58. Bölüm
Yazar Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 58- Gizli Çekim

58- Gizli Çekim

Yazar Sude Kayhan
poncikss1234

“Sabahın serinliği, yalnızca hava değil, ruhumun da üzerindeydi.”

Mihre Kandemir'in Anlatımıyla;

Geceden kalan yorgunluk göz kapaklarıma çökmüşken, sabaha karşı esmeye başlayan ani rüzgâr çadırlarımızı âdeta sınavdan geçiriyordu. Naylon örtüler zangır zangır titriyor, sabitleyici iplerin geriliminden çıkan tiz sesler uykusuzlukla yarışıyordu. Sırtüstü yatarken, çadırın tavanında salınan gölgeleri izliyor, dışarıda neler olup bittiğini tahmin etmeye çalışıyordum.

Az sonra Duru’nun sesi geldi; “Mihre! Kalk, dışarıda işler karıştı!” Hızla üzerime montumu alıp çıktım. İki çadırın yere yığıldığını, birkaç askerin rüzgârla cebelleşircesine direkleri yeniden sabitlemeye çalıştığını gördüm. Çevreye göz gezdirirken Duru yanıma yanaştı.

“Baş sorumluya gitmeliyiz. Bu şartlarda kalmamız imkânsız. Bak, kampın yarısı darmadağın.” Başımı sallayıp onunla birlikte yol aldım. Ayaklarımızın altındaki taşlar yağmurla gevşemişti, çamur çizmelerimize yapışıyor, yürümek zorlaşıyordu. Komutan çadırına vardığımızda nöbetçi asker bizi içeri yönlendirdi.

İçerisi sıcak ama havasızdı. Duru duraksamadan konuşmaya başladı. “Komutanım, sabaha karşı çıkan rüzgâr kamp alanını alt üst etti. Hem personel güvenliği, hem sağlık malzemeleri açısından tehlike altındayız. Bu görevin süresinin acilen gözden geçirilmesi gerekiyor.”

Ben de destekledim onu. “Kampın durumu geçici değil. Burada kalmaya devam edersek asıl zarar o zaman gelir. Yazılı bildirimle görev sonlandırılsın, rica ediyoruz.”

Komutan, ciddi ve yorgun gözlerle bizi süzdü. Önündeki defteri kapattı, “Durumu değerlendireceğim. Yazılı raporu az sonra hazırlatırım,” dedi. Dışarı çıktığımızda ikimiz de derin bir nefes aldık. İçimizde büyüyen gerginlik, havadaki toprak kokusuyla hafiflese de yüzümüzdeki yorgunluk gitmemişti.

Öğleye doğru, telsizden gelen ani anonsla birlikte koşturduk. İki ayrı kaza vakası... İkisinde de kırık ve kanama şüphesi vardı. Tüm malzemeleri alıp ilkel şartlarda müdahale etmeye başladık. Zaman geçmiyordu; ellerimiz çamura bulanıyor, diz çöktüğümüz her zeminden soğuk sızıyordu. Ellerdeki uyuşmalar, çene kaslarındaki sıkılıkla birleşmişti.

Zar zor tamamladık işlemleri. Duru, sargılarını bitirip yanıma geldiğinde alnındaki terin parıltısı göze çarpıyordu. “Otuz dakikalık molamız var,” dedi, gülümseyerek. Ben de başımı eğip gülümsedim. “Çevreyi azıcık gezelim mi? Belki kafamız dağılır.”

Kamp alanının dışına doğru ilerledik. Dağın yamacına doğru yürürken, rüzgâr bu kez dost gibiydi; saçlarımızı savuruyor ama tenimize zarar vermiyordu. O an Duru durdu, parmağıyla ileriyi işaret etti.

“Karan değil mi o?”

Başımı çevirdim. Evet, tanımamak mümkün değildi. Dağın kıyısında, dikkatli adımlarla yürüyen o uzun silüet keskin nişancı Karan’dı. Sessizliğiyle, gözlerinin derinliğiyle tanınırdı. Duru’nun adımlarındaki hızlanmayı fark edince ona yetiştim.

“Karan!” diye seslendik birlikte. Adam olduğu yerde durdu, bize döndü. Yüzünde alışıldık soğukluk vardı ama nazikçe başını salladı.

“Yürüyüşe mi çıktın?” diye sordum. “Evet,” dedi, “düşünmek için.” Ben biraz yaklaştım. “Bintuğ nasıl? Ne zaman dönecek?” Karan gözlerini kaçırmadan cevapladı. “Durumu iyi. Ama henüz tarih net değil. Bunu biz bile net bilmiyoruz.”

Başımı salladım, o an Duru’nun gözlerini fark ettim. Sanki bir cümleyi kelimelere dökmeye gerek kalmadan anlatmaya çalışıyor gibiydi. Hayranlıkla ama sessiz... Göz ucuyla ona bakarken kendimi tutamadım, dudaklarımda küçük bir bıyık altı gülümseme belirdi.

Karan, Duru’ya kısa bir bakış attı. Gözlerinde hafif bir sıkıntı vardı. Sonra doğrudan ona döndü, mesafeli ama kırıcı olmayan bir ses tonuyla konuştu: “Senin burada olduğunu biliyordum. Abin görev dosyasında belirtmişti. Dikkatli ol, bu bölge farklı yerlerden izleniyor.”

Duru başını öne eğdi. Sessizlik birkaç adım sürdü. Sonra üçümüz birlikte geri dönmeye başladık. Dağın yamacından yavaşça inerken taşlara basmamaya çalışıyor, o kısa yürüyüşü birer iç hesaplaşmaya çeviriyorduk.

Kampa vardığımızda açık alana kurulan küçük bankların olduğu yere geçtik. Plastik kupalara doldurduğumuz kahvelerle oturduk. Buharı tüten o sade içecek bile o an bize lüks geliyordu.

“Bazı günler hiç geçmeyecek sanıyor insan,” dedim, kupamı avuçlarımın arasına alırken. Karan başını hafifçe salladı. “Ama geçiyor. Ve sonunda sadece ne kadar dik durabildiğin kalıyor aklında.”

Duru sessizdi. Ama gözlerinde bir karmaşa, yanaklarında hafif bir kızarıklık vardı. Onu o hâlde görmek hem gülümsetti, hem düşündürdü beni. Belki ilk kez bir savaşın ortasında, savaşsız bir duygunun kıyısına gelmişti.

Ama belli ki Karan, bu kıyıya adım atmamak için elinden geleni yapıyordu. Ve biz, o yarım saatlik molada yalnızca yorgunluğumuzu değil, içinde bulunduğumuz dünyanın duygulara olan mesafesini de tartmıştık. “İçimizdeki fırtına, rüzgârdan daha gerçekti.”

Duru’nun elleri kahve kupasının etrafında kenetlenmişti. Dudaklarını kupanın kenarına götürmesine rağmen birkaç yudumdan fazlasını içemediğini fark ettim. Gözleri hâlâ Karan’ın yüzünde dolanıyordu. O ise göz temasından kaçıyor, ara ara uzak dağ silüetine bakarak cümlelerini oraya bırakıyordu sanki.

Ben bu sessizliğin arasına nazikçe girdim. “Bu kadar soğuk olmak zorunda mısınız Karan? Duru senin düşmanın değil.” Karan başını bana çevirdi. Gözlerinde alışıldık donukluk yoktu ama içten içe kurulu bir mesafe hâlâ oradaydı.

“Biliyorum Mihre. Düşman değil. Ama ben bazen dostlarıma bile fazla yaklaşmam gerektiğini düşünmem.”

Duru hafifçe başını çevirdi. Kırılmamıştı belki ama küçücük bir hayal kırıklığı ifadesi geçti gözlerinden. Tam o an, kalbim biraz onun için sızladı. Hep güçlü, hep neşeli, hep "sorun değil" diyen hâli sanki ilk kez bir duvarla karşılaşmıştı.

Ama ondan önce ben müdahale etmedim. Duru kendi sesini bulmalıydı, buldu da. “Kendimi sana bir şey hissetmekle suçlu gibi hissettirmene gerek yok Karan. Ben, sadece bir teşekkür etmek istedim. Geçen ay o düzlükte bulduğun patlayıcıyı fark etmeseydin, belki biz burada olmayacaktık.”

Karan’ın yüzü o an değişti. Sessizce Duru’ya baktı. Gözlerinin içi bu kez biraz yumuşamıştı ama hâlâ ölçülüydü. “Görevimdi,” dedi. “Yüzbaşının kardeşi ya da başka biri olman fark etmezdi. Herkese aynı dikkati göstermeye çalışıyorum.”

Duru bir şey demedi. Sustu ama o suskunluk yenilgi değil, kabullenişti. Kupasındaki kahve bitmişti. Ben biraz ayağa kalkıp etrafa baktım. Kampın diğer tarafında bazı askerler yeni sabitlemelerle uğraşıyordu. Güneş tam tepedeydi, saatler ilerlemişti.

“Yavaştan dönelim,” dedim. “Kamp hareketleniyor. Öğleden sonra başka bir görev çıkabilir.” Karan başını salladı, ayağa kalktı. Kupasını elleriyle sıkıca tuttuğu hâlde çöpe atmadı. O da bizimle birlikte yürümeye başladı.

Yolda yürürken sessizlik daha fazla ağır basmamalıydı, hissettim. “Bintuğ’un seni kampın çevresine görevlendirmesi iyi olmuş,” dedim. “Yüksekten bakıyorsun, sessiz kalıyorsun, tam senlik.” Karan hafifçe gülümsedi, bu kez sessizliğinde huzur vardı.

“Benim gibiler için başka seçenek yok zaten. Ama kampın dışında olmak bazen içeride olmaktan daha yalnız hissettiriyor.” Duru başını bana çevirdi, sonra Karan’a.

“Yalnızlık bazen iyi gelir. Ama seninki biraz fazla kalın duvarlı,” dedi, neredeyse fısıltıyla. Bu sözün ardından üçümüz de sustuk. Çünkü bazı cümleler cevap istemezdi; varlığıyla yankılanır, içimize çöreklenirdi.

Kamp alanına döndüğümüzde ortalık daha kalabalıktı. Birkaç yeni birlik giriş yapmış, mühimmat ve gıda takviyeleri indirilmişti. Herkes bir telaş içindeydi. Karan o kalabalığa karışmadan yan taraftaki çadırların birine yöneldi. Vedalaşmadan. Ama bu vedasız gidiş, bize göre bir ayrılık değil, alıştığımız suskun bir vedaydı.

Ben ve Duru, dinlenme alanına geçerken omuzlarımda bir yorgunluk daha taşımaya başladım. Yorucuydu çünkü... İnsanı savaş değil, savaşın içindeki duygular yıpratırdı. Ve o gün, bir dağ yamacında sessizce yaşanan cümleler, siperden daha derin izler bırakmıştı. “Çoğu zaman, en net duygular… hiç söylenmemiş olanlardır.”

Kampın çorak zemininde sessizce yürürken Duru’nun yüzündeki düşünceli ifade hâlâ silinmemişti. Karan’la aralarında geçen kısa ama dolu konuşmanın etkisi, suskun bakışlarına sinmişti. Yan yana yürüyorduk ama onun adımları biraz daha yavaştı; sanki ne yaparsa yapsın biraz daha orada kalmak, biraz daha arkasına dönüp bakmak istiyordu. Ben ise fırsat bu fırsat, merakıma yenik düşmüştüm.

Yemekhane çadırına yaklaşırken sıraya girmeden hemen önce eğilip kulağına doğru fısıldadım: “Peki sen... onu ne zamandır böyle izliyorsun?” Duru’nun gözleri bir anda açıldı, yüzüme döndü. Yakalanmış gibiydi.

“Ne demek o?” dedi, gülümsememeye çalışarak ama kulaklarına doğru yayılan pembe kızarıklık her şeyi ele veriyordu. Sıraya girerken yanı başında dik durup bir kaşımı kaldırdım.

“Ne demek olduğu çok açık. Bütün yürüyüş boyunca tek kelimesine dikkat kesildin. Hem de fark ettirmeyeceğini sanarak.”

“Fark ettirmemiştim ki...”

“Ona değil belki ama bana fazlasıyla.”

Yemek tepsilerini alıp plastik tabaklarımızı doldururken Duru kaçamak bakışlarla çevreyi süzüyordu, sanki Karan bir köşeden çıkıp onu tekrar duygusuz bakışlarıyla yakalayacakmış gibi. Sonra başını eğdi, hafifçe gülümsedi.

“İlk gördüğümde değil,” dedi. “Yani... ilk gördüğümde sadece ürkütücü bulmuştum. Sessiz, dik yürüyen, gözlerini kaçıran biriydi. Ama sonra... fark ettim ki o suskunluk bir tür dikkat. Herkes bağırarak kendini gösteriyor bu kampta ama o, sessiz kalarak dikkat çekiyor.”

“Ve sen de bu sessizliğe çekildin?” Omuz silkti, çatalıyla tabağındaki pilavı karıştırıyordu.

“Bilmiyorum. Belki evet. Ama garip olan şu ki… Onunla tek bir cümle kurduğumda bile sanki bir sınırı aşmışım gibi hissediyorum. Hani, bazı insanlara fazla yaklaşınca rahatsız olurlar ya… o öyle biri.”

Boş bir masaya geçip oturduğumuzda ortam biraz daha sakindi. Güneş artık kamp alanının doğrudan üzerine vurmuyordu, gölgeler uzamaya başlamıştı. Ben çatalı elime almadan önce başımı yana eğip ona bir kez daha baktım.

“Peki, Karan sana bir gün yaklaşırsa... bu defa sen uzak mı durursun?” Duru, sorumla bir an dondu. Sonra kaşlarını çattı.

“Hiç düşünmedim. Ama... zannetmiyorum. Bilmiyorum Mihre. Sanırım onun bana bir adım atmasını beklemiyorum bile. Çünkü o, adım atmayanlardan. Ve ben de onun öyle kalmasına alışmaya çalışıyorum.”

Bu söz, bana fazlasıyla tanıdık geldi. Duru, sessizliğin içinde bir sevdayla değil… bir saygıyla duruyordu. Bu hayranlık, belki yıllar sürecek bir bekleyişin adıydı. Belki de sadece bir anlık kalp çarpıntısının iziydi.

Ama şunu çok iyi biliyordum: Bazı duyguların dile dökülmesine gerek kalmazdı. Çünkü onların varlığı… zaten gözlerinin içinde yankılanırdı. Ben çatalımı tabağa batırırken, içimden sadece şu geçti: Karan gibi bir adamın hayatına girmek, bir siperin içine yürümek gibidir. Ya korkarsın… ya da cesaretinle büyürsün.

Yemeğimizi sessizce bitirmiştik. Duru, çatalını tabağın kenarına bıraktığında hâlâ düşünceliydi. Ama bu kez Karan’a dair söylediklerinden çok, söylemedikleri kafamda dolanıyordu. Derinlerde bir yerde, içimize sinmiş bu sessizliğin uzayacağını hissediyordum. Tam kalkmaya hazırlanıyorduk ki, uzaktaki küçük bir hareket dikkatimi çekti.

Kampın kenarındaki çadırların biraz gerisinde, ağaçların gölge verdiği bölgede biri yürüyordu. Sırtı dönüktü ama adımlarından tanımak zor olmadı. Karan’dı. Fakat bu seferki yürüyüşünde alışıldık sakinlikten eser yoktu. Sol elinde telsize benzeyen bir cihaz, sağ elinde ise cep telefonu vardı. Duru'nun dikkatini çekmeden başımı yana çevirdim, gözlerimle onu takip etmeye başladım.

Karan birden durdu, etrafı kolaçan etti, sonra hızlı adımlarla ağaçların biraz daha iç kısmına yürüdü. Telefonu kulağına götürdü ve konuşmaya başladı. Yüzü görünmüyordu ama vücut dili oldukça gergindi. Omuzları yukarıda, sağ eli sıkılıydı. Normalde buz gibi soğukkanlı olan Karan’dan bu denli belirgin bir gerilim görmek… açıkçası beni huzursuz etmişti.

Duru tepsisini toplamaya çalışırken, ben gözümü o yöne kilitlemiştim. Onu izliyordum, hatta içimden ayağa kalkıp yanına gitme isteği geçiyordu ki— Bir başka asker, daha önce hiç dikkatimi çekmeyen genç bir çavuş, karşı çadırın gölgesinden aniden belirdi.

Kamuflaj giysisi üstüne çamur sıçramıştı. Elinde cep telefonu vardı. Karan’a doğru yönelttiği kamerayı fark ettiğimde kalbim hızla çarpmaya başladı. Genç asker telefonunun kamerasını sabitleyip, sessizce birkaç kare fotoğraf çekti. Ardından çevresine bakmadan çadırın içine yeniden süzüldü.

Nefesimi tuttum. İçimde ani bir kasılma… şüphe, korku ve kontrolsüz merak birleşti. Bu adam kimdi? Neden Karan’ı gizlice çekiyordu? Ve Karan… ne konuşuyordu bu kadar sinirli şekilde?

Başımı çevirdim, Duru tepsisini bırakıp geri dönüyordu. Onun bu durumdan habersiz olması belki de iyi olacaktı. Ama ben… artık hiçbir şeyin sıradan olmadığını, bu kampın içindeki sessizliklerin altında gürültüyle gömülü gerçekler olduğunu çok iyi hissediyordum.

Karan’ın telefonu kapatıp başını öne eğerek geri dönmeye başladığını görünce, ani bir şekilde sırtımı çevirip oturduğum yere döndüm. Göz göze gelmek istemedim. Ama biliyordum. O an sadece telefon konuşması değil… Bir şeylerin başlangıcıydı bu.

Karan çadırlar arasında kaybolduktan sonra içimdeki düğüm daha da sıkılaştı. O genç askerin gizli çekimi, Karan’ın gergin yürüyüşü, konuşma sırasında etrafı sürekli kontrol edişi… Bu sadece bir telefon konuşması değildi. Bunu hem kalbim hem gözlerim söylüyordu.

Yanıma geri gelen Duru oturduğu an, hiç düşünmeden ona döndüm. Duru, sana bir şey söylemem lazım. Hemen.” Kaşları çatıldı. “Ne oldu?”

“Sana Karan biraz önce nerede ve ne yaptığını anlatayım. Ama sakince dinle olur mu?” Sesimi alçaltarak, biraz önce gördüğüm her detayı tek tek anlattım: Karan’ın kampın kenarına doğru yürüyüşü, gergin vücut diliyle yaptığı telefon konuşması, çevreyi kontrol edişi…

Ve en son olarak da o genç çavuşun gizlice ona odaklanarak çektiği fotoğraflar. Duru’nun yüzü bir anda soldu. Bakışları sabitlendi. “Ne?” dedi neredeyse fısıltıyla. “Fotoğraf mı çekti biri?”

Başımı salladım. “Evet. Dikkatli ve gizliydi. Direkt Karan’a odaklandı. Sonra hiçbir şey olmamış gibi kendi çadırına döndü.”

Duru bir an durdu. Gözlerinde endişeyle karışık bir karar parladı. Elini omzuma koydu, sonra ceketini hızla giydi. “Bir şey demeyeceğim Mihre. Ama hemen gitmem gerekiyor,” dedi.

“Duru nereye—”

“Onun çadırının arkasına,” diye fısıldadı, gözleri ciddiyetle parlıyordu. “Bunu duyması gerekiyor. Karan tehlike altında olabilir.”

Ayağa kalkıp çabucak kalabalığın arasına karıştı. Adımları kontrollüydü ama bedenindeki gerilim gözle görülür hâle gelmişti. Elini ceketinin cebine atarak çadırların arkasına yöneldi. Bense yerimde kalakalmıştım. Sadece gözlerimle onu takip edebiliyordum.

Ve içimde bir his vardı... Bu andan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Çünkü bazı gerçekler, yalnızca tehlike kapıyı çaldığında ortaya çıkardı.

Duru, gözlerini kararlılıkla benden ayırıp Karan’ın çadırının arka tarafına doğru yürümeye başladığında ben birkaç saniye öylece kala kaldım. Kalbim karnımda çırpınan bir kuş gibi… Ama duramazdım. Ne Duru’nun yalnız gitmesine ne de bu meseleyi uzaktan seyretmeye içim razıydı.

Hemen ben de yerimden kalktım. Yemeği unuttum, kalabalığı unuttum, hatta üzerimdeki askeri protokolleri bile unuttum. Yalnızca Karan’ın çadırının hemen sağında, gölgede kalan boş bir branda direğinin arkasına geçtim. Sesler çok net değildi ama rüzgâr sessizleştiğinde her kelime çarpıyordu kulaklarıma.

Duru’nun sesi önce biraz titrek ama kesin bir tonda duyuldu. “Karan, hemen konuşmamız gerek.” Sessizlik. Ardından boğuk ama temkinli bir ses… Karan’dı.

“Burada değil. Söyle ne oldu?”

“Gizlice seni izleyen biri vardı. Telefonla konuşurken. Mihre gördü. Bir asker, senin fotoğraflarını çekti. Görüntü aldı. Konuştuğunu gizlice belgeledi.”

Sessizlik. Hatta rüzgâr bile sustu. O an, Karan’ın içinde neler koptuğunu göremesem de, sesindeki ani değişimden hissettim. “Emin misin?”

“Eminim. Mihre detaylıca anlattı. O çocuk seni hedef aldı gibi. Konuşman sırasında seni çekti. Çadırına döndü sonra. Açık bir niyetle yaptı bunu.”

Karan’ın ayak sesi duyuldu. Sert bir adım ileri… “Ne zamandır izleniyorum bilmiyorum ama bu iş karıştı. O çocuğun kim olduğunu biliyor musun?” Duru tereddüt etti.

“Üniformalıydı. Çavuş rütbesi vardı. Yüzünü gördüğünü sanmıyorum ama Mihre görmüştür.”

“Tamam,” dedi Karan. “Bu konuşma aramızda kalacak. Gerekirse işlem başlatırım ama önce o telefonun içeriğine ulaşmam gerek. Takip edilmek benimle sınırlı kalmaz. Birliğim de tehlikeye girebilir.”

O an, Karan’ın yalnızca kendini değil… başkalarını da korumaya çalıştığını bir kez daha anladım.

Duru bir adım geri çekildi. “Bu konuda yalnız değilsin. Yardım ederiz. Mihre de ben de…”

“Bunu Bintuğ duymadan çözmeliyim,” dedi Karan kısık ama kararlı bir sesle. “Onun şimdi böyle bir meseleye karışması mümkün değil.”

İçimden geçenleri susturamadım. Nefesim sıklaşmıştı ama bulunduğum yerden bir adım kıpırdayamazdım. Çünkü bu konuşma… sıradan bir mesele değil, çok daha büyük bir şeyin kıvılcımıydı. Ve ben fark etmeden onun tam merkezine düşmüştüm.

Karan ile Duru’nun konuşmasını duyduğum anda, içimdeki tereddüt yerini ani bir karara bıraktı. Bu iş büyümeden, kontrol tamamen elimizden kaymadan bir hamle yapmalıydım. Kalbim küt küt atarken nefesimi dengeledim, yüzüme soğukkanlı bir ifade yerleştirdim ve kararlı adımlarla Karan’ın kaldığı çadıra yöneldim.

Çadırın girişinde kısa bir duraksamayla fermuarı açtım ve içeri girdim. İçerisi dağınıktı; birkaç katlanmış askeri eşya, düzgün duran yastık… ve tam da orada, yastığın üstünde ekranı aşağı dönük bir telefon. O çavuşun telefonu olduğundan neredeyse emindim. Karan’a ait değildi, çünkü o hâlâ dışarıdaydı. Hemen toparlandım. Dışarı seslenecek bir tonla ama sanki bir kriz çıkmış gibi aceleyle konuştum:

“Çavuş! Buraya gelir misin? Acil bir durum var, seni çağırıyorlar!”

Çadırdan çıkmadan hemen önce, telefonun yerini gözümle bir kez daha işaretledim. Evet, oradaydı. Bırakıp çıkmıştı. Anlaşılan hiçbir şeyden şüphelenmemişti.

Tam çadırdan dışarıya adım attığım anda, birkaç metre ötedeki Duru ve Karan’la göz göze geldim. Karan’ın bakışları hemen beni taradı; ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu.
Duru’nun endişeli yüzü biraz daha ciddileşti.

O an, birkaç saniyeliğine durup yalnızca onlara baktım. Sonra gözlerimi hafifçe sola çevirdim, çenemi çadırın içini işaret edecek şekilde eğdim ve sol elimle küçük ama net bir hareket yaptım: “Telefon içeride.”

Karan'ın gözleri hafif kısıldı, başını çok küçük bir hareketle salladı. Gözlerinden geçen anlam netti: “Gerekeni yapacağım.”

O an, suskun bir anlaşma kuruldu aramızda. Duru nefesini tuttu, dudaklarını ısırdı. O da her şeyi anlamıştı. Ve ben, sanki sıradan bir şey olmuş gibi yürüyüp çadırların arasından sessizce uzaklaştım.

İçimdeki gerilim her adımda biraz daha artıyor ama aynı zamanda görevini yerine getirmiş bir asker gibi kendimi dik tutuyordum. Çünkü artık geri dönüş yoktu. Ve biz… bu kampın sessizliğinde başlayan fırtınanın ilk rüzgârına çoktan kapılmıştık.“Gerçek savaş, silahlarla değil… doğru anda alınan risklerle başlardı.”

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümü size emanet edip ben kaçıyorum. Oy ve yorumlarınızı da bekliyorum. Umarım beğenirsiniz. Sizi seviyorum. Diğer bölümde görüşmek dileğiylee :)

Bölüm : 11.07.2025 18:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yazar Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 58- Gizli Çekim
Yazar Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

19.4k Okunma

4.8k Oy

0 Takip
60
Bölümlü Kitap
1- Yüzbaşı ile Karşılaşma2-Onca Yıllık Kardeş Hasreti3- Ameliyathanede Gördüğüm Kişi4- Fotoğraf Dolusu Kutu5- Endişeli Bekleyiş6-Önyargı7- Acil Görev8- Ormanlık Alanda Hareketlilik9- Zehirlenme10- Aramızdaki Hain11- Bugün Ben Bir Güzel Gördüm12- Gizlenen Mesaj13- Yeni Atanan Kadın Yüzbaşı14- Görevden Önce Öpücük15-Bekleyiş16- Eceli İle Karşı Karşıya Gelmek17- Yaşanılan Korku18- Kavuşma19- İş Birliği20- Bulunan Zarf21- Ses Kaydı22- Evrak Eksikliği23- Mahkeme Günü24- Kaçırılan Bebekler25- Visal26- Dildâlde27- Aferist28- DNA Testi ve Sonucu29- Karargâha Barkın Rüzgarı30- Akıl Almaz Teklif31- Karşılaşma Cephesi32- Parçalanmış Aynanın Ucundaki İhanet Gölgesi33- Bitmeye Yakın Bir Hikâyenin Sessiz Adımları34- Kaçınılmaz Bir Son mu, Beklenmedik Bir Dönüş mü?35- Konumun Gelmeyişi Ve Merakla Beklenen Dakikalar36- Kelimelerin Yetmediği An: Sarılmak37- Deponun İçindeki Ceset38- Cenaze Ve Taziye Evi39- Karanlıkta Kalan, Yalanın İçinden Doğar40- Ouroborost41- Kodun İçindeki Hayalet42- Karanlık İzlence43- Gerçeğe Zincirlenmiş44- İçimizdeki Mesafe45- Huzurun Yolu: Birlikte Olmak46- Saklanan Satırlar47- Düğün Gecesi Fısıltıları48- Birlikte Dayanmak49- Yaşam ve Umut50- Atan Kalbin İzinde51- Çamurlu Adımlar, Temiz Nefesler52- Geçmişin Kirli Yüzü53- Aşkın Görülmeyen Hisleri54- Sevgiyle İyileşen Yaralar55- Yön Değiştiğinde Bile Yürümek56- Yeni Görev yerine Alışma Süreci57- Gizli Mesajın İzinde58- Gizli Çekim59- Bir Öpücük Yetmedi60- Papatya Sarılı Parmaklar
Hikayeyi Paylaş
Loading...