“Bazı sorular vardır… cevabı gelmeden yorgunluğun kendisi çöker omzuna.”
Mihre Kandemir'in Anlatımıyla;
Karan içerideki telefonu nasıl değerlendirdi, neler yaptı, o an o çavuşa ne dedi bilmiyorum. Bildiğim tek şey; ben çadırdan uzaklaştıktan kısa bir süre sonra Duru da usulca gözden kayboldu. Molamızın süresi dolmak üzereydi ve dış dünyadaki her tehlikeyi içeride tutan sessizlik hâlâ içimde yankılanıyordu.
Birlikte sağlık çadırına dönerken, bedenim adımlarla hareket ediyordu ama zihnim olduğum yerde çakılı kalmış gibiydi. Her şey, hâlâ aklımın bir kenarında Karan’ın o gergin yürüyüşünde, gözlerini kaçırdığı anlarda ve telefona dair o kısa ama çok şey anlatan sessizlikteydi.
Karan neden buradaydı? Neden onun gibi soğukkanlı, dikkatli biri, izlenir duruma gelmişti? Ve neden bu kadar yalnızdı?
Elime geçen her işin içine gömülerek bu soruları bastırmaya çalıştım. Sağlık çadırına vardığımızda bekleyen küçük bir çocuk ve kolunu tutan yaşlı bir adam vardı. Duru hemen hazırlık yaptı, ben de malzemeleri açtım. Bandajlar, antiseptikler, hafif kırık şüphesiyle alınan önlemler… Saatler göz açıp kapayıncaya kadar geçiyordu ama içimdeki sessizlik hiç dinmiyordu.
Güneş batmaya yaklaşırken, kamp alanında garip bir dinginlik oluştu. Gün bitince herkes, azıcık da olsa nefes alabiliyordu. Büyük tahta masa, bu saatlerde her zaman olduğu gibi etrafında insanları topladı. Kimi kahvesini içerken, kimi sadece sessizce oturup birbirine bakıyordu. Duru ile ben de biraz uzak köşeye geçip yan yana oturduk. Duru, yavaş yavaş günün ağırlığını üzerinden atıyor gibiydi.
“Yorulmadın mı hiç?” dedim, onu izlerken. Omuzlarını silkti. “Alıştım. Ama sen hâlâ başka bir şey düşünüyorsun Mihre. Gözlerin hâlâ orada değil.”
O an Duru’ya gülümsemeye çalıştım ama yapamadım. Elimde değildi. “Bana söyler misin Duru? Karan neden buradaydı sence?” Duru derin bir nefes aldı.
“Ben de bilmiyorum. Ama Bintuğ’un ona olan güvenini bildiğim için… boşuna bu noktada görevlendirilmediğini de biliyorum.”
Başımı salladım. Gözüm masadaki hareketli kalabalığa takıldı. Kahkahalar yükseliyordu, yemek kapları karışıyor, bazıları başlarından geçen komik olayları anlatıyorlardı. Fakat benim zihnim hâlâ o telefondaydı… o göz teması, o suskun planlar…
Gece yavaş yavaş kampın üzerine ağır bir battaniye gibi çökerken, herkes birer birer yerlerine çekildi. Uyku, siperin ardından çıkan en büyük dinlenmeydi ama bana nedense bu gece uğramamış gibiydi.
Çadırıma döndüm. Herkes uyumuştu. Duru derin nefeslerle uyurken, ben elimdeki deftere birkaç kelime bile karalayamadım. Ne yazsam, eksik kalıyordu. Gözlerim tavanda dolanırken, içimden geçen tek şey o soruydu: Karan buradaysa, bu kamp gerçekten göründüğü kadar sıradan mı?
Sonra sessizce çadırdan çıktım. Gece soğumuştu, ama havada yine de ürkütücü bir sükûnet vardı. Büyük tahta masaya doğru yürüdüm. Üstü boştu, sadece birkaç boş bardak kalmıştı.
Oturdum. Başımı ellerimin arasına aldım. Sonra… ne zaman olduğunu tam hatırlamıyorum ama göz kapaklarım ağırlaştı. Sırtımı masaya yasladım. Gecenin serinliği yüzüme değdi. Uyuyakalmışım.
Birinin yaklaşan adım sesleriyle irkildim. Gözlerimi açtığımda sabahın o turuncuya çalan ilk ışıkları çevreye dokunmaya başlamıştı. Uzanmıştım… masada. Boynum ağrıyordu ama ilk hissettiğim şey o değildi.
Kulağıma gelen tok ama tanıdık bir sesle irkildim. “Mihre?”
Başımı yavaşça kaldırdım. Göz kapaklarım hâlâ direniyordu ama sesin sahibini tanımam için fazlasına gerek yoktu. Bintuğ… karşımdaydı. Üniformasıyla, gözlerinde yorgun ama her zamanki gibi dikkatli bir bakışla bana bakıyordu.
“Hâlâ mı ayaktasın sen?” dedi, hafifçe gülümseyerek. Yanaklarım kızardı. Hemen toparlanmaya çalıştım. “Uyuyamamıştım. Biraz… hava alayım derken... sanırım... burada uyuya kalmışım.”
Bintuğ, sessizce yanıma oturdu. Gözleri hâlâ üzerimdeydi. “Kampı, geceyi… hatta kendini bile izliyorsun Mihre. Ama biraz da dinlenmeye çalış. Yorgunlukla savaş kazanılmaz.”
O an, kelimelerim boğazımda düğümlendi. Çünkü ne kadar güçlü durmaya çalışırsam çalışayım, onun bu sabah gelişi… bana bir yerlerden güç vermişti. Ve sanki bu kampın üzerindeki karanlık biraz da olsa dağılmış gibiydi. “Bazen bir sabah, sadece seni anlayan bir bakışla başlar. Ve bu, bütün geceye değer.”
Bintuğ’un sesindeki yumuşaklık, sabahın o ilk serinliğiyle birlikte kalbimin tam ortasına dokundu. Ne zamandır böyle hissetmemiştim bilmiyorum… ama bir anlığına, o kampın ortasında, o büyük tahta masanın başında… dünya sessizleşti.
Bakışları gözlerime değdiğinde, içimdeki bütün o uykusuzluk, yorgunluk ve dünden beri bastırdığım her şey bir anda yukarıya tırmandı. Gözlerim nemlendi. Elimi hızlıca yüzüme götürüp silmeye çalıştım ama nafileydi. Gözyaşı zaten yanaklarıma kadar inmişti.
Bintuğ, o an hiçbir şey söylemedi. Söylemesine de gerek yoktu. Sadece kollarını açtı. Ve ben… hiç düşünmeden, hatta utanmadan göğsüne doğru ilerledim.
Başımı göğsüne yasladığımda kalp atışlarıyla kendi kalbimin çırpınışı karıştı. O an ne Karan, ne çavuş, ne telefon… hiçbir şey yoktu. Sadece onun varlığı ve benim içimde kabaran o tarifsiz duygusallık.
Sanki göğsünde değil de bir evin sıcak duvarında yaslanmıştım. Ellerini sırtıma yerleştirdi. Beni hiç acele etmeden, sıkmadan… ama sarsılmaz bir güvenle tuttu. “Tamam,” dedi, fısıltı gibi. “Biliyorum. Her şeyi bilmesem de… içinden geçenleri hissedebiliyorum.”
Hıçkırmadan ama iç çekerek nefes aldım. “Ben… sanırım ilk kez bu kadar çok şeyi içimde tutuyorum. Herkese güçlü görünmek zorundaymışım gibi. Ama bazen…” Sözüm yarım kaldı. Bintuğ, başımı hafifçe okşadı.
“Bazen sadece biri sarılsın istersin. O kişi olabildiysem… iyi ki buradayım Mihre.” O an gözyaşlarım daha da çoğaldı. Ama bu sefer acıdan değildi. Rahatlamıştım. Biri beni gerçekten anlıyordu. Ve o kişi tam karşımdaydı.
Dakikalar boyunca konuşmadan öylece kaldık. Sadece nefes alışverişlerimiz, kampın uzak ucundan gelen sabah sesleri, ve içimizdeki sessiz kabuller…
O sarılış… savaşların, görevlerin, gece boyunca susan cümlelerin üzerinde bir örtü gibi durdu. Ve ben ilk kez o masada, sabah serinliğinde, uykusuz ama huzurlu bir şekilde… gerçekten dinlenmiş gibi hissettim.
“Sarılmak bazen bir cevap değil, bir kurtuluş olur.”
Bintuğ’un sıcaklığı hâlâ üzerimdeyken, kalbim bir parça daha yumuşamış, içimdeki düğümler birer birer çözülmeye başlamıştı. Onun sessizce var olması, bana ne çok şey anlatmıştı. Kimi insanlar uzun cümlelerle anlatamazken, o yalnızca bir sarılışla bütün duvarlarımı indirmişti.
Derin bir nefes alıp başımı yavaşça geri çektim. Göz göze geldik. Gülümsedik. Ardından ben, usulca elimle gözyaşlarımı sildim, biraz toparlandım. Ama Bintuğ’un gözleri hâlâ yumuşaktı.
“Bir kişiyi daha görmeden sabahım tamamlanmaz,” dedi. Sesinde belli belirsiz bir neşe, burnunun ucunda özlemle karışık bir sıcaklık vardı. Hemen anladım.
“Duru mu?” diye sordum, dudaklarımda minik bir tebessümle. Bintuğ başını yavaşça salladı. “Onu son gördüğümde hâlâ geceyi yaşıyordu. Karan’a dair o kadar çok şey düşündü ki, eminim zihni daha yeni uyuyabilmiştir.”
Beraberce ağır adımlarla çadıra doğru yürüdük. İçerisi hâlâ loştu. Uyku, her yana yayılmıştı. Duru’nun battaniyesi omuzundan kaymıştı. Yüzünde masum bir huzur vardı. Gözlerinin kenarında, gecenin ağırlığı kalmıştı ama nefesi sakindi.
Bintuğ birkaç adım yaklaştı. Eğildi. “Duru,” dedi fısıltıyla, neredeyse bir ninni gibi. “Kalk bakalım. Biri seni çok özledi.”
Duru kıpırdandı. Göz kapakları ağır ağır aralandı. Önce anlamlandıramadı, sonra sesin sahibini fark etti. Gözleri bir anda açıldı. “Abi?”
Sesinde şaşkınlık, uykudan kalma bir sersemlik ve tarifsiz bir sevinç vardı. Bintuğ bir adım geri çekildi, kollarını açtı. “Kim geldi tahmin et bakalım?”
Duru fırlayıp battaniyeyi üzerinden attı, neredeyse ayağa bile kalkmadan sarıldı ona. Küçük bir çocuk gibi… o kadar sıkı, o kadar içten sarıldı ki, kalbim yine titredi. “Abi… seni ne kadar özlediğimi bilsen…”
“Biliyorum küçük hanım,” dedi Bintuğ, başını Duru’nun saçlarının arasına gömerek. “Ama artık buradayım.”
Duru'nun gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Ama sesi yumuşak ve titrek değildi bu kez; doluydu, gururluydu. “Beni burada yalnız bırakmayacağını biliyordum. Hep hissediyordum abi.”
Bintuğ onu bir an olsun bırakmadı. “Hiçbir zaman yalnız değilsin. Senin gibi bir kardeşi kim yalnız bırakabilir ki?”
İkisine bakarken içim sımsıcak oldu. O sarılış, o an… her şeyi susturmuştu. Savaş, görev, yorgunluk… hepsi unutulmuştu. Sadece bir abiyle bir kardeşin kavuşması kalmıştı geriye.
Ve ben o an bir kez daha anladım: Biz burada sadece görev yapmıyorduk. Birbirimize tutunarak hayatta kalıyorduk. Duru ile Bintuğ’un o hasret dolu anlarını izlerken, içimde hafif bir burukluk hissettim. Onların kavuşması, yüreğimde umut yeşertirken, bir yandan da aklımda başka bir isim dolanıyordu: Aydemir.
Bir ara, sessizliği bozmak istedim. Hafifçe yana döndüm, Duru’nun saçlarının kokusunu içine çeker gibi derin bir nefes aldım ve nazikçe sordum: “Duru, Aydemir nasıl? Onu gördün mü en son?”
Duru biraz duraksadı, gözleri uzaklara daldı. Sonra başını hafifçe salladı. “Görmedim… Henüz. Ama haberleri var. Bintuğ da biliyor. O da merak ediyor onu.” Bintuğ hafifçe öne eğildi, bakışlarını ikimize de çevirdi. “Aydemir şu an farklı bir görevde. Uzaklarda. İyi durumda ama… burada olamayışı hepimizi zorluyor.”
Duru gözlerini hafifçe kırptı, ardından sıkıca yutkundu. “Biliyorum, özlüyoruz. Özellikle sen… Mihre, sen onun ablasısın. Onun için endişelenmen çok normal.”
O an kalbim sıkıştı. Aydemir’i uzun zamandır görmemiş, onun ne halde olduğunu tam olarak bilememiş olmak içimde derin bir boşluk yaratıyordu. “En kısa zamanda haber almayı umut ediyorum,” dedim sessizce. “Onu burada, yanımızda görmek istiyorum.”
Bintuğ başını onaylarcasına salladı. “Biz de aynı duygudayız. O, güçlü bir asker ve kardeşimiz. Ama bu savaşta herkesin yolu ayrı yürüyor. Önemli olan onun sağlığı ve eninde sonunda buraya dönmesi.”
Duru ve ben, bu sözlerin ağırlığıyla birbirimize baktık. İçimizde hem özlem, hem umut, hem de biraz sabır vardı. Çünkü biliyorduk ki; Bazen, en zor savaş… en çok sevdiğin insanı beklemekti.
Bintuğ ve Duru’nun arasında geçen konuşmaya ben de sessizce kulak verirken, Duru’nun yüzündeki gerilim fark edilmeden kalamadı. Sanki içinde bir şey kopmak üzereydi. Çenesini tutamayarak aniden söze başladı: “Abi… sana söylemem gereken bir şey var.” Bintuğ başını hafifçe çevirdi, dikkat kesildi.
“Geçenlerde, Karan… bir çavuş tarafından gizlice çekildi. Telefonla konuşurken, o çavuş onun fotoğraflarını çekti. Mihre bunu gördü, bana anlattı.” Bintuğ’un kaşları çatıldı, gözleri ciddileşti.
“Bunu bilmiyordum. Gerçekten mi? Kim o çavuş?”
Duru biraz tedirgin ama kararlıydı. “Üniformalıydı. Ama kim olduğu tam net değil. Ancak Karan’ın durumunu bildiğimizi sanmıyorum. Bu iş ciddi olabilir.”
Bintuğ derin bir nefes aldı, ardından “Tamam,” dedi. “Bu konuyu Karan’la konuşmam gerekiyor. Gerçekten böyle bir şey olduysa, izlemeye devam edeceğiz.”
Akşamın sessizliğinde, Bintuğ Karan’ı yanına çağırdı. İkisi kısa ama sert bir konuşma yaptı. Bintuğ’un sesi ciddi, Karan’ın ise içinde bastırılmış öfke vardı. Tartışmanın sonunda gerilim yükseldi, Karan sert bir ifadeyle Bintuğ’a döndü:
“Sen benim durumumu biliyorsun. Ama bu işin içinde ailem var. Kardeşim Duru da buraya dahil oldu. Bu gizlilik ve mesafeye rağmen… o beni anlıyor sanıyordum.”
Bintuğ soğukkanlı kalmaya çalışsa da, Karan’ın sözleri ortamı gerdi. “Duru ile olan durumun bizi de zorluyor ama bu işi profesyonelce götürmek zorundayız.”
Ertesi gün Duru ve Karan arasında çatışma kaçınılmaz oldu. Karan, Duru’ya mesafeli ve sert yaklaştı; Duru ise içinde biriken duygularını artık saklayamadı.
Sinirli ama kararlı bir sesle Karan’a döndü: “Sen beni anlamıyorsun! Seni izleyen, seni gözetleyen biri olduğunda… ben korkuyorum. Ama bunu söylemeye bile çekiniyorum çünkü sen mesafeni koruyorsun! Benim sana hissettiklerim sadece hayranlık değil, bu sana olan bir bağ, bir umut. Ama sen hep uzak duruyorsun. Beni anlaman gerekmez mi?”
Karan’ın sert duruşu biraz yumuşadı ama hala kendini kontrol ediyordu. “Duru, bu işlerin duygularla yürümediğini bilmelisin. Ben buradayım çünkü görevim bu. Kardeşin olarak seni korumaya çalışıyorum ama sınırlarımı da korumalıyım.”
Duru gözlerini kırptı, sesi titriyordu ama kararlıydı: “Belki de artık sınırlar değil, senin bana izin vermen gerekiyor. Yoksa bu mesafe bizi koparır. Hem görev, hem de kalp…”
O an ikisi de ne söyleyeceğini bilemedi, aralarındaki gerginlik katılaşırken, herkes bu sessiz savaşın farkındaydı. Ve ben… o anda anladım ki, en zor mücadeleler bazen yürekte başlar.
O sabah, Karan ile Duru’nun arası buz gibiydi. Karan, sert ve mesafeli tavrını koruyor, Duru ise içinde büyüyen duygularıyla savaş halindeydi. İkisi arasında kalan ben, o soğuk hava içinde bile kalplerinin birbirine ne kadar yakın olduğunu görebiliyordum.
Duru bir kez daha karşı karşıya geldiklerinde, sesini titrek ama kararlı çıkardı: “Karan… seni seviyorum. Kardeş olarak değil, başka bir şey olarak. Bunu saklamaya çalıştım ama artık daha fazla yapamıyorum.”
Karan’ın gözleri aniden büyüdü, birkaç saniye sustu. İçinde fırtınalar kopuyor gibiydi. Sonra sertçe başını iki yana salladı: “Duru, bunu kabul etmek benim için çok zor. Çünkü görevimiz, yaşadığımız yer, geçmişimiz… Hepsi karışıyor. Senin kardeşim olduğunu biliyorum ama içimdeki bu hisler… kabul etmek istemiyorum.”
Duru yutkundu, gözlerinde hem acı hem umut vardı. “Ben de biliyorum Karan. Her şey karmaşık ve zor. Ama hislerimi inkâr etmek, seni gördüğümde kalbimin hızla çarpmasını engellemiyor. Biliyorum sen de farklı düşünüyorsun. Ama seninle beraber olmaya hazır olduğumu bilmeni istiyorum.”
Karan sert bir nefes aldı, ellerini yumruk yaptı. “Bu, sadece ikimizin değil, tüm birliğin geleceğini etkiler. Bunu unutma. Ama… seni görmek, yanında olmak istiyorum. Kalbimle değil, görevimle savaşıyorum.”
Duru gözlerindeki kararlılıkla yaklaştı, hafifçe dokundu Karan’ın koluna. “Görevler değişir Karan, ama hisler bazen ömür boyu kalır. Bunu seçmek zorundayız. Ya birbirimize inanacağız ya da kaybedeceğiz.”
Karan bir an sustu, sonra yavaşça başını salladı. “Belki de haklısın.” Ve o andan itibaren, aralarındaki mesafe, bir adım bile olsa, biraz daha azalmıştı.
Duru ile Karan arasındaki o çetin yüzleşmenin ardından, içimde bir şeylerin ağırlaştığını hissettim. Onları orada, kendi aralarında bırakmam gerektiğini biliyordum. Duru’nun duyguları çok derindi, Karan ise içindeki çatışmayla savaşıyordu. İkisi için de zamanı gelmişti; benim ise biraz nefes almaya ihtiyacım vardı.
Sessizce yanlarından uzaklaştım. Karan ve Duru’nun bakışları arkamda kaldı; o yoğun hislerin ağırlığını üzerimde taşıyarak, Bintuğ’un yanına yürüdüm. O an yanımda olmasının, güven vermesinin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anladım.
Beraber yürürken, kampın dışındaki yumuşak toprak yolda adımlarımız uyum içindeydi. Güneş yavaş yavaş batıyor, turuncu ve morun en güzel tonlarını gökyüzüne seriyordu. Hafif bir rüzgâr yüzümü okşarken, Bintuğ’un varlığı içimdeki gerginliği biraz olsun hafifletiyordu.
Bintuğ, sessizliği bozdu: “Mihre, seni böyle görmek zor… Ama biliyorum, yükün ağır.” Başımı hafifçe salladım, gözlerimi yere indirdim. “Bazen kalbim çok yoruluyor. Hem görev hem de hisler… İkisinin arasında sıkışmış gibiyim.”
Bintuğ yanımdaki eliyle nazikçe omzuma dokundu. “Yalnız değilsin. Ne hissettiğini biliyorum, ben de buradayım.” O anda, durup yüzünü bana çevirdi. Gözleri içten ve yumuşaktı. “Seninle olmak istiyorum, sadece seninle…”
Kalbim bir an hızlandı, içimde yankılanan sesin gerçek olduğunu hissettim. Gözlerimi kaldırıp ona baktım. Gözlerimiz buluştu, kelimelere gerek kalmadı.
Adımlarımızı yavaşlattık, birbirimize yaklaştık. Bintuğ’un eli hafifçe yüzümü okşadı, dudaklarımla buluştu. O an, kampın karmaşası, korkuları ve yorgunluğu bir anda kayboldu. Sadece ikimiz vardık, o sonsuz anın içinde. Sarılırken, kalbimde bir sıcaklık yayıldı.
Ve düşündüm: Bazen en büyük cesaret, kalbini açmaktır.
Öpüştüğümüz o ilk anda zaman durdu sanki. Dudaklarımız birbirine dokunduğunda, içimde kelebekler kanat çırptı; kalbim deli gibi atıyordu. Sonrasında yumuşak bir heyecanla gözlerimi açtım ve Bintuğ’un yüzüne baktım. Gözlerimiz buluştu, ikimizin de yüzü hafifçe kızarmıştı.
Bir anlık sessizlikten sonra, ikimiz de utanarak hafifçe geri çekildik. “Sanırım biraz… acele ettik,” diye fısıldadım, sesim titriyordu. Bintuğ hafifçe gülümsedi, gözleri parıldıyordu. “Sanırım evet. Ama iyi ki etmişiz.”
İşte o an, üzerimizdeki o ciddi hava birden dağıldı ve ikimiz de beklenmedik bir kahkaha patlattık. Kahkahalarımız kampın sessizliğinde yankılandı, içimizdeki rahatlama ve mutluluk dışa vurdu.
Birbirimize bakıp tekrar güldük, birbirimizin yüzündeki kırmızılığı görünce daha da güldük. “Seninle olmak bu kadar mı heyecan vericiymiş meğer,” dedim gülümseyerek.
“Seninle olmak zaten her an heyecan verici,” diye cevap verdi Bintuğ, göz kırparak. Kahkahalarımız arasında, o anın güzelliği, tüm yorgunlukları ve endişeleri silip süpürmüştü. Ve ben anladım ki, bazen bir gülüş, en zor anları bile hafifletir.
Kahkahalarımız dinip biraz sakinleştiğinde, gözlerim hala hafif kızarık, gülümsemem yerindeydi. Bintuğ’a takılmadan edemedim: “Yani, o kadar heyecanlıydın ki sanki ilk defa öpüşüyormuşuz gibi davrandın! Senin yaşında biri için biraz komik değil mi bu?” diye şaka yollu lafladım.
Bintuğ ise anında cevap verdi, o kendine has alaycı gülümsemesiyle: “Hey, ilk defa değilmiş gibi davranmamı bekliyorsan yanılıyorsun.”
Tam ağız açacakken, o beklenmedik hareket geldi: Bintuğ hızla bana yaklaştı ve ikinci bir öpücükle sözümü kesiverdi. Dudakları tekrar dudaklarımla buluştuğunda, yüreğim istemeden de olsa bir kez daha hızla çarptı.
Bu sefer sustum, çünkü kelimeler anlamsızdı. O an sadece gözlerimizi kapatıp, anın içinde kaybolduk. Sonra, öpüşme bitince ufak bir nefesle hafifçe gülümsedi: “Konuşmana gerek kalmadan susturdum seni,” dedi, alaycı ama sevgi dolu bir sesle.
Ben ise gülerek başımı salladım: “Pekala, itiraf ediyorum, sen kazandın.” Ve o an, ikimizin arasında olan her şey… kelimelerin ötesinde anlam kazanmıştı. “Bazen susturulmak, en güzel onaydır.”
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümü size emanet edip ben kaçıyorum. Duru ve Karan’ı nedense yakıştırdım ve onları kendimce yapmaya çalışıyorum. Umarım Karan beni üzmez ve Duru ile olur… İyi okumalar dilerim, medya temsilidir. Oy ve yorumlarınızı unutmayın. Sizi seviyorum, görüşmek dileğiyle 💓
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
19.4k Okunma |
4.8k Oy |
0 Takip |
60 Bölümlü Kitap |