57. Bölüm

57- Gizli Mesajın İzinde

Yazar Sude Kayhan
poncikss1234

“Bir mesaj, görünmez bir köprü kurar; bazen kelimelerden daha güçlüdür sessizlik.”

Bintuğ Liva’nın Anlatımıyla;

Gece henüz tam çökmemişti ama gökyüzü, olması gerekenden daha koyuydu. Uzakta şimşekler çakıyor, karanlığın içinde bir tehdit sessizce büyüyordu. Konvoy hâlinde ilerleyen üç zırhlı araç, Botan Vadisi’nin doğusundaki sarp kayalıkların arasında ağır ağır yol alıyordu. Havanın rutubeti, yüzümdeki maskeyi ağırlaştırıyor, telsizden gelen her cızırtı damarlarıma soğuk bir sızı gibi yayılıyordu.

Bu görev sıradan bir operasyon değildi. Hedefimizde, çok iyi saklanmış, korunaklı bir geçici üs bölgesi vardı. Ama asıl mesele… orada tutulduğu iddia edilen kişi: Nejat Kandemir. Evet. Mihre’nin babası. Ve eğer istihbarat doğruysa, Kandemir uzun süredir kayıptı; kimliğini gizlemiş, sahte belgelerle sınırın ötesine geçirilmişti.

Onu orada ne tutuyordu, kimler saklıyordu… bilinmiyordu. Ama bildiğim bir şey varsa, o da bu görevin sadece askerî değil, kişisel bir boyutu olduğuydu. Liva, hedef noktasına beş kilometre var. Sol yamaçta ısı izleri tespit edildi.” Telsizden gelen bu cümle, zihnimdeki Mihre görüntüsünü paramparça etti. Hemen ileri timle bağlantı kurdum.

“Konuşlanma yapın. İkinci araca sinyal bastırıcıyı devreye aldırın. Ateş izni yok, göz teması sağlanana kadar sessizlik.” Emrim netti. Bu tarz operasyonlar, sabırsızlığa değil, soğukkanlılığa ihtiyaç duyardı.

Tırmandığımız yol, zifiri karanlıkla beraber daha da ölümcül olmuştu. Kayalar gevşekti, her adımda bir yılan gibi kıvrılan toprak ses veriyordu. Öndeki keşif ekibi, gece görüş dürbünleriyle alanı tararken, ben sırt çantamdaki Kandemir’e ait dosyayı tekrar hatırlıyordum.

Son görülme tarihi, uyruğu gizlenmiş koordinatlar, şüpheli ifadeler… Hepsi bir yığın sayfaydı. Ama Mihre’nin gözlerindeki boşluk kadar kesin değildi hiçbiri. O bana babasını sormamıştı. Ama ben susuşunda en çok o soruyu duymuştum.

Tam mevziye varmak üzereydik ki ilk patlama sesi geldi. Sağ yamaçtan üzerimize bir roket atıldı. Araçlardan biri anında yan yattı, askerler sürünerek siper aldı. Gözümü kırpmadan bağırdım: “Temas! Siper al! Karşı yamaca yoğunlaş!”

Mermi sesleri geceyi yırttı. Kulaklarımı tırmalayan kurşunların arasından, dizlerimin üstünde sürünerek görüş alanımı bulmaya çalıştım. Karşı tarafta göz kamaştırıcı bir flaş patladı – muhtemelen el yapımı patlayıcı. Nefesimi tuttum. Bu bir pusu muydu? Yoksa Nejat Kandemir hâlâ orada mıydı?

“İleri tim, sağdan sarkın! İçeri sızma ekibini yönlendirin! Liva 1, merkezde kalıyorum!”

Adımlarımı çamura saplanan bir ayı gibi atıyordum, her ilerleyişte yüreğim biraz daha hızlı çarpıyordu. Durdum. Kulaklığımda yankılanan ince bir fısıltı oldu: “Hedef içeride... Onay bekliyoruz.”

Duraksadım. “Görüntü doğrulandı mı?”

“Negatif. Ama içeride bir sivil var. Tutsak pozisyonda.”

İçim buz gibi oldu. Kalbim hâlâ Nejat Kandemir olmadığını umuyordu ama aklım, bunu çoktan kabul etmişti. “Göz teması kurmadan temas yok! Sadece bayıltıcı gaz!” Çünkü Mihre’nin gözlerinin içine bir gün yeniden bakacaksam, bu operasyon tek kurşunla bile lekelenmemeliydi.

İçeri sızma anı, zamanın büküldüğü o andı. El bombası patlamaları, kısa süreli kargaşalar… ve sonra… bir sessizlik. Kapalı bir alanın girişinde, çömelmiş bir adam gördük. Elleri arkadan bağlanmış, gözleri kapalı. Saçları grileşmiş, sakalı dağınık. Ama… boyun kıvrımındaki o yara izi… dosyadaki fotoğrafla eşleşiyordu. Nejat Kandemir.

“Temiz!” diye bağırdı arkadaki astsubay. Adamı kaldırdım. Baygın değildi, ama çok uzun süre susmuş birinin konuşamayışı vardı gözlerinde. Adını söyledim: “Nejat Bey. Lütfen bizimle gelin.”

Bana baktı. Gözleri belli ki gecikmişti ama zihni uyanıktı. Sanki bir şey soracak gibiydi ama yutkundu. Belki kızını hatırlamıştı. Belki sesimi tanımıştı. Belki de bu karanlıktan sonra gelen her ışık, sadece sessizliktir…

Çıkarken arkadan bir kurşun sesi geldi. Askerlerden biri omzundan vurulmuştu. Etrafı tarayıp güvenliği sağladık. Ama artık çıkmalıydık. Kandemir’i koruma altına alıp zırhlı araca bindirdik.

Yol boyunca hiçbir şey konuşmadı. Ben de konuşmadım. Ama bir an… gözlerini bana çevirdi. “Sen… Mihre’nin yanında mıydın?” dedi. Sadece başımı eğdim. “Öyleyse biliyorsundur,” dedi. Ve sonra susup tekrar camdan dışarı baktı.

Biliyordum. Onun hâlâ Mihre’ye ait bir yük olduğunu… Ve Mihre’nin onu hâlâ içinde taşıdığını… Ama artık o yükü yalnız taşımayacaktı.

Gecenin içinden geçiyorduk. Nejat Kandemir, zırhlının içinde sessizliğe gömülmüş, camdan dışarıya donuk gözlerle bakıyordu. Etrafta yankılanan mermi izleri yerini uzak köpek havlamalarına bırakmış, doğu sınırındaki o uğursuz sessizlik yeniden çökmüştü. Herkes yorgundu ama tetikte. Geri dönüş, çoğu zaman gidişten daha tehlikeliydi. Hele ki yanında, siyasi değeri olan bir rehine varsa.

Telsizden arka araçtan bir anons geldi: “Liva, sinyal karışıyor. Termal izler sol yamaca yakın.” Gözlerimi karanlığa diktim. Elimi direksiyonun üzerine koyarak şoföre işaret verdim. “Durma. Temas ihtimali yüksek. Vites düşür, ritmi bozma.” Aynı anda ses patladı. Birincisi, ardından ikincisi…

Konvoyun arkasındaki araç havaya savruldu. Ateş… toprak… duman… her şey aynı anda üzerimize çöktü. “PUSU!” diye bağırdım. Askerler sürünerek dışarıya atladı. Ben Nejat Kandemir’i kolundan yakalayıp zırhlının içine doğru bastırdım. “Eğilin! kimse dışarı çıkmasın!”

Telsizim cızırtıyla doldu. “Saldırganlar batı yönlü mevzide konuşlanmış, RPG taşıyorlar. En az 8 hedef tespit edildi. Liva, destek 20 dakika uzaklıkta!” Yirmi dakika. Oysa o an on saniye bile fazlaydı.

“İleri tim, sağ kanada yayıl! Gözetleme ekibi, ışık hassasiyetini düşürün! Bombaatar hazırda beklesin. Kandemir’in zırhlısı sabit kalacak. Onun dışında herkes pozisyon alsın!”

Ateş hattının tam ortasındaydık. Kurşunlar zırhlıya sekerek çarpıyor, taş parçaları suratımıza yağıyordu. Ama geri dönemezdik. Bu adamı buraya kadar getirip burada bırakacak değildim. Nejat Kandemir’i sağ salim çıkaracaktım. Çünkü onu Mihre’ye götürmek zorundaydım. Onun gözlerine bakıp “Artık yalnız değilsin,” diyebilmek için…

Sağdaki tepeye sızmak gerekiyordu. Dört kişilik bir taarruz timi oluşturduk. Elimde susturuculu MPT-76, dizlerim toprağa gömülmüş, kalbim çelik gibi ritmini koruyordu. Her nefes, bir karar demekti. Her adım, ya ölüm ya hayat…

İlk hedefi sessizce etkisiz hâle getirdik. El bombası pimi çekildi. “Üç, iki, şimdi!”

Kayalıkların ardındaki mevzi çöktü. Diğerleri şaşkına döndü. Arkadan yaklaşan ikinci tim, makineli tüfekle baskıyı artırdı. “Yat! Ateşe devam!” Yankılanan silah sesleri, düşmanın direncini kırıyordu.

O an gökyüzünde yıldızların yerini duman aldı. Kulağımda sadece bir ses çınlıyordu: Mihre’nin, bir zamanlar bana fısıltıyla söylediği o cümle. “Babam hayatta mı?”

İşte bu sorunun cevabını, kurşunların içinden çıkaracaktım. Görüş alanı temizlendiğinde saat sabaha dönmeye başlamıştı. Gökyüzü hâlâ karanlıktı ama doğuya doğru bir açıklık beliriyordu. O açıklık, sadece günün değil, bizim de kurtuluşumuzdu.

“Alan temiz. Kandemir’i çıkartıyoruz. Hemen!” Zırhlıya döndüm. Nejat Kandemir hâlâ sessizdi. Üzerinde toz, yanaklarında kesikler… ama gözleri uyanıktı.

“Yaşıyor muyuz? dedi. Gülümsedim. “Henüz bitmedi ama evet… Yaşıyoruz.”

Geri dönüş yolunda telsizden merkeze şifreli mesaj geçti: “Hedef alındı. Geri çekiliyoruz. Hayat sinyali stabil. Görev: tamamlandı.”

Ama benim görevim tamamlanmamıştı. Çünkü bu adam, sadece bir istihbarat görevinin parçası değil… Bir kadının, benim kalbime kök salmış sessiz savaşçımın, babasının ta kendisiydi. Ve ben onu, ölümün içinden Mihre için geri getiriyordum.

Karargâha dönüşten sonra saatler geçmesine rağmen kamptaki hava hâlâ yoğundu. Nejat Kandemir güvenlikli odalardan birine alınmış, doktor kontrolü yapılmış, ancak sorgusu ertelenmişti. O sessizdi. Tuhaf bir kabullenmişlik içinde, hiçbir şey söylemeden oturuyor, bakışlarını yere sabitlemiş hâlde sadece nefes alıyordu. Ama o nefes bile sinir bozucuydu.

İçeriye girdiğimde, odada bir sessizlik hâkimdi. Sadece tek bir çift adım sesi duyuluyordu. Ve o adımlar, yıllardır duyulmayan bir geçmişi uyandırıyordu.

Aydemir. Kapının eşiğinde durduğunda yüzündeki ifade, öfkenin ve hayal kırıklığının birbirine dolanmış hâliydi. Dizleri titriyor gibiydi ama gözleri kararlıydı. Nejat başını kaldırmadan, oğlunun geldiğini anlamıştı. Çünkü bazı bağlar, konuşmasa da yankılanır.

“Demek hayattasın,” dedi Aydemir. Sesi buz gibi.

Nejat yanıt vermedi. Gözlerini kaçırmadı ama oğluna da bakmadı. Aydemir bir adım daha attı. “Neden? Bunu sormayacağımı mı sandın? Yıllarca annemin mezarında adını bile anmadım ben. Bize öldün dediler. Ben de sana sustum. Peki sen? Hiç mi bir gece uyanıp bizi hatırlamadın?”

Nejat’ın gözleri parladı ama hâlâ susuyordu. Dudakları kenetlenmişti. Sanki bütün kelimeleri boğazına saplanmış bir cam kırığı gibi tutuyordu içinde. Aydemir yumruğunu sıktı. “Ben senin oğlunum! Ve sen... hiçbir şey söylemeyecek kadar mı yabancılaştın bize?”

Odanın köşesinde bekliyordum. Müdahale etmeyecektim. Çünkü bu onların savaşıydı. Ama Nejat’ın o sessizliği, artık taktik değil, bir yük hâlini almıştı. Aydemir başını eğdi, bir anda gülümsedi ama bu, acıyla yırtılmış bir gülüştü.

“Hiçbir şey söylemeyecek misin? O zaman iyi dinle baba—artık üniformamda adın yazmıyor. Beni yetiştiren annemdi. Ve o son nefesinde bile senin yokluğunu affetmedi. Ben de etmeyeceğim.”

Tam dönüp çıkmak üzereydi ki Nejat hafifçe mırıldandı. “Seni... korumak zorundaydım.” Ses neredeyse duyulmazdı. Ama Aydemir donakaldı. Ardından sertçe döndü, göz göze geldiler.

“Kimi, kimden korudun Nejat Kandemir? Kimi terk ederek koruyabildin?” Cevap yine yoktu. Sadece bir bakış… Sadece bir iç çekiş… O anda daha fazla zaman kaybedemezdim. İleri çıktım. “Yeter.” dedim. Sesim tok, sabit ve yönlendiriciydi.

Aydemir geri çekildi, ama gözleri hâlâ babasının üzerindeydi. Ben masaya yaklaştım. Önümde duran dosyayı yavaşça açtım. Belgeler, istihbarat notları, geçmiş kayıtlar, şifreli mesajlar… hepsini masaya yaydım.

“Sadece bir baba değilsiniz. Nejat Kandemir olarak burada oturmanızın nedeni o değil. Siz sahte kimliklerle yıllarca sınır ötesinde yaşadınız. İstihbaratın bilmediği bilgilere sahipsiniz. Ve şimdi konuşmazsanız, bu sessizlik sadece sizi değil, hepimizi yakacak.”

Nejat başını bana çevirdi. Bakışlarında ilk kez bir değişim oldu. Ben devam ettim. “Kimin için sustunuz? Hangi yapının içinde yıllarca gözden kayboldunuz? Kim sizi sakladı? Neden? Ve Mihre… Onun bilmediği ne var?”

O an Nejat’ın gözbebekleri hafifçe büyüdü. Mihre’nin adını duyunca vücudundaki o bastırılmış savunma bir anda çatlamış gibiydi. “Kızım... hâlâ mı hayatta?” diye fısıldadı. Sesi titrek ama anlam yüklüydü. “O beni... hâlâ... hatırlıyor mu?”

Odanın içi buz gibi oldu. Herkes sustu. Yaklaştım. “Hayır. O seni hatırlamıyor. Çünkü seni tanımadı bile. Ama bu hâlâ her şeyi değiştirebilir. Konuşmazsan... Mihre’nin hayatını tehlikeye atacak bir geçmiş, hâlâ peşimizde olabilir.”

Nejat gözlerini kapattı. Dudakları aralandı. İlk kez... içinde tutmaya çalıştığı yük, artık dayanamayacak gibi duruyordu. “O hâlde dinleyin,” dedi. “Size hepsini anlatacağım.”

Nejat Kandemir odada sessizce oturuyordu. Hakkında bildiğim her şeyi, elimdeki dosyaya döktüğüm her kelimeyi, karşısındaki oğlunun ve benim duyacağımız acıyı hesap ederek konuşmasını bekliyordum. Ama adam susuyordu. Yılların yüküyle donuk bakışları yere kilitlenmiş, kimseye bakmıyordu. O an, askerliğin kuralları ve insanlığın sınırları arasındaki ince çizgideydim.

Kapıdan Aydemir girdi. Kardeşinin yokluğunu, babasının uzun yıllar sustuğu gerçeğini taşıyan o genç adam, gözlerindeki yangını hiç gizlemiyordu. Yılların birikmiş öfkesi, hayal kırıklığı ve umut kırıklığı hepsi tek bir bakışta buluşmuştu. Nejat’ın sessizliği karşısında havayı delen ilk o oldu.

O an, burada olup biteni dışardan izleyen biri olsaydı, bu sessizliğin altında ne kadar çok şey yattığını anlardı. Nejat, yılların getirdiği suçlulukla, görevle, ihanetle, korkuyla boğuşuyordu. Nejat başını kaldırdı. İlk kez bakışlarını bizimkilerle buluşturdu. Gözlerinde hafif bir kıpırtı vardı, sanki içerideki fırtına biraz hafiflemişti.

1999’dan beri...” diye başladı. “Bir gölge gibi yaşadım. Görevler, isim değişiklikleri, ülkeler... Ama asıl görevim, içimizdeki hainleri ortaya çıkarmaktı.”

O an, Aydemir’in yüzündeki öfke yerini şaşkınlığa bıraktı. Ben ise daha da yaklaştım. “Bu hainler… ‘Pazar’ kod adlı bir ağ. Türkiye’ye karşı çalışan, ailelerinize ve dostlarınıza zarar vermekle kalmayıp, sizin adlarınızı hedef alan bir yapı.”

Nejat, derin bir nefes aldı. Ve Mihre… O liste içinde... Hedef alınan zayıf halka...”

Bintuğ olarak içim sızladı. O anda burada durmak, sadece bu ailenin değil, bizim de geleceğimiz için hayatiydi. “O verileri ben yok etmeye çalıştım. Ama geç kaldım. O bilgiler dağıldı.
Şimdi buradayız.”

Nejat’ın sesinde saklı bir pişmanlık vardı. Aydemir gözlerini kaçırdı, sonra sert bir sesle sordu: “Peki şimdi? Örgüt hâlâ mı aktif?” Nejat başını salladı. “Değişti, isim değiştirdi. Ama hâlâ içimizde... Ve bir isim var ki... seni bekliyorlar, Bintuğ. Yavuz Kerem Tandoğan.” O an, tüm odanın havası değişti. Bintuğ Liva için bu isim sadece bir düşman değil, geçmişin ve geleceğin karanlık gölgesiydi.

Yavuz Kerem Tandoğan’ın adını duyururken odanın havası hâlâ gergindi. Ben, bir an bile tereddüt etmeden devam ettim. “Mahkeme kararıyla tutuklandı. Cezaevine kondu. Artık hareket kabiliyeti kısıtlı. Bu, onu durdurmak için büyük bir adım.”

Sesimde kesinlik vardı. Çünkü elimize geçen bu belge, uzun zamandır beklenen bir kazanımdı. Nejat’ın yüzünde beklemediğim bir ifade belirdi. Bir kahkaha patlattı, öyle ki odadaki sessizlik anında parçalandı. “Dur dur, öyle sanma yüzbaşı,” dedi, telefonu çıkardı ve ekranda bir dosya açtı. “Bak bakalım cezaevi ona ne yapacak.”

Dosyayı büyük bir dikkatle inceledim. Ekrandaki yazılar, resmi kayıtlar ve gizli yazışmalar vardı. Nejat devam etti: “Bu adam, Yavuz Kerem, mahkeme kararıyla tutuklanmış olabilir. Ama cezaevinde bir kral gibi yaşıyor. Hakimlerle, savcılarla iş birliği yapıyor. Adeta içeride bir şebekenin başı.”

Bir an irkildim. “Nasıl olur? Resmi belgeler ortada değil mi?” Nejat soğukkanlılıkla cevap verdi: “Resmi belge ile gerçek hayat her zaman aynı olmayabilir. Örgütler kendi adamlarını adaletin içine yerleştirirler. Bu adam, oradan operasyonları yönetiyor. Çok iyi korunduğunu biliyorum. O dosya bile sadece görünen yüz.”

Oda aniden soğudu. Karşımda duran adamın sadece geçmişin değil, bugünümüzün en karanlık sırlarını sakladığını fark ettim. Ve düşündüm: Böyle bir düşmanla savaşırken, hangi doğrulara inanacaksın? Nejat gözlerimi süzdü, bir kez daha kahkaha attı. “Bunu unutma, yüzbaşı.En büyük tehlike, düşmanın değil, içimizdeki ihanetin kendisidir.”

Nejat’ın kahkahası hâlâ kulaklarımda çınlarken, dosyadaki bilgiler zihnimi keskin bir bıçak gibi yarıyordu. Yavuz Kerem Tandoğan cezaevinde değil, orada kendi imparatorluğunu kurmuştu. İçerideki hakimlerle iş birliği, dışarıdaki operasyonların devam etmesini sağlıyordu. Bunun anlamı açıktı: Savaş sadece dış cephede değil, içindeydi.

Derin bir nefes aldım, ve Aydemir’e yöneldim. Gözlerindeki kararlılık, babasına karşı hissettiği kırgınlık kadar derindi. “Dinle,” dedim. “Bu iş sandığımızdan daha karmaşık. Yavuz sadece bir mahkûm değil. Cezaevi onun için bir oyun alanı. Orada da güç sahibi.”

Aydemir sertçe başını salladı. Bunu Mihre’ye nasıl söyleyeceğiz?”

“Henüz doğrudan söylemeyeceğiz. Önce onun güvende olduğunu bilmesini sağlamalıyız.” Cevabım kesindi. Çünkü Mihre’nin hâli ortadaydı, daha fazla yük taşıyamazdı. Biz onunla iletişim kuracağız. Ama dikkatli olmalıyız. Yavuz’un adamları her yerde. Telefonlar, mesajlar… Her şey izleniyor.”

O an, planımız şekillenmeye başladı. Birbirimize baktık, sessizlikte bile kararlılık vardı. “Özel bir mesaj göndereceğiz. Bize kimseyi inandıramasa da güveneceği tek kişi benim.”

Gece karanlığında, sanki kentin üstünü örten gölgelerle birlikte yürüdük bu fikre. Mihre’ye ulaşmak için küçük bir tuzak kurduk. Dikkatli, sessiz ve sinsice. Ama herkesin unuttuğu bir şey vardı: Bu savaşta, en beklenmedik anlarda bile tehlike kapıdaydı.

Planımız ince bir buzun üzerinde yürümek gibiydi. En ufak bir hata, yıllardır örülen bu ağın tamamını yerle bir edebilirdi. Telefonumdan değil, ekibimizdeki keskin nişancı Karan’ın cihazından mesajı göndermek gerektiğine karar verdik. Karan, buz gibi soğukkanlılığı ve işini bilen duruşuyla bilinen biriydi. Bu iş, onun parmaklarına bırakılmıştı.

O gece, karargâhın arka odasında, düşük ışıklar altında toplandık.Aydemir, sessizce gözlemliyordu, herkesin içindeki gerilim yüzünden okunuyordu. Karan’ın elinde küçük, özel bir telefon vardı. Özel olarak değiştirilmiş, sinyali ve kimliği gizlenmiş… Mesajı onun göndermesi gerekiyordu.

Yanına yaklaştım. “Hazır mısın Karan?” dedim.- Gözleri kararlıydı, ifadesinde en ufak bir titreme yoktu. “Hazırım.” dedi, sessiz ve net.

Aydemir, mesajın son halini ona tekrar gösterdi. “Seni unutmadık. Yakındayız. Güvende kal.” Karan, başıyla onayladı. Her saniye kıymetliydi. “Gönder.” dedim. Karan parmaklarını telefona bıraktı, şifrelemeyi açtı, birkaç saniye içinde işlem tamamlandı. Telefon sessizce titreşti, mesaj görünmez bir dalga halinde gönderildi.

O an herkes biraz rahatladı, ama içimizdeki gerginlik hâlâ vardı. Böyle bir mesaj, sadece bir ileti değil, bir meydan okumaydı. Yavuz’un adamları bunu fark ettiğinde çok daha dikkatli olacaktı. Sabah oldu, telefonu sessizce titreşti. Mihre’den gelen mesajdı: “Güvendeyim. Seni bekliyorum.” İşte o anda anladım: Karan’ın parmaklarından çıkan o mesaj, kapıları aralamıştı. Ama arkasında yeni bir fırtına vardı.

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümü de aksiyon dolu yazdıktan sonra ben kaçar. Umarım beğenirsiniz. OY VE YORUMLARINIZI UNUTMAYIN. İyi okumalar dilerim…

Bölüm : 10.07.2025 01:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yazar Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 57- Gizli Mesajın İzinde
Yazar Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

19.4k Okunma

4.8k Oy

0 Takip
60
Bölümlü Kitap
1- Yüzbaşı ile Karşılaşma2-Onca Yıllık Kardeş Hasreti3- Ameliyathanede Gördüğüm Kişi4- Fotoğraf Dolusu Kutu5- Endişeli Bekleyiş6-Önyargı7- Acil Görev8- Ormanlık Alanda Hareketlilik9- Zehirlenme10- Aramızdaki Hain11- Bugün Ben Bir Güzel Gördüm12- Gizlenen Mesaj13- Yeni Atanan Kadın Yüzbaşı14- Görevden Önce Öpücük15-Bekleyiş16- Eceli İle Karşı Karşıya Gelmek17- Yaşanılan Korku18- Kavuşma19- İş Birliği20- Bulunan Zarf21- Ses Kaydı22- Evrak Eksikliği23- Mahkeme Günü24- Kaçırılan Bebekler25- Visal26- Dildâlde27- Aferist28- DNA Testi ve Sonucu29- Karargâha Barkın Rüzgarı30- Akıl Almaz Teklif31- Karşılaşma Cephesi32- Parçalanmış Aynanın Ucundaki İhanet Gölgesi33- Bitmeye Yakın Bir Hikâyenin Sessiz Adımları34- Kaçınılmaz Bir Son mu, Beklenmedik Bir Dönüş mü?35- Konumun Gelmeyişi Ve Merakla Beklenen Dakikalar36- Kelimelerin Yetmediği An: Sarılmak37- Deponun İçindeki Ceset38- Cenaze Ve Taziye Evi39- Karanlıkta Kalan, Yalanın İçinden Doğar40- Ouroborost41- Kodun İçindeki Hayalet42- Karanlık İzlence43- Gerçeğe Zincirlenmiş44- İçimizdeki Mesafe45- Huzurun Yolu: Birlikte Olmak46- Saklanan Satırlar47- Düğün Gecesi Fısıltıları48- Birlikte Dayanmak49- Yaşam ve Umut50- Atan Kalbin İzinde51- Çamurlu Adımlar, Temiz Nefesler52- Geçmişin Kirli Yüzü53- Aşkın Görülmeyen Hisleri54- Sevgiyle İyileşen Yaralar55- Yön Değiştiğinde Bile Yürümek56- Yeni Görev yerine Alışma Süreci57- Gizli Mesajın İzinde58- Gizli Çekim59- Bir Öpücük Yetmedi60- Papatya Sarılı Parmaklar
Hikayeyi Paylaş
Loading...