60. Bölüm
Yazar Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 60- Papatya Sarılı Parmaklar

60- Papatya Sarılı Parmaklar

Yazar Sude Kayhan
poncikss1234

“Bazı yüzükler altın değil, niyetin kendisidir. Ve bazı evetler, bir çiçeğin yaprağında saklıdır.”

Bintuğ Liva’nın Anlatımıyla;

O akşam, dağın yorgunluğu hâlâ omuzlarımdaydı. Görev dönüşleri hep garip bir boşluk olurdu içimde ama bu kez farklıydı. İçimde taşıdığım, bastıramadığım, susarak dizginleyemediğim bir özlem vardı. Ne gece uyutmuyordu beni ne gündüz avutuyordu. Onu görmeden geçirdiğim her saniye içimi kemiren bir hasrete dönüşüyordu. Bir sesini duysam, bir nefesini hissetsem, o tanıdık bakışlarına kavuşsam... Belki her şey yoluna girerdi.

Ayaz düşmüştü Hakkari gecesine. Karargâhtan çıkıp sessizce yürüdüm. Onu görmek için hiçbir bahaneye ihtiyacım yoktu ama içimdeki yangını anlatacak bir kelime de bulamıyordum. Kapının önüne geldiğimde bir an durdum. Ellerim cebimde, başım öne eğik, yüreğimse bir duvar gibi çatır çatır atıyordu. Nefes almayı unuttuğum yerdeydim. Bir adım, sadece bir adım vardı aramızda.

Kapı aralandığında gözlerim doldu. Mihre... Bunca zaman sadece adını içimden sayıklamışım. Oysa karşımdaki kadının varlığı, yüreğime kazınan sessiz bir dua gibiydi. Saçları toplanmıştı, gözleri uykusuz ama güzeldi. O kadar güzeldi ki, anlatmaya dil yetmezdi. Gözlerinin kenarına ilişen yorgunluğa, dudaklarının kıyısına sinen gülümsemeye dünyayı verirdim.

"Hoş geldin..." dedi usulca. Sesi, göğsümde titreyen sancıyı yumuşatan tek şeydi.

O an konuşamadım. Kelimeler boğazımda düğümlendi. Bir adım attım, sonra bir adım daha. Sonra kollarımda buldum onu. Hiç bırakmak istemediğim bir an gibi, sonsuzluğu yakaladığım tek saniye gibi sarıldım. İçimde tuttuğum her şey dökülmeye başladı sessizce.

“Çok özledim...” dedim sadece. Gözümden bir damla düştü, belki fark etmedi ama o an yüreğimin içini açmıştım ona. Mihre, ellerini sırtımda gezdirdi, “Ben de.” dedi kısık bir sesle. O kadar basitti ama o kadar derin... Bir “ben de”yle yeniden doğmuş gibiydim.

Bir süre öyle kaldık. Konuşmadık. Zaman akmadı. Kalbim onun teninde atıyor gibiydi. Onun yanındaydım, onun nefesini duyuyordum, onun sıcaklığına dokunuyordum. Her şey olması gerektiği gibiydi.

Sonra yavaşça ayrıldık. Göz göze geldik. Gözlerinin içine baktım uzun uzun. Orada kaldım. “Senin yanındayken,” dedim fısıltıyla, “dünya sessizleşiyor Mihre. Ve ben bu sessizliği hiç bozmamayı diliyorum.”

Yüzüme dokundu, parmak uçlarıyla. Gülümsedi. İçimdeki tüm savaşlar durdu o anda. Bütün karanlıklar silindi. Sadece o vardı. Ve ben, o gece anladım ki; Mihre benim görevim değildi... Benim kaderimdi.

Ve kaderime her gün yeniden âşık olurdum.

Mihre'nin eli hâlâ yüzümdeydi. Parmak uçları yanaklarımda dolaşırken, zamanın çok gerisinde bir yerdeydim sanki. Hiç konuşmasak, hep böyle kalsak... Belki sözcükler yetmeyecekti anlatmaya, ama sessizlik, onunla yan yana olduğumda bambaşka bir dile dönüşüyordu. İçimde yankılanan tek şey, kalbimin onun varlığına teslim olmuş hâliydi.

“Bir ara,” dedim fısıltıyla, “orada, tepede… gece nöbetindeyken… Ay yükselmişti. Ve ben sadece seni düşündüm.” Gülümsedi. Usulca oturdu pencerenin önündeki minderin üzerine, dizlerini göğsüne çekti. Ben hemen karşısına geçtim, bacaklarımı toplayıp yere oturdum. Göz göze geldik.

Aramızda bir sehpa yoktu, bir masa, bir sınır… Sadece biz vardık ve susarak anlaşan iki kalp.

“Nasıl geçti görevin?” diye sordu. Bu soru ne kadar basit görünse de, içinde ne kadar endişe taşıdığını biliyordum. Gözlerinden okuyordum. Her operasyonda içinden dua ettiğini, her gece rüyasında beni gördüğünü, her sabah yoklamasını kalbinden yaptığını biliyordum.

“Zordu,” dedim. “Ama döneceğimi bildiğim biri varsa, hiçbir dağ korkutmuyor insanı.”

Bir anda gözleri doldu. Hemen yanına geldim. Elini tuttum. “Ağlama,” dedim. “Buradayım. Gerçeğim, ellerindeyim işte.”

Başını omzuma yasladı. O an, evren küçüldü. Mihre ve ben kaldık sadece. Her şeyin ortasında, bütün savaşların uzağında, yalnızca ona ait olduğumu hissettiğim o an, içimdeki sevgiyi artık taşıyamaz olmuştum.

“Ben seni her zaman yanımda hayal ettim,” dedim usulca. “Her adımımda, her nefesimde, her uykusuz gecemde... Seninle konuştum içimden. Sesin yankılandı karanlığın içinde. Kalbim seni bilerek çarptı, Mihre. Seni düşünerek savaştı.”

Gözleri gözlerime değdiğinde artık hiçbir kelime yeterli değildi. İçimizde büyüyen o sessiz bağ, en gürültülü sözden daha çok şey anlatıyordu. Elini göğsüme koydu.

“Burası,” dedi, “burası benim evim olsun mu?”

“Sonsuza kadar.” dedim.

Ve o gece, Mihre’nin başı omzumda uykuya daldı. Ben ise sabaha kadar tek bir şeyi düşündüm: Dünyada ne yaşarsam yaşayayım, Mihre’ye dönebildiğim sürece hep tamam olacaktım. Çünkü onun sevgisi, en karanlık gecemde parlayan tek ışıktı. Ve ben artık sadece bir asker değil, bir kalbin yuvasıydım.

İçime sığmayan sevgimi taşıyamaz olmuştum. O yüzden artık saklamayacaktım.
Her bakışta söyleyecektim ona: “Seni seviyorum, Mihre. Görevim bitti ama seninle olan savaşım değil… çünkü senin uğruna her gün yeniden teslim olurum bu hayata.”

Sabah henüz doğmamıştı. Gecenin son ve en sessiz saatlerinde, Mihre başını omzuma yaslamış uyurken ben kımıldamadan oturuyordum. Nefes alışı düzenliydi, göz kapaklarının altında bir huzur gizliydi. Sanki yalnızca benim yanımda böylesine derin bir uykuya dalabiliyordu. Ve ben... Ben yalnızca onun varlığıyla tamamlanan bir adamdım artık.

Elimi usulca saçlarına götürdüm. İncecik tellere dokunurken içimde kıpırdayan binlerce kelime vardı ama hiçbiri onun güzelliğini anlatmaya yetmiyordu. Şu anı bozmaya kıyamazdım. Zamanın bile dokunamayacağı bir sükûnetin içindeydik. Mihre’nin teni tenime değdiğinde, içimde buz tutmuş bütün anlar çözülüyordu. Savaştan dönmek bir yeniden doğuştu belki, ama onu görmek… o her şeyin başlangıcıydı.

Bir ara mırıldandı uykusunda. "Bintuğ…" dedi yalnızca. Sadece adım… ama öyle bir tınıyla, öyle bir güvenle fısıldadı ki, o an gökyüzü üzerimize çökse bile gülümserdim. "Buradayım," dedim fısıltıyla. "Hiçbir yere gitmedim. Gitmem de."

Saçlarının arasına küçük bir öpücük kondurdum. Parmaklarımı avuçlarına doladım. Uyurken bile sıkıca tutuyordu beni. Sanki elleriyle kalbimi sahiplenmiş gibiydi. İçimde tarifsiz bir bağlılık vardı artık. Bütün emirlerden, bütün yeminlerden, bütün görevlerden daha kutsaldı onun yanımda olması.

Güneş nihayet doğduğunda, pencereden içeri ince bir ışık süzüldü. Mihre gözlerini yavaşça açtı. Uyandığında ilk gördüğü şeyin ben olduğumu fark edince, öyle bir gülümsedi ki… O an, bütün hayatımı bu gülümsemeye adamak istedim.

“Beni sabaha kadar izledin mi gerçekten?” diye sordu, uykulu ama meraklı bir sesle.

“Hayır,” dedim gülümseyerek. “Seni izlemekle yetinmedim. Dua ettim. Şükrettim. İçimde taşıdığım tüm yangının sebebi ve ilacı olduğunu bir kez daha anladım.”

Oturdu, battaniyeyi omuzlarına çekti. Yanağıma dokundu. “Sen dönerken ben her gece pencereye çıktım. Hep bekledim. Beni bıraktığın yere dönmeni değil, kalbime geri gelmeni istedim. Ve şimdi buradasın.”

Kollarımı açtım. Ona yeniden sarıldım. “Ben hiç gitmedim ki,” dedim. “Sadece görevdeydim. Ruhum, hep senin yanında kaldı.”

Bir süre sonra birlikte kahvaltı hazırladık. Ekmek kızartma sesi, çaydanlıktan çıkan buhar, Mihre’nin lavanta kokusu… Hayatımın geri kalanı böyle geçsin isterdim. Sessiz ama anlamlı. Sıradan ama onunla. Basit ama derin. Her tabakta, her kahkahada, her çay yudumunda onunla yan yana.

Mutfakta kahvaltı masasını hazırlarken, bir an bana döndü. “Hiç düşündün mü?” dedi. “Biz aslında savaşın ortasında birbirimizi bulduk. Yani hayatın en sert yüzüne rağmen birbirimize inandık.”

Yaklaştım. Ellerimi beline doladım. “Hayır Mihre,” dedim yumuşak bir sesle. “Biz birbirimize tutunduk. Çünkü sen benim barışımsın. Ve ben artık sadece savaşmam… Senin için yaşarım.”

O gün, sade bir sabahın içinde içime sığmayan sevgimi onun gözlerine işledim. Ve ben o andan sonra şunu çok iyi biliyordum: Görev biter, savaş diner, zaman geçer… Ama Mihre’ye olan sevgim, içimde hep bir taşkın gibi kalır. Çünkü onun adı her nefesime mühürlüdür. Ve ben onunla değil, onunla oldukça tamamlanırım.

Kahvaltıdan sonra mutfağın küçük penceresinden süzülen gün ışığı, Mihre'nin saçlarını aydınlatıyordu. Masadan kalkmamıştı, eli hâlâ elimdeydi. Beni izliyordu, sessizce. Bakışlarında bir tür huzur vardı; yalnızca sevdiklerine duyulan o derin ve kök salmış güven gibi. Bu bakışa layık olabilmek için her gün yeniden savaşırdım.

Elini dudaklarıma götürdüm, usulca bir öpücük kondurdum. “Beni böyle sevme,” dedi bir anda, gözlerinde sanki ince bir bulut geçti.

“Nasıl?”

“İçine sığdıramayacak kadar. Korkuyorum, Bintuğ. Bu kadar sevilmeye alışık değilim.”

O an, sözlerimi dikkatle seçmek zorunda hissettim kendimi. Mihre’nin kalbinde açılmış tüm yaraları, bana açılan bu kapının ardında duran geçmişi sezebiliyordum. Ama onu korkutacak kadar büyük bir sevgim olduğunu ilk defa böyle duydum.

Elini tuttum, iyice yaklaştım. “Ben seni incitmek için değil, iyileştirmek için seviyorum. Öyle bir sevmek ki bu… İçinde bir tek korku yok. Sadece teslimiyet var. Sadece ‘sen ol’ diyen bir sessizlik.”

Gözleri doldu. Başını omzuma yasladı yine. Ve ben… ben içimdeki her şeyi susturup onu dinledim. Nefesini, kalp atışını, teninin sıcaklığını… “Beni böyle sarınca,” dedi fısıltıyla, “dünyada kötü hiçbir şey yokmuş gibi geliyor.”

İşte o anda karar verdim: Ne olursa olsun, bu kadının kalbine barış getirecektim. Ona hiçbir savaşın, hiçbir acının, hiçbir ayrılığın dokunamayacağı bir dünya kuracaktım.

“Senin için,” dedim usulca, “her geceyi sabaha, her korkuyu sükûnete, her yalnızlığı sevgiye çevireceğim. Çünkü ben, sadece sevmek için değil, yanında olmak için geldim sana.”

Sonra kalktı, dolabın kenarından küçük, sarı kaplı bir defter çıkardı. Kenarları kıvrılmış, sayfaları eskimişti. “Bunu göreve gitmeden önce yazmaya başladım,” dedi. “Sana anlatamadığım her şeyi buraya yazdım.”

Defteri elime aldım. Sayfaları açtıkça, Mihre’nin iç sesini duydum. “Bu gece Bintuğ yine yok. Kulağımda onun sesi, odamda onun kokusu var gibi... Ama yok. Ona bir şey olacak diye ödüm kopuyor…” “Döndüğünde söyleyecek çok şeyim olacak ama söyleyebilir miyim bilmiyorum. Belki de o her şeyi anlıyordur gözlerimden...” “Bana ‘korkma’ dediğinde, ilk kez birine inandım.”

Sayfalar aktı, ben sustum. Kalbim ellerimde atıyordu artık. O defter, bir aşkın sessiz günlüğüydü. Ve her satırı Mihre’ydi. Gözlerim doldu, ama bu kez tutmadım. Bir damla yaş süzüldü yanağımdan. “Elimden düşürmem bunu,” dedim. “Bu senin bana bıraktığın en kıymetli emanet.”

Sonra usulca eğildim, alnına bir öpücük kondurdum. “Bundan sonra her gün, bu deftere bir satır da ben yazacağım. İkimizin hikâyesi olsun diye. Korkularla değil, umutlarla yazılsın diye.”

Ve o an, Mihre kollarımdaydı. Gözlerimiz buluştu, nefeslerimiz birleşti. Dışarıda dünya dönmeye devam ediyordu belki ama biz... biz artık zamanın ötesinde bir yerdeydik.

Çünkü o an şunu çok iyi biliyordum: Ben Mihre’ye sadece âşık değildim. Onunla yeniden doğmuş, onunla tamamlanmıştım. Ve bu hikâyenin sonu yoktu. Çünkü her gün, onun gözlerinde yeniden başlıyordu.

O sabah, içimde bir kıpırtı vardı. Kahvaltı masasını toparladıktan sonra Mihre mutfağa geçtiğinde, elim yavaşça ceketimin iç cebine gitti. Orada… tam kalbimin hizasında taşıdığım o küçük şeye dokundum. Aylar önce görev öncesi Mihre’yle vedalaştığımız gün, onun tuttuğu çiçeği yerden almış, içime doğan bir geleceğe saklamıştım.

Bir kuru papatya. Solgundu belki ama içindeki anlam hâlâ capcanlıydı. İçeri döndü Mihre. Elinde iki fincan çay vardı. Sessizce yanıma oturdu, gözleri hâlâ uykuluydu ama huzurluydu. Elim hâlâ cebimdeydi. Kalbimse olması gerekenden çok daha hızlı atıyordu.

“Bir şey diyeceğim,” dedim, sesim titrekti ama kararlı. “Ne oldu?” dedi, merakla yüzüme döndü.

İç cebimden usulca o kurumuş papatyayı çıkardım. İki parmağımın ucunda, kırılmasın diye özenle taşıdım. “Bunu hatırlıyor musun?” Kaşlarını çattı, başını hafifçe yana eğdi. Sonra o çiçeği tanıdı. Gözlerinde bir şaşkınlık, ardından gelen ince bir gülümseme belirdi.

“O gün… göreve gitmeden önce… elimdeydi bu. Atmıştım sanıyordum.”

“Ben aldım,” dedim. “Sakladım. Çünkü sen ne zaman elinden düşürsen bir şeyi, ben onu yerden kaldırmak istiyorum. Hep.”

Bakışlarımız kenetlendi. Sessizlik uzadı. Elimi cebime yeniden götürdüm. Bu kez küçük, kadife bir kutuyu çıkardım. Papatyanın yanına koydum. Açtım yavaşça. İçinde sade bir yüzük vardı. Ne gösterişliydi ne büyük; ama niyeti sonsuzdu.

“Mihre…” dedim, dizlerim yavaşça yere çöktü, “Senin gözlerinle aydınlanan bu hayat, sensiz eksik kalıyor. Yalnızca sevdiğim kadın değil, nefes aldığım yer, sığındığım liman, savaştan döndüğüm evsin sen.” Yutkundum. Gözlerim doldu.

“Bu kuru papatya bir söz gibi, geçmişten kalan bir umut gibi… Şimdi onu geleceğe çevirmek istiyorum. Benimle evlenir misin Mihre? Bu defa bir daha düşürmemek, bir daha bırakmamak için…”

Mihre'nin gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Titreyen elleriyle ağzını kapattı, sonra gülümseyerek eğildi. Diz çöktüğüm yere diz çöktü, ellerimi avuçlarının arasına aldı.

“Bintuğ…” dedi kısık bir sesle, “ben zaten yıllardır sana evet diyorum. Her sabah uyanırken, her seni bekleyişimde, her seni düşündüğümde… İçimden hep evet dedim. Şimdi sesli söylemem gerekiyorsa, işte buradayım: Evet. Evet, bin kere evet!”

O an… zaman durdu. Papatya elimde, yüzüğü onun parmağına taktım. İçimizde sevdanın sükûtu, dudaklarımızda geleceğin adı vardı. O yüzüğü taktığımda sadece bir kadının parmağına bir halka takmış olmadım. Ben, Mihre’ye ait bir yüreğe sonsuza kadar tutunmayı seçtim. Ve o da bana “evim sensin” diyerek boydan boya bir ömür açtı.

Kuru bir papatyanın başladığı yerde, sonsuz bir hayat yeşermeye başladı. Ve biz, artık sadece birbirini seven iki insan değil, aynı hikâyeyi birlikte yazan bir aşktık. Bir kurumuş papatyayla açan, ama asla solmayacak bir aşk.

Mihre hâlâ ellerimi tutuyordu. Gözleri parlıyordu ama içinde tarifsiz bir huzur vardı. Yüzüğe bakıyor, sonra bana dönüyor, sonra yine gülümsüyordu. Sanki gerçek olduğuna hâlâ inanamıyor gibiydi. Ben ise onunla, dizlerinin dibinde, bu küçücük evde evrenden kopmuş gibiydim.

Tam o an… kapı çaldı. İkimiz de irkildik. Mihre bir anda toparlandı, gözyaşlarını sildi, gülümsemesini düzeltmeye bile çalışmadan, heyecanla yerinden kalktı.

“Bu saatte kim olabilir ki?” dedi.

Ben hafifçe başımı yana eğdim. “Senin kadar güzel gülümseyen biri daha varsa, o olabilir…”

Kapıyı açtığında, karşılarında Duru duruyordu. Kucağında küçük bir kek tepsisi, saçlarının arasına sinmiş taze pişmiş vanilya kokusu... Her haliyle kocaman bir neşe gibi görünüyordu.

“Ben geldim!” dedi gülerek. “Pastane gibi kokuyorum değil mi?” Mihre gözleri dolu dolu gülerek sarıldı. “Ne bu şimdi?” Duru içeri adım attı, kek tepsisini masaya bıraktı.

“Bugün iyileşen bir hastam, çıkarken bana sarıldı. Onu ilk yatırdığımız günü hatırladım… umutsuzlukla bakan gözleri, şimdi yeniden gülüyordu. O kadar mutluydum ki... Eve gelip hiçbir şey yapmadan oturamazdım. Kek pişirdim. Ama yalnız yiyemezdim tabii. Geldim, size de getirdim.”

Ben ayağa kalkmıştım, gülümsedim. “İyi ki geldin, Duru.” Kek tepsisine baktım. Üstü özenle pudra şekeri serpilmiş, kenarlarına fındık serpiştirilmişti. Ama asıl mesele kek değil, onun taşıdığı sevgiydi.

Duru’nun kek kokusu hâlâ odanın içinde dans ederken, kahkahalar yankılanıyordu duvarlardan. Çay bardakları boşalmış, kek tabaklarında birkaç kırıntı kalmıştı. Gözlerde o tanıdık huzur, dudaklarda ise gün boyu sürecek bir tebessüm...

Ama hiçbir şey, birkaç saat önce yaşanan o anın yerini tutmuyordu. Çünkü o an, ne bir yüzük kutusuyla ne de şaşaalı bir sözle yaşanmıştı. Bir papatya vardı yalnızca. Solmuş, kurumuş ama anlamı sımsıcak bir papatya…

Ve ben, tam o sessizliğin içinde, Mihre’nin ellerini tutmuştum. Titreyen parmaklarını öyle bir sarmıştı ki papatyanın sapı, sanki sadece bir çiçek değil de kalbimle örülmüş bir söz gibi duruyordu orada.

Yüzük parmağında… Ne altın vardı ne pırlanta. Sadece ben vardım. Ve kurumuş bir papatyada saklanan sonsuz bir niyet.

Duru, bu manzaraya tekrar baktığında derin bir iç çekti. “Mihre…” dedi usulca, “bu gördüğüm şey, şimdiye kadar şahit olduğum en güzel evlenme teklifi olabilir.”

Mihre, başını eğdi. Gülümsedi. Parmağını uzatıp o incecik sapın hâlâ durduğu yere dokundu. “Bana hiçbir şey dayatmadan, hiçbir kalıba sokmadan, sadece hissettirerek ‘seninle bir ömür’ dedi.

Benim için en değerli olan da bu zaten. Altın zamanla solar, taşlar düşer. Ama bir papatya… hele ki bir adamın kalbinden çıkan bir papatya, hiçbir zaman eksilmez.”

Ben, Mihre’ye öylece bakakaldım. O kadar yalın, o kadar içtendi ki söyledikleri… O an içimden geçen her şeyi dile getirmeye gerek bile duymadım. Bir insanın gözlerinden anlaşılabildiği o nadir anlardan birindeydik.

“Bunu hiç çıkarmayacağım,” dedi Mihre.

“Solsa bile?”

“Solsa da, yerini bileceğim. Çünkü bu papatya sadece bir çiçek değil… Senin içimden geçerek geldiğin ilk yer.”

Duru, gözyaşlarını usulca sildi. “Aşk ne garip değil mi? Kimisi yüzüğe bakar, kimisi bir papatya sapına… Ama önemli olan neyle değil, kimle olduğun.” O gece, papatya parmakta kaldı. Ve o gece, biz üç kişi, kalbimize dokunan sessiz mucizeleri konuştuk durduk. Kimi zaman geçmişten bahsettik, kimi zaman gelecekten. Ama en çok da o anın huzurunda durduk.

Çünkü bilirdik… Bir çiçek bazen yalnızca doğadan bir iz değildir. Bazen, bir aşkın en yalın hâliyle anlatıldığı tek kelimesiz tekliftir. Ve Mihre, parmağındaki papatyayla ışıldarken ben şunu düşündüm: Ben altınla değil, sevgimle mühürledim o parmağı. Ve bu sevgi, toprağın içinden çıkan bir çiçek kadar hakiki, bir “evet” kadar ebediydi.

Merhabalar arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. UMARIM BEĞENİRSİNİZ. OY VE YORUMLARINIZ DA BEKLİYORUM. Şimdiden iyi okumalar dilerimmm. Medya temsilidir. NOT: MİHRE’NİN YENİ GÖREV YERİNDE LOJMAN VARDIR VE ORADA KALIYOR. EV DERKEN ONU KASTETTİM.

 

Bölüm : 16.07.2025 01:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yazar Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 60- Papatya Sarılı Parmaklar
Yazar Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

19.4k Okunma

4.8k Oy

0 Takip
60
Bölümlü Kitap
1- Yüzbaşı ile Karşılaşma2-Onca Yıllık Kardeş Hasreti3- Ameliyathanede Gördüğüm Kişi4- Fotoğraf Dolusu Kutu5- Endişeli Bekleyiş6-Önyargı7- Acil Görev8- Ormanlık Alanda Hareketlilik9- Zehirlenme10- Aramızdaki Hain11- Bugün Ben Bir Güzel Gördüm12- Gizlenen Mesaj13- Yeni Atanan Kadın Yüzbaşı14- Görevden Önce Öpücük15-Bekleyiş16- Eceli İle Karşı Karşıya Gelmek17- Yaşanılan Korku18- Kavuşma19- İş Birliği20- Bulunan Zarf21- Ses Kaydı22- Evrak Eksikliği23- Mahkeme Günü24- Kaçırılan Bebekler25- Visal26- Dildâlde27- Aferist28- DNA Testi ve Sonucu29- Karargâha Barkın Rüzgarı30- Akıl Almaz Teklif31- Karşılaşma Cephesi32- Parçalanmış Aynanın Ucundaki İhanet Gölgesi33- Bitmeye Yakın Bir Hikâyenin Sessiz Adımları34- Kaçınılmaz Bir Son mu, Beklenmedik Bir Dönüş mü?35- Konumun Gelmeyişi Ve Merakla Beklenen Dakikalar36- Kelimelerin Yetmediği An: Sarılmak37- Deponun İçindeki Ceset38- Cenaze Ve Taziye Evi39- Karanlıkta Kalan, Yalanın İçinden Doğar40- Ouroborost41- Kodun İçindeki Hayalet42- Karanlık İzlence43- Gerçeğe Zincirlenmiş44- İçimizdeki Mesafe45- Huzurun Yolu: Birlikte Olmak46- Saklanan Satırlar47- Düğün Gecesi Fısıltıları48- Birlikte Dayanmak49- Yaşam ve Umut50- Atan Kalbin İzinde51- Çamurlu Adımlar, Temiz Nefesler52- Geçmişin Kirli Yüzü53- Aşkın Görülmeyen Hisleri54- Sevgiyle İyileşen Yaralar55- Yön Değiştiğinde Bile Yürümek56- Yeni Görev yerine Alışma Süreci57- Gizli Mesajın İzinde58- Gizli Çekim59- Bir Öpücük Yetmedi60- Papatya Sarılı Parmaklar
Hikayeyi Paylaş
Loading...