56. Bölüm

56- Yeni Görev yerine Alışma Süreci

Yazar Sude Kayhan
poncikss1234

“Bazı insanlar uzaklaştıkça silinmez... Sesleri, yokluklarının içinden sızar; ve sen, duymadığın hâlde en çok o sesle yaşarsın.”

Mihre Kandemir’in Anlatımıyla:

Sabah ezanının yankısı henüz dağılmamışken gözlerimi açtım. Odamda hâlâ yeniymiş gibi kokan boya, taşınmışlığın izlerini taşıyordu. Cam kenarındaki ranzadan aşağı süzülen serinlik, geceyle sabah arasındaki griye çalan sessizliği içime doldurdu. Duru hâlâ uyuyordu, nefesi düzenli, omzu ince bir battaniyenin altından zar zor belli oluyordu. Onu uyandırmaya kıyamadım. Yatağımın ucunda bir süre oturup eski görev yerimizi düşündüm. O bildik koridorları, sabahları gelen çay kokusunu, Bintuğ’un gelişini haber veren hafif adımlarını… Şimdi ise buradaydım. Bambaşka bir coğrafyanın, bambaşka bir birliğin içinde… Ve her şey, yeniden başlamış gibiydi.

Bir süre sonra Duru gözlerini açtı. Uyanışı sessizdi; bakışlarımız birkaç saniyeliğine buluştu, ama konuşmadık. İçimizde ağırlaşan alışma çabası, kelimelere geçit vermiyordu. Sessiz bir mutabakatla hazırlandık. Mutfak nöbetçisi olduğumuz için erkenden inmemiz gerekiyordu. Masaya ilk biz oturduk. İki dilim ekmek, biraz zeytin ve birer bardak çay. Ne kahvaltı doyurucuydu, ne de sohbet. Ama ikimiz de biliyorduk ki konuşursak kırılırdık. Henüz dayanaklarımızı kaybetmişken bir de birbirimize tutunamazsak eksik kalırdık.

İlk vaka saat yedi kırk civarında geldi. Yaralı bir köy çocuğuydu. Çobanlık yaparken bir mayına basmıştı. Ayak bileği darmadağın, yüzünde korkuyla karışık bir mahcubiyet vardı. Gözlerini bir kere bile babasından ayırmadı. Onu ameliyathaneye götürürken içimde bir şey koptu. Küçücük bedenin taşıdığı acı, ömrüne sığmayacak kadar büyüktü. Müdahale sırasında eldivenlerimin içi terlemişti, ama ellerim hiç titremedi. Duru da benim kadar sarsılmıştı ama belli etmiyordu. Sanki ikimiz de ilk günün yüküne hemen alışmak ister gibi çabalıyorduk.

İkinci vaka öğleden biraz önce geldi. Askeri araç devrilmişti. Üç yaralıdan biri, boynunda kısmi kırıkla getirildi. Soğukkanlı olmak gerekiyordu. Oradaki personel bizi ilk defa çalışırken görüyordu ve en ufak bir tedirginlik bile güveni zedelerdi. Ben Duru’ya, Duru bana kısa bakışlarla destek verdi. Gözlerimizde ne yapmamız gerektiği yazılıydı sanki. Müdahale başarılıydı ama vakadan çıktığımda sırtımdan aşağıya buz gibi bir ter aktığını fark ettim. Derin bir nefes alırken kendi kendime, “İlk gün dediğin böyle mi geçerdi?” dedim. O an tek düşündüğüm şey, Bintuğ’un sesiyle bir kez olsun karşılaşabilmekti. Onun “İyisin değil mi?” diyen sesi bile nefes olmaya yeterdi.

Üçüncü vaka tam da akşam yemeği saatine yaklaşırken geldi. Kayalıklardan düşen bir istihbarat eri… Göğsü darbe almış, nefes almakta zorlanıyordu. Tıbbi protokol, hız, dikkat, karar verme yetisi… Her şey üst üste binmişti. Bir anlık dalgınlık bütün zinciri koparabilirdi. Ekip arkadaşlarımız yeniydi; henüz ne elimizin hızını ne de yüzümüzdeki ifadeyi okuyabiliyorlardı. Bu, birlikte öğrenilmesi gereken bir şeydi. Duru ile göz göze geldiğimde yorgunluk perdesinin altında yatan bir kararlılığı gördüm. Aynı duygu bende de vardı. O an anladım: Birlikte nefes almazsak bu yük ağır gelecekti.

Akşam olduğunda, yatakhaneye döndüğümüzde hiçbirimizin konuşacak hâli kalmamıştı. Ama Duru’nun gözlerinde tanıdığım bir kıvılcım vardı. Sessizce yanıma oturdu. “Bintuğ’a ulaşmanın bir yolunu denesek mi?” dedi. Ufak bir plan kurduk. Askerî telefon ağının dışına çıkmadan, kodlu bir mesaj yollamayı düşündük. Ama görev değişikliğimizle birlikte yetkilerimiz de sıfırlanmıştı. Sistem izin vermedi. Gelen tek yanıt, "erişiminiz kısıtlanmıştır" satırıydı. O cümle, içimdeki özleme duvar çekti.

Kafamı yastığa koyduğumda saat neredeyse yirmi üçü gösteriyordu. Sırtımda günün yükü, ellerimde hâlâ silinmemiş kan izleri vardı. İlk gün dediğin bu kadar mı zorlardı insanı? Omzuma çöken yalnızlık, birliğin içinde olmama rağmen garip bir yabancılık hissiyle birleşmişti. Ne bir ses ne de bir tebessüm kolaylaştırmıştı bu geçişi. Oysa ben dayanıklıydım. Ama dayanıklı olmak, bazen hissetmemek değil, her şeye rağmen hâlâ hissetmeyi sürdürebilmekti.

Ve ben… hâlâ hissediyordum.

O gece uyumak, gözlerimi kapatmaktan çok daha zor bir şeydi. Ranzanın metal çerçevesi sırtıma soğuk bir hat gibi dokunuyor, ince yatak yayların gıcırdayan fısıltılarıyla sanki tüm günün ağırlığını kulağıma tekrar tekrar üflüyordu. Duru çoktan uyumuştu, nefesi düz ve derindi. Ben ise gözlerimi tavana dikmiş, tıpkı eski görev yerimdeki gibi Bintuğ’un bana yolladığı kısa ses kayıtlarını düşünüyordum. Her biri sadece birkaç saniye, ama içlerinde saatler sürecek bir sıcaklık barındıran o kayıtlar… Şimdi burada, bu yeni yerde, sessizlik bile farklı kokuyordu. Soğuk, resmi ve biraz da eksik…

Dönüp durduğum yatağın içinde, gözlerimi her kapattığımda o çocuk çobanın kanlı pantolonunu, kayalıklardan düşen erin göğsündeki morluğu, Duru’nun titreyen ama yılmayan ellerini görüyordum. Bugün yalnızca bedenler değil, ruhlarımız da yırtılmıştı sanki. Ama bunu kimse açıkça dile getirmiyordu. Çünkü güçlü görünmek, en az iyi çalışmak kadar önemliydi bu meslekte. Ne kadar kan görürsen gör, ne kadar acı duyarsan duy, sabah yeniden ayağa kalkmak zorundaydın.

Uykum dalgalı, düşüncelerim pusluydu. Saat kaçta uyuyakaldım, bilmiyorum. Ama sabah, kampta hoparlörden yankılanan içtimaya çağrı sesiyle uyandım. Gözkapaklarım, gece boyunca dökülen yorgunluğun altında ağırlaşmıştı. Duru benden önce kalkmış, üniformasını çoktan giymişti. Göz altları hafif mor, ama yine de o bildik kararlılıkla doluydu. Bana sessizce bir fincan kahve uzattı. Teşekkür edecek gücüm bile yoktu. Kahvenin sıcaklığı elimde kalmadı, içime ulaşmadan yolda dondu sanki.

Kampın içi sabah serinliğinde titriyordu. Yeni bir gün, yeni vakalar, yeni yüzler… Hepsine hazır görünmem gerekiyordu. Ama içimde bir ağırlık vardı, adımlarımı yere bastıkça kendini daha çok hissettiren. İçtimada komutanlarımız kısa bir brifing verdi. Yeni sevkiyatlar, değişen öncelikler, nöbet saatleri… Kafamda sesler birbirine çarpıyordu, ama ben hâlâ önceki geceyi yaşıyordum. Daha henüz hiçbir yarayı unutamamışken, yeni yaralara yer açmak çok zalimceydi.

Kahvaltıdan sonra ilk vaka haberi geldiğinde henüz kaşığımızı çorbaya daldırmamıştık bile. Genç bir askerin dizine kesici madde saplanmıştı. Yüzü bembeyazdı, muhtemelen hem kan kaybından hem de panikten. Müdahale odasına girerken gözüm Duru’ya takıldı. Göz göze gelince sadece başıyla onayladı. “Yapabiliriz,” dedi o bakış. Söz gerek yoktu. Yine ikimiz vardık. Yine kimse bizi tanımıyordu ama biz birbirimizi tanıyorduk. Bu tek başına bile bir kuvvetti.

Yarayı dikerken hastanın başında kalan yeni ekip arkadaşımızın titrek ellerine denk geldim. Belki de bu onun ilk vakasıydı. Elimi onun omzuna koyup “Buradasın, devam et,” dedim. Sesim yorgundu ama içten. Çünkü onun düşmesi demek bizim daha da zorlanmamız demekti. Yeni görev yerinin en zor yanı, yalnızca çevreye değil, insanlara da alışmak zorunda olmandı. Hiç tanımadığın insanların nefes alışverişini duymadan onlara sırtını yaslayamazdın.

Öğleye doğru Duru ile bulduğumuz kısa bir boşlukta, eski görev yerinden gelen lojistik bir çavuşla karşılaştık. Saniyelik bir bakışma yaşandı. Tanıdı bizi. Ben cesaretimi toplayıp, "Bintuğ yüzbaşıya mesaj iletmen mümkün mü?" dedim. Yüzü buruştu. Kural dışıydı. Birkaç saniye durdu, sonra “Yaparsam başım yanar,” deyip uzaklaştı. O an içimde bir şeyin çatladığını hissettim. Sesle değil, gözle konuşmak istediğim adamdan bir adım daha uzaklaştım sanki.

Akşam olduğunda, üzerimizdeki yorgunluk bir kurşun gibi çökmüştü. Giyinik bir hâlde yatağıma uzandım. Duru odanın köşesinde küçük bir ıslak mendille ayakkabısının tozunu siliyordu. Göz göze geldik. Bu defa sessizliği ben bozmadım. Çünkü kelimeler bile yetersizdi. Bugün bizden çok şey götürmüştü. Ama hâlâ buradaydık.

Ve belki de bu bile bir zaferdi.

Uyandığımda, önce odanın loşluğu dikkatimi çekti. Güneş perdeden sızmıyordu; dışarıda gri bir gökyüzü vardı. Belki de yağmur yağıyordu, belki de sadece sis… Ama içimdeki o ağırlık, havanın ağırlığından daha baskındı. Duru hâlâ uyuyordu. Yüzündeki çizgiler iki gündür yaşadıklarımızın haritası gibiydi. Onun da benim gibi gece boyunca defalarca uyanıp yeniden uyuduğuna emindim. Sessizce kalktım, üniformamı giyerken paçalarındaki tozları silkeledim. Her detay önemliydi bu hayatta; dış görünüşün bile insanın içindeki dağınıklığı saklaması gerekirdi.

Mutfağa indiğimde yeni yüzler kahvaltı sırasındaydı. Bazıları fısıldaşıyor, bazıları gülümsemeye çalışıyordu. Ama bizim masamız hâlâ sessizliğe aitti. Duru yanıma geldiğinde gözümle bir yere işaret ettim. “Çay alayım mı?” der gibi bakıyordu. Başımı salladım. O ufak alışkanlıklarımız, bizi bu yabancı kalabalıkta ayakta tutuyordu.

Birbirimize bir şey demeden oturduk. İkimiz de konuşmak istiyorduk belki ama sözlerin yetmediği bir suskunluk vardı aramızda. Dilimin ucunda onunla konuşmaya çalışacağım birkaç cümle vardı ama onları bile yutkundum. Çünkü içim çok gergindi. Çok özlemiştim. Bintuğ’un sesini, varlığını, o her şeyi fark eden kısa bakışlarını, hiçbir şey sormadan yanıma oturup “Ben buradayım” deyişini… Ne büyük bir sessizlikti onun yokluğu. Ve ben bu sessizliğe alışmak istemiyordum.

Kamp hoparlöründen gelen anonsla yerimizden kalktık. Yeni bir görev dağılımı yapılacağı söyleniyordu. Toplantı çadırına gittiğimizde herkesin yüzünde meraklı bir ifade vardı. Komutan, elindeki listeleri okurken biz de ayakta hazır bekledik. Yüzümdeki yorgunluğu gizlemek için çenemi hafifçe sıktım. Gözüm bir an çadırın köşesindeki telsiz görevli subaya kaydı. Masanın üzerinde açık bırakılmış bir not defteri vardı, altında bir zarf…

İsmimi duymamla düşüncelerim bölündü.

“Sağlık ekibinden Mihre Kandemir, Duru Liva ve Murat Tunalı; geçici görevlendirme kapsamında bölge kampına refakatle intikal edecek. Vaka detayları yolda iletilecek.”

Kısa bir sessizlik oldu. Duru’yla göz göze geldik. Bu tür görevler her zaman kolay olmazdı. Hızlı hareket etmeliydik. Yanımıza sınırlı ekipman alıp yirmi dakikada hazır olmamız gerekiyordu.

Hazırlık sırasında Duru yanıma geldi. “Bu gelişme bir şans olabilir. Belki oradaki görev yerinde Bintuğ’a yakın birimler vardır,” dedi. Sesi bir umut kırıntısı gibiydi. Gülümsedim ama gülüşüm tamamlanmadan yutkundum. Çünkü bu tür şeyler, ne zaman bir umuda dönüşse, gerçeklik onları acımadan boğardı.

Yola çıktığımızda araç, bozuk yollardan geçerken içimizdeki gerginliği daha da artırdı. Her viraj, içimizdeki başka bir korkuyu kıvılcımlıyordu. Yolculuk boyunca konuşmadık. Ama ben göz ucuyla Duru’ya baktıkça onun hâlâ pes etmediğini, bir yolunu bulmak için tetikte beklediğini biliyordum.

Saatler sonra vardığımız kamp, daha küçük, daha sessiz ama daha gergin bir havadaydı. Ortalıkta nöbet tutan askerlerin gözleri sürekli bir şey arıyor gibiydi. Komutan kısa bir bilgilendirme yaptı. Bir gün önce sızma ihtimali olan bir grubun izi bu bölgede tespit edilmişti. Olası bir çatışma sonrası tıbbi müdahale için oradaydık. O yüzden konumumuz kritik ama geçiciydi.

İşte o an… Tam da çadırımıza geçecekken telsiz görevlisi bir kâğıt uzattı. “Bu sabah gelen mesaj… Size yönlendirildi,” dedi. Kâğıdı aldığımda parmaklarım titredi. Katlanmıştı. Açtım.

Görev detayları sınırlı aktarılmış. Güvende olduğunuzu bilmek iyi.
Size ulaşmak zor. Ama seni duyuyorum, Mihre.
– Yüzbaşı Bintuğ Liva

Boğazımda bir yumru oluştu. Duru yanıma geldiğinde yüzümdeki ifadenin ne anlama geldiğini anlamıştı. “Bintuğ mu?” diye sordu fısıltıyla. Gözlerim dolmuştu, sadece başımı salladım. Kalbim, o an bedenimin sınırlarını aşarak başka bir yerde çarpmaya başladı. Karanlıkla çevrili bu görevde, bir ışık sızmıştı içeri. Çok kısa, çok cılız ama gerçekti.

Ve o an anladım: Ne kadar uzak olsak da, o hâlâ oradaydı. Ben hâlâ buradaydım. Ama birbirimizi duyuyorduk. Ve bazen yalnızca bu bile hayatta kalmak için yeterliydi.

Geceden kalma sis hâlâ dağılmamıştı. Gökyüzü sabaha uyanmakta isteksizdi sanki. Nöbet değişimi vardı. Askerlerin yüzleri sert, bakışları dikkatliydi. Bu kamp, önceki yerimize göre çok daha fazla diken üstündeydi. Sessizlik, burada huzur değil, gerilim taşıyordu. Herkes bir şey olacağını biliyor, ama ne zaman olacağını tahmin edemiyordu.

Kahvaltıya yetişemeden telsizden gelen anonsla harekete geçtik. “Sınır hattı yakınında patlama sesi duyuldu. Yaralılar olabilir. Sağlık ekibi hazır hâlde beklesin.”

Duru hızla çadırdan çıktı, göz göze geldiğimizde kelimeye gerek kalmamıştı. Elimiz ayağımız alışkındı, ama içimiz hâlâ alışmaya direnen bir çocuk gibi ürkekti.

Araçla olay yerine ulaşmamız yirmi dakikayı buldu. Yamaç kıyısındaki bir geçitte devriye aracı infilak etmişti. Duman hâlâ yükseliyordu. İki asker ağır yaralıydı, biri ise bilincini kaybetmişti. Duru hemen çantasını açtı, ben diz çöktüm, ilk müdahaleye başladık. Parmaklarım buz gibi olmuştu ama ellerim kesin ve hızlıydı.

Yaralılardan birinin kan kaybı fazlaydı, ama Duru elinden gelenin fazlasını yapıyordu. Gözleri, titremeyen bir sadakatle hastasına odaklanmıştı. Onun çalışmasını izlerken, her zaman bildiğim şeyi bir kez daha gördüm: Duru yalnızca iyi bir sağlık personeli değildi, aynı zamanda gerektiğinde bir duvar, bir kalkan, bir sırttı. Yani bana benziyordu. Ya da ben ona.

Yaralıları stabilize ettikten sonra kamp noktasına döndüğümüzde saat öğleye yaklaşmıştı. Ayakta kalmak için bir kahveye, biraz sessizliğe, belki bir duşa ihtiyacımız vardı ama zaman bunların hiçbirine izin vermiyordu.

Çadırımıza geçtik. Duru yere çömelmiş, çantasındaki aletleri temizliyordu. Sessizlik bir süre ikimizin arasında durdu, sonra ben bozdum.

“Bazen ellerim hâlâ titriyormuş gibi hissediyorum,” dedim. “Ama dışarıdan bakan biri görse sanır ki yıllardır savaştayım.”

Duru başını kaldırdı. “Bende de öyle. Ama sanırım bu iyi bir şey. Hâlâ insanız demek.” Gülümsedim. Bu cümle, saatlerdir duyduğum en insani şeydi. Yanına oturdum. Aramızda yalnızca çamurlu bir zemin, birkaç antiseptik mendil ve yorgunluk vardı.

“Burada, bu halde, hâlâ birine güvenebiliyor olmak... biliyor musun, Duru, galiba tek sığınağım bu,” dedim içimden geldiği gibi. Duru gözlerini kaçırmadı. “Ben de senden başka kimseye güvenmem burada. Bu kadar basit.”

Konuşmadık daha fazla. Sözlerimizi sırtımıza yükleyip kalktık. Çünkü yeni bir anons sesi kampın sessizliğini tekrar delmişti. Yeni bir vaka… Yeni bir görev… Yeni bir sınav…

Ama artık yalnız değildik. Omuz omuza… Ve adım adım birbirimizin içinde güç bulan iki insan gibi… Aynı acıya bakıp aynı nefesi paylaşanlardan…

Günün üçüncü vakasını da atlattıktan sonra çadırımıza dönüp kısa bir mola verdik. Kamp sessizdi, ama bu sessizlik alıştığımız türden değildi. Sanki herkes birbirinin yorgunluğuna saygı duyuyor, bu yüzden fazla ses çıkarmamaya çalışıyordu. Duru bir köşeye kıvrılmıştı. Elleriyle çoraplarını sıvazlıyor, arada sırada gözlerini kapatıp birkaç dakikalık uykularla günü parçalıyordu.

Ben dışarı çıkıp biraz hava almak istedim. Çadırların arasında dolaşırken, idari birimlerin olduğu tarafa yöneldim. Ufak bir konteynerin önünde, yüzünde güneşten kalma kırmızı çizgiler taşıyan bir astsubay, oturmuş çay içiyordu. Bakışlarımız karşılaştı. Başımı hafifçe salladım.

“Selam,” dedi adam, sesinde yaşanmışlık vardı. “Yeni gelen ekipten misiniz?”

“Evet,” dedim. “Sağlık destek biriminden… Mihre Kandemir.”

Gözleri hafifçe açıldı. Dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. “Kandemir mi?” dedi. “Siz... Yüzbaşı Bintuğ Liva ile birlikte çalışmış olmalısınız.”

Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Bir saniye duraksadım, sonra temkinli ama meraklı bir ifadeyle sordum: “Tanıyor musunuz Bintuğ’u?”

Adam çayından bir yudum alıp başını salladı. “Tanımak ne kelime... Bir dönem onun birliğindeydim. En zorlu dağ görevlerinden birinde birlikteydik. Hani şu sınır ötesine kayan puslu operasyonlardan birinde…”

O an dudaklarımı araladım ama cümle kuramadım. Çünkü içimde Bintuğ’un bambaşka bir yüzü canlandı: görev sırasında tanımadığım, benimle hiç paylaşmadığı bir tarafı. Adam devam etti:

“O adam... hiç konuşmadan bile birliği sürüklerdi. Komuta ederken kimseyi ezmezdi ama kimse de onun gözlerinin içine boş bakamazdı. Ben bir sefer yaralandığımda ilk sırtlayan oydu beni. Hani şu meşhur ‘birliğini sırtlamak’ mecazdır ya o mecazı gerçek yaptı. Kimseye anlatmadım ama o an, onunla birlikte görev yapmanın ne demek olduğunu anladım.”

Yutkundum. “Peki... şu an nasıldır, bilginiz var mı?”

Başını sağa sola salladı. “Yolu bizimkiyle bir süre kesişmedi. En son duyduğumda iç bölgede bir geçici göreve çağrılmıştı ama detay bilmem. O kendi içine kapalıdır. Biraz fazla…”

“Yalnız,” dedim, farkında olmadan. “Biraz fazla yalnız.”

Adam şaşkınca baktı, sonra bir bilmişlikle gülümsedi. “Siz onu gerçekten tanıyorsunuz.”

Ben o anda hiçbir şey demedim. Çünkü söyleyeceğim her şey, içimdeki özleme biraz daha su taşıyacaktı. Ama evet… Tanıyordum onu. Sadece yüzünü değil. Sustuklarını, susarken söylediklerini de tanıyordum. Ve işte şimdi, o yalnızlığın ne kadar kıymetli olduğunu, başka bir askerin dilinden tekrar öğrenmiş oldum.

Adam bana elini uzattı. “Astsubay Hasan Türe. Buradayken bir şeye ihtiyacın olursa çekinme.”

“Elbette,” dedim. Elini sıktım. “Ve eğer bir gün... Bintuğ’a dair bir haber alırsan, lütfen bana da bildir.”

“Duyarsam ilk sana söylerim, Kandemir. Çünkü senin bakışında ona ait bir şey var. İnsan kolay kolay başkası için öyle bakmaz.”

Yavaşça yürüyüp uzaklaştım. Gözlerim dolmuştu ama yürürken ağlamadım. Çünkü içimde, kalbimin çok derin bir yerinde, artık sadece özlem değil; gurur da vardı. Bintuğ yalnız değildi. Ben de yalnız değildim. İkimizin yalnızlığı birbirine ulaşmayı seçmişti.

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Görev değişikliği sonrası ilk günlerini yazmak istedim. Bu yüzden biraz sıkıcı olabilir ama birazdan yayınlayacağım bölüm aksiyon dolu, mükemmel bir bölüm olacak. Beklemede kalın. Umarım sade bölümler seversiniz. OY VE YORUMLARINIZI UNUTMAYIN. İyi okumalar dilerim…

Bölüm : 10.07.2025 01:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yazar Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 56- Yeni Görev yerine Alışma Süreci
Yazar Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

19.4k Okunma

4.8k Oy

0 Takip
60
Bölümlü Kitap
1- Yüzbaşı ile Karşılaşma2-Onca Yıllık Kardeş Hasreti3- Ameliyathanede Gördüğüm Kişi4- Fotoğraf Dolusu Kutu5- Endişeli Bekleyiş6-Önyargı7- Acil Görev8- Ormanlık Alanda Hareketlilik9- Zehirlenme10- Aramızdaki Hain11- Bugün Ben Bir Güzel Gördüm12- Gizlenen Mesaj13- Yeni Atanan Kadın Yüzbaşı14- Görevden Önce Öpücük15-Bekleyiş16- Eceli İle Karşı Karşıya Gelmek17- Yaşanılan Korku18- Kavuşma19- İş Birliği20- Bulunan Zarf21- Ses Kaydı22- Evrak Eksikliği23- Mahkeme Günü24- Kaçırılan Bebekler25- Visal26- Dildâlde27- Aferist28- DNA Testi ve Sonucu29- Karargâha Barkın Rüzgarı30- Akıl Almaz Teklif31- Karşılaşma Cephesi32- Parçalanmış Aynanın Ucundaki İhanet Gölgesi33- Bitmeye Yakın Bir Hikâyenin Sessiz Adımları34- Kaçınılmaz Bir Son mu, Beklenmedik Bir Dönüş mü?35- Konumun Gelmeyişi Ve Merakla Beklenen Dakikalar36- Kelimelerin Yetmediği An: Sarılmak37- Deponun İçindeki Ceset38- Cenaze Ve Taziye Evi39- Karanlıkta Kalan, Yalanın İçinden Doğar40- Ouroborost41- Kodun İçindeki Hayalet42- Karanlık İzlence43- Gerçeğe Zincirlenmiş44- İçimizdeki Mesafe45- Huzurun Yolu: Birlikte Olmak46- Saklanan Satırlar47- Düğün Gecesi Fısıltıları48- Birlikte Dayanmak49- Yaşam ve Umut50- Atan Kalbin İzinde51- Çamurlu Adımlar, Temiz Nefesler52- Geçmişin Kirli Yüzü53- Aşkın Görülmeyen Hisleri54- Sevgiyle İyileşen Yaralar55- Yön Değiştiğinde Bile Yürümek56- Yeni Görev yerine Alışma Süreci57- Gizli Mesajın İzinde58- Gizli Çekim59- Bir Öpücük Yetmedi60- Papatya Sarılı Parmaklar
Hikayeyi Paylaş
Loading...