39. Bölüm

39- Bir Baba, Bir Yabancı

Sude Kayhan
poncikss1234

“Bir zamanlar bizi birleştirdiği en önemli insan olan adamın, şimdi sadece varlığı vardı. Biz birleştik, kendisi sonsuza kadar bizden ayrıldı…”

-Mahlas Miraç

“Ne öfke, ne özlem, ne nefret… Bir yabancı gibi, bir değer katan önemli olan ama artık hiçbir anlam ifade etmeyen biri gibiydi.”

-Mihlas Miraç

Mihlas Miraç’ın Anlatımıyla;

İçimde eksik olan, çarpışan kendi bakış açısına çekiştiren duygular vardı. Hangisine kulak versem, diğerleri daha da yükseliyor, daha da baskın hâle geliyordu. Kalbim sıkışıyor, zihnim darmadağın, içinde bulunduğum geçmiş, ipler gibi kördüğüm olmuştu. Ne hissedeceğimi bilemez hâlde, bir an umutla doluyor, diğer an dipsiz bir karanlığa düşüyordum.

Bir yanım huzur arıyor, dinginlik istiyor; diğer yanım kıvranıyor, özünde kaynayan bir öfke, bir hüzün beni durmaksızın dürtüyordu. Gözlerimi kaçırmak istiyorum bazen, ama kaçırdığım yerde de sorunlar dinmiyordu. Ne geçmişin ayrıldığının tam olarak bırakabildiğim ne de geleceğin belirsizliğini görmezden gelebildiğim yerdeydim. Sanki her şey içeride büyüyüp genişliyor, ama ben aynı kalıyorum, küçücük, kırılganlık ve yönsüzdü.

Kimi zaman bir umut ışığı beliriyordu ufukta, bir anlığına içimi aydınlatıyordu. O an, her şeyin düzelebileceğine inanıyordum. Ama sonra, bu inanç kaygan bir taş gibi her yerde kayboluyor, tarifesiz bir şekilde hissimden ayrılıyordu. Belki de aralarındaki en büyük karmaşıklık bu: Aynı anda hem var olup kaybolmak, hem istediğin hâlde vazgeçmekti…

Ne birinin içini tamamen açabiliyorum ne de kendi içimde sessiz kalabiliyordum. Bazen bir çığlık atmak istiyor, bazen sadece susup hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordum. Ama hangi yolu seçersem seçeyim, özetle bir yer hep eksik, hep sorunlu oluyordu. Duygularım bir araya toplanmış, çözülmeyi bekleyen bir düğüm gibi, ama çözmek istedikçe daha da sıkılaşıyordu.

Yeni taşınmış olmamıza rağmen yorgun bir evde yaşıyorduk. Duvarları çatlamış, sıvaları dökülmüş, uzun ağırlığını taşıyan ahşap kapı menteşelerinden inceden inceden içeri giriyor ve ses dayanılmaz yüksek çıkıyordu. Pencerelerden biri eksik, diğerleri ise kirli bölmelerden; içeride yüzülen solgun ışık, odaların köhne havasını daha da akciğere derinden nüfus ediyordu.

Dışarıdan bakınca bile terk edilmiş görülüyordu. Çatıdaki kiremitler eksik, bazı eğri büğrü sarkmış; Yağmur yağdığında sıcaklığın düşmesi kaçınılmazdı. Arka küçük boyutta olan bahçesinde yetişen bitkiler diz boyu uzamış, bir zamanlar çiçek açan küçük taş saksılar şimdi kırılmış ve içlerinde kuru dallardan başka bir şey kalmamıştı.

Evin içine girince buranın zamanında sıcak yuva olduğunu hayal etmek zor geliyordu. Tahta döşemeler gıcırdıyor, bazı yerler çürüyüp çökmüş. Bir köşede eski marka bir sandalye, sırtı çatlamış, rengi solmuş. Üstüne konmuş toz katmanları, yıllardır el değmediğini fısıldıyordu. Mutfağa bakan kapısının kenarları eğrilmiş, içerideki göz atınca paslı bir ocak, kırık tabaklar ve yıllardır kullanılmamış gibi görünen bir masa görülüyordu.

Tavandaki eski lamba, örümcek ağlarıyla kaplanmış, duvarlarda nem lekeleri bir harita gibi gözümde canlanmıştı. Her köşeden yansımaları duyuluyor sanki; çocuk kahkahaları, ocakta kaynayan çayın sesi, rüzgârın perdeyi dalgalandırırken dağılırken o tatlı hışırtı… Ama şimdi, bütün bunların yerine sadece sessizlik ve yenilenmenin verdiği buruk heyecanla oturuyorduk.

Levan’ın durumundan dolayı içimde tanımlayamadığım, boğazıma düğümlenen bir öfke vardı. Mideme saplanan bir korku, içimi kemiren tarifesiz bir acı… Önümde yatan küçücük bedene bakıyordum; solgun, güçsüz, verimsiz, nefesi düzeniydi. Parmakları hafifçe titriyor, bilincinin derin bir biçimde kaybolduğunu hissediyordum. Onun bu hâlde olması, dünyanın en korkunç gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımı gösteriyor, üzerime kasvet çöküyordu.

İçimdeki fırtına dinmiyor, hatta her geçen saniye daha da şiddetleniyordu. Öfkemin kime yöneldiğini bile bilmiyordum. Bunu yapanlara mı? Dünyanın bu kadar acımasız olması mı? Yoksa kendi güçsüzlüğüme mi? O küçücük kızın bu hâle gelmesi, insanlığın en karanlık, en kapsamlı yanını yüzüme çarpıyordu. Kanım donuyor, nefesim ayrışıyordu. Keşke onun yerine ben olsaydım, keşke bu yükü onun omuzlarından alabilseydim... Ama yapamıyorum. Sadece bu durumda, çaresizliğe bakıyordum.

İçimdeki korku giderek büyüyor. Uyanmazsan? Ya gözünü açtığında bu dünyanın artık ona ait olmadığını görüyorsan? Bir çocuğun gözlerindeki ışığın bu şekilde söndürülmesi, hayat ve acımasız gerçeği değil mi? Çocuklar güvenli olmalı, gülmeli, koşmalı, hayal kurmalıydı. Ama şimdi onun düşleri bile sisler içinde kalmıştı…

Elimi koyuyorum, minicik parmakları avucumda kayboluyor. O kadar narin, o kadar kırılgan ki… Bir göz aralanıyor gibi oluyor, ama tekrar kapanıyor. İçimde bir umut rehberi yanıyor, ama hemen ardından boğuluyor. Bir şey yapmalıyım. Bir şey yapmalıyım! Ama ne? Öfkem ve acımın çığlığı çığlığa büyürken, çaresizliğim ayaklarıma pranga gibi dolanıyor. Tek bilinen, bu dünyanın artık eskisi gibi olmadığı… Ve onun masumiyetinin bir daha asla tadamayacak olmasıydı.

Ona bakarken, ne zaman uyanacak ve benimle konuşacak düşünceleri akşam saatlerine kadar sürerken, midem artık açlıktan sırtıma yapışmıştı. Onunla beraber masaya oturup,, onunla beraber yemek yemek isterken; bir sandalyenin boş olacağı gerçeği yüzüme acımasızca çarpmıştı. Abim, bu durumun normal olmadığını bana söyleyip ambulansı ararken, bana da evde olmam gerektiğini uyarıcı bir tonla söylemişti. Ahzan’ın korku dolu bakışları, salonu yıkacak derecede hissedilirken onu nasıl sakinleştirebileceğimi düşünüyordum.

İnternetten araştırıp birkaç tanesini uygulamalı denesem de sanki transa geçmiş gibi karşısındaki eski, solgun sarı duvara bakıyordu. Ürkek bir kuş korkutmamaya çalışan biri gibi hareketlerimi nazik ve yumuşak yapmaya çalışıyordum. Önce hafifçe diz çöküp onunla aynı seviyeye geldim. Ellerim ona dokunacağımdan dolayı hızla titriyor ama tüm bunları ona hissettirmemeye gayret ediyordum. Derin bir nefes alıp en sakin hâlimi takınarak derin bir nefes alıyordum.

Sağ elimi onun küçük eline uzatıp tutmasını bekledim. Dokunuşum tüy kadar hafif olmalıydı ve güven verip, korkutmamalıydı. Parmak uçlarım avucuna değdiğinde o anda bir irkilme yaşasa da hiç istifimi bozmadım. Oluşan fırtınalı bir denizi dinginleştirmeye çalışan rüzgâr gibi, hafifçe elini okşamaya başladım.

Daha sonra sesimi çıkarmam gerektiğini anlayarak alçak, yumuşak ve ritmik bir sesle fısıldadım. Söylediklerimden çok, sesimin tınısı bana göre daha önemliydi. Onun ruhuna ninni gibi dolmalı, en karanlık köşelere bile huzur verebilmeliydim. "Buradayım... Güvendesin... Hiçbir şey olmayacak...” dediğimde ise bana sadece bomboş bakışlarını attı ve duvara bakmaya devam etti.

Dokunuşum ona yetmediğinden, ona kollarımı görebilmesi adına hafifçe açtım. Sarılmam onu ​​sıkmamalı, ürkütmemesi adına kendimi de gevşetmeye çalıştım. Kalp atışlarının aralıkları, nefeslerinin çıkışları... Ona uyum sağlamaya çalışarak, sakinliğe adım adım, küçük vücudun bana teslim oluşunu izliyordum. Kasılmaları hafifliyor, nefesi daha düzenli hâle geliyordu. Artık fırtına biraz olsun dinmiş gibiydi. Gözkapakları kapanıyor, parmakları sırtımda gevşiyordu. Onun içindeki huzuru hissedebiliyorum. İşte bu an. Bu küçük bir dünya da daha yaşanılır kılıyordu.

-Seni odana götüreceğim ve beraber uzanacağız. Levan çok güçlü, çok cesur ve en önemlisi savaşçı. O yüzden o eve tekrar döndüğünde seni bu hâlde görmesin, olur mu?

Kafası, omzumdayken onaylar bir biçimde aşağı ve yukarı doğru sallarken, ben de ondan ayrılmak zorunda kalmıştım. Elini tamamen elimde kaybolmasına izin vererek tuttum ve odaya doğru yavaş, sakin adımlarla yürürdük. Yatağına yatırdığım anda gözlerini yumup sola doğru dönerken, ben de uzanıp elimi tekrar sırtına yerleştirip yalnız hissetmemesini sağladım. Düzenli nefes alışverişleri nedeniyle uyuduğuna kanaat getirip yavaşça kalkmayı denedim. Ayağa kalktığımda, salona geçip direkt Mahlas’ı arayıp durumu öğrendim ve duyduğum bu güzel haberi akşam yemeğinde söylemeye karar verdim.

Çocukların sevdiği yemekleri masada görüp az da olsa mutlu olmaları adına hızlıca buzdolabında asılı olan Levan’ın sevdiği yemeklerin malzemelerini tezgaha dizdim. Ocağa yerleştirip Ahzan’ın sevdiği yemeklerin hazırlanışına geçerken, kapının açıldığını görüp mutfak kapısından kafamı dışarıya sarkıttım. Mahlas ve Levan’ın gülümseyerek konuştuklarını gördüğümde, vücudum tamamen endişenin altından çıkmış, sevincin altında yüzüyordu.

Onları karşılamak adına yanlarına giderken, Ahzan’ın odasının da kapısı açıldı ve uyku mahrumluğu ile ne olduğunu anlamaya çalıştı. Levan’ın hızlıca Ahzan’a sarılmasıyla o da kendine gelmiş, sarılışa karşılık vermişti. Ben de bu mutlu tabloyu daha fazla izlemek istesem de mutfaktaki işimi tamamlamam gerekiyordu. Mahlas’a çocuklar ile birliktte masaya yerleşmelerini söyleyip kalan hazırlıkları bitirdim.

Yaklaşık yarım saat sonra bol kahkahalı masada yemekleri yerken, Mahlas’ın “Doktor yine tahlil istedi. Tahlilleri ona verdikten sonra yaklaşık kırk beş dakika bekleme süremiz oldu. O zamana kadar biz de hava almak adına önce parka uğradık daha sonra da tatlı yedik. Tahlil sonuçlarının çıkma dakikasına göre de hastaneye dönüp sonuçlarımızı aldık. Hiçbir sorun gözükmüyor, vitamin değerleri düşmüş ve yemek düzensizliğinden vücut kendisine uyarı vermiş. Bundan sonra hepimiz düzenli yemekler yiyeceğiz. Anlaştık mı?”

-Doktor ne dediyse hepsini harfi harfine uyacağız. Peki abi, o konu hakkında bir şey dedi mi?

“Hah! ben de o konu hakkında zaten seninle özel konuşacaktım. Şu yemek vaktini bir geçirelim, çocuklar da o zamana televizyonun başına geçerler, biz de seninle baş başa konuşuruz.”

Onu onayladıktan sonra masayı hep beraber toplayıp bulaşıkları da abime verip salona geçerken, çocuklarda yerleşmişlerdi. Kumandayı Levan’a uzatıp merakla ne açacağına bakarken, her zamanki gibi çizgi filmlerin oynatıldığı kanala girişini yapmıştı. İkisi de senkronize olmuşçasına bacaklarını kendilerine çekip ellerini de boyun girintilerine yerleştirdikten sonra pür dikkat televizyona kilitlenmişlerdi.

Şu anlık hiçbir sorun görmediğimden, yerimden kalkıp abimin yanına tekrar gittim ve yeni toplamış olduğu masaya bakıp dudaklarımı kıvırdım. Ona bakıp elimle başarılı olduğuna dair işaret gösterip onu kışkırtırken o da ben yokmuşum gibi şarkısına kaldığı yerden devam edip bulaşıkları yıkıyordu. On dakika kadar işi bittikten sonra hızlıca karşımdaki sandalyeye oturup önce arkasına döndü ve çocukları kontrol etti.

“Doktorun dediğine göre vücut o maddeyi dışarı atmak için çok uğraş vermiş fakat vitamin eksiklikleri ve düzensiz beslenmesi yüzünden istediği gibi temizlenmemiş. Vitamin takviyelerini düzenli kullandığında ve yemek yeme alışkanlığını düzelttiğinde, tekrar tahlil verecekmiş. Kan alma odasına beraber girdiğimizde, çok rahattı. Kan alınırken Kanın rengine de bilerek baktığımda, bordo renkteydi ve hemen katılaşıyordu. Onu hemşireye sorduğumda ise anemilik başlangıcının olabileceğini, doktora kan sulandırıcı da yazması gerektiğini iletmemi istedi. Ben de ona uyup ilettim fakat doktor bunun çok riskli olduğunu, kalbe giden kanın sulandırıcı etkisi yüzünden kanda kalan maddenin direkt o bölgeye yayılabileceğini söyledi. Kısacası şu an her şey yolunda.”

Bunu duyduğuma gerçekten de sevinmiştim. Aklım bu olaylardan dolayı kendisini soyutlasa da en azından diğer yarım bıraktığım ya da hiç başlamadığım işlerime devam etmem gerektiğini hatırlatmıştı. Mahlas’ın “Sen de durumlar ne? En son mesaj gelmişti, cevap verdin mi ya da onunla bugünlerde buluştun mu?” ona hayır dercesine başımı sallayıp konuşmaya devam ettim.

-Onunla bugünlerde hiç ilgilenemedim ki. Çocuklar elimizi kolumuzu bağladılar. Ama bu iki gün içerisinde bir aksilik çıkmazsa ona mesaj atacağım ve benim atacağım konuma gelmesini isteyeceğim. Eğer tanıdık birisiyse o zaman işler tamamıyla değişir. Ben sana haber veririm zaten merak etme.

“Yarın sen onu halletmeye bak ben de diğer eve geçip son duruma bakayım. Eğer herhangi bir değişiklik varsa o zaman takip ediliyoruz demektir. Telefonunu her zaman açık tut, ne zaman arasam hep bir bahanen oluyor.” birkaç gün önce beni aradığında, duştan yeni çıkıp üzerimi değiştirirken aradığı aklımın ucundan geçmemişti. Bir de sessizde kalınca küçük bir tartışma yaşamıştık. Ondan ders aldığımı düşünmemiş olması da gözlerimi yaşartmıştı.

Salondaki hareketlilik abimin dikkatini çektiğinde, bana bakıp kaşlarını çattı ve ayağa kalkıp onların yanına gitti. Ben de merak ettiğimden mutfağın kapısından bakıp olayı çözmeye çalıştım. Levan, yanlışlıkla haber bültenini açıp o durunca, Ahzan’da ona sinirlenmişti.

Tam kanalı değiştirmeye yönelik hamle gelse de Mahlas’ın Levan’a “Dur, şu haberi izlemem gerekiyor.” demesiyle ben de hızlıca abimin yanına gitmiştim. Ekrana baktığımda, Mahfer’in babası Yalçın Rauf, bizim yanımızda hiç olmayan lakin biyolojik olarak baba demeye mecbur kaldığımız Faruk Miraç ve onun yıllarca hizmetini yapan Sevil Miraç ekrandaydı. Aklıma nedense direkt Mahfer geldiğinde, onlar televizyona odaklanmışken ben de onu numarasını bulup hızlıca aradım.

Odama geçip açmasını beklerken, tam kapatacağım sırada cılız sesin kulağıma gelmesiyle hızlıca ona televizyondaki haberi izlemesini söyledim. O da şu an onu izlediğini hatta yakında bizleri de alabileceklerini söylediğinde ise kafamdaki şimşekler resmen odayı aydınlatmıştı. Abime de söyleyeceğimi ilettikten sonra telefonu kapatıp hemen Mahlas’a seslendim ve Mahfer’in dediklerini söyledim.

Ne yapacağımıza dair hiçbir fikrimiz yoktu ancak her şeye nasıl yaklaştıysak bu duruma da öyle yaklaşacaktık. Dişe diş kana kan mücadele ile yine her zamanki gibi kazanan taraf biz olacaktık. Tek sıkıntımızın onların yalan beyanda bulunup üstümüze suçu atmak olacağını adım gibi biliyorken onun için de hep beraber buluşup paçayı kurtarmak gerekiyordu. Yoksa her şey daha başlamadan son bulur, kimse alacağı intikamın hazzını yaşayamazdı.

“Ne hakkında yakalanma kararı çıktı ki? Onu bilsek, ona göre hareket ederiz. Kısa görüntüden sadece onlar rezil oldu fakat işin içine araştırma girdiğinde, üçümüz yanarız. Biz onların yanında gözükmüyoruz şu an onu biliyorum ama soyadlarımızın aynı oluşu yüzünden maalesef kurunun yanında yaş da yanacak. Şimdiden çocukları güvenli bir yere vermemiz gerekiyor. Her an kapıdan alınabiliriz.” ona hak vermiştim. Yuvaya versek nasıl olur diye düşünmeden edememiştim. Onu da eklediğimde ise Mahlas hızlıca karşı çıkmış, gerekirse onlara başka bir yer bulacağından bahsetmişti. Dediğini yapabilecek kapasitede olduğunu bildiğimden hızlıca konuyu değiştirip moralimizin bozulmasına izin vermedim.

-Saat de geç oldu, Levan uykusunu aldı da Ahzan’a da bir gidip bakayım. Koltukta kıvrılıp yatıyor sonra da sırtım ağrıyor diye söyleniyor.

Ahzan’ın taklidini yaptığımdan kısık bir kahkaha atan abim, gülüşünün arasında beni durdurup kendisi bakacağını söyledi. Benim de işime geldiğinden hızlıca kahve hazırlamaya koyuldum. Mahlas’ın kucağında yatan Ahzan’ı gördüğümde, daha sessiz hareket etmem gerektiğini anladım.

Sessiz ortamdan kaynaklı tahta gıcırdamaları sinirlerimi bozsa da buna alışmam gerektiğini biliyordum. Dış tahta kapı tıklatıldığında, kimseyi bu saatte beklemiyorduk. Şaşırsam da kaynamaya yakın olan kahveyi çıkartıp tezgaha koydum ve ellerimi kurulayıp kapıya gittim.

Açtığımda, bir anlık zaman durdu. Ama işte, orada sabit duran kişinin yüzüne vuran solgun ışık, onu bir hayal gibi gösteriyordu. Birden gözlerime inanamadım. Göğsümde bir şey sıkıştı. Dizlerimin bağ dokusu çözülür gibi oldu ama yerimde kaldım. Gözlerim onu ​​baştan aşağıya taradı, zihnimin gerçekliğine meydan okumak için. Yıllardır görmediğim, belki de bir daha hiç görmeyeceğimi biri. Ya da burada olması en az olasılıkta olan kişi. Ama gerçekti. Karşımda nefes alıyordu, gözleri, gözlerime dikmiş, ne düşündüğümü anlayamıyordu.

Kapıdaki gölgesi içeride uzandı ama kendisi dışarıdaydı. Birkaç saniye boyunca ne o konuştu ne de ben. Sadece rüzgârın hafif uğultusu ve vücudundan gelen boğuk saat sesleri... Ağzımı açamam ama kelimelersiz de olamaz. Sorular zihnimde çığ gibi birikti: Neden buradaydı? Ne istiyordu? Bu kadar zaman sonra, şimdi, tam da şu anda neden?

Sonra gözleri hafifçe kısıldı, elleri titredi ya da ben öyle sandım. Nefesimi tuttum. İşte o an, bir şeyin değişip değişmeyeceği saniyelerdi. Çünkü kapıdaydı. Ve bu, her şeyi baştan yazmaya karar verebileceğim bir andı.

Mahlas’ın bana bakarak “Kim geldi bu saatte!” demesi üzerine ne diyebileceğimi bilemedim. “Söylesene artık!” gittikçe gerilen yüz hatları, beni çok zorluyordu. Ona nasıl Faruk Miraç geldi, diyebilirdim ki?

-Gel de kendin bak kim gelmiş?

Alelacele yürürken halıya takılıp tökezledi ve küfür mırıldanarak kapının ağzına geldi. Kafasını kaldırıp kimin geldiğine baktığında, gördüğü kişi ile ağzı açık almış, ellerini refleks olarak yumruk yapmıştı. Ani bir fiziksel kavganın olmaması adına Mahlas’ı hemen uzaklaştırdım ve kapıda ümitsizce duran adama yolun başını göstererek kapıyı tabiri caizse suratına kapattım.

Onca zaman sonra oğulları olduğunu mu hatırlamıştı?

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bugünün sonunda Ölüm Sokağının da tadına baktık diyelim. Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Yarın da Ölüm Sokağına yeni bölüm gelebilir. Şimdiden iyi okumalar diliyorum. Umarım beğenirsiniz 🙌✨💅

 

 

Bölüm : 06.03.2025 00:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...