51. Bölüm
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 51- Çamurlu Adımlar, Temiz Nefesler

51- Çamurlu Adımlar, Temiz Nefesler

Sude Kayhan
poncikss1234

“En karanlık günlerde bile, küçük bir gülümseme ışığımız olur; birlikteysek, umut hep yanımızdadır.”

Bintuğ Liva’nın Anlatımıyla;

Bir haftadır ilk defa gece bu kadar sessizdi. Rüzgâr, dağların arasından inen bir hüzün gibi esiyordu; toz kaldırmıyor, sadece fısıldıyordu. Mihre’nin gözlerini açmasının üzerinden yedi gün geçmişti. Tepki vermişti. Elini hafifçe oynatmıştı önce, sonra dudakları belli belirsiz kıpırdamıştı. O an boğazıma düğümlenen şeyi anlatmak için kelime yoktu. Bugün yoğun bakım çadırından çıkarıldı. Gölgeler gibi geçen bu yedi günün sonunda, daha sade ama yaşanabilir bir çadıra taşındı. Sanki ölümün eşiğinden birkaç adım uzaklaşmış gibiydi artık. Ben merkezdeki karargâha gitmeye devam ettim. Evrak bırakmak bir görevdi, evet. Ama her belgeyi teslim ederken zihnim başka yerdeydi. Parmaklarımda onun parmaklarını arıyordum. O hâlâ konuşmuyordu. Zihni, zamanla yarışıyor gibiydi. Belki hatırlıyor, belki yeniden kuruyordu her şeyi. Bekliyorduk. İçimizde farklı yangınlarla, sabırla bekliyorduk.

Aydemir, her gün aynı kahverengi katlanır masada oturuyordu. Masanın üstünde hep aynı kupalar, aynı iki kalem. Duru’nun bıraktığı küçük notlar. Sessizliğe dönüşen bir ritüel olmuştu artık. Aydemir konuşmazdı çoğu zaman. Sadece Mihre’nin çadırına bakar, saatlerce otururdu. Duru ise daha canlıydı; içi kıpır kıpır, ama bir o kadar da derinden kırık. O, Mihre’nin içinden geçtiği bu karanlığa tutulan tek ışıktı belki de. Aydemir, yine sandalyede oturuyordu. Duru yanındaydı. Elinde küçük bir defter, satır aralarında kendi sesini arıyordu. “Bugün biraz daha iyiydi sanki...” dedi Duru sessizce. “Parmaklarını biraz daha sıkmış gibi geldi bana. Sen fark ettin mi?” Aydemir gözlerini kaldırmadan yanıtladı: “Fark ettim. Ama emin olamadım. Belki de görmek istediğimizi görüyoruzdur.” “Ya haklıysak?” dedi Duru, sesi bir çocuk gibi ürkekti. “Ya gerçekten iyileşiyorsa? Ben artık ona soru sormaya başlayacağım. Belki bir şey hatırlar, belki tepki verir.”

“Zorlama,” dedi Aydemir. “Zamanı gelince... o zaten konuşur.” Kısa bir sessizlik oldu. “Hiç... pişman oldun mu?” diye sordu Duru. Aydemir duraksadı. “Ne konuda?” “Her şeyden,” dedi Duru. “Burada olmaktan. Mihre’yi tanımaktan. Karışmaktan.” “Hayır,” dedi Aydemir. “Ama keşke her şeyi daha önce anlayabilseydim. Keşke bazı şeyleri göz göre göre susmasaydım.” Duru cebinden küçük bir zarf çıkardı. “Bu... dün geldi. Bir asker bıraktı. Bintuğ’a iletmemizi söyledi.” Aydemir zarfı aldı, ters çevirdi. Üzerinde sadece ‘Liva’ yazıyordu. “Zarfın üstüne bile adını yazamıyorlar artık. Sadece rütbe,” dedi iç geçirerek. “İnsan gibi bile değilsin burada bazen.” Duru hafifçe güldü ama gözleri doluydu. “İnsan olduğumuzu ancak beklerken hatırlıyoruz.”

Karargâhtan dönerken geceye denk geldim. Savaş sessizken daha tehlikelidir. Kurşun sesi yoksa, düşünceler konuşmaya başlar. Mihre’nin çadırına yaklaştıkça, içimdeki her sesi susturuyordum. Nefes alışlarını duyacak kadar yakındım artık. Gözlerini açtığında ne diyeceğimi hâlâ bilmiyordum. Ona ne kadar yandığımızı, kaç gece Duru’nun başında nöbet tuttuğunu, Aydemir’in içindeki suçlulukla nasıl taş kesildiğini anlatmalı mıydım? Çadırın içi sabahın ilk ışıklarıyla dolmuştu. Nefesler yavaş, zaman sanki çekingen adımlarla ilerliyordu. Mihre’nin gözkapakları aralandı. Önce ışığa tepki verdi, sonra tavana odaklandı. Yüzü ifadesizdi, ama gözleri doluydu. Geriye dönmeyen o haftaların ardından, ilk defa göz göze geliyorduk. Yanındaydım. Sessizce oturuyordum. Sesim vardı, ama kelimelerden çok ellerim titrekti. O an, rütbemin, görevimin, her şeyin ötesinde bir tek gerçek vardı: Mihre uyanmıştı.

“Mihre,” dedim fısıltıyla, “Beni duyabiliyor musun?” Gözleri bana kaydı. Küçücük bir kıpırtı geçti dudaklarından. Kurumuş sesi neredeyse bir nefes gibiydi: “Bintuğ… İsmimi söylemişti. Hiçbir emir, hiçbir zafer bu kadar ağır ve güzel gelmemişti. Eğildim, elini tuttum. “Buradayım. Günlerdir buradayım. Bizi çok korkuttun,” dedim. “Ne… oldu?” diye mırıldandı. Sesi yavaş, yorgun ama netti. Bir an sustum. Gözlerinin içine bakarak sadece başımı salladım. “Her şey yoluna girecek. Zamana ihtiyacımız var.”

Gözlerini açtığı anı binlerce kez hayal etmiştim. Ama hiçbir hayalim, o saniyenin gerçeği kadar güçlü vurmadı kalbime. Sessizce gözlerini kıstı önce. Tavanın boşluğuna baktı, sonra başını çevirdi bana. O anda dünya durmuş gibiydi. Gözlerinin içinde ilk defa yine hayat vardı. Soluk, yorgun ama oradaydı. Ve sonra, dudakları kıpırdadı. “Bintuğ…” İsmimi söyledi. Sadece adımı. Ama ömrüm boyunca duyduğum hiçbir kelime bu kadar derin bir yere dokunmadı bende. Bir an konuşamadım. Boğazım düğüm düğümdü. Onca zaman boyunca nefesini saydım, ellerini tuttum, ama şimdi… şimdi onun sesi vardı. O artık geri dönüyordu.

O an anladım, Mihre’nin varlığı sadece fiziksel değildi benim için. O, bu karanlığın içindeki tek fenerimdi. Kaybolduğumda yönümü bulduğum yerdi. Geri döndü. Ve ben de tekrar nefes almaya başladım. Elini tutarken titredim. Güçlü görünmeye çalıştım ama içim, onun bakışıyla parçalanıyordu. O gözlerde hem kaybolmuş bir çocuk, hem de dimdik duran bir kadın vardı. Hatırlamaya çalışıyordu. Ve her hatırladığı şey biraz daha yaklaştırıyordu onu geçmişe.

Ama şunu fark ettim: Mihre uyanmıştı, evet… ama asıl savaş şimdi başlıyordu. Yüzüme baktı. Tanıyordu beni. Ama sadece gözle değil. Yüreğiyle. Onu bırakmadığımı anlamıştı. Ve o bakış… o bakışta öyle bir şey vardı ki… yıllarca hiçbir kelimeye sığmaz. Sevinç içimde sessiz bir çığlığa dönüştü. Sarılamazdım, çünkü hâlâ zayıftı. Ama gözlerine öyle baktım ki, belki oradan anlar dedim. Anladı. Bir yudum su verdim. Dudaklarını ıslattı. “Çok… zaman geçti mi?” diye sordu. “Sadece günler,” dedim. “Ama bana aylar gibiydi.” Biraz sustu. Gözlerini kapadı. Sonra fısıltıyla söyledi: “Rüyalarımda hep sen vardın. Hep bir ses diyordu ki: ‘Dayan Mihre, biraz daha…’ O ses sen miydin?” Kafamı eğdim. Elini biraz daha sıktım. “Evet. Hep oradaydım. Gitmedim.”

Gülümsedi. Çok hafif. Belki sadece bir saniyeliğine. Ama o gülümseme, bütün karargâhı baştan sona yakardı. İşte o anda anladım: Mihre geri dönüyordu. Kırık, eksik, yorgun… ama bizimleydi. Ve ben… ben her bir hatırasını, her bir kelimesini sabırla bekleyecektim. Çünkü o sadece uyanmamıştı; bizi yeniden diriltmişti. Kapı hafifçe aralandı. Duru içeri girdiğinde yüzü aydınlandı. “Gözlerini açtı mı?” dedi telaşla. “Konuştu da,” dedim, hâlâ inanamıyordum. Duru yanına yaklaştı, eğildi. “Mihre… Ben buradayım. Duru. Hatırlıyor musun beni?”

Mihre gözlerini kıstı, sonra başını hafifçe salladı. “Sen… gülüyordun hep.” Duru’nun gözlerinden yaşlar aktı. “Hâlâ gülüyorum. Ama seni böyle görmek için bir sebebim daha oldu şimdi.” Aydemir sessizce çadırın kapısında bekliyordu. Girmedi. Gözleri dolmuştu, ama her zamanki gibi içine attı. Yavaşça kapıyı kapatırken göz göze geldik. “İyi mi?” diye sordu, sesinde bir baba gibi endişe vardı. “İyi olmaya başladı,” dedim. “Geçmeyecek ama iyileşecek.”

Günler sonra ilk defa kalbimde bir şey yeşerdi. Sessizlik dağılmaya başlamıştı. Mihre’nin varlığı, bu savaşın ortasında en gerçek sığınaktı. Gözlerini her açtığında, biraz daha kendine dönecekti. Ve biz… biz onu hiç yalnız bırakmayacaktık. Doktor, Mihre’nin nabzını ölçüyor, reflekslerini kontrol ediyor, gözlerinin içine bir ışık tutuyordu. Ben onun hemen başucundaydım. Mihre gözlerini bana sabitlemişti. Hiç konuşmadan, sadece bakıyordu. Bu bakışların her biri “Buradayım, gitme,” diyordu sanki. O an çadırın girişinde bir gölge belirdi. Başımı çevirdim. Aydemir’di. Sessizce yaklaştı, sonra gözleriyle beni dışarı çağırdı. Başımı eğip Mihre’ye hafifçe fısıldadım: “Biraz dışarı çıkmam lazım. Ama hemen döneceğim, söz.” Mihre başını çok hafifçe salladı. Gitmemi istemediğini anlamıştım ama… bu anı erteleyemezdim.

Çadırdan çıktım. Güneş hâlâ çekingen yükseliyordu ufukta. Aydemir birkaç adım ötemdeydi. Omzunun üzerinden çevreye baktı, sonra bana döndü. “Elim titriyor hâlâ,” dedi alçak sesle. “Ama bu seninle paylaşmam gereken bir şey.” Ceketin iç cebinden, eski ve biraz buruşmuş bir zarf çıkardı. Beyaz değil, sararmıştı. Üzerinde sadece ‘Liva’ yazıyordu. “Bu... Mihre’nin babasının imzası var içinde. Ve teşhis,” dedi. “Nejat Kandemir’in kendi el yazısıyla yazılmış.” Bir adım geri çekildim. Elim zarfın kenarına dokunurken, içimden geçenleri kontrol etmek mümkün değildi. Mihre uyanmıştı, evet. Ama geçmiş hâlâ bizimleydi. Bu kâğıt, belki de onun zihnindeki en derin sisleri dağıtacak, belki de daha büyük fırtınaları başlatacaktı.

“Sen mi okudun?” diye sordum. Aydemir başını iki yana salladı. “Yalnızca üst satırlarını. Gerisi... Mihre’ye ait.” “Ne zaman aldın bunu?” dedim. “Gece. Duru bana verdi. O, askerin getirdiği belgeler arasında da vardı. Diğer evrakları merkeze teslim ettim. Ama bu...” Gözleri çakmak gibiydi. “Bu sana emanet.” Zarfı aldım. Sadece birkaç gram gibi görünüyordu ama elimde taşır gibi tuttum. İçimde ne olduğunu bilmiyordum ama bildiğim tek şey vardı: Mihre’nin yeniden toparlanması için bu zarf bir dönüm noktasıydı. Ve onu nasıl, ne zaman açacağımız... bizi başka bir yola sokacaktı. “Henüz söylemeyelim,” dedim. “Hazır değil.” Aydemir başını eğdi. “Ben de öyle düşündüm.” Sonra sessizce uzaklaştı. Çadırın girişinde birkaç saniye durup Mihre’ye baktı, sonra karargâh yoluna döndü. Ben elimde zarf, düşüncelerimle baş başa kaldım. Mihre'nin içinde saklanan geçmiş, artık sadece bir hatıra değil, yazılı bir gerçekti. Ve o gerçek... beni de değiştirecekti.

Akşamüzeri olmuş, günün yorgunluğu üzerimizde ağır ağır çökerken, Duru, Aydemir ve ben, Mihre ile ortak kullandıkları o küçük çadırda bir araya gelmiştik. Çadırın içi hafif loştu; dışarının serinliği içeride hissettirirken, bizim sıcaklığımız o soğuğu biraz olsun unutturuyordu. Masanın üzerine serdiğimiz örtünün üzerinde, basit bir yemek vardı; ekmek, peynir, biraz zeytin ve sıcak çay. Ne kadar sade görünse de, o anın kıymeti her şeyden büyüktü. Çünkü Mihre uyanmıştı, bizimleydi, ve umut hâlâ elimizdeydi.

Duru, elindeki çay bardağını hafifçe sallayarak başladı: “Mihre, ne kadar zorluk yaşasa da, seni orada yalnız bırakmadık. O her gün, her gece düşündük. Senin için savaş verdik.” Aydemir, başını onaylarcasına salladı: “Bintuğ da aynı şeyi söyledi. Senin uyanışın, bizim için bir mucize oldu. Ama daha yolumuz uzun.” Ben de araya girdim: “Evet, ama biz yanındayız. Ne olursa olsun, birlikte atlatacağız.” Bir an sessizlik oldu. Herkes kendi düşüncelerine dalmıştı. Sonra Duru, hafifçe gülümsedi: “Biliyor musunuz, bazen en zor anlarda bile küçük şeyler büyük güç verir. Mesela bugün Mihre’nin gözlerindeki o ilk canlılık... O an, bizim için yeni bir başlangıçtı.”

Aydemir, hafifçe kahkaha attı: “Ve sen tabii ki, bütün gece nöbet tutan asker misali, onu korumaya devam ettin.” Gözlerim Duru’ya döndü. “Sadece seninle değil, hepimiz onun için buradayız.” Duru derin bir nefes aldı, sonra daha ciddi bir ifadeyle: “Bu akşam üzeri, birlikteyken, geçmişin gölgesi bile hafifledi. Ama biliyoruz ki, önümüzde daha karanlık zamanlar olabilir.” Aydemir başını salladı: “Evet. Özellikle elimizdeki o zarf... içinde ne olduğunu bilmiyoruz ama ne kadar önemli olduğunu hissediyoruz.” Ben sessizce onlara baktım. O an anladım ki, sadece Mihre değil, biz de yeniden doğuyorduk; parçalanmış ama hâlâ bütünlüğü koruyan bir aile gibi. Gözlerimi masanın üstünde duran küçük zarfın üzerine diktim. Üzerinde sadece “Liva” yazıyordu. Bu küçük zarf, geleceğimizin anahtarıydı. Ve ben, onun sorumluluğunu omuzlarımda hissediyordum.

Duru’nun gözlerindeki o kararlılık, akşamın sessizliğinde daha bir anlam kazanıyordu. Masanın etrafında otururken, zarfın üzerindeki “Liva” yazısı sanki bize fısıldıyordu; ne yapacağımızı, nasıl ilerleyeceğimizi. “Bu zarfı hemen açmak, Mihre’nin iyileşme sürecini zora sokabilir,” diye başladım söze. “Öncelikle onun hazır olmasını beklemeliyiz. Çünkü içinde ne olursa olsun, geçmişin yükü ağır.”

Aydemir başını salladı, “Katılıyorum. Ama eninde sonunda açılacak. O zaman için hazırlıklı olmalıyız.” Duru, masanın üzerine hafifçe vurdu, “Bizden gizlenen şeyler olabilir. Belki de Mihre’nin kendisini koruması gereken sırlar. Bu yüzden onu zorlamamak gerek.” “Doğru,” dedim. “Ama unutmamalıyız ki, gerçeklerle yüzleşmeden tam anlamıyla iyileşmek mümkün değil.” Bir süre sessizlik oldu. Her birimiz düşüncelerimizle boğuşuyorduk. Sonra Aydemir, hafifçe esnedi ve esprili bir tonla, “Yani, zarfı açmadan önce, biraz daha çok çay içmeliyiz,” dedi.

Bu küçük şaka, ortamın gerilimini biraz azalttı. Duru gülümsedi, “Çay şart tabii. Ama ciddiyetimizi de koruyacağız.” “Biz birlikteyiz,” dedim. “Her ne olursa olsun. Mihre’nin geçmişi ne kadar karanlık olursa olsun, onu yalnız bırakmayacağız.” O gece, o küçük çadırda, aramızdaki bağlar daha da güçlendi. Zarfın içindeki sırlar ne olursa olsun, biz hep birlikte bu yola devam edecektik. Ve ben, Bintuğ Liva olarak, bunun sorumluluğunu kalbimin en derininde hissediyordum.

Yemek vakti sessizce bitmişti. Duru ve Aydemir kendi aralarında toparlanırken, ben cebimdeki zarfın ağırlığını hissediyordum. Üzerinde sadece “Liva” yazan o küçük paket, şimdilik gizli kalmalıydı. Kimseye göstermeyecektim. Önce Mihre’yle konuşmalı, onu biraz rahatlatmalıydım. Çadırın kapısını sessizce araladım. Mihre, yorgun ama gözlerinde o ince umut ışığıyla oturuyordu. Yanına yaklaştım, tebessüm ettim. “Beyaz önlüklerin sıkıcılığından kurtuldun demek,” dedim hafifçe. “Şimdi biraz daha eğlenceli bir şey yapalım mı?” Mihre, o hafif bitkin ama samimi gülümsemesiyle bana baktı. “Sadece seninle olmak bile eğlenceli oluyor,” dedi. Yanına oturdum, elini tuttum. “Bugün güzel geçti. Birkaç kere gülümsedin, o yeter bana.”

Kısa bir an için birbirimize baktık, kalplerimizin aynı ritmi tutturduğunu hissedebiliyordum. Sonra hafif bir kahkaha patlattım: “Şimdi, sakın sıkılma ama sana birkaç kötü espri hazırladım. Hazır mısın?” Mihre gözlerini devirdi ama gülüyordu. “Hadi bakalım, dene bakalım.” Ve o an, çadırda zaman yavaşladı; sadece ikimiz, birbirimizin dünyasında, umutla, sevgiyle ve biraz da kahkahayla dolu anlar paylaştık.

Üç gün geçmişti o karmaşık, yorucu zamanlardan sonra. Mihre, biraz dinlenmeye çekilmişti. Duru ile ortak kullandıkları çadırda hafif bir huzur vardı. Ben ise o anları uzaktan izlerken, içimden bir şeyler fısıldıyordu: “Şimdi tam da böyle anlara ihtiyacımız var.” Mihre, yüzünde o yorgun ama kararlı ifade ile yavaşça kalktı. “Hava biraz temizlemeli,” dedi, “Dışarıda biraz yürüyüş yapacağım.” Duru ve ben, gözlerimizle onu takip ettik. Mihre’nin dışarı çıkışı bile bir çeşit umut ışığıydı. Çadırda kalan biz, ona bakarken hafif bir tebessümle konuştuk.

“Biliyor musun,” dedi Duru, “Mihre dışarıda yürürken, sanki biraz da çocuk gibi oluyor. O anlarda bütün sıkıntılarından uzaklaşıyor.” Ben de gülümsedim: “Evet, geçen gün de saklambaç oynasak kaçamaz diye düşündüm.” Duru kahkahayla karşılık verdi: “Sen saklambaç mı oynayacaksın, ağabey? Asker saklambaç mı olur?” “Olmaz mı! Gece nöbetinde saklanmak en üst düzey stratejidir!” diye takıldım. Tam o sırada Mihre çadıra geri döndü, elinde minik bir dal parçası ve çamurla kaplanmış ayakkabılarıyla. Yüzünde hafif utangaç bir ifade vardı.

“Ne oldu?” diye sordum merakla. Mihre hafifçe gülümsedi: “Düşmedim ama neredeyse toprağa yapışıyordum. Yürürken ayakkabım sanki kendi başına hareket etmeye karar verdi.” Duru, “Ayakkabı isyan mı ediyor?” diye espri yaptı. Hepimiz güldük. O an, o küçük çadırda, o anlık neşeyle biraz daha yakınlaşmıştık. Çünkü biliyorduk ki, hayatın en zor anlarında bile, birlikte olduğumuz sürece, gülmeye, eğlenmeye, hayata tutunmaya devam edecektik.

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölüm şimdilik tatlı, sakin ve huzurlu geçsin istedim. Diğer bölümlerde biraz daha aksiyon dolu bölümler olacağından sezon finalinden sonra ufak bir bölüm olsun istedim. Şimdiden iyi okumalar, oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Sizi seviyorum ✨💅🤍

Bölüm : 15.06.2025 18:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 51- Çamurlu Adımlar, Temiz Nefesler
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...