46. Bölüm

45|AVLAR VE AVCILAR

Saniye Solak
saniyesolak

Sellam✨

 

Öncelikle bölümlerdeki aksaklıklar için kusuruma bakmayın diyorum çünkü gerçekten hayatımda beklenmedik bir takım gelişmeler oldu ve ben güzel bir yola girdim.

 

Bir gün bu haberi vereceğimi asla tahmin edemezdim, en büyük hayalimdi ama gerçek olacağına dair umudum hiç yoktu ama işte, şimdi o noktadayız.

 

Kitaplarımdan biri olan Aldanışın Portresi, Ulysses yayınları aracılığıyla kitap oluyor. Onunla uğraşırken diğer kitapları aksattım farkındayım ama bu işler gerçekten hiç kolay değilmiş. Benim için de yeni bir deneyim olduğundan zorlandım baya. Yine de her zorluğa değiyor, inanılmaz mutlu ve heyecanlıyım.

 

Gelişmelerden sizleri haberdar etmeye devam edeceğim❤️

 

Heyecanlı bir bölüm sizleri bekliyor. Keyifli okumalar diliyorum ve sizi bölümle baş başa bırakıyorum❤️✨

 

💎🎭

 

YAZARDAN:

 

Bulanıklaşan görüşünü, gözlerini kırpıştırarak düzeltmeye çalıştı genç kız. Gözlerini elleriyle ovalama isteğine karşı koymaya çalışıyordu çünkü daha biraz önce kusursuz göründüğünden emin olduğu makyajını bozmak istemiyordu.

 

Görüşü netleştiğinde mavileri gördüğünden emin olamayarak kısıldı ve bedenini öne doğru eğip, kırık yere daha yakından baktı.

 

Kapının kolu yoktu...

 

Dudaklarından bir şaşkınlık nidası dökülürken doğrulup arkasında duran Güney'e çevirdi bedenini. Zihninin içinde bir sis perdesi varmış gibiydi. Midesindeki alkol her saniye biraz daha kanına karışıyor, algılarını yavaşlatıyordu. Dudaklarından bir gülüş kaçarken, "Kapının kolu yok..." dedi Güney'e sanki biraz önce Güney de aynısını söylememiş gibi...

 

Ağır bakışları kızın hareketlerini dikkatle izleyen genç adamın dudaklarından umutsuz bir nefes döküldü. Harika diye geçirdi içinden. Bir tuvalette kilitli kaldığı yetmiyormuş gibi, sarhoş bir prenses ile kilitli kalmıştı. O umutsuz iç çekişin ardından başını sallayıp "Kapının kolu yok." diye tekrarladı kendi kendine.

 

Daha bu sabah kırıldığında hemen bir kapıcı çağırıp yaptırmadığı için kendine sövmeye başlamasının tam sırasıydı. Alt kattan gelen müzik sesi de cabası... Çağırsalar kimse duymazdı onları bu gürültüde. Başına saplanıp buraya gelmesine neden olan o ince sızıyı görmezden gelirken gözleri ayakta zor durduğu her hâlinden belli olan kızın yüzündeydi.

 

Genç kızın bakışları ise bir Güney bir kapı arasında gibip geliyor, ne yapacaklarını düşünüyordu. Sonra aklına bir fikir geldi. Mavileri Güney'de sabitlenirken bakışları onu ağır ağır baştan aşağı süzdü. Kısık bakışları ve çenesine yasladığı bir eliyle, çok önemli bir toplantının ortasında hayati bir karar verecekmiş gibi görünüyordu.

 

Alenen kızın kendini süzdüğünü fark eden genç adam tek kaşını kaldırıp bakmaya başladı bu kez Damla'ya. Bu iş ilginçleşmeye başlıyordu.

 

Damla aklındaki bütün hesaplamaları yapmış ve en doğru sonuca ulaşmış gibi dudaklarından dökülen tatlı bir homurtu eşliğinde başını sallayıp, kapı ile Güney'in arasında duran bedenini kenara çekti ve "Kır..." dedi alkol yüzünden buğulu çıkan sesiyle. Eliyle de kapıyı işaret etmişti.

 

"Kırayım mı?" diye sormaktan kendini alamadı Güney. Diğer kaşı da alnına doğru hareketlenmişti ve dudaklarından alaylı bir 'hıh' sesi dökülmüştü. "İçeri doğru açılan kapıyı mı?"

 

Gururu okşanmadı değildi hani...

 

Bu soru üzerine Damla başına aşağı yukarı salladı. Bu hareketi normalden daha hızlı yaptığı için başı dönmeye başladığında bir elini alnına yaslayıp dönme geçsin diye bekledi. Geçmedi, aksine her geçen saniye baş dönmesi daha fazla artarken, bu yetmiyormuş gibi yer de ayaklarının altından kayıyormuş gibi hissetmişti.

 

Düşecek gibi olduğunda son anda elini duvara yaslayıp dengesini kurmayı başardı. Biraz önce pembe bulutların üzerindeymiş gibi rahat hissederken şimdi kendini bir tuhaf hissetmeye başlamıştı. Midesinde bir hareketlilik hissediyordu, sanki midesi yanmaya başlıyor gibi. Yeniden o pembe bulutların üzerine dönmek istiyordu, şu an bedenini esir alan hissi sevmemişti.

 

"Sen iyi misin?" diye sordu Güney. Kalkan kaşları çatılmış; kalçası, yaslandığı lavabonun mermerinden ayrılmıştı ve temkinli bir ifadeyle bakıyordu Damla'ya.

 

Algıları allak bullak olan genç kızın dudaklarından bir gülüş kaçtı. En azından sorulan soruları algılayabilecek kadar iyiydi. "İyi miyim?" diye sordu. Daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. Elini duvardan çekip sırtını yasladı buz gibi fayansa ve başını kaldırıp ışıl ışıl görünen gözlerle baktı Güney'ın yüzüne. Alkol yüzünden kızaran gözleri, mavilerinin daha canlı görünmesine neden olmuştu. "Çok iyiyim... Kesinlikle çok iyiyim... Ama tuvaletim var o yüzden o kadar kasın boşuna olmadığını göster, kapıyı kır ve bizi buradan kurtar Romeo."

 

Tek kaşı kalkan Güney bir adım yaklaştı Damla'ya doğru ve "Kaç tane içtin de bu hale geldin sen Allah aşkına?" diye homurdandı. İstemsizce yaklaşmıştı kıza doğru. Her an yığılıp kalacakmış gibi görünüyordu ve düştüğü an başını bir yerlere çarpması çok olasıydı. Hancı kardeşler ile başı belaya girsin kesinlikle istemiyordu.

 

Damla yeniden gülerken elini öne doğru uzatıp üç parmağını havaya kaldırdı ve "Dört tanecik..." diye cevapladı Güney'in sorusunu gülüşlerinin arasında.

 

Alan o kadar geniş değildi ve Güney de Damla'ya birkaç adım yaklaştığı için Damla'nın havaya kaldırıp ileri doğru uzattığı eli genç adamın suratının dibinde duruyordu şimdi.

 

Bir kalkan üç parmağa baktı Güney bir de Damla'nın yüzüne. Çipil çipil bakışlarla ona bakan kız bir an dudağının bir köşesini kıvırmasına neden oldu. Sevimli görünüyordu, fazla sevimli...

 

Reflekslerini yönetemedi bir an Güney ve elini kaldırıp genç kızın parmaklarını tuttu. Avuç içine doğru kapanmış olan iki parmaktan birini daha kaldırırken teninin ipeksi dokusunu parmak uçlarında hissediyordu. Yumuşacık, pürüzsüz ve sıcak bir ten dokusu...

 

"Bu kadar mı yani?" diye sordu ona, sonradan eklediği parmakla birlikte dört parmağı kalkan eli işaret edip. Elini çekmek için kendi içinde bir savaş başladı genç adamın. Çekmesi gerektiğini çok iyi biliyordu ama onun da kanına karışan alkol algılarını bulandırıyor, sis perdesini onun da zihnine örüyordu. Bir şey, elini çekmesine engel oluyor, hatta daha fazlasını hissetmeyi istemesine neden oluyordu. Damla kadar uçmuş değildi belki kafası ama yerinde de sayılmazdı. Ve parmak uçlarına bulaşan o ipeksi tenin dokusu hoşuna gitmişti.

 

Genç kızın mavileri bir kendi eline bir elinin üzerindeki parmakların varlığına bir de genç adamın yüzüne kaydı. Parmak uçlarından kollarına doğru yükselen bir sıcaklık mı vardı yoksa ona mı öyle geliyordu bir türlü anlayamadı. Bunun cevabı dilinin ucuna kadar geliyordu ama sanki bir sis perdesinin ardında kalıyormuş gibi o cevaba ulaşamıyordu.

 

Gözleri Güney'in gözlerinde asılı kalırken başını aşağı yukarı salladı bir kez daha. Bu kez hareketleri daha ağır, daha yavaştı. Birden içerisi mi ısınmıştı ne?

 

Damla'nın bu hareketi, Güney'in dudaklarına konan o yan gülüşü tamamladı ve dudaklarının her iki tarafı da gerildi. Bir adım daha yaklaştı Damla'ya doğru. Genç kızın kolu dirseğinden kırılmıştı bu hareketle, aralarında emanet gibi asılı kalmıştı.

 

"Dört kadehle mi bu hale geldin yani?" diye sordu Güney bu kez.

 

Konuşması ile genç kız daldığı düşünce selinden çıkabilmiş, gözlerini Güney'in gözlerinden çekebilmişti. Yani gözleri olduğunu umduğu noktadan... Çünkü nereye baktığını kendi bile algılayamıyordu şu an. Gözlerine mi, dudaklarına mı, derinleşen gülüşüyle dudaklarının kenarındaki derinleşen çizgilere mi? Hiçbir fikri yoktu...

 

Güney'in sorusunu kendi içinde tekrarladı birkaç kez. Dört kadehle mi bu hale geldin yani? Dört... Kadeh... Algılarına yedirdikten sonra dudakları kıvrıldı. Bu sıradan bir gülümseme değildi. Bu gülümseme, gözlerindeki bakışla birleşince ortaya, suç işleyip işlediği suçtan zevk alan bir çocuk haylazlığı çıkıyordu.

 

"Aslında..." diye fısıldadı bir sır veriyormuş gibi. O da sırtını duvardan ayırmış ve Güney'e doğru bir adım yaklaşmıştı şimdi. Diğer elini de hâlâ Güney'in parmaklarının arasında duran elinin hizasında kaldırıp ondan da iki parmak kaldırdı ve başını Güney'e yaklaştırıp sırrını onunla paylaştı. "Bu kadar içtim ama bu ikisinden İzel'in haberi yok."

 

Güney dudaklarından kaçan kahkahaya engel olamadı bunun üzerine.

 

Lavabonun içinde yankılanan sesle bakışları irileşti Damla'nın. Duvarlara çarpıp yankılarıyla birlikte kulağına dolan bu ses neden bir an ilahi bir ses gibi gelmişti ki ona? Kafası karışırken tam bir şey söylemek için dudaklarını araladı ama midesinde yumruk yemiş gibi bir his ani bir dalgayla çarptı ona. Suratı buruşurken elini hızla Güney'in elinden çekip dudaklarına kapatmış ve diğer kolunu karnına dolarken öne doğru eğilmişti.

 

Dudaklarından kaçan öğürme refleksi Güney'in olayı sorgulamadan anlamasına neden olurken Damla çoktan hareketlenmiş ve Güney'in yanından geçip bir köşede duran klozetin önünde dizlerinin üzerine çökmüştü bile.

 

Elini dudaklarından çekti. İkinci bir öğürmeyle birlikte kusmaya başladığında yanan midesi yüzünden gözleri doldu.

 

Bir eliyle saçlarını zapt etmeye çalışırken birkaç saniye onu izledi Güney. Ardından dudaklarından yeniden umutsuz bir nefes döküldü ve başını iki yana sallayarak usulca yaklaştı kızın yanına. Saçlarını tutup bir eliyle sırtını sıvazlayarak varlığını hissettirmeye çalışırken gözlerini kızın ipeksi saçlarından ayıramadı. Parmaklarının arasına kayan yumuşacık sarılar, aklına çok başka şeyler getiriyordu. İhtimalini bile düşünmemesi gereken şeyler...

 

Çok yanlış bir zamanda, çok yanlış bir anın içinde, çok yanlış iki kişi hapsolmuştu.

 

Normalde olsa utançtan yerin dibine girerdi Damla ama o an utanç duygusu umurunda bile değildi. Midesi o kadar kötü durumdaydı ki soğuk bir kış gecesi gibi bulanık olan zihninin odaklandığı tek şey kusup midesini rahatlatmaktı.

 

Öyle de oldu.

 

Birkaç kez daha kustuktan sonra midesinde bir şey kalmadığından emin olunca çekildi klozetten. Zemine tamamen ne zaman oturduğunu hiç bilmiyordu ama bunu da dert edecek durumda değildi. Binlerce dolarlık elbisesi, bir tuvaletin zemininde kirleniyorsa ne olmuştu yani?

 

Sırtını duvara yaslayıp nefes almaya çalışırken dudaklarını elinin tersiyle sildi usulca. Şimdi yanan tek şey midesi değildi, boğazı da aynı ölçüde yanarak işkencesinin derecesini artırıyordu.

 

Gözlerinden yanaklarına doğru akan damlaların geride bıraktığı izleri de diğer elinin tersiyle silerken "Bu normal mi?" diye sordu usulca karşısında duran ve yumuşak bakışlarla ona bakan Güney'e. "Midemin bu kadar bulunması... Bozuk alkol vermedin değil mi millete?"

 

Genç adamın dudakları şefkatle kıvrılırken elini uzatıp Damla'nın gözlerinin altında, gözyaşlarından arta kalan ıslaklığı sildi usulca ve "İlk kez mi sarhoş oldun?" diye sordu. Daha önce böylesi bir durumla karşı karşıya kalmadığı her hâlinden belli oluyordu.

 

Yine başını sallayarak onayladı Damla Güney'i. "İzel de hep sarhoş olur ama onu hiç böyle görmemiştim. Kesin bozuk alkolle zehirledin bizi." Başını arkasındaki duvara yaslarken bir elini midesine yaslamış ters ters Güney'e bakarak kuruyordu cümlelerini.

 

Güney bir kez daha kahkaha attı. Sesi yine duvarlara çarpıp yankılandı, Damla'nın göz bebekleri yine irileşti. Aldığı derin solukların arasında "Kahkaha atıp durma..." diye kızdı Güney'e. "Ses tonun kulağa çok güzel geliyor. Sinirimi bozuyor."

 

Güney bir an kalakaldı bu sözlerin etkisiyle öylece. Sonra boğazını temizleyip kendini toparladı. Sarhoşluk böyle bir şeydi işte, insana saçma sapan şeyler yaptırıyor, saçma sapan şeyler söyletiyordu.

 

Sifonu çekerken "Her neyse..." dedi kendi kendine. Son söylediklerini duymamış gibi yapıp "Zehirlenmedin prenses..." diye açıkladı durumu. "Sadece sarhoş oldun. İlk seferinde bu hale gelmen çok normal..."

 

Damla dudağını büzüp "İzel ve Gece, söz konusu ben olduğumda hep fazla korumacı oldular." dedi memnuniyetsiz bir sesle. Komşu çocuğunu annesine şikayet eden bir kız çocuğu gibi çıkıyordu sesi. Oysa Damla'nın herhangi birini şikayet edeceği bir annesi olmamıştı. Derin bir iç çekti genç kız. Eli usulca midesinde gezinip midesini yatıştırmaya çalışırken "Etrafıma ördükleri koruma duvarlarının içinde güvende tuttular beni."

 

Cümleler dudaklarından dökülüyordu ama birbirlerine dolandıkları için arada harfler yutuluyordu. Yine de kızın ne dediğini anladı Güney ve "Belli..." diye cevap verdi. Damla'nın ona anlamsız bakışlarla sorarcasına baktığını gördüğündeyse açıklamaya devam etti. "Yani pamuklara sarılarak büyütüldüğün belli. İzel ve sen çok farklısınız her bakımdan..."

 

Damla'nın dudaklarından bir gülüş kaçtı ama biraz önceki gülüşlerin sıcaklığından çok uzaktı. Gözlerindeki mızmız çocuk bakışları gitmiş, yerine çok başka duygular yerleşmişti. Güney istemsizce o gözlerin lisanını öğrenmek istedi. Ne düşünüyor, gerçekten ne hissediyor... Bu an, Yasemin'den başka bir kızın gözlerinin içine en uzun süre baktığı andı, gerçekten baktığı an...

 

"Keşke..." diye fısıldadı Damla, gözleri yorgunlukla kısılırken. "İzel olsaydı pamuklara sarılarak büyüyen, ben dikenlere razıydım..."

 

Bu son sözlerin üzerine kimse bir şey söyleyemedi. Aralarındaki sessizlik bir çığ gibi büyümeye başlarken bu sözler Güney'in aklına kendini getirmişti. O da pamuklarla büyüyen bir çocuk değildi, onun aksine Savaş öyle büyümüştü ama Savaş'ın da böyle düşüneceğinden o kadar emindi ki... İçler dışlar çarpımı... diye geçirdi aklından. Sanırım onlar için durumu özetleyecek en iyi ifade buydu.

 

Sessizlik onları yutmadan önce Güney "Hadi bakalım..." diye mırıldanarak kesti o sessizliği. Damla'nın gözlerinin kapanmak üzere olduğunu görmek onu harekete geçirmişti. "Elini yüzünü yıkayalım ve buradan nasıl çıkarız ona bakalım..."

 

Damla'nın kolundan tutup onu ayağa kaldırmaya çalışırken Damla kapanmak üzere olan gözlerini zorlayarak yeniden açıp "Makyajım bozulur..." diye mırıldandı ama sesi o kadar kısıktı ki zar zor duydu Güney.

 

Tamamen ayağa kalktıklarında Kelimenin tam anlamıyla onu ayakta tutan şey Güney Kalkavan'ın varlığıydı. Onun kolları tarafından tutulmuyor olsaydı çoktan yeri boylayacağının farkındaydı. "Ayrıca..." diye mırıldanmaya devam etti son heceyi uzatırken. "Sana söyledim ya buradan çıkış yolunu. Kapıyı kıracaksın akıllım. Sonra hop dışarıdayız..."

 

Güney musluğu açıp suyun soğukluğunu sıcak suyla biraz kırarken hafifçe güldü. "Akıllım mı?" Adının yanına pek çok sıfatın eklendiğine şahit olmuştu ama bunu ilk kez duyuyordu. "Kesinlikle sarhoş halini ayık halinden daha çok sevmeye başladım prenses." dedi keyifli bir sesle. "Böyle heceleri uzatıp kelimeleri yuvarlayarak tatlı tatlı konuşmalar, iltifat etmeler falan..."

 

Büyük avucuna dolan suyu genç kızın yüzü ile buluşturduğunda Damla itiraz edercesine geri çekilmeye çalıştı. Ama çok geçti, sular yüzünden boynuna oradan da elbisesine doğru sızmaya başlamıştı bile. "Makyajımı mahvedeceksin..." diye homurdandı kaçmaya çalışırken. Güney'in iri bedeni arkasında dikilirken bu mümkün değildi. Biraz önce Güney'in söylediklerini tamamen kulak arkası ediyordu. Çünkü şu an odaklandığı tek şey makyajıydı.

 

Güney aynadan kızın yüzünü inceledi birkaç saniye. Yüzünden akan sularla birlikte makyajı da bozulmaya başlamıştı, kaşları çatılmış, dudakları memnuniyetsizlikle bükülmüştü. Parmakları ile gözlerini ovalayıp, gözlerine giren suları çıkarmaya çalışırken dudaklarından ağlamaklı sesler çıkıyordu ama ne söylediği, neyden şikayetlendiği anlaşılmıyordu.

 

Ellerini gözlerinden çekip zorlukla açtığı gözleriyle aynaya baktığında aynadaki bakışları birleşti. Kollarının arasındaki kız bir an düşecek gibi olunca Güney beline doladığı kolu sıklaştırıp onu daha sıkı tuttu.

 

"Düşeceğim..." demişti Damla elleri ile lavabonun kenarlarını daha sıkı kavramaya çalışırken. Ama tek yaptığı ağırlığını daha çok Güney'e vermek ve emanet bir tutuşla lavaboyu kavramaktı. Kontrolünü tamamen Güney'e bırakmış gibiydi... "Ayrıca..." diye homurdanmaya devam etti çenesiyle aynayı işaret edip. "Suratımın haline bak. Çok çirkin oldum." Gözlerinden elmacık kemiklerine doğru devam eden siyah kalıntıları kastediyordu.

 

Güney avucuna doldurduğu suları ikinci bir kez daha kızın yüzü ile buluşturmadan önce "Düşmezsin..." diye mırıldandı. Güvence vermek ister gibi onu daha sıkı tutmuştu. "Seni tutuyorum." Bakışları aynadaki aksinde dolanırken dudağının bir köşesindeki kıvrıma engel olamıyordu. Yüzünü bir kez daha yıkadı kızın ve gözaltlarındaki siyahlığı almak istercesine baş parmağı ile onun gözaltlarını okşarken "Ayrıca..." dedi tıpkı onun gibi. "Hâlâ çok güzelsin Prenses..."

 

Bu sözler, sis perdesinin arasından buldukları boşluklardan sızıp genç kızın zihninin içine çakıldığında ne yüzüne çarpan yeni bir su dalgasına itiraz edebildi, ne de yüzünde gezinen parmakların varlığına. Aksine, sular yüzünden akıp giderken başını çevirip Güney'in yüzüne aynadan değil de kendi gözleri ile baktı. "Güzel miyim gerçekten?" Sesindeki o ton o kadar masum çıkmıştı ki...

 

Saçlarının bir kısmı da yüzüyle beraber ıslanan ve yüzünden damlayan sularla yine çipil çipil bakışlarla genç adamın yüzüne bakan kız, genç adamı hazırlıksız yakalamıştı.

 

Bir an ne söyleyeceğini bilemedi Güney, öylece bakakaldı kızın yüzüne parmakları da yanağında asılı kaldı. Damla'nın da ondan bir farkı yoktu. Zayıf bedeni Güney'in bedenine yaslıydı ve yüzleri arasındaki mesafe, kişisel alanlarını ihlal etmeye yetecek kadar yakındı.

 

Damla'nın bakışları birer okyanusu andıran gözlerden aşağı doğru kaydığında zihnine yeni bir merakın heyecanı doldu. Yeni değildi aslında... Çok uzun zamandır merak ettiği bir şeydi ama hiçbir zaman bunu deneyecek cesareti toplayamamıştı.

 

"Öpsene beni..." diye fısıldadı usulca, kalbi göğsünü deli gibi dövmeye başlamıştı. Kendinde olsa asla soramayacağı bu soru, şimdi alkolün verdiği cesaretle net bir şekilde çıkmıştı dudaklarından. Mavileri Güney'in dudaklarına indi. Çerçeveleri belirgin dolgun dudakları doğal bir tonda kırmızı duruyordu.

 

"Ne?" diye fısıldadı Güney de tıpkı Damla gibi. Zihnine dolan bu sorunun gerçekliğini sorguluyordu. Yanlış mı duymuştu yoksa Damla ondan onu öpmesini mi istemişti? Alkolün bulandırdığı zihni ona bir oyun mu oynuyordu? Yoksa bu gerçek miydi?

 

"Hep merak etmişimdir..." diye fısıldadı usulca. "Biriyle öpüşmek nasıl bir duygu diye... İzel hep yapıyor, bende merak ediyorum ama hiç denemeye cesaret edemedim." Dudaklarından bir gülüş kaçtı, sonra ifadeleri yeniden ciddileşti ve "Lütfen beni öper misin?" diye fısıldadı yeniden.

 

"Damla..." diye itiraz etmek istedi Güney. Prenses dememişti, ya da başka bir sıfat eklememişti. Adının döküldüğü sesinde çaresizlik vardı.

Zihninin gerilerinde hâlâ nabız misali atan mantığının sesini duyabiliyordu ama bu onu yanlış bir şey yapmaktan alıkoymaya yetmiyordu.

 

"Lütfen..." diye fısıldadı yeniden Damla. "Bir daha asla bu kadar cesaretli olabileceğimi sanmıyorum. Bir daha asla birine bu kadar yaklaşabileceğimi sanmıyorum." Umarsızca, efsanevi bir aşk istiyordu Damla ama içine düştüğü hayatın bunun için müsait olmadığını biliyordu. Hayatının hiçbir noktasında birine, birini sevmeye yer olmadığını... Kahraman Hancı buna asla izin vermezdi. İzel bu konuda cesur davranıp bir adım atmış olabilirdi ama Damla hiçbir zaman onun kadar cesur olamamıştı. Kahraman Hancı bugün onları öğrense, yaşatacaklarını İzel göğüsleyebilirdi ama Damla'nın o kadar gücü yoktu. Onun hayatını korku yönetiyordu. Kahraman Hancı'ya duyduğu korku...

 

Geri çekilmesini söyleyen o mantığı isli bir camın ardında kaldı. Camın isli yüzeyine dokunan bir el, isi kazıyarak oraya arzuyu işlerken yüzünü kızın yüzüne yaklaşırken buldu.

 

Yapmaması gerektiğini biliyordu. Mantığı o isli camı yumruklayarak çığlık çığlığa bunu söylüyordu biliyordu ama sesini hiç duyamıyor, şiddetini hiç hissedemiyordu. Kendine engel olamıyordu Güney Kalkavan. Aradaki mesafe gittikçe kapanırken camın isi, mantığını tamamen örtmüş durumdaydı.

 

Genç kız dudaklarının üzerinde bir nefes hissettiğinde bedeni heyecandan titremeye başladı. Arka arkaya sertçe yutkunuşları faydasızdı, boğazına taşan o heyecanı yatıştıramıyordu. Sarhoşluğuna rağmen bu hissi aklına kazımak istediği için tüm algılarını açmaya zorladı kendini ama nafile...

 

Dudaklarından içeri sızan nefes Güney'in nefesi olduğunda zaten bulanık olan her şey daha da bulandı. Gelen alkol tadına rağmen tatlı bir tadı vardı nefesinin ve bu daha çok sarhoş edecekmiş gibi hissettiriyordu.

 

Bekledi. Dudakların dudaklarına dokunacağı anı bekledi. Kalbi göğsünü şiddetle döverken o dizginleyemediği heyecanı ile bekledi. Arada bir santimden daha az bir mesafe vardı, bir an sonrası hayatını değiştirecek bir dokunuştu.

 

Ama o dokunuş hiç gelmedi... Araya giren bir ses, o anın önüne geçti.

 

Duvara çarpan kapının sert gürültüsü ile ikisi de irkilerek o tarafa döndü. Aralarındaki kapanan mesafe yeniden açılırken içlerine dolan heyecanın yerini alan hayal kırıklığını göz ardı etmeye çalıştılar.

 

Savaş Kalkavan kapıda duruyor ve sorgulayan bakışlarla ikiliye bakıyordu. İzel hemen arkasında belirdiğinde Güney Damla'yı desteklemeye devam etse de ondan biraz daha uzaklaştı. Kursağında kalan hevesi yüzünden dudaklarından sert bir homurtu dökülürken sert bakışları istemsizce onları bölen ikilide dolanıp duruyordu. Onlar da her bölündüklerinde böyle hissediyorlardı demek ki...

 

"İzel..." diye bir nida banyonun içinde yankılandığında gözleri sonunda onlardan çekilmiş ve kollarından çıkmaya çalışan Damla'ya kaymıştı. Kollarını öne doğru uzatmış, İzel'e uzanmaya çalışıyordu. İleri doğru bir adım atmaya çalıştığında sendeledi ama düşmekten yine beline sarılı kol sayesinde kurtuldu.

 

O an düşmek umurunda da sayılmazdı pek. Düşünebildiği tek şey açık kapıda duran İzel'e ulaşmaktı.

 

"Şükürler olsun..." diye bağırdı Damla gülüşlerinin arasında. Biraz önce yaşamak üzere olduğu an aklından silinip gitmişti çoktan. "Kurtardınız bizi..." Her kelimesinin son heceleri biraz daha uzuyor, dili biraz daha dolanıyordu.

 

İzel telaşla lavabonun içine girip Damla'yı kollarından tutarken sorgulayıcı bakışları Güney ile Damla arasında gidip geldi birkaç saniye. "Neler oldu?" diye sorarken bakışları Damla'nın yüzünde sabitlenmişti.

 

Güney, Damla'yı İzel'e teslim ettiği sırada onun az önce yaşananlara şahit olmadığını net bir şekilde anladı. O an Savaş'ın arkasında kaldığı için neler olduğunu görememişti ama kuzenin bakışlarından, anladığı kadarıyla Savaş gayet farkındaydı her şeyin.

 

En azından İzel İzem Hancı ile uğraşmak zorunda kalmayacağım diye geçirdi aklından. Öyle bir ana şahit olsa, genç adamın canına okuyacağından hiç şüphe yoktu. Artık onu da yirmi katlı bir binadan aşağı mı atar, saçlarını mı yolar yoksa kitapla mı döver orasını Allah bilirdi.

 

Bir adım geri çıktı Güney İzel ve Damla'ya alan açmak için. "Tuvalete gelmiş sanırım..." diyerek kısaca anlatmaya başladı. "Beni fark etmeden girdi içeri, kapıyı da ben uyarmaya kalmadan kapattı. Kapının kolu da kırık olunca içerde kilitli kaldık. Sonra alkolün etkisiyle kusmaya başladı işte."

 

İzel başını sallayarak onu onaylayıp tüm dikkatini Damla'ya verdi ve ağırlığını tamamen üzerine alırken şefkatle sırtını sıvazlayıp ıslak yüzüne yapışan birkaç tel saçı kenarı iteledi.

 

"İzel..." diye seslendi Damla bu kez. Sanki İzel'in kollarında değil de İzel ondan çok uzaktaymış gibi bağırmıştı. "Çok çişim var..."

 

Güney onlardan uzaklaşıp kuzeninin yanına geçtiği sırada İzel'in ne söylediğini duymadı ama Prensesin söylediği şeye verilecek cevabı duymasa da olurdu zaten.

 

Eh... diye geçirdi içinden. En azından benden onu öpmemi istedi, suratıma çok çişim var diye bağırmadı.

 

Savaş ve Güney önce banyodan ardından da odadan çıktılar. Parti tüm hızıyla devam ederken onlar için bu parti çoktan noktalanmıştı.

 

Savaş, "O haliniz neydi öyle?" diye sordu ifadesiz bir sesle. Poker yüz olurdu ya bazı insanlar. Savaş Kalkavan, istediğinde poker ses de olabiliyordu.

 

Sesinden ya da yüzünden ne düşündüğünü asla anlayamadı Güney. Kızgın mıydı, ona sövmek mi istiyordu yoksa umurunda değil miydi? Hiç renk vermiyordu.

 

Omuz silkti. "Anlık gelişen bir şeydi..." İçinde kalan o öpücüğün damağına yaydığı hayali leziz tadını düşünmemek için uğraşıyordu. Düşünürse içeri dönüp yarım bıraktığı şeyi tamamlaması için delice bir arzunun baş göstereceğinden emindi.

 

"Anlık gelişen bir şeydi?" dedi sorarcasına Savaş ifadesiz bir sesle, birkaç kez başını aşağı yukarı sallayıp. Ardından ani bir hareketle kuzeninin giydiği gömleğin yakalarına yapışıp kızgın gözlerle baktı ona. "O kızı yaralı kalbinden uzak tut Güney." dedi sert bir sesle uyarırcasına. "Damla senin kalbinin yara bandı değil, Yasemin'in bıraktığı tahribatta o kızı boğamazsın. Bu sadece Damla'yı üzer, Damla üzülürse..."

 

"Biliyorum!" dedi Güney de en az onun kadar sert bir sesle. Ses tonu hesaplandığından daha yüksek çıkınca başı bir an odasının kapısına kaymıştı. Bu konuşmaya birinin -özellikle o biri İzel Hancı'ysa- şahit olmasını istemiyordu.

 

Ellerini Savaş'ın ellerinin üzerine koyup yakalarını onun ellerinden kurtardı. "Damla üzülürse, İzel üzülür ve sen ebemi sikersin." Savaş'ın ellerinden kurtardığı yakalarını düzeltirken derin bir nefesi içine çekti genç adam. Sanki Savaş'ın parmakları gömleğinin yakalarına değil de doğrudan boğazına dolanmış gibiydi. "Niyetim de bu değildi zaten." diyerek kendini açıklamaya koyuldu. Ama sözleri Savaş'tan çok kendini ikna etmek uğruna kurulmuştu... "Prensese karşı bir şey hissettiğim falan yok, ya da onu bir çıkmazın içine sokmak gibi bir niyetim... Dediğim gibi anlık gelişen bir şeydi, o istedi diye... Zaten bir şey olduğu da yok."

 

Savaş sadece baktı kuzeninin yüzüne. Durumun hiç de öyle olmadığını gözlerinde görebiliyordu. Oradaki etkilenmeyi, irislerine yansıyan enerji akımını... Onu çok iyi tanıyordu.

 

Savaş'ın bakışlarının ağırlığı onu ezmeye başladığında "Bana öyle bakmayı kes..." diye homurdandı. "Gerçekten sandığın gibi bir şey yok. Sadece... Alkol yüzünden ikimizin de aklı bulanıktı, için rahat olsun. Sevgilini üzecek bir etkim olmayacak Prensesin üzerinde. Zaten o da yarın sabaha her şeyi unutmuş olarak uyanır."

 

"Dua et..." dedi Savaş son kez kuzeninin yüzüne bakarken. "Dua et unutmuş bir şekilde uyansın..."

 

Güney Savaş'ın yan dönmüş profiline bakarken dudağının bir köşesi istemsizce kıvrıldı. O da bakışlarını çekti kuzeninden ve dudaklarının arasından sessizce bir dilek döküldü.

 

Umarım uyandığında her şeyi hatırlıyor olur...

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Odanın lambasını yakarken Savaş'a Damla'nın yatağını işaret edip "Şuraya yatırır mısın?" diye sordum.

 

Partiden nasıl ayrıldık, eve nasıl geldik hiçbir fikrim yoktu. En son hatırladığım şey, Gece'nin bir şeyleri daha da berbat etmemesini umarak Savaş'ın yanına dönmem ve sonra Damla'yı aramaya çıkıp, onu üst katta Güney ile banyoda kilitli kalmış bir halde bulmamdı.

 

Ah bir de, onu toparlayıp gitmek için aşağı indiğimizde dans etmeye devam etmek istemesi, gitmemek için direnip merdiven trabzanlarına yapışması vardı hafızamda. İkna etmesi fazlasıyla zor olmuştu.

 

"Bir daha içmesine asla izin vermeyeceğim." dedim yorgun bir sesle, isyan eden ayaklarımı ayakkabılardan kurtarıp düz zemine basmanın tadını çıkarırken.

 

Savaş Damla'yı dikkatle yatağına yatırıp bana döndü. "Geri dönülemez hatalar yapmaya meyilli oluyor sanırım. Ama ilk kez sarhoş olan biri için oldukça normal."

 

Ellerimi şakaklarıma bastırıp ağrımaya başlayan başımı ovalarken "Haklısın..." diye mırıldandım. İlk kez sarhoş olduğunu unutuyordum bazen...

 

Parmaklarımın baskısıyla rahatlayan başım yüzünden kapanan gözlerim, yüzümde bir nefes hissettiğimde yeniden açıldı. Savaş'ın bedeni hemen bir adım ötemde dikiliyordu şimdi. Ellerini kaldırıp benim ellerimin üzerine koyduğunda ve başıma benim parmaklarımla birlikte masaj yapmaya başladığında yeniden kapattım gözlerimi, bu kez bilinçli olarak.

 

Kokusu ciğerlerime dolduğunda tüm dertlerimden sıyrılmışım gibi bir rahatlama çöktü üzerime. Bu his artık normalim olmuştu.

 

Kendi elimi çekip kendimi tamamen Savaş'ın parmaklarının büyüsüne bıraktım ve ellerimi geniş omuzlarına koyup kokusunun tadını çıkardım. Her hücremin derinliklerine sızıp beni baştan sona yeniliyordu sanki. Büyüleyiciydi.

 

"Çok mu ağrıyor başın?" diye mırıldandı usulca.

 

Gözlerimi açıp okyanuslarının huzurlu kollarına bıraktım kendimi. "Çok değil..." diye cevap verdim. "Ama artmaya meyilli bir ağrı..."

 

Uzanıp alnımın bir köşesine dudaklarını bastırırken tenime doğru "Sana kahve yapmamı ister misin?" diye sordu. Kahvenin baş ağrıma iyi geldiğini biliyordu.

 

Ona alttan alttan minnetle bakarken "Çok isterim." dedim. Şu an gerçekten bir kahveye ihtiyacım vardı. "Bir de mutfakta bir yerlerde ağrı kesici olacaktı, onu da getirebilir misin?"

 

Başını sallayarak onaylayıp son kez başımın üzerini öptükten sonra odadan çıktı. Birkaç saniye arkasından bakakaldım. Şans... Bunun adı kesinlikle şanstı. O benim şansımdı...

 

Ardından derin bir iç çekip yeniden Damla'ya döndüm ve önce üzerindeki gece elbisesini pijamaları ile değiştirip, sonra da sabaha cinayete meyilli bir şekilde uyanmasın diye usulca makyajını sildim.

 

İşim bittiğinde adımlarım kendi odamı bulmuştu, Savaş oradaydı. Yatağımın bir kenarına oturmuş telefonu ile uğraşıyordu. Gözümün ucuna çalışma masamdaki kalabalık çarptığında bakışlarım Savaş'tan o noktaya kaydı. Bir tepside sandviç, kahve, su ve ağrı kesici vardı.

 

"Ağrı kesiciyi aç karnına içme diye sandviç yaptım." dedi Savaş yataktan kalkarken. Dudaklarım kıvrıldı istemsizce. Bu ince davranış karşısında mideme dolan kelebekler tatlı bir bahar havasında gibi cıvıl cıvıllardı tam şu an. Gülümsemem gittikçe derinleşirken kahvelerimi yüzüne çevirip "Teşekkür ederim..." diye mırıldandım. Yaptığı her hareket nutkumun tutulmasına neden oluyordu. Bir insan nasıl her yönüyle mükemmel olabilirdi? Savaş Kalkavan her yönüyle mükemmel biriydi...

 

Odanın kapısını ardımdan kapatıp "Önce beni şu elbiseden kurtarsana..." diye mırıldandım. Başparmağım omzumun üzerinden geriyi, elbisenin arkada kalan fermuarını işaret etmişti.

 

Savaş'ın bakışları ağır ağır üzerimde gezinip oyalana oyalana bacaklarımda dolanırken "Bence kalsın..." diye mırıldandı. Bakışları kadar ağır olan adımları usulca bana yaklaşıyordu. "Tabii çıplak yemek yemek istiyorsan o başka."

 

Okyanuslarını sarmaya başlayan alevlerın ısısı bana kadar geldi. Tenimi bir ürperti sararken dudaklarım aralanmıştı. Bu bakışların altındaki anlamı tanıyordum, bu cümlenin altında yatan imayı...

 

Tenimi saran o ürperti usul usul derimin altından ilerleyip kasıklarıma doğru akarken yutkunup tamamen ona doğru döndüm.

 

Tam önümde durdu. Bir eli havalandı, parmaklarının sırtı usulca dirseğimden başlayıp tenimi okşayarak omzuma çıktığında tenimin altında sanki kıvılcımlar çakmıştı. Zarif parmaklarının hedefi elbisemin ince askısı olurken alt dudağı dişlerinin arasına yuvarlandı ve beni kıvrandıracak kadar seksi bir hareketle dudağını ısırıp elbise askımla oynadı birkaç saniye.

 

Parmağı ve dudağı iş birliği yapıyordu. Zaten o dudakları ve parmaklar ne zaman iş birliği yapsa ben cayır cayır yanıyordum.

 

Aklıma daha önceki sevişmelerimizin anıları dolarken kuruyan damağıma rağmen sertçe yutkundum.

 

Dişleri alt dudağını serbest bıraktı, eş zamanlı olarak parmağı da kanca misali askıma dolanmış ve omuzumdan aşağı itelemişti.

 

"Seç sevgilim?" diye fısıldadı kalbimi ağrıtan bir nefesi yüzüme doğru akıtırken.

 

Neyi seçmeliydim? Neyden bahsediyorduk artık hiçbir fikrim yoktu. Konu neydi?

 

Düşüncelerimi baştan sona esir almıştı. Ve ne yaptığını o kadar iyi biliyordu ki...

 

Parmaklarının tersi çıplak kalan omzumu okşamaya devam ederken tek kaşını kaldırıp baktı bana. Okyanuslarındaki fırtına öyle cezbediciydi ki... Titanik bile buz dağına gerek kalmadan yenilirdi o okyanuslara...

 

Parmakları usul usul boynuma tırmandığında tenimin altındaki ürperti artık elektrik akımı gibiydi. O hissin ne olduğunu biliyordum ve bu ona yakındı. Tek farkı can yakmıyor aksine baş döndürücü bir zaaf haline gelip kendine bağlıyor ve daha fazlasını istememe neden oluyordu.

 

"Savaş..." diye fısıldarken buldum kendimi. Eli usulca enseme dolanıp ensemi kavradığında diğer kolu da belime dolanmış ve beni kendi bedenine yaslamıştı. Kıyafetlerin üzerinden bile hissettiğim sıcaklığı beni neredeyse inletecekken yine yeniden sertçe yutkundum. O partide onu öpmekten kaçınma nedenimin içindeydik. Omurgamdan aşağı inen ürperti, kadınlığımda başlayan yangını körüklüyordu.

 

"Söyle güzelim..." dedi Savaş nefesini daha derinden hissedeceğim kadar yaklaşmıştı bana. Baş parmağı şah damarımın üzerinde gezinirken yüzü yüzüme biraz daha yaklaştı, nefesi dudaklarımdan içeri aktı ve ben gözlerimi kapattım.

 

"Seni istiyorum..." diyebildim sadece. Nefes nefese kalmıştım birkaç saniye içinde. Sert nefeslerim yüzünden şişen göğüslerim onun sert göğsüne çarpıyordu her seferinde. Altına sütyen giymediğim elbisemin ipeksi kumaşı, Savaş'ın etkisiyle sertleşen göğüs uçlarıma sürtünüyordu.

 

"Yorgun musun?" diye sordu Savaş bu kez. Dudakları dudaklarıma o kadar yakın duruyordu ki... Ama beni öpmüyordu ve bu kesinlikle bir işkenceydi. Gözlerimi açıp içinde alev alev yandığından emin olduğum şehveti saklama gereği duymadan, "Yorgun olsam ne olacak?" diye sordum nefes nefese. "Duracak mısın yani?" Kızgın çıkan sesime engel olmak gibi bir çabam yoktu. Durma ihtimali de yoktu. Bu noktadan sonra hiç yoktu hemde... Kasıklarımdaki sızı artık can yakıcı bir derecedeydi delicesine ihtiyacım vardı ona.

 

Çarpık bir gülüşle baktı Savaş bana ve uzanıp dudaklarını dudaklarıma sürttü. Boğazımın gerisinden kaçan inlemeye engel olamadım.

 

"Durmayacağım." dedi net bir sesle, ensemi kavrayan parmaklarını sıkılaştırıp belimi daha sıkı kavrarken. Artık bedenlerimizin arasından hava bile giremezdi. Güçlü parmakları belimin kıvrımından aşağı kayıp kalçalarımdan birini kavradığında aldığım nefesler daha da sıklaştı. Kendini bana bastırıp sertliğini hissettirdiğindeyse öncekinden daha güçlü bir inleme kaçmıştı dudaklarımın arasından.

 

"Yorgunsan, seninle seni yormadan sevişeceğim. O yüzden sordum." Her kelimenin her harfinde dudakları dudaklarıma sürtünüyordu.

Havada öylece asılı kalan ellerim usulca tişörtünün eteklerinden içeri sızdı ve kaslı sırtından yukarı doğru tırmandı. Parmak uçlarımdaki kasların kasılmalarını hissetmek alt dudağımı ısırmama neden olmuştu. Yukarı doğru çizdiğim yolu yeniden inerken bu kez tırnaklarımı tenine batırdım. Sivri tırnaklarımın geride hafifçe izler bıraktığını göremesem de biliyordum. Sırtı, tırnaklarımın yuvası olmuştu geçtiğimiz haftalarda. Tıpkı benim onun yuvası olmam gibi...

 

"Sana enerjim hep var Savaş Kalkavan..." dedim şehvetin buğusuna bulanmış sesimle ve kaçak dövüşmeyi bırakıp üzerinde yükseldiğim ayak parmak uçlarımla birlikte dudaklarına kapandım.

 

Aynı şiddetle karşılık verdi öpücüğüme, dişlerimiz birbirine sürtünürken dillerimiz de birbirlerine dolanmıştı. Savaş'ın ensemdeki parmakları saçlarımın arasına kayıp onları diplerinden kavrarken başını yana yatırdı ve öpücüğü daha da derinleştirdi. Öyle ki dudaklarım kalbimin elçisiymiş de o, o elçi aracılığıyla kalbimi öpüyormuş gibi hissetmiştim.

 

Aynı anda dudaklarımızdan sert birer inleme döküldü odanın içine. Kalçamdaki eli hoyrat hareketlerle kalçamı yoğururken, dişleri alt dudağımı sıyırarak serbest bırakmış ve "Önce sandviçi yiyip ağrı kesicini ve kahveni içmelisin." diye fısıldamıştı nefes nefese.

 

Bu adamın beni düşünmelerini yerdim ben. Ama daha sonra... Çünkü şu an ne kahve umurumdaydı ne ağrı kesici... Umurumda olan tek şey, ihtiyaç duyduğum tek şey onun bana dokunmasıydı.

 

Sırtından çektiğim ellerimle tişörtünün yakasını kavrayıp sert hareketlerle çekiştirdim. Gelen yırtılma sesiyle yumuşak kumaş ortadan ikiye ayrılmış ve mükemmel teni gözlerimin önüne serilmişti.

 

Can çekişen kumaşın devamı da parmaklarımın arasında son nefesini verdi. "Savaş Kalkavan..." dedim nefes nefese. Artık üzerinde yelek gibi duran tişörtü geniş omuzlarından geriye itelemiştim. Gözlerim, şehvete eşlik eden huzurlu bir keyifle beni izleyen gözlerine tutundu. "Şu an ihtiyacım olan tek şey beni becermen." Parmaklarım kaslı göğsünde gezindi usul usul, yer yer parmaklarımın zarif dokunuşunu tırnaklarımın hırçınlığı alıyor, beyaz teninde tatlı duran kırmızı izler bırakıyordu. Meydan okurcasına tek kaşımı kaldırdım. "Sertçe..."

 

Kayışları kopardığı anı gözlerinde gördüm. Birden ayaklarım yerden kesildi ve saçlarımın arasına karışan eli yeniden ensemi bulurken dudaklarımızı yeniden birleştirdi. Nezaketten çok uzak bir öpüşmeyle aklımı başımdan alıp, damarlarında tutku ve şehvetin kanını ağırlayan hareketleriyle yatağa taşıdı bizi.

 

Yumuşak yatak ağırlığımızla içe doğru göçerken Savaş'ın ıslak ve hoyrat öpücükleri dudaklarımdan çeneme ve oradan da boynuma kaydı. Dilinin bıraktığı ıslak izleri nefesiyle ateşe veriyor, beni altında kıvrandırıyordu.

 

Yatağa yasladığı kolu yüzünden ağırlığını tamamen üzerimde hissedememek, ellerimi sırtına dolandırıp onu kendime daha fazla çekmeme neden oldu.

 

Bacaklarım beline dolanırken o da kasıklarını kasıklarıma bastırmış ve benim için tamamen hazır olan demir gibi sert erkekliğini kadınlığıma sürtmüştü.

 

Tanrım... Aradaki kıyafetlerin fazlalığına rağmen nabız gibi attığını hissedebiliyordum ve bu his dilimi damağımı daha çok kurutuyordu

 

Kalçalarımı hareket ettirip daha fazlası için resmen vücudumla yalvardım ona.

 

Boynumdaki ıslak öpücükleri kulağımın altına çıktı ve kulağım ile çenemin birleştiği yerdeki hassas noktayı öptü önce. Her öpücüğünde tenimde yeni bir yangın başlatıyordu. Alnımda birikmeye başlayan ter damlalarının minik tomurcuklarını hissesebiliyordum.

 

Kulak memem dişlerinin arasına yerleştiğinde ve orayı hafifçe ısırıp çekiştirdiğinde yeniden inledim. "Savaş..."

 

"Seni becereceğim..." diye fısıldadı kulak mememi rahat bırakıp. Yeniden kulağımın altındaki o hassas noktayı öptü. "Sertçe... Adını unutturacak kadar sertçe." Her cümleden sonr imza atar gibi tenimi öpüyor, dişlerinin arasında tatlı tatlı eziyet ediyor ve diliyle eziyet ettiği noktaları seviyordu. "Benden başka hiçbir şeyi düşüneneyecek hale getireceğim seni. Ama bitmeyecek İzel, her hücren daha fazlası için yalvaracak bana ve ben ona istediğini verip seni daha fazla becereceğim."

 

Öyle de yaptı...

 

Vücudu bedenimden aşağı doğru kayarken tek yapabildiğim adını inlemekti. Diğer askım da sıyrılıp gitti omzumdan. Ellerimi askılardan geçirip kollarımı kurtarırken onun ıslak öpücükleri göğüslerimin üst noktalarına kadar inmişti. Çenesi ile elbiseyi aşağı doğru itmeye başladı, açılan her noktaya imzasını bırakır gibi öpücüklerini bırakıyor, ardından aynı noktaları nefesi ile ateşe veriyordu.

 

Göğüslerim elbisenin baskısından kurtulduğunda ve dudaklarının rotası göğüs ucuma dolandığında sert bir inleme ile saçlarına tutunup başını daha fazla bastırdım kendime. Başım yatağın içine gömülmüştü. Bir eli diğer göğsümü yoğururken dudağı diğerine işkence çektiriyordu. Dişlerini sürttüğü her an beni daha yoğun bir titreme sarıyordu.

 

Bunu sırayla her iki göğsüme de yaptı, sadece bu hareket bile beni sınıra yaklaştırmaya yeterdi. Savaş bunu anlamış olacak ki en sonunda dudaklarını çekti göğüslerimden ve bedeni iki bacağımın arasından yükselirken beni izledi birkaç saniye. Bir eli hâlâ göğsümdeydi ve iki parmağının arasına aldığı meme ucumla oynuyordu.

 

Sertçe yutkunduğunu gördüm. "Tam ağzıma layıklar..." diye fısıldadı, geride bıraktığı ıslaklıkları ürpertecek bir fısıltıyla. Ardından ucuyla oynadığı göğsümün tamamını kavrayıp hoyratça yoğururken "Tam ellerime göreler. Mükemmeller." dedi soluk soluğa.

 

Parmaklarının sert baskısı tüm kelimelerimi çekip alıyordu benden, merkezime gönderdiği frekanslar geride sadece inlemeyi andıran bir dolu anlamsız ses bırakıyordu.

 

Elleri göğsümü terk ettiğinde neredeyse eline yapışıp yeniden aynı noktaya koyacaktım. Dokunuşu o kadar iyi hissettiriyordu ki...

 

Beni durduran ellerinin bu kez bacaklarımı kavraması oldu. Bedeni biraz daha aşağı kaydı ve elleri bacaklarımda kayıp elbisemin eteğini belime kadar sıyırırken onun başı bacaklarımın arasına yöneldi.

 

Sırtım iyice yatağa gömüldü bu hareketle. Başımı kaldırıp nefes nefese onu izledim. Şehvetle kararan bakışları doğrudan bacaklarımın arasındaki o noktadaydı.

 

Parmakları tenime gömülürken burnunu ince dantel iç çamaşırımın üzerinden klitorisime sürttüğünü gördüm, aldığı derin derin nefeslerle beni kokladı. Şişmiş tepecik bu hareketle daha da zonklarken tüm bedenimi uyarmıştı. "Bu kokuyla sarhoş olabilirim." Omurgamdan aşağı inen ürperti dalgası doğrudan kadınlığımın merkezine akın ediyor ve orayı daha çok suluyordu.

 

Sert bir inleme döküldü yeniden dudaklarımın arasından ve kalçalarımı çaresiz bir hareketle yüzüne doğru iterken "Öp beni." diye soludum. "Beni öpmene ihtiyacım var.

 

Gözlerini bana kaldırdığında onu izlediğimi görmek yan bir gülüşle sırıtmasına neden olmuştu.

 

"Söylemene gerek yok bebeğim..." diye fısıldadı Savaş nefesini bile isteyen ıslak merkezimde hissetmemi sağlarken. "Ne denli ıslandığını görebiliyorum. Beni ne denli istediğini, ne denli ihtiyaç duyduğunu..."

 

Sert bir öpücük kondurdu klitorisimin olduğu noktaya ardından gözlerimin içine baka baka dişleriyle iç çamaşırımı kenara çekti. "Seni sadece öpmekle kalmayacağım, seni yemeyi planlıyorum İzel İzem Hancı..." Tam adımı kullanması nefesimi kesmeye yetmişti. Böyle bir anda, iliklerime kadar şehvete bulanmışken bunu söylemesi istemsizce hoşuma gidiyordu. Eskiden rahatsız olduğum bu ayrıntı, Savaş Kalkavan'ın dudaklarından döküldüğünde kulağıma bir lütuf gibi geliyordu.

 

Sadece İzel'i değil, İzem'i de kabulleniyordu...

 

"Savaş..." diye inlerken buldum kendimi. Hemen sonra dudakları kadınlığım ile buluşmuş, dili en kuytu kıvrımlarımı keşfe çıkarken beni her kelimeye kör, sağır ve dilsiz bırakmıştı. Başımı havada tutmak bile imkânsızlaştı, yatağa düşen başım, sanki sonsuzluğun içine düşmüş gibi yatağa gömülürken, zihnim de aklımdan kayıp gitti. Zaman zaman tatlı tatlı emiyor, zaman zaman dişleriyle bana çığlıklar attırarak beni zirveye taşıyordu ama düşmeme hiç izin vermiyordu. Her seferinde beni zirveden geri çekip yeniden aynı noktaya taşıyordu. Bu nokta onun insafsızlığı ile yüzleştiğim nokta oluyordu hep ama bu insafsızlık uğruna yemin ederim canımdan vazgeçebilirdim. Öyle bir his, öyle bir etki bırakıyordu bende.

 

Ne kadar sürdü hiçbir fikrim yok...

 

İçimde patlamaya yer arayan orgazmın varlığı ile Savaş'a yalvardığım anlar net sadece... Tenimin altındaki yangın hiç olmadığı kadar şiddetli, onu da benimle birlikte yakıyor.

 

Geri çekildiğinde dudaklarımdan önce itiraz eden mırıltılar çıktı. Bir damla terin alnımdan şakağıma doğru kaydığını hissettim. Parmakları pantolonunun kemerine ulaştı ve usul usul çıkardı onu. Yarı aralık gözlerimle izliyordum hareketlerini, tıpkı onun da beni izlediği gibi. Hâlinden memnun bir gülüşle, darmadağın ettiği bedenimi süzüyordu tadını çıkara çıkara.

 

Pantolonun düğmesini açıp, fermuarını indirdi ve boxerı ile birlikte çıkardı.

 

Karnına doğru uzanan uzun sertliğine bakarken alt dudağımı ısırmıştım. Bana mükemmel olduğumu söyleyip duruyordu ama asıl mükemmel olan oydu. Her şeyi ile o kadar bana uygundu ki...

 

Tek dizini yatağa yaslayıp yeniden üzerime uzandığında kollarımı kaldırıp güçlü bedenine sararak onu kendime çektim ve dudaklarımızı birleştirdim. Tadına karışan tadımı aldığım sırada erkekliğini de girişimde hissetmiştim.

 

Dudaklarımı usul usul öptü, tatlı bir yavaşlıkla ve aynı yavaşlıkla da içime girip beni doldurmaya başladı. Bana hem tadını veriyor, hem de her santimini, her kıvrımını hissetmemi sağlayacak bir ritimle beni dolduruyordu.

 

Aynı anda inledik, tamamını içime aldığımda hissettiğim doluluk hissiyle tırnakların yine ve yeniden sırtına gömüldü.

 

Kadınlığımın duvarlarında başlayan istila tüm vücudumu sararken dudaklarını dudaklarımdan çekip terli alnını terli alnıma yasladı. Kendini geri çekip yeniden içime ittiğinde sıktığı çenesiyle birlikte "Siktir..." diye fısıldamıştı. "Cehennem gibi sıcacık, cennet gibi muhteşem hissettiriyorsun."

 

Altında kıvranıp hızlanmaya başlayan ritmine aynı şiddetle karşılık verirken "Hiçbir şey..." diye fısıldadım tıpkı onun gibi. "Senin içime boşaldığın andaki kadar sıcak hissettiremez Savaş..."

 

Dudaklarından çaresiz bir inilti dökülürken yeniden dudaklarıma kapanıp darbelerini daha da şiddetlendirdi.

 

İşte aradığım ritim buydu...

 

Zaten hazırda olan orgazm öyle hızlı ve şiddetli çarptı ki... Gözlerim geriye kayarken ona daha sıkı tutunup şiddetli hareketlerle titreyerek etrafına boşaldım. Ama o durmadı. Darbeleri hiç yavaşlamadı. Aksine, üzerimde yükselip bana üstten bakarken iki eliyle belimi kavrayıp içimi daha sert darbelerle talan etti.

 

Sırtından kayan ellerimin rotası bu kez bilekleri olmuş ve sırtına bıraktığım izlerden çok daha derinlerini bileklerine bırakmıştım.

 

İkinci bir orgazm içimde yükselmeye başlarken ani bir hareketle bedenimi doğrulttum ve omuzlarına tutunup kucağına yerleştim. Dizlerim yatağa yaslanırken kontrol şimdi benim elimdeydi. Durmadım, yavaşlamadım. Omuzlarına tutunurken kucağında inip kalkarak daha fazlasını aldım ve daha fazlasını verdim. Kolu belime dolandı, aramızda hiç mesafe bırakmadı. Çıplak göğüslerim, çıplak göğüslerinin baskısıyla ezildi ama bu sadece aldığım zevkin oranını artırdı.

 

Vücuduma dokunan her bir noktasındaki kasların dalgalanışını kendi vücudumda hissettim. Ben ne kadar yakınsam o da o kadar yakındı.

 

"İzel..." diye fısıldadı bir eli sırtımda dolaşırken. Parmak uçları omurgamı baştan uca geziyor, oralarda dolaşan ürpertinin dozunu artırıyordu, terden sırtıma yapışan saçlarımı kenara çekiyordu.

 

Yükseldik, yükseldik, yükseldik...

 

Aynı anda patladığımızda artık benim için bir zaaf haline gelen sıcaklığını içimde hissetmek omzuna sardığım kollarımın sıkılaşmasına, dişlerimin omzuna saplanmasına neden olmuştu.

 

"Seni seviyorum..." diye fısıldadı son damlasına kadar içime akarken. Kollarımın boynuna sarılı olması ya da dişlerimin omzuna saplanmış olması umurunda değildi. O da benim gibi anın içinde kaybolmuştu.

 

Her şeyi bittiğinde bir süre birbirimize sarılı bir halde birbirimizde dinlendik. En sevdiğim anlar listesinde zirveye oynardı bu sevişmelerimizin sonunda bir birbimizde soluklandığımız anlar...

 

"Savaş..." diye fısıldadım ben de tıpkı onun gibi. "Hayatımdaki varlığına minnettarım..."

 

Sessizlik sardı etrafımızı. Bir cevap vermedi ama omzuma kondurduğu öpücüklerinden gülümseyişini net bir şekilde hissedebiliyordum.

 

Bazı eylemler vardı. Hisleri ruhunuza işlediğinde sözlerden çok daha etkili olurdu o eylemler. Bu öyle bir eylemdi işte.

 

Biz birimizin hayatlarına ansızın sızmış, sonra birbirimizin iyi ki'si olmuş iki yaralı ruhtuk, birbirimizde iyileşiyorduk...

 

🎭💎

 

YAZARDAN:

 

Genç adam dağılan kalabalığın ardında bıraktığı tahribata kısacık bir bakış attıktan sonra umursamadan adımlarını merdivene doğru yöneltti. Ellerinden biri saçlarının arasına karışıp parmakları saçlarını daha da dağıtırken yanaklarını sıkıntıyla şişirdi. Bu gecenin finalini böyle düşünmemişti. En azından yatağı boş kalmayacaktı ama hesaba katmadığı olaylar yüzünden her şey sarpa sarmıştı.

 

Aklı banyosunda olanlara kaydı. Çalamadığı o öpücük aklını o kadar meşgul etmişti ki hiçbir kadın ilgisini çekmemişti onlar gittikten sonra bile. Zaten on on beş dakika sonra da Güney partiyi bitirmiş ve insanları neredeyse kovarcasına çıkarmıştı evinden.

 

Zihnine yeniden yumuşacık duran dolgun dudakların görüntüsü dolduğunda merak duygusu da beraberinde nüfuz etti hücrelerine. Tam olarak o merak duygusuydu başka bir kadını istemesine engel olan. O dudakların tadını merak ediyordu artık, başka birininkini değil...

 

Ciğerlerine dolan sıkıntılı bir nefes ile yüzünü sıvazlarken üçüncü basamağa adım attığında bir bardağın yerde yuvarlanan sesi adımlarını durdurdu. Susan müzik ve dağılan kalabalıkla evine çöken ölüm sessizliğinin arasında fazla gürültülü gelmişti bu ses.

 

Kaşları çatıldı, omzumun üzerinden geriye bakarken yanan ışıkların altında hiçbir şey göremedi.

 

Yeniden omuz silkti, verdiği partinin geride bıraktığı tahribatın etkilerinden biri olmalıydı bu da.

 

Tam önüne dönüp yoluna devam edeceği sırada o bardak yeniden yuvarlanmaya başladı. Aynı tiz ses, sessizliği yeniden delip geçerken bu kez daha uzun sürmüştü.

 

"Sikeyim..." diye homurdandı Güney kendi kendine. "Hangi beynini siktiğim unuttu kendini burada?"

 

Çıktığı o üç basamağı hızla geri inerken içerde kalanın kim olduğuna bakmak için sesin geldiği tarafa yöneldi adımları. Biri sızıp kalmış olmalıydı ve şimdi de ayılıyor, ayılırken de ne var ne yok deviriyordu muhtemelen.

Salonun ortasına gelen adımları, yerde durmak üzere olan bardağın yanında durdu. Bir sağa bir sola sallanarak sessizliğe meydan okumaya devam ediyordu o bardak. "Siktiğimin bardağı..." dedi yine kendi kendine.

 

Bardağı yerden almak için tam eğilmek üzereyken bir alkış sesi doldu bu kez kulağına. Tek bir kişiden gelen, yavaş ve tane tane olan bir alkış sesiydi. Kaşları yeniden çatıldı Güney'in. Doğrulup sesin geldiği noktaya baktığında, görmeyi beklediği her şeyin çok ötesinde biri çarptı gözlerinin kıyısına.

 

Yasemin Koçer, omzunu duvara yaslamış yüzünde çarpık bir gülüşle Güney'e bakıyordu.

 

Bakışları anında serleşti Güney'in. Zihni ayık olduğu anlardan bile daha berrak bir hale gelirken burnu, sertleşmeye başlayan soluklarla genişlemişti. "Sen!" diye solurken elleri iki yanında yumruk olmuştu.

 

"Ben..." dedi Yasemin keyifli bir sesle. Omzunu duvardan ayırmıyor, durduğu yerden öylece bakıyordu Güney'e. "Özledin mi beni?"

 

Bu soru Güney'in kalbini yoklamasına neden oldu istemsizce. Uğruna hayatını harcadığı kadın duruyordu karşısında, nasıl yoklamazdı ki... Her zaman orada olan duygulara ulaşamamak, elini uzattığında parmaklarının tuttuğu tek şeyin boşluk olması onu rahatlattı. His yoktu. Aşk yoktu. Nefret bile yoktu... Güney Kalkavan'ın artık Yasemin Koçer'e harcayacağı iyi veya kötü tek bir duygusu bile yoktu.

 

Güney'in sessizliği üzerine başını sağ omzuna doğru yatırdı Yasemin ve baştan aşağı süzdü onu. "Beklediğim gibi bulmadım seni..." derken sesindeki keyif kaybolmuştu. "Üzerinde daha fazla etkim var sanıyordum. Beni yanılttın... Beni şaşırttın."

 

Bakışlarından alabildiği tek duygu memnuniyetsizlik oldu genç adamın. "Ne o?" diye sordu sert bir sesle. "Beni aylarca hatta yıllarca aldatan, zihni hastalıklı bir fahişenin arkasından karalar mı bağlamamı bekliyordun?"

 

Bu sözlerin üzerine "Ah..." dedi Yasemin üzülmüş gibi çıkardığı bir sesle. "Demek öğrendin..." Dudaklarını büzüp omuz silkti. "Tüh, bunu sana bizzat kendim söylemek isterdim. O kadar yıl bir aptal gibi ayakta uyuduktan sonra öğrendiğin ilk an, yüzünün alacağı şekli görmek isterdim."

 

Gözlerindeki karanlık ifadeyi daha önce nasıl fark edemediğini düşünüyordu Güney. O ifade hep oradaydı. Yasemin hep oradaydı aslında. Bütün kirli zihniyeti, hastalıklı arzuları ve psikopatlığı ile gözlerinin önündeydi. Ama aşkı gözlerini öyle kör etmişti ki görmesi imkansız bir hâl almıştı.

 

Ama şimdi görüyordu. Net bir şekilde görüyor, o videolarda gördüğü yüzü maskenin ardına saklanmış kadının yerine çok rahat bir şekilde Yasemin'i koyabiliyordu.

 

Aenean diye geçirdi aklından. O kendine böyle diyordu değil mi?

 

"Annenle babanın son halini de görmek isterdin eminim." diye soludu Güney sert bir sesle bu kez. "Hoşuna giderdi."

 

Kahverengi gözlerindeki memnuniyetsizliğin uçup gidişini izledi. Gözlerini bile kırpmadan baktı o gözlere. Tek bir duygu kırıntısı aradı. En azından kendi anne babasına karşı insani bir duygu besleyebildiğini görmek için. O kadar da canavar olmadığımı görmek için belki de... Yıllarca böyle bir canavarı kalbinde ağırlamış olmayı kabullenemiyordu içten içe. Küçücük bir bebeğe annesinin gözlerinin önünde neler yaptığını izlemişti. Masum insanları nasıl bir vahşetle acı çektire çektire katlettiğini... Kabullenemiyordu Güney Kalkavan. Dokunduğu, öptüğü kadının böyle biri olmasını kabullenemiyordu.

 

İyileşmişti o, tedavi olmuştu bir yıl boyunca... Öyle olmak zorundaydı...

 

Omzunu duvardan ayırdı Yasemin Koçer ve öne doğru bir adım attı.

 

"Fotoğraflarını gördüm..." dedi Yasemin memnuniyet dolu bir sesle. Beklediğini görememek Güney'i kırmadı ya da üzmedi, sadece öfkeyi hissetti. Kendine karşı olan öfkeyi... Aşkına ve kör oluşuna...

 

"Benim öğrencimin eseri ve kelimenin tam anlamıyla mükemmel bir iş çıkarmış. Polisler cinayet aletlerini hâlâ bulamamışlar." Bir adım daha atarken gözleri heyecanla parlıyordu şimdi.

 

"Ne?" diye sordu Güney'in sertleşen bakışlarını fark ettiğinde bir an duraksayıp. "Onlar için üzüleceğimi düşünmüş olamazsın Güney. Tüm bu öğrendiklerinden sonra hâlâ içimde iyi biri olduğuna inanıyor olamazsın." Bakışları acımayla doldu. "Lütfen bu kadar aptal olma, tek özelliğin yataktaki mükemmel performansın olmasın. Ben zeki erkeklerden hoşlanırım."

 

Acı bir kahkaha kaçtı Güney'in dudaklarından. "Bu sır değil Yasemin, neticede aşık olduğun kişi Savaş'tı; ben değil."

 

Atacağı üçüncü bir adım havayı dolduranlar isimle dondu Yasemin'in. Kahvelerdeki o keyif yeniden bir sünger gibi emilirken Güney onun duygularına yetişmekte zorlanıyordu. "Savaş..." dedi Yasemin sakin bir sesle. "Savaş, Savaş, Savaş... O nasıl? Sevgilisi ile iyi vakit geçiriyor mu?"

 

Şimdi gözlerindeki hiçbir ifadeyi okuyamıyordu Güney. Ne hissediyor, aklından ne geçiyor...

 

İçine dolan sıkıntıyla birlikte derin bir nefesi doldurdu ciğerlerine ve "Ne istiyorsun Yasemin?" diye sordu bu kez. Oturup da onunla kuzeni ve sevgilisi ile ilgili dedikodu yapacak değildi. "Neden buradasın?"

 

"Ah... Sorularım görmezden geliniyor." Omuz silkip donakalan o üçüncü adımı da attı ve yeniden gülümsemeye başladı. "Ama sorun değil, onların nasıl vakit geçirdiğini zaten biliyorum."

 

Sol bileğini havaya kaldırıp sağ elinin işaret parmağı ile sol bileğini süsleyen saatin üzerine vurdu iki kez. "Tam şu an İzem Hancı'nın evine girdiler. Sarışın Hancı, yarı baygın bir hâlde Savaş'ın kucağında ve İzem Hancı da onlara kapıyı açıyor."

 

Güney'in içini bir ürperti sararken ne hissettiğini belli etmemeye çalıştı. Bir şekilde polise haber vermesi gereken noktaya geliyordu. Ne olursa olsun, karşısındaki kadına zarar veremezdi Güney. Fiziksel bir güçle onu alt edemez, onun canını yakamazdı. İçindeki can yakan fırtınaya rağmen bunu yapamazdı.

 

"Neden burada olduğuma gelecek olursak..." Yasemin'in tek tek yavaş bir şekilde attığı adımlar serileşti. Gözlerine karanlık bir ifade yerleşirken "Oyun zamanı..." demekle yetindi.

 

Tam o an Güney ensesine saplanan bir iğnenin acısıysa sarsılmıştı. Bir eli hızla ensesine kayarken arkasını döndü. Parmaklarına gelen iğneyi söküp çıkardığında gözleri kararmaya başlamıştı bile. Biraz önce kendi çıktığı merdivende duran, yüzü maskeli bir adam gözlerine çarptı. Bedeni hareket kabiliyetini yitirirken dizlerinin üzerine çökmüş hemen ardından da bilincini karanlığa teslim etmişti.

 

"Yaptıklarınızı yanınıza bırakacağımı düşünmeniz beni gerçekten güldürüyor..." diye mırıldandı Yasemin keyifli bir sesle. Ardından başını kaldırıp karşısındaki adama bir baş işareti verdi.

 

Üçü gitmişti, ikisi kalmıştı...

 

Ertesi gün İzel, Yazgı Deha Yaman ile olan dersine gitmek için uyandığında Savaş Kalkavan da kendi işleri için ayrılmıştı evden.

 

Damla'yı uyandıramayan İzel Gece'nin olmayışını da umursamamıştı. Belli ki geceyi Hazal ile birlikte geçirmişti. En azından o öyle düşünüyordu.

 

Damla'ya bıraktığı bir notun ardından evden çıktığında zaman onun aleyhine işlemeye başladı.

 

Arabası evden uzaklaşır uzaklaşmaz eve iki araba yanaşmış, elde ettikleri şifre ile zorlanmadan kapıyı açarlarken önce Gece Hancı'nın arabasını ardından da siyah minibüsü eve sokmuşlardı.

 

Minibüsün kapısı açıldı, Yasemin Koçer arabadan inmeden yanında duran adamlara evi işaret etti. O kadar kolay oldu ki içeri girip, her şeyden habersiz bir halde uyuyan Damla'yı iğneyle bayıltıp evden çıkarmak. Tereyağından kıl çeker gibi...

 

Gece Hancı'nın arabası, Damla Hancı'nın arabasının yanına park edildi ve hiçbir şey olmamış gibi öylece uzaklaştılar evden, yanlarında Damla ile.

 

Dört gitmişti, kalmıştı bir...

 

Yasemin Savaş'ın karşısına çıkarsa onu Güney kadar kolay oyalayamayacağını biliyordu. Bu yüzden onun evinin önüne yanaşan arabanın içinde yalnızca bir adam vardı. Takım elbisesinin içinde saygın bir iş adamı gibi görünen bu adam; planları dahilinde birkaç gün önceden, tıpkı bahçesine güzel bir heykel isteyen bir müşteri gibi aramıştı Savaş'ı.

 

Ve Savaş o adamı bekliyordu.

 

Kapıyı açıp bahçesine buyur ettiği adamla tokalaşmak için elini uzattı. Verdiği selam adam tarafından kabul görürken; bir an el sıkışıyorlardı, diğer an ise adam profesyonel bir şekilde takım elbisesinin kolunun iç tarafına sakladığı şırınganın ucundaki iğneyi, Savaş Kalkavan'ın boynuna saplıyordu.

 

Neler olduğunu anlayamayan Savaş da saniyeler içinde bayılıp karanlığa teslim olduğunda eve yanaşan ikinci arabanın içinden çıktı Yasemin. Yerde uzanan Savaş'ın yanına kadar gelip baş ucunda tek dizinin üzerine çöktü.

 

"Hmm..." diye mırıldandı elinin tersiyle hep hayal ettiği gibi onun yanağını okşarken. Ona dokunduğu pek çok an hayal etmişti ama parmak uçlarına bulaşan teninin dokusu, hayallerinden çok daha öteydi. Parmaklarının dokunuşu saçlarına doğru kayarken alnına dökülen yumuşak tutamları kenarı çekip yüzünü açtı. Parmakları usul usul uçlarında duran teni okşarken "Her şey çok farklı olabilirdi Savaş..." diye mırıldandı. "Beni seçseydin, gücü ayaklarının altına serebilirdim. Dünyayı avuçlarına bırakabilirdim."

Başını iki yana sallarken elini yanağından çekip cebindeki telefonuna uzandı ve Savaş'ın parmak izi ile açtı telefonu. Artık vakti gelmişti. Aylardır ince ince işlediği plan hayata geçmişken bir de bu telefonun şifresi ile uğraşmak istemiyordu. Bu telefon, son avı için ona lazımdı çünkü. Bu yüzden ayağa kalkmadan önce yine Savaş'ın parmak izini kullanarak telefonun şifresini kaldırdı ve adamlara son işaretini verip Savaş'ın bahçesinden dışarı çıktı.

Zafer göğsündeki her boşluğu dolduruyordu şimdi.

Artık oyunun sonuna geliyordu. Bugün, onun intikam günüydü. Bugün onun canını yakan herkesin canının yanacağı gündü. Ona yapılanların bedelini ödeteceği gün...

Gün, Aenean'ın günüydü...

💎🎭

İZEL İZEM HANCI'DAN;

Sessizlik... Eve adımımı attığım ilk an beni saran koca boşluğun adı buydu. Tıpkı Savaş'ın evine gittiğimde beni karşılayan şeyin bu oluşu gibi...

Garip olan, Gece'nin de Damla'nın da arabalarının hâlâ burada olmasıydı. Telefonumun ekranında açık duran aramanın sonlandığını gördüğümde numarayı bir kez daha aradım.

Savaş telefonunu açmıyordu...

Gece telefonunu açmıyordu...

Damla telefonunu açmıyordu...

İçimde yükselen şüpheyi göz ardı etmeye çalışsam da başaramıyordum. O şüphe içimi ilmek ilmek kemirirken nasıl görmezden gelebilirdim ki?

Bir şeyler oluyordu...

Ne Savaş, ne Gece, ne de Damla ortalarda yoktu... Onları sormak için Güney ve Hazal'ı arıyordum.

Güney telefonunu açmıyordu...

Hazal telefonunu açmıyordu...

Hiçbirine ulaşamıyordum...

Derin bir nefesi çektim içime. Bilinmezlik... Her cepheden taarruza geçmiş, topyekûn saldırıyordu. Savunmasız hissediyordum kendimi...

Kalbimin gürültüsü kulaklarıma ulaştı, ritimlerine karışıp şiddetini artıran şey korkuydu. Neden korktuğumu bile bilmiyordum

Ama korkuyordum...

Bu bilinmezlik beni korkutuyordu...

Bu sessizlik beni korkutuyordu...

Telefon bir kez daha kapandı... Telesekreterin sesi uzaklardan kulağıma geldiğinde en sonunda pes edip aramayı kestim ve telefonun ekranını kilitledim.

Tam merdivene doğru bir adım atacakken, telefonumdan bir bildirim sesi yükseldi ve kilitlediğim ekran o bildirim ile aydınlandı.

Mesaj Savaş'tandı.

Bir konum atmıştı bana.

Yalnızca bir konum...

Ne fazladan bir cümle...

Ne de bir kelime...

Sadece bir konum...

Bildiğim tek bir şey vardı, Savaş asla selam vermeden ya da bir açıklama yapmadan böyle bir mesaj atmazdı.

Zaman kavramı, anlamını yitirmedi bu kez... Ben o kavramın içinde kayboldum. Ben mi küçüldüm, etraf mı büyüdü bilmiyorum. İçimde bir yerlerde büyümeye başlayan tehlike hissini biliyorum sadece...

Bir tehlike yaklaşıyordu; kokusunu alabiliyor, uzaklardan gelen gürültüsünü duyabiliyor ve ardında bıraktığı toz bulutunu görebiliyordum.

İki seçeneğim vardı...

Konuma gitmek ya da beklemek...

Ve ben ne yapacağımı biliyordum...

Telefonumda yeniden rehbere girdim ve istediğim numarayı bulup tuşladım.

Üçüncü çalışta, her zamanki o kendinden emin, hafif alaycı tavrıyla "Beni bu kadar çabuk mu özledin Küçük Kız?" diyerek açtı telefonu. "Daha birkaç saat olmadı oysaki yanımdan ayrılalı."

Korkumu yutarcasına derin bir nefesi çektim içime. Sessizlik, derimi jilet gibi kesiyordu sanki. Gözlerim karşımdaki duvara dikilirken dudaklarımdan yalnızca üç kelime döküldü.

"Yardımına ihtiyacım var..."

💎🎭

Bölümü nasıl buldunuzzzzz?

Bir sonraki bölüm için tahmini olan var mı acabaaa?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler, seviliyorsunuzz❤️

Bölüm : 02.12.2024 09:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...