53. Bölüm
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 53- Aşkın Görülmeyen Hisleri

53- Aşkın Görülmeyen Hisleri

Sude Kayhan
poncikss1234

"Yaralı yürekler, en zor zamanlarda en sağlam durandır."

Bintuğ Liva'nın Anlatımıyla;

Sabahlar burada hep aynı sessizlikle başlardı. Kimi zaman bir bombanın artçı sarsıntısıyla uyanırdık, kimi zaman da sadece içimizde büyüyen ağırlıkla… Bugün ikincisiydi. Saat daha altı olmadan gözlerimi açtım. Uyandığımda ilk fark ettiğim şey, çadırın tavanındaki hafif yırtıktı. Geceden kalan yıldız ışıkları hâlâ aklımdaydı. Yatağımdan doğrulurken omuzlarımda haftaların değil, yılların yorgunluğu vardı sanki.

Lavaboda yüzümü yıkarken suyun soğukluğu ayıltmaktan çok geçmişi hatırlatıyordu. Bir süredir kendimi yalnızca emirlerin, planların ve görevlerin içinde sıkışmış gibi hissediyordum. Ama ne zaman kardeşim Duru’nun yüzünü görsem, ne zaman Mihre’nin adını içimden geçirsem, her şey bir nebze daha dayanılır oluyordu.

Kampın doğu tarafındaki alanda sabah çayı için toplanan birkaç masa vardı. Aydemir her zamanki gibi erkenciydi, kolları sıvalı, gözleri uzaklara dalmıştı. Duru ise henüz gelmemişti. Masaya oturduğumda Aydemir başını kaldırmadan konuştu.

“Uyuyabildin mi?”

“Ne tam uyudum, ne de uyanığım. Arada bir yerdeyim,” dedim.

“Bazen en tehlikeli yer orasıdır,” dedi Aydemir. Kısa cümlelerle çok şey anlatan adamlardandı. O sırada Duru geldi. Yüzünde yorgun ama kararlı bir ifade vardı. Üzerindeki mont, hâlâ biraz büyüktü ama ona yakışıyordu. Ne zaman göz göze gelsek, annemin sesini duyar gibi oluyordum.

“Ne konuşuyorsunuz erkenden?” dedi Duru, elindeki kupayı çayla doldururken. “Hayatın uykusuzluğunu,” dedim. Beraberce oturup kısa ama içten bir kahvaltı ettik. Herkesin sustuğu yerlerde Duru konuşur, herkesin güldüğü yerde o daha çok gülerdi. Ama bugün, sanki kelimeleri bile dikkatle seçiyordu. İçinde biriktirdiklerini konuşmaya vakit yoktu. Hep bir acelesi var gibiydi bu hayatın.

Kahvaltıdan sonra birkaç tanıdık askerle selamlaştım. Er Alperen’in kolu hâlâ askılıydı, ama morali yüksekti. “Yüzbaşım, Mihre Hanım nasıl?” diye sordu. Sorunun gelişiyle içimde bir sıcaklık yayıldı. “Bugün daha iyi dediler. Şimdi ona gideceğim,” dedim. İçimde bir telaş vardı. Her seferinde onu görmeye giderken sanki ilk kez görecekmişim gibi hissederdim. Kalbim aceleci, ellerim düşünceli olurdu.

Sağlık çadırına vardığımda içeri girmeden önce bir an durup nefeslendim. Mihre burada kalıyordu; birkaç gün önceki kaza sonrası gözlem altına alınmıştı. Kendi mesleğiyle alakasız bir şekilde, hastane dışında, benim yüzümden, bu zor topraklarda… Kendi elleriyle hayat kurtaran o kadın şimdi başkalarının ellerine emanetti. Bu düşünce içimi sıkıştırıyordu.

İçeri girdiğimde başını kaldırdı. Gözleri yorgun ama sıcaktı. Öylece bana bakarken gülümsedi. Sanki her şeyin ortasında, o gülümsemeyle dünya yeniden kurulabilirmiş gibi.

“Uyandırmadım değil mi?” dedim usulca, yatağının yanına otururken. “Hayır, zaten sen gelmeden önce içim kıpır kıpır olmaya başlıyor,” dedi. Sesi yumuşaktı, dudaklarının kenarı belli belirsiz titriyordu. Elini tuttum. Avuç içi hâlâ sıcaktı. “İyi görünüyorsun. Rengin gelmiş. Bugün daha bir… sen gibisin.” “Sen geldiğin için olabilir mi?” dedi, gözleri gözlerime takılı kaldı.

Gülümsedim. “Ben senin olduğun her yerdeyim zaten. Bu çadırda da, o ameliyathanede de… Kalbinin tuttuğu her yerde.” Gözlerini kaçırmadı. “Bazen seni düşündüğümde nefes almak kolaylaşıyor. Biliyorum, burada olmak kolay değil. Ama seninle konuşunca... her şey biraz daha dayanılır oluyor.”

“Elimi bırakırsan ben de dayanamam,” dedim sessizce. “Bir gün değil, her gün seni görmek istiyorum Mihre. Yorgunsan birlikte dinleniriz. Korkuyorsan birlikte aşarız. Yeter ki elini bırakma.” İçini çekti, gözleri hafif doldu ama gülümsemesi kaybolmadı. “Ben hayatı hep başkaları için kolaylaştırmaya çalıştım. Ama ilk defa senin yanında, kendim için varım gibi hissediyorum.”

O anda çadır küçüldü, dünya sessizleşti. Dışarıdaki telsiz sesleri, bot sesleri, emirler, raporlar… Hepsi uzaklaştı. Sadece biz vardık. Sadece bu an. Vedalaşırken yanağına bir öpücük kondurdum. “Birazdan tekrar gelirim,” dedim. “Ama sen de beni bekle… sadece bugün değil, yarınlar için de bekle.”

Başını salladı. “Seninle zaten hiçbir gün eksik değil.” Çadırdan çıktığımda gözlerimi güneşe kaldırdım. Karanlıktan çıkışın bir başka adıydı bu kadın. Ve ben, onun için daha güçlü olmalıydım.

Çadırdan çıktığımda güneş gökyüzüne iyice yayılmıştı. Işık, sarı bir örtü gibi toprağın üzerine seriliyor; ama içimde hâlâ gece hüküm sürüyordu. İnsan bazen en parlak günlerde bile karanlıkta yürür ya... Benimki tam da öyleydi. Adımlarımı ağırlaştıran bir şey vardı; belki de bu yükü sadece ben değil, bu coğrafyada sevmeyi beceren herkes taşıyordu.

Bir ağacın gölgesine çekilip oturdum. Gölgeler, içimdeki dağınıklığı biraz olsun toplar gibi oldu. Ellerimi dizlerimin üzerine koyup Mihre’yi düşündüm. O hâliyle bile nasıl güçlüydü… Sadece bedenini değil, benim dağınık ruhumu da sarmalayacak kadar güçlü. Bana hiçbir zaman “gitme” demedi ama ben her dönüşümde onun gözlerinde aynı cümleyi okudum: “Kal.”

Ama burada “kalmak” öyle kolay bir şey değildi. Bizimkisi kelimelerle kurulmayan bir savaşın tam ortasında geçen bir tür aşk. Korkunun, yokluğun, acının içinde yine de birbirimize “iyi ki” diyebildiğimiz o inatçı şeyin adı. Ve belki de bu yüzden bu kadar değerliydi. Mihre... Onun adı artık sadece sevdiğim kadını değil, dayanmayı, direnmeyi, umutla uyanmayı da simgeliyordu bana.

Ağaçların ardında, tepede küçük bir silüet belirdi. Askerlerden biri gözcü noktadan aşağı iniyordu. Telsiz sesi yine ortalığı doldurdu. Rutin güvenlik anonsuydu, ama bana bu anonslar artık başka bir şey çağrıştırır olmuştu: Ne zaman hayatın içinde bir düzen kurmaya çalışsak, bir düzensizlik gelip bizi yeniden başa sarıyordu.

Bir süre sonra Aydemir yanıma geldi. Yanıma oturdu ama bir süre konuşmadı. Sadece havayı dinledik. O da Mihre’yi çok severdi, bunu kelimelere dökmezdi ama bakışlarından anlardım. Sonunda sessizliği o bozdu. “Bazen birinin iyileşmesi için senin de değişmen gerekir.”

Başımı ona çevirdim. “Değişmek değil, eksik yanlarımı tamamlamak istiyorum,” dedim. “Mihre bana bir kapı gibi... kendime açılan bir kapı.” Aydemir, elindeki çakıl taşını yere attı. “Kardeşimin gözlerinde senin göremediğin bir şey var. Kendine hâlâ yeterince güvenmiyorsun. Korkuyorsun. Ona zarar vermekten, onu kaybetmekten.”

Derin bir nefes aldım. Gerçekti dedikleri. Ben en çok Mihre’ye zarar verme ihtimalinden korkuyordum. Hayatımda ilk defa birini bu kadar içten sevmiştim. Ve ilk defa, bu sevgiyi hak edecek kadar sağlam biri olup olmadığımı sorguluyordum.

Başımı eğdim. “Ben o çadırda ne zaman otursam, ona bir şey anlatacak gibi değil… affettirecek gibi hissediyorum. Sanki bu dünya yüzünden özür dilemem gerekiyormuş gibi.”

Aydemir, “Sen özrü bırak. Yanında kal. Gözünün içine bak. O zaten konuşulmayan her şeyi duymuş oluyor,” dedi. O an anladım. Mihre’nin bana verdiği şey, sadece sevgi değil; huzurdu. Bütün karmaşaya rağmen birinin elini tutabiliyorsan, kendini bile unuttuğun bir yerde sana ‘sen’ olduğunu hatırlatan birini bulduysan... daha ne istersin?

Ayağa kalktım. Bir süre daha Mihre’nin yanına dönmeyeceğim, biraz dinlenmesini istiyordum. Ama içimden bir söz geçiyordu, onu tekrar göreceğimde mutlaka söyleyeceğim bir cümle: “Sen iyileşiyorsun ya… ben de seninle birlikte yeniden doğuyorum, Mihre.”

Ve belki bu defa, hayat dediğimiz o inatçı şey bizi biraz olsun kendi halimize bırakırdı. Belki biz bu savaşın ortasında sadece bir ‘an’a sığınır, bir gülümsemeye tutunurduk. Çünkü bazen bir gülümseme, bütün karanlığı yarıp geçecek kadar güçlü olabiliyordu.

O gün öğleden sonra, bölge denetimi için birkaç astımla beraber vadinin aşağısına yürüdük. Havanın sıcaklığı, güneşin tenime bıraktığı yanıklık, sırtımdaki çantanın ağırlığı bile Mihre’nin sabah söylediklerini unutturmuyordu. Her adımda sanki onun sesi kulağımdaydı. “İlk defa bir şeyi kendi isteğimle yapmak istiyorum” demişti. Bu cümle durmadan dönüp duruyordu içimde. Biri sana böyle bir cümle kuruyorsa… o kişinin hayatındaki rastgele biri olmadığını fark etmen gerekir. Ben bunu çoktan anlamıştım. Ama hâlâ hak ettiğime inanmakta zorlanıyordum.

“Komutanım?” dedi yanımdaki çavuş, kısa bir duraksamayla. Seslenmediğini fark etmem biraz zaman aldı. “Efendim?” dedim, hemen toparlanarak.

“Soldaki kayanın ardında izler var gibi. Dikkatinizi çekti mi?” Göz ucuyla baktım. Görmüştüm ama bir anlık dalgınlık… Mihre'nin elleri gelmişti gözümün önüne. Cerrah eldiveniyle tuttuğu o ne kadar narin ama ne kadar güçlü eller… Kendime kızdım. Dalgın olamazdım. Benim dalgınlığım, başkalarının canı demekti. Mihre'nin başına gelen de bu topraklardaki küçük bir ihmalin sonucu olmuştu zaten. Beni bu kadar delirten şey de buydu.

Kaya dibini kontrol ettik. Hayvansal izlerdi. Muhtemelen gece inmiş bir keçi sürüsüne ait. Yine de tetikte olmak şarttı. Dönerken askerlerle kısa cümlelerle konuşmaya çalıştım ama aklımın yarısı hâlâ Mihre’nin o sabah bana söylediği “Ben senin yanında kendimim” sözündeydi.

Kampa döndüğümde güneş tepenin arkasına geçmeye başlamıştı. Renkler soluyordu. Gökyüzünün o portakal rengine döndüğü anlarda, hep bir eksiklik hissederim. Sanki hayat o anda birkaç saniyeliğine durur ama ben hiçbir şeye yetişemem. O gün, o hissin adı Mihre’ydi.

Yemekhaneye uğramadan önce bir kez daha sağlık çadırının önüne geldim ama içeri girmedim. Birkaç saniye durdum. İçeride onun olduğunu bilmek bile iyi geliyordu. Orada olduğunu, iyileştiğini, nefes aldığını bilmek. Ama girmek istemedim. Bir an önce iyi olmalıydı.

Akşam Aydemir’le telsiz kontrolünü yaptıktan sonra Duru’yu aradım gözlerimle. Onu birkaç çavuşla birlikte görev notlarını düzenlerken buldum. Başına dikildim. “Bana iki dakika ayırır mısın?” dedim. “Sen yeter ki iste, saatlerimi veririm,” dedi, gülerek. Gözlerinin içi gülüyordu. Birlikte yürürken ona döndüm. “Mihre bu sabah bana bir şey söyledi.”

“Ne dedi?” dedi hemen, gözleri açıldı.

“Dedi ki… ‘Senin yanında ilk defa kendim için varım gibi hissediyorum.’” Duru başını salladı. “O, seni gerçekten seviyor abi. Ama senden de tam anlamıyla güven duymak istiyor.” Yutkundum. “Ben elimde ne varsa onun önüne sermeye hazırım.”

“Yeter ki kalbin de onunla olsun,” dedi Duru, ciddiyetle. Sustuğumuz o kısa yürüyüşte, kendimi onun yaşındaki bir çocuk gibi hissettim. Güçlü, kararlı yüzbaşılığımın altında sakladığım kırılgan tarafım, kardeşimin cümlelerinde yüzeye çıkmıştı.

O gece çadırıma döndüğümde kaskımı çıkardım, silahımı bir kenara koydum. Ama Mihre’nin o gülümsemesini... kalbimin tam orta yerine astım. Ve kendi kendime söz verdim: O ayağa kalktığında, sadece yürümesine yardım etmeyeceğim… yanında yürüyeceğim.

Gecenin sessizliği çadırın dışına kadar sızıyordu. Yorgun ama zihni sürekli uyanık bir adam gibi, yatağımda dönüp duruyordum. Mihre’nin sesi kulağımda çınlıyordu. O cümle, sanki bir kıvılcım olmuştu içimde. Beni kendime getiren, beni değiştiren bir kıvılcım. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kamp yine uyanmaya başladı.

Çadırların arasında adımlarım kararlıydı. Duru ve Aydemir’le günlük rutinimize başlamadan önce bir kez daha Mihre’nin çadırına uğradım. Yatakta hafifçe gözlerini aralamıştı. Göz göze geldiğimiz an, yüzünde sanki tüm yorgunluğun ve acının yerini bir an için huzur almıştı. “Günaydın,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Günaydın Bintuğ,” dedi o da. “Seninle uyanmak... sanki biraz daha iyi olmamı sağlıyor.”

O an anladım ki, savaşın ortasında yaşadığımız her an, en basit “günaydın”lar bile bir zaferdi. Duru ve Aydemir’le yürürken, onların sohbetiyle biraz daha rahatladım. Ama içimde hep o sesi taşıyordum: “Sadece bugün değil, yarınlar için de bekle.” Mihre’nin yanında olmak, ona güç vermek... bunu yapmak, artık hayatımdaki en önemli görevdi.

Günün ilerleyen saatlerinde, kampın karmaşasında görevler, raporlar, emirler arasında boğulurken, zihnim bir an bile durmuyordu. Mihre’nin elleri, o cesur ve nazik eller, ameliyathanedeki ışık gibi önümdeydi. Ve ben o ışığın sönmemesi için savaşmaya hazırdım. Çünkü artık biliyordum: Bu aşk, en zor şartlarda bile direnmeyi öğretiyordu insana.

Akşam çökmeden önce kampın kenarındaki tepeye çıktım. Güneş, yavaş yavaş ufuk çizgisinin ardına kayarken, etrafın kızıl ve turuncu tonlarla boyanması sanki her şeyi biraz daha gerçek kılıyordu. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. Duru ve Aydemir’in o sessiz ama sağlam varlığı hâlâ yanımdaydı. Ama içimde sadece onlar değil, başka bir güç vardı artık; Mihre’nin varlığı.

Onunla geçirdiğim o kısa anlar bile, burada yaşanan ağır yüklerin hafiflemesini sağlıyordu. Çadırda, yorgun ama kararlı yüzüyle bana baktığı o anı düşündüm. Ellerini hatırladım. Cerrahi eldivenlerinin içinde ama bana dokunan sıcacık elleri. Bazen insanın en büyük savaşı, dışarda değil, içinde olurmuş. Benim savaşımsa artık daha çok onun iyileşmesi, onun için güçlü kalmak, onu korumaktı.

Aydemir’in bana söylediği sözler aklıma geldi: “Sen kendine yeterince güvenmiyorsun.” Belki haklıydı. Korkuyordum. Ama korkmak, mücadeleyi bırakmak değildi. Bu savaşı kaybetmek, Mihre’ye ve kendime ihanetti. Korkularımı, umutlarımı birleştirip ona ve bize daha güçlü bir hayat kurmalıydım.

Tepeden aşağı inerken kalbimde, tekrar o sessiz ama keskin söz yankılandı: “Sen iyileşiyorsun ya… ben de seninle birlikte yeniden doğuyorum, Mihre.” Ve ben o yolda yürümeye kararlıydım. Ne zorluklar çıkarsa çıksın, ne fırtınalar koparsa koparsın, yanında olacaktım. Çünkü bazen en büyük kahramanlık, birinin elini tutabilmekti.

Akşamın serinliği, kampın köşesinde küçük bir ateşin etrafında otururken yüzüme hafif hafif dokunuyordu. Ateşin kırmızı dansı, gözlerimizde yansıyan sessiz bir dostluk gibi parıldıyordu. Duru yanıma oturdu, gözlerinde yorgunluk ama bir o kadar da kararlılık vardı.

“Abi,” dedi, sesinde biraz çekingenlik ama hemen ardından gelen cesaretle, “Sana bir şey söylemek istiyorum.” Başımı çevirip ona baktım. Gözlerimde ne isteksizlik vardı ne de yargı. Sadece kardeşimle açıkça konuşmak istiyordum. “Dinliyorum,” dedim.

Duru derin bir nefes aldı. “Mihre... Senin için çok değerli olduğunu biliyorum. Ama bazen senin sert duruşun, içindeki o büyük sevgiyi ona tam yansıtamıyor gibi geliyor bana.” Gülümsedim, hafifçe başımı salladım. “Biliyorum Duru. Belki ben de kendimi onun yanında tam olarak ifade edemiyorum.”

Duru devam etti: “Sen çok güçlü bir adamsın, ama aşk öyle bir şey değil. Orada sadece güç değil, yumuşaklık, sabır, bazen de teslimiyet var. Mihre gibi biri için bazen kılıcını bırakıp elini onun eline bırakman gerek.” Bir an sustuk, ateşin çıtırtısı dışında hiçbir ses yoktu. Sonra Duru hafifçe omzuma dokundu.

“Abi, belki biraz daha kendin olabilirsin. Onun yanında biraz daha rahat, biraz daha açık. Bu, onun da sana daha çok güvenmesini sağlar. Biliyorum, zor ama birlikte aşarsınız.”

O an içimden bir rahatlama hissettim. Kardeşimin sözleri, içimde sıkışan duygulara bir kapı açıyordu. Sigara yoktu elimde, dertlerimi savuracak bir duman yoktu. Ama Duru’nun sıcaklığı yetiyordu bana.

“Teşekkür ederim, Duru. Bu sözlerin benim için çok değerli. Belki de senin dediğin gibi, biraz daha cesaret edip kalbimi açmalıyım.” Duru hafifçe gülümsedi. “İşte o zaman, abim, gerçek savaşı kazanırsın.” Yıldızlar altında, sessizce otururken biliyordum ki; hayatın en büyük savaşı, sevgiyle kalabilmekti. Ve ben artık o savaşa hazırdım.

Duru’nun sözleri içimde bir yerleri yumuşatmıştı. Ateşin sıcaklığı gibi, onun varlığı da içimde soğuyan duyguları ısıtıyordu. Gecenin sessizliğinde, yalnızca rüzgârın hafif uğultusu ve uzaktan gelen nöbetçi askerlerin ayak sesleri duyuluyordu.

“Duru,” dedim, sesimi biraz alçaltarak, “bazen kendimi hem savaş alanında hem de kalbimde bir yabancı gibi hissediyorum. O kadar çok yük var ki omuzlarımda, bazen korkuyorum, acaba ona gereken adam olabilecek miyim diye.”

Duru bana baktı, gözlerindeki o kararlılık ve güvenle, “Abi, korkmak insanın doğasında var. Ama korku, sevgiye engel olmamalı. Mihre seni, sen olduğun için seviyor. Zayıf yanlarınla, güçlü yanlarınla... Sen sadece elini uzat, gerisini beraber hallederiz.”

Kardeşimin bu sözleriyle kalbimde bir hafiflik hissettim. Belki de gerçekten ihtiyacım olan, kendi üzerimde kurduğum o sert zırhı biraz gevşetmekti. Mihre’ye açılmak, onun yanında gerçek ben olmak, korkularımı değil, sevgimi göstermekti.

“Söylediklerin için teşekkür ederim, Duru. Sen benim en büyük dayanağımsın,” dedim. “Bir gün bu karanlık günler geçip de geriye baktığımızda, işte o zaman tüm bu yaşadıklarımız, bize nasıl sevdiğimizi ve sevildiğimizi gösterecek.”

Duru hafifçe başını eğdi, “O günü sabırsızlıkla bekliyorum, abi.” Bir süre daha oturduk, ateşin sesi ve yıldızların altında, geleceğe dair umutlarımızı sessizce paylaştık. O an anladım ki, en büyük güç, yanında seni anlayan, destekleyen bir kardeşe sahip olmaktı.

Gün henüz tam anlamıyla doğmamıştı. Kampın üzerindeki sessizlik, sanki önümüzdeki fırtınanın habercisiydi. Daha çay bile demlenmemişken, telsiz aniden patladı. Sesi, sessizliği paramparça etti; hemen ayağa kalktım. “Aydemir,” dedim, sesimde ani bir ciddiyet. “Görev emri geldi. Nejat Kandemir operasyonu başlamış.”

Yüzbaşı da hemen toparlandı. Gözlerindeki o kararlılığı yıllardır tanıyordum. Hazırdık; bu tür anlar için eğitim görmüştük ama her seferinde yüreğimize bıçak saplanıyordu. Duru’yu buldum, çadırının önünde hazırlanıyordu. Gözlerimdeki o ciddiyeti görünce anlamıştı. “Abi, ne oluyor?” dedi, sesindeki endişeyle.

“Ani bir görev, Nejat Kandemir ile ilgili. Aydemir’le birlikte çıkıyoruz. Kısa sürecek ama…” Sözlerimi tamamlayamadım, ona sıkıca sarıldım. “Sen ve Mihre’yi düşündüğümü unutma. Sizi korumak için her şeyimi vereceğim.”

Duru gözlerini silerken, “Seninle gurur duyuyorum abi. Dön.” Sonra hemen Mihre’nin çadırına gittim. İçeriye girdiğimde yüzündeki yorgunluk ve endişe birleşmişti. Ellerimi tuttum, gözlerine baktım.

“Mihre, kısa bir görev için çıkıyorum. Dönünce seni yine burada görmek istiyorum. O yüzden... kendine iyi bak.” O an, ikimizin arasında geçen tüm sessizliklerde daha çok şey vardı. “Sana söz veriyorum, güçlüyüm çünkü seni seviyorum,” dedim. Dudaklarından hafif bir tebessüm yayıldı.

Vedalaşmamız kısa ama anlam doluydu. Çadırın kapısını kapatırken, kalbimde tek bir dua vardı: “Bir an önce dönmek, yanında olmak.” Aydemir ile birlikte yola koyulduk. Görev ne kadar kritik ve tehlikeli olursa olsun, içimde artık bir umut vardı. Çünkü biliyordum ki, orada beni bekleyen iki güçlü kadın vardı.

Merhaba arkadaşlar. Nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümde Bintuğ’un “aşk” hakkındaki bazı ikilemleri ve düşüncelerini, abi- kardeşin uzun zamandır sakin ve kavgasız konuşmalarını yazmayı özlemiştim. Diğer bölüm bir saate gelir. O zamana kadar oy ve yorumlarınızı unutmayın. Şimdiden iyi okumalar dilerim. Bakalım diğer bölümde Nejat Kandemir’e ne yapacaklar? Merakla beklemenizi tavsiye ederim. 🤍✨

Bölüm : 05.07.2025 00:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 53- Aşkın Görülmeyen Hisleri
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...