tırmalayıcı sesini ve öfkeli hırçın nefesleri. Damla'dan başka kim olabilirdi ki o? "Bu şekilde davranarak tek yaptığın kendine zarar vermek Savaş. Bir dur, bir sakin ol da ne yapabileceğimize bakalım."

 

Güney'in dudaklarından dökülmeye devam eden sözler zihnimin ortasına çakıldı adeta.

 

Bu şekilde davranarak tek yaptığın kendine zarar vermek...

 

Kalbime dikenler saplanıyormuş gibi bir hisle savaşırken adımlarım, sesin geldiği tarafa yönelmişti bile. Benden bağımsızdı attığım her adım, aynı zamanda da tereddütsüz... Ama aldığım her nefesin yakasında korkunun kara resmi ilikliydi.

 

Boş bir lobiyi andıran alandan camları siyah sprey boya ile boyanmış kapıya doğru ilerlerken "İzel buraya gelmemeli." dediğini Savaş'ın. Tonuna yapışan o endişe, beni iliklerime kadar ısıtan tapılası sesine yakışmıyordu.

 

Attığım her adımda sesi biraz daha netleşiyor, darbe sesleri daha fazla artıyordu. Demirin rahatsız edici gıcırtısı yankılanıyordu eski boş binada.

 

İzel buraya gelmemeli...

 

'Artık çok geç sevgilim...' diye geçirdim içimden ve adımlarımı daha da hızlandırdım. Siyah camlı kapıdan geçeceğim sırada çarparak kapanan bir kapı sesi patladı kulaklarımda. Beklemediğimden, irkilmekten alamamıştım kendimi. Gürültülü ve huzursuz ediciydi. Omzumun üzerinden dönüp baktığımda buraya girdiğim o demir kapının sıkı sıkıya kapandığını görmek ruhuma çöken o karanlığın daha da yoğunlaşmasına neden oldu. Kalbimin şiddetli atışları o karanlık karşısında çaresizdi.

 

Zihnimdeki bir ses bas bas bağırıyordu devam etmemem, geri dönmem gerektiğini ama geri dönmedim ve yeniden önüme dönüp ilerlemeye devam ettim.

 

O siyah kapıya yaklaştığım sırada gözümün kıyısına çarpan ilk şey yerden birkaç metre yukarı doğru uzanan iki derin camdan havuz olmuştu. İçleri suyla dolu iki havuz...

 

Neyin nesiydi bu böyle?

 

Neyin içine doğru sürükleniyorduk biz?

 

Tam o an "Artık çok geç Savaş..." diyen bir ses binanın her bir noktasında yankılandığında, kafamın içinde doğan sorulara da cevap olmuştu aynı zamanda. Hoparlörlerden çıkan o ses bende kulaklarımı tıkama isteği uyandırmıştı bir an için.

 

Kulaklarımı kapatayım, şarkımı söyleyeyim ve gözlerimi açtığımda bunların hepsi kötü birer kâbus olsun...

 

Duyduğum o sesin tanıdıklığıyla dişlerim sertçe birbirine bastırırken gözlerimi kapatıp birkaç saniyeliğine sakinleşmeyi denedim. Burnumdan dökülen sert nefesler, dudağımla burnum arasındaki o vadiden akıp öfkemin tadını aldırıyordu bana. Bir kez daha duyuldu hoparlörlerden aynı alaycı ses. "Sevgilin çoktan geldi. Burada."

 

Öfke öyle bir nüksetti ki içime... Korkum silinip süpürüldü üzerime geçirdiğim cesaretimin postunun altına, kaygılarım ve endişelerimle birlikte.

 

Korku bu noktada bana yardım edemezdi.

 

Bu noktada ihtiyacım olan tek şey öfkem ve cesaretimdi.

 

Sıktığım dişlerimle birlikte burnumdan sert bir nefes dökülürken kapıyı bir hışımla iterek açtım ve her duygumu kapının dışında bırakıp içeri öyle girdim. O an tam da babamın kızıydım. Duygularımdan yoksun, korkusuz, plana sadık ve itaatkâr...

 

Yalnızca iki saniye verdim kendime kafesin içindekilere bakmak için, o iki saniyeyi beş kişiye pay ettim.

 

Sadece ikisi değil, beşi de artık bir aileydi benim için. Ve şimdi beşi de bir kafesin içinde hapsolmuştu.

 

Onlara bakmanın korkumu yeniden gün yüzüne çıkaracağını bildiğimden bakışlarımı son kez Savaş'a, endişesini saklama gereği görmeden bana bakan okyanuslarına dokundurup tüm ilgimi, karşımdaki asma katta duran ve büyük bir keyifle beni izleyen Yasemin'e çevirdim.

 

Nefret bu yaşıma kadar hep içimdeydi, hep kendini hissettiriyordu ama şu an hiç olmadığı kadar yoğundu.

 

Babamdan, hayatımı cehennem yerine çeviren o adamdan bile bu denli nefret ettiğimi hatırlamıyordum.

 

"Eee?" diye sordu Yasemin kollarını iki yana açıp eserini gururla bana takdim ederken. Gözleri zaferin parıltılarıyla ışıl ışıldı. "Sürprizimi beğendin mi?"

 

Kapının dışına bıraktığım her duygudan yoksun, aynı onun gibi alayla karşılık verdim bakışlarına ve bir kes cıklayıp çok normal bir durumun ortasındaymışız gibi yüzümü memnuniyetsizlikle buruşturdum. "Çok banelsin, çok amatör..."

 

Tepkim onu şaşırtmış gibi bir anlık duraksadı. Gözlerimde ona karşı oluşan bir korku görmeyi beklediğinden emindim ama hayır... Benim gözlerimde o duyguyu asla göremeyecekti, buna izin vermeyecektim.

 

Yazgı tam arkandaydı...

 

Burada olması an meselesiydi ve inkâr edilemez bir şekilde bunu bilmek beni rahatlatıyordu.

 

İfadelerini toparlaması bir saniyeden kısa sürdü. "Ah..." diye bir nida döküldü dudaklarından. Yüz kasları sahte bir mahcubiyet ile gerilirken "Benim hatam." diye devam etti. "Sen de haklısın, henüz sürprizin asıl kısmını görmedin."

 

Ellerini yüzünün hizasına kaldırıp iki kez çırptı. Dudaklarındaki gülüş her geçen saniye biraz daha sinsileşiyordu.

 

Bekledim...

 

Altından ne çıkacak diye bekledim.

 

Bir saniye geçti, iki saniye geçti, üç saniye geçti...

 

İçimden saydığım saniyeler derimin altındaki kasların daha da gerilmesine neden oluyordu.

 

Sonra bir ses duydum.

 

Yerde sürtünen bir metalin sesi...

 

Tiz, iç gıcıklayıcı ve tüyler ürpertici...

 

Hiç kesilmedi o metal sesi. Tüm sakinliğimle, içimdeki gerilimin şiddetli sarsıntılarını dışıma yansıtmadan bekledim.

 

Adım sesleri karıştı o metal sesine. Kaç tane olduklarını sayamadığım kadar çok...

 

Sonra seslerin geldiği taraftakı taraftaki bir hareketlilik çekti dikkatimi.

 

Başımı çevirip baktığımda kırık dökük camdan bir pencerenin bağlı olduğu metal bir kapıdan içeri giren adamı gördüm önce. Yüzünde gümüş rengi bir maske, üzerinde etekleri neredeyse yerde sürünen deri siyah bir pardösü verdi. Göğsünde ise boydan boya, derin bir yara izi...

 

Bitmedi.

 

Gümüş maskeli adamın arkasından en az onun kadar tuhaf görünen, değişik ve ürkütücü hayvan figürlerindan başlıklarla yüzlerini maskeleyen adamlar ortaya çıkmaya başladılar.

 

"Siktir!" diyen bir ses duydum. Güney'di, duygularıma kesinlikle tercüman olmuştu.

 

Siktir kere siktir hem de...

 

Yirmiden fazla adam vardı içeri giren. Her birinin elinde keskinliğini buradan bile fark edebildiğim; balta, pala, dikenli topuz gibi tehlikeli, ilkel silahlar vardı. Hatta bir kaçının elinden sarkan ucu keskin bıçaklarla süslenmiş kırbaçlar bana göz kırpıyordu.

 

O baltalarla ve palalarla tek hamlede beni ikiye bölebilirlerdi hiç şüphesiz...

 

Kaçıncı yüzyılda kalmıştı bunlar? Nasıl bir kafa yapısı, nasıl bir vahşetin fısıltısıydı bu?

 

Cidden siktir kere siktir...

 

O başlıklı olanlar, içeri ilk giren gümüş maskelinin bir adım gerisinde yan yana sıraya girerken "Bu Alfonso..." dedi Gece bana hitaben.

 

Adını duymak ilgisini çekmiş gibi maskenin ardına gizlenen gözlerini bize çevirdiğinde nedensiz bir adım gerileme isteği uyandı içimde. Direndim.

 

Duruşumu hiç bozmadan yalnızca bakışlarımı çevirerek ona baktığımda elaları ile çalıştı gözlerim. Yalnızca dört köşesinde demir olan kafesinin ucunda durmuş yukarıdan bana bakıyordu.

 

Bakmak yerine aşağı atlayıp yanıma gelse hiç fena olmazdı elbette ama onu hâlâ yukarıda tutan bir neden olduğundan emindim. Atlamıyorsa bir nedeni kesinlikle var demekti.

 

Nitekim Yasemin konuşmaya başladığında gerçekten de öyle olduğunu anladım.

 

"Ne o Gece Hancı?" diye seslenmişti alaylı bir sesle. Sesindeki o alay hiç silinmiyordu. "Aşağı mı atlayacaksın? Sarışına veda mı edeceğiz yani?"

 

Bu sözleri kafeslere daha dikkatli bakmama neden olmuştu. Dikkatimi verdiğimdeyse gözümden kaçan ayrıntıları görmüştüm. O havuzlar boşuna orada değildi.

 

Gece aşağı atlarsa Damla su dolu havuzun içine düşecekti. Güney'in kafesi de Gece'ninki ile aynı olduğuna göre, onunki de Hazal ile bağlantılı olmalıydı.

 

Bakışlarım istemsiz bir kez daha Savaş'ı buldu. Kafesinin içine sığamıyormuş gibi bir çıkış yolu arıyordu demir parmaklıkların arasında ama yoktu. Onun kafesinde çıkabileceği bir aralık olmamasının yanında demirleri Damla ve Hazal'ın kafesinden daha kalın duruyordu.

 

Çaresizliğin dibini boylayan okyanusları, benimle başlıklı adamlar arasında mekik dokurken onu biraz olsun rahatlatmak adına gülümsedim.

 

Bilmeliydi, kolay kolay pes etmeyeceğimi... Bana dokunmaları için önce beni yakalamaları gerektiğini ve beni yakalamanın o kadar kolay olmadığını...

 

İçine düştüğü çaresizlik yalnızca onun canını yakmıyordu, onunkiyle birlikte benimki de yanıyordu. Bu adamın gülüşünü görmek istiyordum tam şu an. O bana gülsün ki uğruna daha çok savaşacağım, daha çok direneceğim bir şeyim daha olsun.

 

Beni anladı, hep anladığı gibi...

 

Duruldu, dindi... Derin okyanuslarındaki endişe kaybolmadı belki ama gülüşüme karşılık verdi.

 

Kalbim duruldu, dindi...

 

Yutkunup derin bir nefesi içime çektim ve dudaklarımın arasında geri verdim o nefesi.

 

Yeniden Yasemin'e dönerken kahvelerim bir an Gece ve Damla'ya dokunmuş ve tam o an dudaklarımın arasından "Yazgı Deha Yaman..." ismi dökülmüştü.

 

Yasemin çattığı kaşlarıyla ne demek istediğimi anlamaya çalışırken Gece ve Damla çoktan neyi kastettiğimi anlamış, üzerine bir de Gece, "Aferin kızım..." diyerek benimle övünmüştü.

 

Şimdi tek yapmam gereken Yazgı gelene kadar vakit kazanmaktı.

 

Başlıklılar hâlâ hareket etmeden durduklarına göre bekledikleri bir şey var demekti. Belki de Yasemin'den gelecek bir emri...

 

"Eeee?" diye sordu Yasemin bir kez daha. "Şimdi beğendin mi sürprizimi?"

 

Kollarını göğsünde toplamış, bir parmağına doladığı bir tutam saçıyla oynarken yandan bir gülüşle ve ezici bakışlarla beni izliyordu.

 

"Sen hastasın..." Düşüncelerim dudaklarımın arasından öylece kayıvermişti, onları kontrol etme şansım olmamıştı.

 

Keyifli bir kahkaha attı.

 

"Altı yaşımdan beri duyduğum bir masalı anlatma bana İzem Hancı..."

 

Her İzem Hancı deyişinde içimdeki ona karşı olan nefret katlanarak artıyordu. Şimdi hiç kimseden ses çıkmıyordu, herkes bizi dinliyordu.

 

"Yeterince iyi anlatamamışlar demek ki..." diye homurdanmaktan alamadım kendimi. Beni duymadan konuşmaya devam etti.

 

"O günü çok net hatırlıyorum biliyor musun? Tüm bunların başladığı, kendimi fark ettiğim o günü... Bir de bana ilk kez hasta dedikleri günü çok net hatırlıyorum. Doğduğum zihnin hastalıklı olduğunu söyledikleri o günü..."

 

Gözlerimi devirmemek için zor tuttum kendimi. Göz devirecek bir konumda değildim. Bir yandan Yasemin'i dinleyip konuşturarak oyalamaya çalışırken bir yandan da göz ucuyla başlıklı adamları kontrol etmeye çalışıyordum. Tetikteydim, her an her ihtimale karşı...

 

Bir de... İçeri girmeden önce Yazgı arayıp buraya ulaşmasına ne kadar süre kaldığını öğrenmediğim için kendime sövmekle meşguldüm.

 

Hiç merak etmesem de belki sorumu ciddiye alır ve biraz daha zaman kazanırım diye başımı omzuma yatırıp gerçekten meraklı görünmeye çalışarak "Altı yaşında ne oldu?" diye sordum. "Nasıl fark ettin hasta olduğunu?"

 

Arka arkaya birkaç kez cıklayarak bulunduğu asma katta bir ileri bir geri gitmeye başladı. Yavaş adımlarla attığı o voltaların sesi, topuklu çizmeleri yüzünden çok net duyuluyordu.

 

"Ben hasta değilim, sadece ikiyüzlülük yapmak yerine içimdeki canavarı kabullendim. Siz ise korkak olmaya devam ettiniz."

 

Volta atan adımlarını durdurup bedenini yeniden bana çevirdi ve öne doğru çıkıp kollarını trabzanlara yaslayarak öne doğru eğildi hafifçe.

 

"Altı yaşında bir arabanın içinde otururken, ters yönden gelen bir aracın bir köpeği nasıl ezdiğini gördüğümde içimde canlanan o hisse sırtımı çevirmemem beni hasta yapmaz." Başını iki yana salladı. Şimdi yüzünde keyiften eser yoktu, ya da alaylı gülüşlerinden. Son derece ciddi bakıyordu yüzüme ve bu ciddiyet onun nasıl bir soğukkanlı katil olduğunu bir kez daha ve bir kez daha gösteriyordu bana. O kahverengi gözleri öyle acımasız, öyle sapkın bakıyordu ki...

 

Altı yaşında bir köpeğin ezilişine şahit olmak mı ona kendini fark ettirmişti yani?

 

Sanki zihnimden geçen soruyu duymuş gibi "Görmeliydin İzem Hancı..." dedi dudakları yeniden kıvrılırken. Tanrım... İşte şimdi tam olarak şeytanın yeryüzündeki yansıması gibi görünüyordu... "Asfalta dağılan kanlı beyin parçalarını görmeliydin... Tam araba çarptığı an çıkan o acı dolu ciyaklamayı duymalıydın... Öyle etkileyici bir melodi, öyle güzel bir manzaraydı ki... Gözlerimi alamamıştım. O an tek istediğim arabadan inmek ve daha yakından bakmaktı, etrafa yayıldığını bildiğim o kırmızılığın kokusunu duyumsamak... Babam her şeyden habersiz arabayı çalıştırıp yoluna devam etmişti ama benim aklım tam o anda kalmıştı."

 

Transa girmiş gibiydi sözleri ve eylemleri. Her bir sözünü jest ve mimiklerle destekleyerek beni adeta o güne götürüyordu. O bunu çok etkileyici bulmuş olabilirdi ama benim yalnızca midemi bulandırıyordu anlattıkları. Bir de zavallı köpeğin gözümün önüne gelen o haliyle vicdanım cız ediyordi.

 

"Günler geçti üstünden..." diye devam etti. "Ben hâlâ o andaydım ama artık daha fazlası vardı, daha fazlasını istiyordum. Almak istedim ve aldım da. Bunun için bir sokak kedisi seçtim. Evimizin arkasına gelen ve sürekli yemek dilenen bir kediydi. Bembeyaz tüyleri ona bulut ismini takmama neden olmuştu, sevilmeye bayılırdı." Yeniden bir kahkaha attı ve parmakları trabzanı sıkı sıkı tutarken yere doğru çöküp o trabzanı oluşturan demirlerin arasından baktı bana gözlerini bile kırpmadan.

 

"Yumuşacık tüylerini okşamaya başladığımda o onu sevdiğimi sandı ama hayır..." Konuşurken gülüyor, başını delirmiş gibi iki yana sallıyordu. "Başını taşla ezerken bana zorluk çıkarmasın diye uğraşıyordum sadece. Daha ilk darbede paramparça oldu kafatası. Dağılan parçalar kanlarla birlikte üzerime sıçradı ama o kadar heyecanlıydım ki umrumda bile olmadı..."

 

Sanki o anları yeniden yaşıyormuş gibi gözlerini kapatıp hoşnut mırıltılarla resmen kendinden geçti.

 

Hazal ve Güney şok içinde bakıyordu Yasemin'e, Savaş ise hiç şaşırmamış gibi. Biri yıllardır sevgilisi olan kadını tanıyamamanın derdindeydi, diğeri tanıdığı güne lanet ediyordu.

 

Aynı kadın farklı şekillerde travma olmuştu onlara.

 

"Siktiğimin hastası, bir de hasta değilim demez mi?" diye homurdanansa tabii ki Gece'ydi. Damla'da ona "Ruh hastası..." diyerek katılmıştı boğuk bir sesle. Bahse varım kusmamak için kendini tutuyordu.

 

Bu sözler üzerine gözlerini açtı Yasemin. Birkaç saniye tavana diktiği gözlerini yavaşça bana çevirip dudaklarındaki gülüşü sildi ve ayağa kalktı.

 

"Evet..." dedi kendini tamamen toparlayıp. "Nerede kalmıştık?"

 

Tamamen kendi yazıyor, kendi çiziyor yine kendi oynuyordu.

"Hah!" diye cevap verdi kendi sorusuna. "Sonra annem kedileri ezdiğimi fark edip dehşet içinde beni psikiyatrist psikiyatrist gezdirmeye başladı. Ve hepsinden de aynı cevabı aldı. "Sizin kızınız doğuştan psikopat Nihal Hanım.""

Derin bir iç çekti. Merak ettim, anne ve babasının ölümüne karşı ne hissettiğini. Daha doğrusu bir şeyler hissedip hissetmediğini... Birazcık bile olsa üzülmüş müydü?

 

"Yemin ederim ellerinden geleni yaptılar bana benliğimi unutturmak için ama aynı zamanda da benden korkuyorlardı. O yüzden hiç şansları yoktu ve beni kabullenemiyor olmak onların sonunu getirdi." Kısacık bir an dudakları, her zamankinden çok farklı bir ifadeyle, minik bir tebessümle kıvrıldı. Ama o kadar kısaydı ki dikkatle yüzüne bakmıyor olsam fark etmezdim bile.

 

"Onlar huzur içinde uyusunlar ve biz de işimize bakalım."

 

Tam o an gümüş maskeli olan -lider gibi durduğuna göre Gece'nin Alfonso diye bahsettiği o olmalıydı- durduğu yerden bir adım öne çıkmış ve bir baş işareti vermişti. Verdiği o işaret, arkasındaki sıralı adamların harekete geçmesine neden oldu.

 

İşler karışmak üzereydi.

 

"Gece..." diyen zayıf bir sesi duyduğumda bakışlarım istemsiz Damla'ya kaydı ve gördüklerimle gözlerim irileşti.

 

Kendini hazırlıyordu...

 

Nefesini tutmaya...

 

Tıpkı benim gibi Gece'nin de bakışları ona kaydığında o çoktan kafesin bir köşesine sırtını yaslamış, bacaklarını göğsüne çekip rahat bir pozisyon almış ve nefes egzersizleri yapmaya başlamıştı.

 

"Yirmi yedi dakika kırk sekiz saniye..." diye mırıldandı usulca derin bir nefesi daha içine çekerken. "Zorlarsam otuz dakikaya ulaşabilirim. Ben işaret verdiğimde aşağı atla."

 

Ve gözlerini kapatıp Gece'yi korkunç bir çelişkinin içinde bıraktı.

 

Kalbimin orta yerinden bir bıçak geçti sanki. Çok fazla adam vardı etrafımızda, hepsi iki katım kadardı ve hepsinin elinde tehlikeli silahlar vardı. Yirmi yedi dakikadan çok daha uzun sürerdi buradan çıkmamız.

 

Gece şimdi bir ipin tam ortasındaydı ve iki uçta birer kardeşi vardı, kimi seçse diğeri tehlikeye giriyordu.

 

Ne yapacaktı?

 

Atlayacak mıydı yoksa kalacak mıydı?

 

Başımı şiddetle iki yana sallarken son kez Gece'ye bakıp kahvelerimi, aklımda bir plan çizmek için etrafta gezdirmeye başladım. "Atlamayı aklından bile geçirme Gece!" Bu kez benim sert sesim yankılanmıştı etrafta. Benim yüzümden Damla'ya bir şey olursa ne ben ne de Gece bu yükün altından mümkün değil kalkamazdık.

 

"Atlamazsan beni artık kardeşin olarak sayma Gece, silerim seni." diye karşılık verdi bu kez Damla, hem beni hem Gece'yi iyice kapana kıstırarak.

 

Şimdiye kadar pek çok kez pek çok konuda imtihan edilmiştik belki ama bu sanırım aralarındaki en büyüğüydü. Gizlenme şansımız yoktu, rol yapma şansımız yoktu. Elimizde kalan tek şey kaçmak ya da kalıp savaşmaktı.

 

Yazgı nerede kalmıştı?"

 

"Kaçış yolu arama boşuna İzem Hancı..." diyerek Yasemin girdi araya. İşaret alan adamlar etrafimdan dolanıp beni bir çember içinde ablukaya alıyorlardı. "Her şeyimi aldın elimden... Sevgilimi, sevdiğim adamı, hayatımı..." Duraksayıp sert bir nefesi çekti içine ve "Ve şimdi bedel ödeme zamanı." diye bitirdi cümlesini.

 

İlk atak onlardan geldi. Etrafımı saran adamlar, leş bulmuş çakal sürüsü gibi kükrerlerken içlerinden iki tanesi üzerime doğru koşmaya başladı.

 

Savaş'ın, kafesin zeminine oturmuş sert tekmelerle kafesin kapısını kırmaya çalıştığını gördüm göz ucuyla. Kırması imkânsızdı. Kırmasını da istemiyordum zaten. Şu an o kafesin içinde çok daha güvendeydi, ben kaçabilirdim ama o kaçmazdı. Ben yakalanmazdım ama o yakalanırdı.

 

"Kaç İzel..." diye bağırdı Gece, ben dikkatle bana doğru gelen adamları izlerken. Kafamda bir plan şekillenmişti bile. "En iyi bildiğin şeyi yap ve kaç..."

 

Kaçmak da savaşmaya dahildi benim nezdimde.

 

Bu yüzden adamlar benim üzerime doğru koşarken bende tam olarak aynı şeyi yapıp onların üzerine doğru koşmaya başladım.

 

Ölmek ya da öldürmek...

 

Önünüzde yalnızca bu iki seçenek varsa işte o zaman boku yediniz demekti.

 

Hayır... Ellerime kan bulaştırmayacaktım, kimsenin ruhu benim parmaklarımın arasına dolup bana yük olmayacaktı. Ama kan akıtmaya niyetim vardı. Ya benden ya onlardan... Hayatta kalmak istiyorsam, ailemi hayatta tutmak istiyorsam kan akıtmak yerine kan dökmeliydim.

 

Ve Gece seçimini yaptı...

 

Damla'nın verdiği işaret ile birlikte kafesten aşağı atladı.

 

Zaman durdu.

 

Boş kafes hızla yukarı doğru çıkarken Damla'nın kafesi yere doğru çakılıp önce suya çarptı. Hemrn ardındansa suyun içine batmaya başladı.

Artık en büyük düşmanımız zamandı.

Şu andan itibaren yalnızda yirmi yedi dakika, kırk sekiz saniyemiz vardı.

💎🎭

Bölümü nasıl buldunuz?

Sizce sonraki bölümde neler olacakk tahminleri alayım gsjshjk

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler 💖💖

Bir sonraki bölümde görüşünceye dek kendinize iyi bakın sağlıcakla kalın 😽

Bölüm : 06.01.2025 01:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...