54. Bölüm
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 54- Sevgiyle İyileşen Yaralar

54- Sevgiyle İyileşen Yaralar

Sude Kayhan
poncikss1234

 

“Beden iyileşir… ama kalp, sevdiği kişiye duyduğu güvenle toparlanır.”

Mihre Kandemir’in Anlatımıyla;

Bazı sabahlar, uyanmakla uyanmamak arasındaki o ince çizgide kalırım. Gözlerimi açtığımda, tenimde hâlâ soğuk bir terin izi varsa, geceden kalma kabuslar hafızamda oyalanıyorsa, anlarım… iyileşme yalnızca fiziksel değildir. O çadırın içindeyken, günlerce aynı tavan bezine bakarken çok düşündüm bunu. Her ağrı geçici ama her sevda, kalpte bıraktığı izle kalıcıdır.

Bir sabah, rüzgarın çadırın ucundan sızdığı bir vakitte, ilk kez derin bir nefes alabildim. Göğsümde batmayan bir hava vardı artık. Hemşire Mehtap o an başımdaydı. Gözlüklerini düzeltti, dosyaya bir şeyler yazdı. “Normalleşiyor,” dedi, ama sesi alışıldık sertliğinden çok, yumuşak bir ana dokunuyordu. Ayşe de ardından geldi. Elinde limonlu suyla… "Mihre, tansiyonun düşmüş, bu sana iyi gelir," dedi.

Ayşe’nin bana bakarken taşıdığı o ince dikkat, annelik gibi bir şeydi. Ne zaman gözüm kapanacak gibi olsa, hemen başucuma gelip saçımı düzeltir, battaniyemi çekerdi omzuma. Mehtap daha soğukkanlıydı ama o da sevgi gösterisini sessizce yapardı. İkisinin arasında, sanki iki ayrı dünyanın kadınıyla iyileşiyordum: biri düzen, biri şefkat.

Bintuğ… İsmimi en güzel o söylerdi. Çadıra ilk geldiği günü hatırlıyorum. Üzerinde tozlu üniforması, elinde kahvesi… ama gözlerinde taşıdığı suçluluk en net detaydı. “Keşke sen değil de ben hasta olsaydım,” dedi. Yanağıma dokunduğunda, elim istemsizce onun eline gitti. “Beni burada bırakmayacağını biliyordum,” dedim sadece.

O gittikten sonra içim hem doldu hem boşaldı. Onu görmek, varlığına dokunmak, iyileşmekti. Ama her görüşten sonra yokluğu yeniden canımı acıttı. Bintuğ, sadece sevgilim değildi; savaşın ortasında bir sığınaktı. Ne zaman ağrım artsa, onun sesi aklımda yankılanırdı: “Geçecek. Her şey geçecek. Ve biz kalacağız geriye.”

Bedenim hafifledikçe, çadırdan dışarıya adım atmaya başladım. İlk kez yürüyerek gittiğim sabah, Duru’nun sesini duydum uzaktan. Koşarak geldi. “Sen… sen iyi misin?” dedi. Gözleri doldu. Ona sarıldım. Duru, her zaman gözümün nuru olmuştu. Bazen bana kız kardeş gibi yaklaşırdı, bazen de ben ona abla gibi davranırdım.

“Sen yoksan bir kişi eksik hissediyoruz, Mihre,” dedi. Bana anlatmadan sakladığı şeyler olduğunu biliyordum. Ama zamanla konuşacaktık. Biz öyleydik. Her şey hemen açılmazdı, ama hiçbir şey de sonsuza dek saklanmazdı.

Aydemir’le aynı akşam karşılaştım. Karargâhtaki küçük masaların birine oturmuş, elinde not defteriyle bir şeyler karalıyordu. “İyileştiğini duyunca moralim yerine geldi,” dedi, başını kaldırmadan. Gülümsedim. “Senin gibi insanlara moral lazım mı gerçekten? ”Başını kaldırdı. “Sana bağlı.”

Beni her zaman sessizce kollayan, beni kendinden daha çok düşünen bir kardeşim olduğu için şükrettim o an. Aydemir bana hiçbir zaman yük olmadı, her zaman destekti. Çoğu kişi onu sert sanır ama ben kalbini bilirim. Mihre’nin kalbinde Aydemir varsa, korku barınmaz.

Akşam saatlerinde ay doğarken, yeniden çadırıma döndüm. Mehtap bu kez bana ilaç değil, içten bir gülümseme getirdi. “Artık seni burada tutamayız, Mihre Kandemir,” dedi. Ayşe omzuma dokundu. “Ama ara sıra gelip halimizi hatırımızı sorarsan seviniriz.”

İyileşmek… Sadece damarlarındaki iltihabın geçmesi değil. Bu çadırın içinden çıktığımda, artık her şeyin farklı olduğunu anladım. Bintuğ’a olan sevgim derinleşmişti. Kardeşime olan güvenim kök salmıştı. Duru ile dostluğum, hep daha fazla sarılmayı hak ediyordu. Mehtap ve Ayşe gibi kadınların ellerinden geçerek yeniden var olmuştum.

Bir ağacın gövdesinde, bir çiçeğin açmasında, belki bir rüzgarın esişinde artık hep aynı cümleyi duyuyorum içimde: "Ben kaldım. Çünkü sevgi, insanı hayatta tutar."

Ben bir asker değildim. Bordo önlükle, ameliyathanede kanın soğukkanlılığını bilen bir teknikerdim. Ama artık kendim için o soğukkanlılığı gösteremiyordum. Ne zaman döneceğim, tekrar o steril ışıkların altına girip giremeyeceğim meçhuldü. Ama içimde küçük bir umut vardı. Belki de yeniden başlayacaktım.

Hastane çadırının biraz ilerisindeki masayı o sabah Duru hazırlamıştı. Küçük, yuvarlak, eski bir metal masa; etrafında iki tabure. Üzerine serdiği ince, işlemeli örtü benim hastanede kaldığım sürede ördüğü bir motifle süslenmişti. Duru’nun dokunduğu her şeyde bir samimiyet, bir emek olurdu. İki fincan vardı. İçlerinden hafif bir kahve kokusu yükseliyordu. Islak toprağa karışan o tanıdık rayiha gibi, eski bir anıyı getirip oturtuyordu yanı başımıza.

Oturduğumda hâlâ biraz soluk soluğaydım. Ama Duru hemen fark etti. “Çaktırma ama Ayşe’nin kahvesi kadar iyi yaptım bence,” dedi. Gülümsedim. “Ayşe bunu duymasın. Ama evet… iyi geldi.” Bir süre sessizce kahvemizi yudumladık. O sessizlik… her şeyi anlatıyordu. Sonra Duru, birden gözlerini bana çevirdi.

“Mihre… Sen orada yatarken, ilk kez bu kadar korktum,” dedi. Gözleri dolmamıştı ama sesi, dudaklarının kenarına doğru titremeye başlamıştı. “Sen güçlü görünüyorsun ya hep… ama o yatakta seni öyle gördüğümde içimden bir parça düştü yere.” Elini tuttum. “Benim de içimden bir şeyler düştü, Duru. Ama bazı şeyler kırılmadan değişmiyor.”

Bir süre geçmişle yüzleştik. Aydemir’den konu açıldı, işten uzak kaldığım için içimi kemiren endişelerden, Bintuğ’un sustuğu ama gözleriyle anlattığı dertlerden… Duru başını eğdi. “Seninle bu kadar şey paylaşmadan önce, sanki kendi dertlerimi yutmayı meziyet sanıyordum. Ama meğer susmak değil, anlatmak iyileştiriyormuş.”

Sonra kahvesinden bir yudum daha aldı ve birden kıkırdadı. “Bu arada… geçen gece Sedat bana ‘Duru Hanım’ dedi. Hayatımda ilk kez ‘hanım’ lafını duyunca içim karıncalandı. Ben mi büyüdüm, o mu şaşırdı, anlamadım.” Kahkahayı bastım. “‘Duru Hanım’ mı? Seni o hâlde görmeyi çok isterdim. Kız sen ne yaptın adama!”

O gülünce, ben de güldüm. Kahve fincanlarımızı masaya koyarken içimizdeki karanlıklar biraz daha dağılıyordu. “Biliyor musun?” dedim. “Bu kahve, kalbimi ferahlattı. Bir ara her şey üstüme üstüme gelir gibiydi… ama şimdi, yanındayken, yaşadıklarımı sanki uzaktan izliyorum.”

Duru başını salladı. “Çünkü yalnız değilsin. Herkesin yaşadığı bir şey var, Mihre. Ama yanında seni kahveyle iyileştiren biri varsa, o yük daha hafif oluyor.” Kahkahalarımız, çadırın yanındaki o masadan yükselirken rüzgar da bize eşlik etti. Kısa ama huzurlu bir andı. Ama bazen, bir fincan Türk kahvesiyle paylaşılan birkaç cümle, insanın ayakta kalma nedenini hatırlatmaya yeterdi.

Masadaki kahve fincanlarının dibinde kalan telveler soğumuştu ama biz hâlâ oturuyorduk. Duru’nun gözleri biraz dalgındı bu defa. Az önceki kahkahalardan sonra, yüzüne ince bir düşünce örtüsü serilmiş gibiydi. Parmakları fincanın kenarında dolanıyor, söylemek istedikleriyle sustukları birbirine karışıyordu.

Ben sessizliği bozmadım. Zaten Duru, kendini içinde tuttuğu kelimelerle ne zaman savaşsa, bir süre sonra pat diye dökülürdü. Bu kez de öyle oldu.

“Bintuğ... bugün erkenden göreve çıktı. Senin yanına geldi değil mi?,” dedi, gözlerini benden kaçırarak. Başımı yavaşça eğdim. Zaten sezmiştim. Duru’nun kahveyi getirme telaşı, lafı eveleyip gevelemesi… hep bir şeylerin habercisiydi. “Yanıma geldi, söyledi lakin nereye gittiğini biliyor musun?” dedim.

Omuz silkti. “Tam olarak değil. Ama bu, çok sıradan bir görev değil gibi. Bayağı... şey yani. Özenli hazırlanmış. Planlı. Birileri özellikle onun gitmesini istemiş.” Duru bu tip şeyleri kolay kolay açık etmezdi. İçgüdüsel bir dikkati vardı. “Kim istemiş olabilir?” diye sordum, gözlerinin içine bakarak.

Bir an duraksadı. İşte o an… bir şey sakladığını fark ettim. Gözleri hafif kaçtı, sonra dudaklarını birbirine bastırdı. “Bilmiyorum. Öyle biri işte… önemli biri,” dedi, sesi biraz kısılarak. Ama söylemeyecekti de. Duru, her ne kadar sıcakkanlı olsa da, bazen buz gibi duvarlar örerdi araya.

Derin bir iç çektim. “Ona bir şey olur diye korkuyorum,” dedim. Duru, hemen elimi tuttu. “Olmayacak. Bintuğ bugüne kadar birçok göreve çıktı, değil mi? Bu da geçecek.” Ama ikimizin de içinde bir şey gıcırtıyla çatladı. Çünkü bu görev, diğerlerinden farklıydı. Sözlerle değil, suskunlukla belli oluyordu farkı.

Birden gülümsedi. “Ama şey dedi… Dönmeden önce sana uğrayacakmış.” Kalbim garip bir şekilde sıkıştı. Sevindim mi üzüldüm mü, bilmiyorum. “Sana uğrayacak,” derken, gözlerinde belli belirsiz bir hüzün vardı. Belki de kendince bir veda etmeye gelecekti. Belki konuşamadığımız her şeyi gözleriyle anlatacaktı.

Sessizlik çöktü tekrar. Duru, çantasından minik bir çikolata çıkarıp önüme koydu. “Bunu da senin için saklamıştım. Kahveyle iyi giderdi ama geç kaldım.” Gülümsedim. “Geç değil. Bazen bir çikolata, bir veda mektubundan daha çok şey anlatır.”

Masadaki gölgemiz uzarken, içimde ince bir hazırlık başladı. Kalbimin derinlerinde bir yerlere dokunup geçen bu görev hissi, belirsizlikle harmanlanmıştı. Ama Bintuğ gelecekti. Ve belki… kelimelere gerek kalmadan her şeyi gözleriyle söyleyecekti.

Duru’nun sözlerinden sonra içime çöken ağırlık öyle kolay kalkmadı ama her zamanki gibi bunu gösteremedim. Gözlerimi fincanın içine diktim, o ince kahve çizgisini takip ederek bir çıkış yolu aradım. Bintuğ’un uğrayacağını bilmek iyi mi gelmişti, kötü mü? Belki de fazlasıyla duygu yüklüydü hepsi.

Ama daha fazlasını taşıyamazdım. O yüzden konuyu usulca, ustaca değiştirdim. “Seninle bu kadar dertleştik ya… Şimdi asıl merak ettiğim şeye geçelim,” dedim, gülümsemeye çalışarak.

Duru başını eğdi, kaşlarını hafif kaldırdı. “Ne mesela?” “Ameliyathanede benden sonra neler oldu? Söyle bakayım, kim hangi vakada panikledi, hangisi hâlâ en çok konuşuyor? Hemşire Gaye hâlâ eldivenleri ters mi giyiyor?”

O an gözleri parladı. Duru’nun içinde yıllardır susturamadığı o anlatma tutkusu alev aldı. “Of Mihre! Sen gittikten sonra ilk hafta hep seni konuştuk. Herkes senin steril örtüleri katlayışını özledi, Ayhan abi bile, düşün! Bir gün acilde iki vaka birden geldi, kimse hangi taşıma arabasını nereye süreceğini şaşırdı. O sırada biri bağırdı: ‘Mihre olsa şimdi her şey yerli yerinde olurdu!’”

Güldüm. “Ayhan abi mi dedi bunu?” “Hayır, temizlik görevlisi Yeliz abla! Ama ses tonu öyle bir çıktı ki herkes onun dediğini Ayhan sandı!” İkimiz de kahkahayı bastık. Duru’nun sesi yükseldikçe içimdeki kasvet dağılıyordu.

“Sonra geçen hafta bir çocuk geldi,” dedi, sesi yavaşlayarak. “Dokuz yaşında. Apandisit. Ama nasıl korkmuş, nasıl ağlıyor… annesi de perişan. İçeri girerken gözüm seni aradı. Hani sen çocuklarla hep bir yolunu bulurdun ya... O an elim ayağıma dolandı.”

“Sonra?” dedim, dikkat kesilerek. “Sonra içimden senin sesini duydum, ‘Duru, sen yaparsın. Ellerini titretme, gözlerine bak, gülümse.’... Öyle yaptım. Çocuk sakinleşti. Bıçak gibi kesildi ağlaması. Ameliyat da iyi geçti. Çıktığında bana sarıldı.”

Yutkundum. Gözlerim doldu, ama gülümsemeye devam ettim. “Sen zaten yaparsın. Ben olmasam da olur. Senin ellerin benimkilerden çok daha sabırlı, Duru.” “Hayır, Mihre. Benim cesaretim varsa, o senin varlığındandır. Bunu unutma.”

Bir süre sessiz kaldık. Ama bu defa sessizlik öyle kasvetli değildi. İçinde şefkat vardı, hatıra vardı, mesleklerine duydukları adanmışlık vardı. Duru fincanını kaldırdı. “Şuna bak. Üç yudum kahveyle hem ağladık, hem güldük. Bunu da senin sayende yaptık.” Ben de kendi fincanımı kaldırdım. “Sen de bana nefes oldun. Bazen konuşmak, iyileşmek kadar önemli.”

Fincanları toplamaya hazırlanırken, uzaktan gelen adımların ritmini duydum. Ayak seslerinin sahibini tahmin etmekte zorlanmadım. Çünkü bazı insanlar, sustukları hâlde gelişini belli ederdi. Duru'nun yüzü bir anda değişti. Gözleriyle bana "hazır mısın?" der gibi baktı, sonra çenesini hafifçe yana eğerek o tanıdık yönü işaret etti.

Dönüp baktığımda, Bintuğ karşımızdaydı. Üzerindeki üniforma, sabah giydiğiyle aynıydı ama yüzünde daha ağır, daha sert bir yorgunluk taşınıyordu şimdi. Güneş gözlüğü alnına itilmiş, elleri cebindeydi. Rüzgâr saçlarını biraz dağıtmıştı ama o hâlâ, sessiz bir kararlılıkla dimdik yürüyordu.

Yaklaştı. “Konuşuyor muydunuz?” dedi sessizce. Duru hemen ayağa kalktı. “Ben seni içeri bırakayım, Ayşe ablayla bir şey konuşacaktım zaten,” deyip fincanları hızla topladı, gözleri bana son bir bakış attı. Ardında sessiz bir teşvik bırakmıştı: "Korkma, senin zamanın."

Bintuğ, boş kalan tabureye oturmadı. Ayakta kaldı. Gözleri bir an benim üzerimde gezindi, sonra ufka çevrildi. “Çıkmadan önce uğrayacağımı söylemişlerdir,” dedi. Başımı salladım. “Söylediler.”

Bir şey sormadım. Çünkü sormak istemediğim sorular vardı. Nereye gittiğini, ne kadar süreceğini, tehlikenin boyutunu… bunların hiçbiri dilime gelmedi. Çünkü o an, sadece orada olduğunu bilmek yetti.

“Çok uzun olmayacak,” dedi sonra. Ama bu söz, sanki ‘merak etme’ demekten çok ‘belki bu son olur’ gibi geldi. Yutkundum. “Ben seni burada bırakmıyorum, Mihre. Bunu bil.” Gözlerim doldu ama gülümsemeye çalıştım. “Ben de seni burada bekliyorum.”

Sanki daha fazlasını söylemek istiyordu ama zamanı ya da gücü yoktu. Elini cebinden çıkarıp bana küçük, buruşmuş bir kâğıt verdi. “Bunu sonra oku.”

Elimi kâğıda uzattığımda parmaklarımızın ucu değdi birbirine. O an, içimden bir şey geçti. Korku muydu, özlem mi, yoksa vedanın içindeki sevgiyi kabullenmek mi… bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey vardı: O adam, hayatımın en kalabalık yalnızlığıydı.

Geri çekildiğinde gözleri yere değdi. “Dayanırsın değil mi?” dedi. Başımı salladım. “Sen de dönersin değil mi?” Gülümsedi. Ama bu gülümseme, mutluluktan çok dua gibiydi.

Arkasını döndüğünde, içimde kıpırdamayan hiçbir şey kalmadı. Sadece onun adımlarını değil, yokluğunun ağırlığını da dinliyordum artık. Avcumdaki notu açmaya henüz hazır değildim. Çünkü o kâğıtta ne yazarsa yazsın, asıl mesele yazılan değil, yazanın hâlâ hayatta olmasıydı.

Bintuğ çadırın dışına doğru adımlarını hızlandırırken, ben yavaşça hasta yatağıma döndüm. Her adımda kalbim bir ritim tutturuyordu; onun gidişiyle dolan boşluk ve hala ciğerlerimde hissettiğim sıcaklığı bir arada taşıyordum. Gözlerimi kapattım, birkaç saniye derin bir nefes aldım.

Serumumun yanında, ince bir kağıt duruyordu. Bintuğ bıraktığı nottu bu. Parmak uçlarımla hafifçe kaldırıp açtım. Yazılmış birkaç kelime, ama içindeki ağırlık ve umut kelimelerin ötesindeydi.

"Mihre,

Buradayım. Ne olursa olsun, yanında. Güçlü ol, çünkü senin gücün, bizim yolumuz. Yakında görüşmek üzere.

Bintuğ"

Gözlerim doldu, ama bu kez hüzün değil, dayanma gücüydü içime dolan. Kalbim, bu küçük notla biraz daha hafifledi. Her satırı bir nefes, her kelimesi bir umut oldu. Serumu yenilemeden önce, derin bir nefes daha aldım. Yaralarımı iyileştirecek olan sadece tıbbi müdahale değil, böyle küçük ama anlamlı dokunuşlardı aslında. Ve ben iyileşecektim. Hem bedenim hem ruhum.

Notu kapattım, kalbimde bir sıcaklık yayıldı. Bintuğ’un kelimeleri, o kısa ama derin cümleler, ruhuma işledi. Onun yokluğunda bile varlığını hissetmek… Bu, karanlıkta bir ışık gibi parlıyordu. “Güçlü kal…” Ne kadar kolay söylenen bir cümleydi aslında. Ama bazen en zor olan da buydu.

Güçlü olmak, yaralarımı gizlemek değil, onları kabul etmekti. Acıyı görmek, korkularımla yüzleşmekti. Ve Bintuğ’un dediği gibi, güzel günlerin bizi beklediğine inanmak. Bir an için gözlerimi kapattım, o güzel günleri hayal ettim. Ameliyathaneye dönmek, ellerimi steril örtülerle sarmak, hastaların yüzlerindeki minnettarlığı görmek… Ama en çok, onun yanımda olduğu o anları.

“Yakında yeniden birlikte olacağız.” Bu umutla doldu içim. Bintuğ’un yanımda olacağı günlere, yeniden el ele yürüyebileceğimiz anlara dair. O zaman, bu zorluklar sadece geride kalmış anılar olacaktı. Serumun hafif tıkırtısıyla irkildim. Gerçek dünyaya dönerken, derin bir nefes aldım. Bugün, yeniden başlamanın ilk adımıydı.

Yaşadığım her acı, her uykusuz gece, her korku dolu an, bu umudu yeşertmek içindeymiş gibi hissettim. Güzel günler… Belki de onları sadece hayal etmek bile iyileştiriyordu. Düşündüm; bir gün yeniden o bordo önlüğü giyeceğim. Ameliyathaneye adım attığımda, tanıdık sesleri duyacağım, ekip arkadaşlarımı göreceğim, hastaların umuduna ortak olacağım. Ve o an, bu zorlu sürecin anlamsız olmadığını anlayacağım.

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümde ufak bir not eklemek isterim. Bintuğ, Mihre’ye gideceğini hasta yatağındayken söylüyor fakat hazırlanma süreçleri derken bir gün geçiyor ve Mihre’nin de yeni yeni yürümeye başladığı zamanlarına denk geliyor. O yüzden zaman atlaması var demeyin, bilerek yaptım. Umarım bu bölümü de beğenirsiniz. Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Şimdiden iyi okumalar dilerim. 🤍✨

Bölüm : 05.07.2025 01:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 54- Sevgiyle İyileşen Yaralar
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...