55. Bölüm
Yazar Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 55- Yön Değiştiğinde Bile Yürümek

55- Yön Değiştiğinde Bile Yürümek

Yazar Sude Kayhan
poncikss1234

“Bazen sevdiğine varmak değil, onun uğruna uzaklaşmayı göze almak gerekir.”

Bir Hafta Sonra;

Mihre Kandemir’in Anlatımıyla;

Bazen sadece ayağa kalkmak yetmezmiş. Ayakta kalmak da gerekirmiş. Yavaşça yürüdüm. Merdivenleri tutunmadan inebilecek kadar güçlenmişim, bugün fark ettim. Dizlerim titremedi. Merdivenin son basamağına bastığımda, garip bir gurur doldu içime. Sanki savaş bitmişti ve ben hayatta kalmıştım. Belki yarım, belki eksik ama hayattaydım. Parmak uçlarımdan başlayarak tenimdeki kabuklar dökülüyordu. Her biri bir hatıra gibi… Düşmenin, kırılmanın, yanmanın, ama sonunda yine de toparlanmanın izleri.

Çamurun içinden geçerek adım attım çadıra. Ayaklarım ıslanmıştı, dizimin hemen altında kurumaya yüz tutmuş balçık izleri vardı. Ama üşümüyordum. İçimde bir yangın vardı çünkü—sadece görev için değil… belki daha çok içimde susturamadığım başka bir şey için.

Sahra tipi ameliyathane çadırının içi, dışarıdaki kaosa inat düzenliydi. Malzemeler dar raflara sıkışmış, cihazlar battaniyelerle örtülerek korunmuş, her şey en aza indirgenmişti ama yine de… tanıdıktı. Sol tarafta portatif masa, üstünde steril örtüler. Sağ köşede ilaç kutuları, kilitli dolap. Ve ortada… görev. Can. Umut.

Önlüğümü giydim. Bordo. Artık sadece acil sahra müdahalelerinde kullanılan bu ton, içimde hem bir ağırlık hem de bir güven bıraktı. Beyazın saflığı yoktu bunda ama toprak gibi bir gücü vardı. Kolu sıvamadan önce bir an durdum. Parmaklarım hâlâ tereddütlüydü. Ama sonra refleksler devreye girdi. Gaz bezini hazırladım. Maske elimdeydi. Yardımcı teknikerin göz ucuyla bana bakışını yakaladım. Onaylayan, rahatlayan bir bakıştı bu.

“İyisin, Kandemir,” dedi biri arkamdan. Sadece başımı salladım. "İyiyim." Ama sadece yürüyebildiğim için… İçim hâlâ sessiz. Çünkü bir haftadır ondan haber yok. Bintuğ’dan. Akşam nöbetinden önce odun sobasının yanına oturmuşken, avuçlarımı ısıtırken bile onu düşündüm. “Acaba o da şimdi çamurun içinden mi yürüyor?” diye sordum içimden. "Rüzgarla konuşuyor mu, benim adımı anıyor mu?" Sesine hasretim. Gülüşüne… Bana bir kere bile "iyisin" dese, bu soğuk sanki geçecek.

Telefonum, çadırın girişine yakın yerde, sinyalin gelip gittiği yerde duruyor. Bazen ekranına bakıyorum. “Şarjı harcama,” diyorum kendime. Ama sonra yine açıyorum. Hep aynı sessizlik. Hep aynı eksiklik. Bugün ilk defa tam teşekküllü bir müdahaleye yardım ettim. Hastamız sınır hattında yaralanmış genç bir erdi. Nabzı düzensizdi. Gözlerini kısık aralıyordu. Elimi tutunca bir an… Bintuğ’un elleri geldi gözümün önüne. Sahi… en son ne zaman ellerini tuttum?

Kabuklarım dökülüyor. Derim yenileniyor. Ama içim hâlâ onun dokunuşunda donup kalmış gibi. İçimdeki en büyük yara, iyileşmeyi inatla reddediyor. Çünkü hâlâ orada bir yerlerde olduğunu hissediyorum. Ama nerede, bilmiyorum. Gecenin bu saatinde, dağların sessizliği çadırın tentesini bile bastırıyor. Bir not bırakıyorum kendime, belki yarına: “Mihre, unuttun sanma. Sadece beklemeyi öğrendin.” Ve beklemek… aslında sevmeye devam etmektir.

Ameliyattan çıkalı yarım saat olmuştu. Elimdeki eldiveni çadırın yanına kurutmaya asarken, parmak uçlarımın hâlâ titrediğini fark ettim. Heyecandan değil. Bu… beklemekten gelen bir titremeydi. Ayak sesleri duyuldu arkamdan. Çamurun hafifçe ezildiği, ritmi düzgün bir yürüyüş. “Bu adımları tanıyorum,” dedim içimden, dönmeden.

“Sen hâlâ üşümeyecek misin böyle?” Ses Duru’nundu. Yumuşak ama derin. Aynı zamanda biraz kırılgan. Gülümsedim. “Üşümek için önce ısınmak gerekir.” Duru usulca yanıma oturdu. Üzerinde görev parkası, boynunda gri bir atkı vardı. Yanakları kızarmıştı, soğuktan değil yalnızlıktan. Bunu hissetmek için kardeş olmak gerekmezdi.

“Bugün nasıldı?”

“Zordu ama güzeldi,” dedim. “Sanki tekrar biri oldum. Biri gibi. Mihre Kandemir gibi. Kendimi unutmuşum.” Duru dizlerini karnına çekip, kollarını sarmaladı. Bakışları karşımızdaki zirvelere takılmıştı.

“Abimden hâlâ haber yok,” dedi aniden. Söylemeye korktuğum şeyi o söyledi. Dudaklarım kurudu. Cevap veremedim. “Bazen düşünüyorum da… Ağabeyimden ses gelmeyince ben bile kendimi eksik hissediyorum. Senin için… eminim daha zordur.”

Sustu. Gözlerime bakmadan söyledi bunları. Ben de sadece başımı salladım. Çünkü kelimelerle anlatılabilecek gibi değildi. “Sence… iyi midir?” Duru'nun sesi neredeyse bir fısıltıydı. “İyidir,” dedim. “O Bintuğ. Kolay kolay düşmez.”

Ama o an söylediklerime ben bile tam inanmadım. Çünkü insan bazen başkasına umut verirken kendi içinden vazgeçmeye çok yakın olur. Omuz omuza oturduk bir süre. İkimiz de sustuk. Konuşmadan, aynı şeyi düşündük belki de.

Duru birden elini cebine attı. Küçük bir kâğıt parçası çıkardı. “Çantamı karıştırırken bu düştü. Abi yazmıştı… seninle tanışmadan önce, Şırnak’a ilk geldiğimiz günlerde... Sana verirken unutmuşum.” Elim titreyerek aldım o kâğıdı. Kat yerleri yıpranmıştı, yazısı ise tanıdıktı. Sert ama düzgün. Bintuğ’un kalemi gibi…

"İnsan bazen en çok, anlatamadığı kişiye alışır. Onun bakışı, sessizliği… tüm hayatına sızar. Sızdı. Ve artık çıkmaz." Altında tarih: 10 Mart. Kâğıdı katladım, iç cebime koydum. Başımı göğe kaldırdım. Bazen tek bir satır, bir telefonun yapamadığını yapardı.

“Ben onu beklemeye devam edeceğim,” dedim usulca. Duru sessizce, yanımda başını salladı. “Ben de.” Ve iki kadın, aynı dağın sessizliğine baktık o gece. Biri sevdiği adamı, diğeri ağabeyini bekliyordu. Ama ikimiz de susuyorduk. Çünkü bazı duygular, yalnızca sessizlikte büyüyordu.

Hava iyice serinlemişti. Dağ yamaçlarının arkasından batan güneş, çadırların üzerine kızıla çalan gölgeler bırakmıştı. Gün boyu susan rüzgâr şimdi üşütmüyordu—aksine, yaşamı taşıyordu beraberinde. Kamp alanının orta yerine, taşlarla çevrili ateş çukurunda odunlar çatırdıyor, hafif duman yükseliyordu.

Etrafına tahta kasalardan bozma oturaklar dizilmişti. Görev kıyafetleri içinde yorgun ama gülümseyen yüzler bir bir toplanıyordu. Ben ve Duru da çadırdan çıkıp sessizce aralarına karıştık. İlk bakışlar üzerime döndü. Sonra kısa bir sessizlik oldu. Ve ardından...

“Mihre hoş geldin!”

“Sana burada yine çok iş düşecek gibi!”

“Bordo önlüğünle çadırın rengi değişmiş be Kandemir!” Gülüşmeler, omzuma dokunan sıcacık eller... O an ne kadar özlediğimi anladım: kalabalık içinde, yalnız hissetmemeyi. “İyi ki toparlandın, iyi ki geldin,” dedi içlerinden biri. Ben sadece başımı salladım, dudaklarımda mahcup bir tebessüm. “İyileşmek zorunda kaldım,” dedim içimden. “Çünkü burada olmak iyileştiriyor.”

Duru, elimden tuttu hafifçe. Yanı başıma oturdu. Birazdan emaye demlik taşların üzerine yerleştirildi. Kamp çayı… Karışık bitki kokulu, tütsülenmiş gibi… içine atılan birkaç karanfil, zencefil ve ne varsa o günün imkânlarında.

Kupalar doldukça sohbet de ısındı. Kimi günün operasyonundan bahsediyor, kimi İstanbul’daki evini özlediğini söylüyordu. Ama herkes, bu küçük anın kıymetini biliyordu. Ateşin kırmızısı yüzlere vurdukça, içim de aydınlanıyordu sanki.

Ben sessizdim. Ama kulaklarım hep tetikteydi. Her telsiz sesi, her komut çağrısı… belki bir haber getirirdi ondan. Bintuğ’un yokluğu da yanımdaydı bu gece. Ama bu insanların varlığı, o yokluğu biraz olsun taşıyabiliyordu.

“Yarınki listeyi konuşalım mı?” diye sordu Duru bir ara. Ameliyathane planlaması yapılacaktı. Herkes birden ciddileşti. Sohbetin yerini görev aldı. Bir defter açıldı. Kalemlerin tıklaması duyuldu. “Kandemir, yarın sabah 08:00’deki olguda sen de giriyorsun, değil mi?”

“Hazırım,” dedim net bir sesle. Gerçekten de öyleydim. İçim hâlâ darmadağındı belki ama ellerim işe dönmeye hazırdı. “Ben 10:00 ameliyatına giriyorum. Duru sen de ortada destek misin?”

“Tabii,” dedi Duru. Göz göze geldik. Yorgundu ama güçlüydü. İsimler, saatler, pozisyonlar yazıldı. Herkes sırayla kupasını boşaltırken, görev bilinci yeniden dolaşıma girmişti. Ateş hâlâ yanıyordu. Ve biz… birbirimizin gölgesinde, birbirimizin sesiyle ısınıyorduk.

Güneş henüz doğmadan önce uyandım. Çadırın içi buz gibiydi ama içimdeki hareket başlamıştı bile. Görev saat 08:00’deydi ama ameliyathane çadırı bu tempoya saatler öncesinden hazırlanmalıydı. Duru, çadırın diğer ucunda ayakta çoraplarını giyerken göz göze geldik.

“Hazır mısın?”

“Hazırım,” dedim. Sesim düşündüğümden daha netti.

Parkalarımızı üzerimize geçirip çıkarken, kamp sessizdi hâlâ. Ama sahra ameliyathanesi çadırının içi… uyanmıştı. Havanın keskinliği, metal malzemelerin cılız çınlamasıyla birleşiyordu. Ellerimizi dezenfekte ettik, bordro önlüğümüzü ve bone-maskemizi taktık. Her şey prosedüre uygun, her şey telaşsız ama hızlıydı. Çünkü hız, burada hayattı.

İlk vaka sabah 08:07’de girdi. Sınırda gece devriyesinde mayına basmış bir asker. Sol bacakta parçalı kırık, alt bölgeden ağır kan kaybı. Damar yolunu ben açtım. Duru kan torbasını hazırlarken göz göze geldik. İkimiz de tek kelime etmeden anlamıştık ne yapılması gerektiğini.

“Kandemir, turnikeyi sen ayarla,” dedi operatör doktor. Bordo önlüğümün iç cebinden pensimi çıkardım. O an ellerim sanki hiç ara vermemişti. Titremedi. Tuttum, ayarladım, sabitledim. “İyi çalışıyor ellerin,” dedi Duru alçak sesle. Yalnızca göz kırptım. Söz gereksizdi, zaman kıymetliydi.

Bir vaka biterken öteki çoktan girişte bekliyordu. Bu kez konvoyda kurşun isabeti almış bir uzman çavuş.Toraks bölgesinden giriş, sırt hizasından çıkış. Yaralı solunum sıkıntısı yaşıyordu, zamanla yarışıyorduk. Vakum torbası açıldı, oksijen takıldı. Sedyenin bir yanına ben geçtim, Duru diğerine. Ameliyat sırasında sadece cerrahın sesi duyuluyordu. “Makası ver.”

“Kanamayı kontrol altına alın.”

“Gaz.”

Ve biz... Sözsüz, tereddütsüz, hiç durmadan görevimizi yerine getiriyorduk. Saat 11:20 olduğunda üçüncü vaka için hazırlanıyorduk. Bir yandan da steril alan dışındaki masaya oturmuş, çamurlu botlarımızla kahverengi termoslardan kahve içmeye çalışıyorduk. Duru alnındaki maskeyi indirip gözlerini ovuşturdu. “Bir sabah vardiyası, bir ömür gibi değil mi?”

“Ama yaşıyoruz,” dedim. “Yine de birilerinin hayatına değiyoruz.” Dördüncü ameliyat öğleye doğru geldiğinde yorgunluk artık kaslarımızdan sızıyordu. Ama kimse geri çekilmedi. Her adımda sadece görev vardı. Ne açlık, ne uyku, ne haber alamadığımız insanlar… Sadece o anda duran bir kalbin yeniden çalışabilmesi.

Saat 14:00’te ameliyat takvimi bitmişti. Ama içimizde hâlâ telaş, hâlâ nabız vardı. Ben çadırın arkasına çıktım, ellerimi yıkadım. Avuçlarım buruş buruştu. Duru yanıma geldi, bir mendille ensesindeki teri sildi. “Bugün buradaydık Mihre,” dedi. “Ve başardık.”

“Evet,” dedim. Sonra sessizce gökyüzüne baktım. Bintuğ orada mıydı bir yerlerde? Aynı göğü mü paylaşıyorduk hâlâ? Ama bir şeyi biliyordum artık: Ben burada birilerine can verirken… Kalbimde bir boşlukla yaşamaya alışıyordum. Ve o boşluk, artık beni zayıflatmıyordu. Beni diri tutuyordu.

Çadırın içi karanlık sayılırdı. Sadece küçük kamp lambası, yıkanmış ama hâlâ ıslak ellerimin üzerinde soluk bir sarı ışık bırakıyordu. Yorgundum. Bedenim değil, zihnim. Bugün dört ameliyat. Dört can. Dört kez ölümle göz göze, dört kez yaşamla yan yana…

Avuçlarımı dizlerimin üzerine koyup öylece oturdum. Botlarım hâlâ çamurluydu. Parmak aralarımda kurumuş steril eldiven kokusu kalmıştı. Birden içime çöken sessizlikte Bintuğ’un sesi yankılandı. Gerçekte duymadım tabii… ama zihnimde, o en net haliyle: “Buradayım Mihre. Sadece görevdeyim.”

Duyamadığım bu cümleyle avundum bugün. Belki yarın da… Çünkü başka bir dayanağım yoktu. Sadece onun orada bir yerlerde olduğuna inanmak vardı elimde. İnanmak… bazen nefes almak gibi zor ama şarttı.

Kapının fermuarı aralandı. Duru içeri girdi, ellerinde iki kupayla. Birini bana uzattı. Buharı hâlâ yükseliyordu. “Çay değil ama sıcak su. İdare eder,” dedi. Ben başımı salladım, kupayı avuçlarımın arasına aldım. Sıcaklık yavaş yavaş tenime yayılırken, Duru karşıma geçti, minderin üstüne oturdu. “Bugün iyiydin Mihre.”

“Sen de.” Göz göze geldik. Kelimeler yetmiyordu, ama gözlerin dili bugün daha fazla şey anlatıyordu. “Abim… gelseydi seni böyle görseydi,” dedi Duru alçak bir sesle. “Gurur duyardı.” Birden gözlerim doldu ama akmasına izin vermedim. Yutkundum. “Sadece görevimi yaptım.”

“Ama nasıl yaptığını herkes gördü.” Sessizlik. Çaydan bir yudum aldım. Boğazımdan inerken içim de yanıyordu. “İçin hâlâ orada mı?” diye sordu Duru. Cevap vermedim. Gözlerimi kapattım. Kalbim zaten çoktan cevaplamıştı.

Sonra usulca konu değiştirdik. Yarın sabahki listeden, yeni gelen ekipten, cephane deposunun yanına kurulacak ek çadırdan… Ama aramızda geçen asıl konuşma, konuşulmayanlardı. Kupam bitince başımı geriye yasladım. Duru da aynısını yaptı. Tavandaki lambaya bakarak birlikte sustuk. “Bazen konuşmasak da aynı şeyi düşünüyoruz, değil mi?”

“Bazen değil,” dedim. “Hep.” Ve gece… sadece gece değildi. O gece, iki kadının birbirine tutunduğu, eksik olan birini düşünerek yine de tam kalabildikleri bir andı. Ateş yoktu belki ama içimiz hâlâ yanıyordu. Ve bu yanış, yalnız değildi artık.

Gece çadırın içi sessizdi. Tek tük horlamalar, dışarıdan gelen rüzgâr uğultusu, bazen de uzaktaki nöbet kulelerinden yükselen telsiz sesleri… ama içeride derin bir uyku hâkimdi. Ben, yan çadırın kıyısında, battaniyeyi dizlerime kadar çekmiş, sırtımı kalın matın üstünde kat kat giysilere yaslamıştım. Göz kapaklarım yorgunluktan ağırlaştığında, hâlâ Bintuğ’un sesi kulaklarımda çınlıyordu. “Geleceğim Mihre. Söz.”

Ama o ses, rüyamda çok farklı yankılandı… Sisli bir arazideydim. Botlarım çamura saplanmıştı, yürüyemiyordum. Bir çadır, yırtılmış gibi; içinde boş sedyeler, kanlı bir önlük. Adımı çağıran bir ses vardı ama yüzünü göremiyordum.

“Mihre!” Dönmeye çalışıyordum, ama boynum dönmüyordu. Gözlerim kıpırdamıyordu. Sadece o sesi duyuyordum. Bintuğ’un sesini. Sonra bir silah sesi. Ardından yankılanan kalp atışları gibi kesik kesik nefesler. Yere düştüm. Ellerim kana bulaştı. Bağırmak istedim: “Dur! Orada mısın?” Ama sesim çıkmadı. O an… yalnızdım. Ve dünya karanlıktı. Bir anda gözlerimi açtım. Nefesim hızlı, alnım terliydi. Tavan karanlıktı. Sadece lambanın soluk sarısı…

Derin bir nefes almaya çalıştım. Ama boğazım düğüm düğümdü. Rüyamdan kalma bir korku gibi göğsüme çöken şey… oradaydı hâlâ. Tam o sırada dışarıdan koşar adım birinin ayak sesleri duyuldu. Ardından kamp çadırının fermuarı hızla açıldı. “Kandemir!” Ses tanıdıktı. Gece nöbetindeki tekniker. Yerimden hızla doğruldum. “Ne oldu?” “Telsizden yeni bilgi düştü. Hakkari güneydoğu bölgesindeki tim bağlantıya geçmiş.” Durdu. Nefesini toparladı. “Yüzbaşı Liva da grubun içindeymiş. Sağ. Sadece bağlantı kesikti.”

Bir an… sanki kalbim boğazıma kadar çıkıp geri döndü. Gözlerim doldu, ama bu kez ağlamadım. Sadece başımı eğip derin bir “şükür” fısıldadım. “Bintuğ…” dedim içimden. “Yaşıyorsun.” Sanki günlerdir içimde biriken karanlık, o tek cümleyle dağılmıştı. Kabus bitmişti. Gerçek... geri dönmüştü.

Güneş, dağın arkasından yavaşça kendini gösterirken kamp alanına altın sarısı bir ışık yayılıyordu. Her sabah olduğu gibi sessizlikle başlamıştı gün, ama bu sabah... içimde başka bir yankı vardı. Daha önce eksik çarpan kalbim, bu defa tamamlanmış gibiydi.

Elimde çay kupası, gözüm hâlâ çadırın açık kalan fermuarında. Sanki birazdan biri içeri girecekmiş gibi. Sanki o. Duru uyanmıştı. Saçlarını aceleyle toplamış, çantasını kurcalarken yorgun gözlerle bana baktı. “Erken kalkmışsın.”

“Uyandım,” dedim. O çayına uzanırken sustum bir süre. Sonra usulca söyledim: “Gece haber geldi.” Duru’nun başı aniden bana döndü. “Ne haberi?”

“Bağlantı sağlanmış. Güneydoğu hattındaki tim... bağlantıya geçmiş. Bintuğ da içindeymiş. Sağ. İyiymiş.” Sesim hâlâ titriyordu ama artık korkudan değil. Rahatlamanın o derin, gözyaşını çağıran yorgunluğu…

Duru’nun gözleri doldu, elleri kupanın etrafında sıkıca kenetlendi. “Gerçekten mi? Emin misin?” Başımı salladım.“İsmini söylediler. Sadece iletişim kesilmişmiş. Ama şimdi sağ oldukları netleşti.” Duru yanıma geldi. Sessizce sarıldık. İkimiz de hiçbir şey söylemeden, dakikalarca öylece kaldık. Kelimeler ne zaman yetmediğinde böyle sarılırdık zaten. Aynı sevgiye, aynı adama, farklı yerlerden bağlı iki kadın.

Sonra ben fısıldadım: “Yaşıyor, Duru. O yaşıyor.” “Ve sen de buradasın,” dedi. “Evet. Ve ben de buradayım.” Kamp bir süre sonra tekrar canlandı. Ameliyat listeleri güncellendi, çadır içi temizlik yapıldı, steril malzeme kontrolü başladı. Ama bugün… Bugün, bir önceki sabahlardan farklıydı.

Bugün, yaşama yeniden bağlanan sadece hastalar değildi. Ben de kendimi... biraz daha canlı hissediyordum. Bir umut gibi, dağın yamacından doğan o güneş gibi...mÇadırdan çıkarken bir an başımı göğe kaldırdım. Gözlerim bulutların arasına takıldı. Ve içimden sadece şu cümleyi geçirdim: “Dayan Bintuğ… şimdi sıra bizde. Seni beklerken yaşamaya devam edeceğiz.”

Akşam, dağların ardından sinsice sızarken kamp alanına bir uğultu çökmüştü.Yorgun eller yıkanmış, son vakalardaki pansumanlar tamamlanmış, sıcak yemek dağıtımı bitmişti. Kamp sessizdi ama o sessizlik… sanki yaklaşan bir şeyin habercisiydi. Toprak, güneşten yoksun kalınca bir başka sertleşirdi. Aynı bugün gibi.

Ben, çadırın arkasında oturuyordum yine. Gözlerim yerde, düşüncelerim uzakta. Bintuğ sağdı, evet. Ama hâlâ ses yoktu. O yokluk, boşluk gibi duruyordu tam göğsümde. Duru geldi. Elinde termosla yanıma oturdu. Hiç konuşmadan bir süre sadece dinledik... rüzgârı, çamurun içinden gelen çadır ayak seslerini. Ta ki, telsizin sesi çadıra ulaşana kadar.

“Tüm personelin dikkatine... Karargâhtan gelen talimat doğrultusunda, 3. saha ekibi bu gece saat 23.00 itibariyle kuzeydoğu bölgesine kaydırılacaktır. Yeni görev bölgesi: koordinat 34/17-62/22. Hazırlıklara başlanması rica olunur.”

Duru bir an bana baktı. Ben de ona. Ama ilk tepki ikimizden de gelmedi. Yan çadırdan ses yükseldi. “Ne? Şimdi mi? Bu gece mi?”

“Kuzeydoğu bölgesi mi? O bölge daha yeni temizlendi sanılıyordu...”

“Geçici denmişti ama...” Çadırın içi birden dolmaya başladı. Sahra doktoru, medikal lojistik sorumlusu, iki sağlık eri, ben ve Duru... —“Biz de gidiyor muyuz?” diye sordu Duru, hem kendine hem bana. “Eğer üçüncü ekipten sayılıyorsak… evet,” dedim kısık sesle.

İçeriden biri telsize yönelmişti: “Ekip listesi kesinleşti mi?” Karargâhtan gelen ses netti: “Liste ulaştı. Kandemir, Kaya ve görev doktoru dahil edilecek. Sadece temel saha çadırı kurulacak. Tahmini kalış süresi: belirsiz.”

Bir an... zaman durdu. Hepimizin üzerinde bir ağırlık çöktü. Duru'nun gözleri büyüdü, bana döndü: “Mihre… sen de?” Başımı eğdim. O an, kalbim bir kez daha sıkıştı.Bintuğ’a daha yaklaşacağım ümidi içimde parladıysa da, görev hattı farklıydı. O güneydeydi… ben kuzeye gidiyordum.

Ona yaklaşmak isterken, daha da uzaklaşıyordum. Ama bu görev, kaçamayacağım bir gerçekti. Çantamı toplamaya başladım. Steril örtüler, tıbbi malzeme kutusu, yedek önlük. Duru sessizce yardım etti. İkimiz de biliyorduk: Bu gece, uyumayacaktık.

Çadırın girişinde durdum bir an. Gözüm göğe takıldı. Yıldızlar dağılmıştı, biri kayıyordu. “Dilek mi tutmalıydım, yoksa yemin mi etmeliydim? Sana ulaşana kadar her görevi eksiksiz tamamlayacağıma mı?” Derin bir nefes aldım. Ve adım attım. Çünkü bazı yollar, insanı sevdiğine götürmez. Ama o yolda kalabilmek… sevdiğini hak etmektir.

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümü size emanet edip ben kaçıyorum. Umarım beğenirsiniz. OY VE YORUMLARNIZI DA UNUTMAYIN LÜTFEN. Mihre’nin dönüşü çok güzel oldu bence. Bakalım ileri ki bölümlerde neler olacak. Medya temsilidir. Şimdiden iyi okumalar dilerim. İyi geceleriniz olsun…

Bölüm : 08.07.2025 02:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Yazar Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 55- Yön Değiştiğinde Bile Yürümek
Yazar Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

19.4k Okunma

4.8k Oy

0 Takip
60
Bölümlü Kitap
1- Yüzbaşı ile Karşılaşma2-Onca Yıllık Kardeş Hasreti3- Ameliyathanede Gördüğüm Kişi4- Fotoğraf Dolusu Kutu5- Endişeli Bekleyiş6-Önyargı7- Acil Görev8- Ormanlık Alanda Hareketlilik9- Zehirlenme10- Aramızdaki Hain11- Bugün Ben Bir Güzel Gördüm12- Gizlenen Mesaj13- Yeni Atanan Kadın Yüzbaşı14- Görevden Önce Öpücük15-Bekleyiş16- Eceli İle Karşı Karşıya Gelmek17- Yaşanılan Korku18- Kavuşma19- İş Birliği20- Bulunan Zarf21- Ses Kaydı22- Evrak Eksikliği23- Mahkeme Günü24- Kaçırılan Bebekler25- Visal26- Dildâlde27- Aferist28- DNA Testi ve Sonucu29- Karargâha Barkın Rüzgarı30- Akıl Almaz Teklif31- Karşılaşma Cephesi32- Parçalanmış Aynanın Ucundaki İhanet Gölgesi33- Bitmeye Yakın Bir Hikâyenin Sessiz Adımları34- Kaçınılmaz Bir Son mu, Beklenmedik Bir Dönüş mü?35- Konumun Gelmeyişi Ve Merakla Beklenen Dakikalar36- Kelimelerin Yetmediği An: Sarılmak37- Deponun İçindeki Ceset38- Cenaze Ve Taziye Evi39- Karanlıkta Kalan, Yalanın İçinden Doğar40- Ouroborost41- Kodun İçindeki Hayalet42- Karanlık İzlence43- Gerçeğe Zincirlenmiş44- İçimizdeki Mesafe45- Huzurun Yolu: Birlikte Olmak46- Saklanan Satırlar47- Düğün Gecesi Fısıltıları48- Birlikte Dayanmak49- Yaşam ve Umut50- Atan Kalbin İzinde51- Çamurlu Adımlar, Temiz Nefesler52- Geçmişin Kirli Yüzü53- Aşkın Görülmeyen Hisleri54- Sevgiyle İyileşen Yaralar55- Yön Değiştiğinde Bile Yürümek56- Yeni Görev yerine Alışma Süreci57- Gizli Mesajın İzinde58- Gizli Çekim59- Bir Öpücük Yetmedi60- Papatya Sarılı Parmaklar
Hikayeyi Paylaş
Loading...