50. Bölüm

50- Atan Kalbin İzinde

Sude Kayhan
poncikss1234

 

“Bu çadır, savaşın en sessiz cephelerinden biri.”

“Dejavu gibi... ama bu defa yüreğimizin tarafı değişmişti.”

Duru Liva’nın Anlatımıyla

Nefesim kesilmişti. Dışarıya adım attığımda zaman donmuş gibiydi. Çadırın içi ağırlaşmıştı. Sadece hava değil, sessizlik bile kan kokuyordu. Birinin acısı, duvarlara sinmişti sanki. Ve o köşede… Mihre vardı. Yerde sırtüstü yatıyordu. Üstü başı kana bulanmıştı. Sol kolunu saran bez çoktan kırmızıya dönmüş, teni olabildiğince solmuştu. Ama o hâlâ oradaydı… Hâlâ bizimleydi. Gözleri aralıktı, nefesi titrek… Ve ben hiçbir şey yapamadan birkaç saniye öylece kalakalmıştım.

Bir şey boğazıma düğümlenmişti. Bu, korku değildi yalnızca. Bu… onun kaybolmasına izin veremeyeceğim bir gerçekti. Hayır, Mihre gidemezdi. Gitmemeliydi. Yanına koştum. Eğildim. “Mihre…” dedim, fısıltıyla. Dudaklarım titredi. Ellerimi onun eline uzattım, buz gibiydi. Ama hâlâ oradaydı. Orada olması yetiyordu.

Tıbbi malzemeler arasında koşuşturan askerlerin ayak sesleri vardı. “Kan basıncı düşüyor!” diyen bir ses. “Çabuk, oksijen!” diyen başka biri… Ama ben onların arasında sadece Mihre’nin yüzüne odaklanmıştım. O güçlü, sabırlı yüz… şimdi ne kadar yorgun görünüyordu. “Bintuğ…” diye fısıldadı. O an dünyam sarsıldı. O kadar hafifti ki sesi, rüzgâr taşısa duyulmazdı. “Buradayım,” dedim hemen. “Yanındayım. Gitmeyeceksin. Hiçbir yere gitmeyeceksin Mihre.”

Gözkapakları yavaşça kapandı. Ama ben hâlâ elimden gelen her şeyle onun elini tutuyordum. Çünkü bir insan bazen sadece orada olmakla da savaşırdı. Ben o an onunla birlikte savaşıyordum. Yanında, sessizce… ama yüreğim içten içe bağırıyordu. Mihre benim sadece arkadaşım değildi. O, savaşa rağmen ışığını kaybetmeyenlerden biriydi. Ve ben o ışığın sönmesine izin veremezdim.

Bazen zamanın gerçekten de yavaşladığına inanıyordum. Saatler değil, saniyeler bile sonsuzluk gibi geçiyordu. Çadırın içi buz gibiydi ama alnımdan damla damla ter süzülüyordu. Eldivenlerimi çekerken ellerimin titrememesi için dua etmiştim. Maskemi taktım. Mihre masadaydı. Hareketsiz. Soluk. Ama henüz gitmemişti. Henüz bizden kopmamıştı.

Gözüm saatle Mihre’nin kalp monitörü arasında gidip geliyordu. Beş dakikadır sabit… ama zayıftı. Onu kaybetmek ihtimali her saniye biraz daha gerçek oluyordu. Bu düşünce midemi sıktı. Boğazımda öyle bir düğüm vardı ki nefes almak bile can yakıyordu. Doktor çadırın diğer ucundaydı, bana bakıyordu. Gözlerinde tek bir cümle vardı: "Hazır mısın?" Hayır. Hazır değildim. Ama Mihre için olmalıydım. Başımı salladım.

“Ben giriyorum,” dedim. Sesim yabancı gibiydi. Sanki benden değil de bir başkasından çıkmıştı. Yürürken her adımda içimde bir şey çatırdadı. Mihre’ye bir şey olursa… Hayır. Bu düşünceye yer yoktu. Yanına geldiğimde, yüzüne son bir kez baktım. O güçlü kadının yüzü şimdi bir çocuğunki kadar savunmasızdı. Onu böyle görmek… dayanılası bir şey değildi.

“Sakın bırakma kendini,” dedim içimden. “Ben buradayım. Hep buradayım. Gözünü kapamaya kalkarsan, sesimi duy… Sana söz veriyorum, seni burada bırakmayacağım.” Ve sonra, ne yapmam gerekiyorsa yaptım.

Ellerimi kana bulamaktan korkmadım. Yüreğim parçalansa da elim sabit kaldı. Mihre’nin damarları, Mihre’nin dokuları, Mihre’nin yaşamı… o an ellerimizin arasındaydı. Onu hayata bağlayan şey sadece tıbbi bilgi değil, aynı zamanda umuttu.

Mihre’ye olan sevgim, onun yanında oluşum… beni bambaşka bir şeye dönüştürdü o gün. Bir savaşın ortasında, can kurtaran biri oldum. Onun içindi her şey. Kan basıncı dalgalandı bir anda. Doktor “devam” dedi. Ellerimiz hızlandı. Ter, kan, endişe… hepsi birbirine karıştı.

Ama ben sadece şunu biliyordum: Mihre yaşayacaktı. Çünkü başka türlüsü mümkün değildi. Zamanın gerçekten durduğu bir an varmış. Sadece filmlerde oluyor sanırdım.

Ama yanılmıştım. Mihre’nin kalp atışı bir an kesildiğinde, çadırın içindeki her ses, her hareket… sustu. Soluklar tutuldu. Gözler tek bir noktaya dikildi: monitör. Düz çizgi. O ses… O kesintisiz, tiz ve delici ses… içimdeki her şeyi darmadağın etti. Sanki biri göğsümün ortasına bir şey sapladı. “Olmaz!” dedim, “Hayır!” Biri “Asistole!” diye bağırdı. Bir başkası kalp masajına geçti. Ama ben hâlâ oradaydım, onun başucunda, gözlerimi ondan ayırmadan.

“Mihre, sen böyle gitmezsin.” dedim içimden, neredeyse bir emir gibi. “Sen susarak kaybolacak biri değilsin. Diren! Duy beni… Ne olur duy!” Elim koluna dokundu.

Soğuktu. Ama ben sıcağı hatırlıyordum. Gülüşünü hatırlıyordum. Botan’da yürüdüğümüz günü… ona sarılışımı… Bintuğ’un öğrenmesi durumunda gözlerine yansıyacak endişeyi… Ve bir anda, her şey birbirine karıştı. Yaşanmışlar, yaşanacaklar, ihtimaller… Hepsi Mihre’nin kalp ritmine bağlıydı. Ve o an, o ritim yoktu. Bir adım geri çekildim. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi ama zihnim berraktı. “Defibrilatör hazır,” dedi doktor. “Elimi çekmeyin,” dedim. Elim kolundaydı hâlâ. Sanki kalbimden ona bir şeyler geçiyormuş gibi. Belki geçti de. Kim bilebilirdi ki?

“1, 2, 3… Şok!” Vücudu bir an havaya sıçradı. Monitör hâlâ sessizdi. “Tekrar!” İkinci şok… Bir nefes… Bir çizgi kıpırdadı. Sonra bir daha… Ve sonra… tık. tık. tık. İnce, zayıf ama hayat dolu bir ritim çalmaya başladı. Gözlerimden yaşlar süzüldü. “Geri geliyor,” dedi biri. Ama ben zaten biliyordum. Çünkü Mihre benim çağrımı duymuştu. Çünkü Mihre bırakmamıştı. Çünkü Mihre bir savaşçıydı. Ve o gün, bir savaşı daha kazanmıştı.

Ellerim hâlâ titriyordu ama artık üzerimde kan yoktu. Maskemi çıkardım; ancak o zaman derin bir nefes alabildim. Çadırın dışındaki serin hava ciğerlerime dolarken, bütün günün ağırlığı omuzlarımı ezdi. Her nefes alışımda sanki bedenimden bir parça kopuyordu.

Mihre artık masanın üzerinde, yaraları tamir edilmiş, yaşam belirtileri güçlenmişti. Nefes alıyor, kalbi atıyordu. Bir mucizeydi bu, kelimelerin anlatamayacağı kadar büyük ve kırılgandı. Ama ben hâlâ yerimde duramıyordum. Dizlerim hafifçe titredi, gözlerim doldu. Kendimi çaresiz hissettiğim anların, güçlü kalmak zorunda olduğum anların üst üste yığıldığı bir yerdeydim. Bu duygular, birbiriyle çarpışıyor, içimde fırtınalar kopuyordu.

“Bitti,” dedim kendi kendime, ama biliyordum aslında bu sadece bir başlangıçtı. Onun savaşının daha uzun daha zorlu yolları vardı. Henüz göremediğimiz karanlıklar henüz üstesinden gelinmemiş acılar vardı.

Ve ben, o yollarda onun yanında olmalıydım. Birden kendimi yalnız hissettim. Çadırın kalabalığı içinde bile en çok ihtiyacım olan şey onun o güçlü, hayat dolu bakışıydı. O bakış ki karanlıkta ışık olur, umudu büyütürdü. Onun gülümsemesi… O gülümseme, her şeyi mümkün kılan sihirli bir dokunuştu.

Yanağımdan süzülen bir damla yaşı hızla sildim, kimse görmesin diye. Çünkü biliyordum; bu savaşta en büyük güçlerden biri duygusallıktı. Bu güç, insanı düşmekten koruyan, yeniden ayağa kaldıran gizli bir kılıçtı. Kendime söz verdim.

Ne olursa olsun, ne kadar zor olursa olsun… Mihre’nin yanında olmaya devam edecektim. Onun için savaşacaktım. Çünkü onun hayatı, bizim umutlarımız, bizim savaşımızdı.

Çadırın dışındaki sessizlik içinde, ben kendi içimde yeni bir diriliş yaşadım. Kırılgan ama dimdik. Ve biliyorum ki, birlikte aşamayacağımız hiçbir engel yoktu.

Çadırın dışına adım atmak zorundaydım ama içimde dev bir ağırlık vardı. Ağabeyim… O hâlâ bilmiyordu. Mihre’nin başına gelenleri, o patlamayı, ameliyattaki o kritik anları.

Telefonumu cebimden çıkardım. Ellerim titriyordu, bir yandan da karar vermeliydim. Aramalıydım. Ama o an içinde bulunduğum ohran, korku ve yorgunluk arasında telefonun ekranına bakıp birkaç saniye donakaldım. “Ne diyeceğim? ‘Mihre yaralandı’ demek bu kadar basit mi?” diye düşünmüştüm. Nefesimi derin derin aldım. Kendime cesaret verdim. Sonra numarayı çevirdim.

Telefon elimdeydi ama ne Bintuğ ne de Aydemir cevap veriyordu. Her çaldığında, içimde büyüyen o korku biraz daha derinleşiyordu. Kalbim deli gibi atıyordu; sanki her saniye daha kötü bir haber alacakmışım gibi. “Lütfen, sadece bir kez aç,” diye fısıldadım kendi kendime. Ama sessizlikti tek karşılık.

Kendi kendime mücadele ediyordum. Telefonu bırakıp çaresizce etrafa bakındım. O an aklıma bir fikir geldi; çadırın dışına çıktım, yürüdüm. Çadırdan geçen askerlerden birini gördüm hemen yanına koştum. Çaresizce etrafa baktım, gözüm karargaha giden askerlere takıldı. Hemen birine seslendim. “Dur! Lütfen! Çok önemli!” Nefes nefese anlattım durumu. “Bintuğ’a ulaşmamız lazım, Mihre’nin durumu kritik. Yardım edin, karargaha gitmem gerekiyor.” Asker tereddüt etti ama gözlerimdeki ciddiyeti görünce, “Tamam, seni götürürüm,” dedi.

Yola koyulduk. Hakkari’nin sert ve soğuk havası yüzüme çarparken, içimde bir fırtına kopuyordu. Ağabeyime ulaşmak, ona haber vermek zorundaydım. Çünkü biliyordum; o, onun için savaşacak, güçlü olacaktı. Soğuk ve karanlık gece aceleyle ilerlerken içimde hem korku hem umut vardı.

Karargaha vardığımızda, asker beni albayının yanına götürdü. Albay telefonu aldı, Bintuğ’un albayına ulaşmak için mazeretimi dinlemeye başladı. . “Burada ciddi bir durum var,” dedim. “Yüzbaşı Bintuğ Liva’nın kız arkadaşı Mihre Kandemir, patlamada ağır yaralandı. Hemen haber vermenizi rica ediyorum.”

Beklerken, yüreğim ağzımda çarpıyordu. Ama biliyordum ki, Bintuğ haber alır almaz yanımızda olacaktı. Mihre için savaş daha yeni başlamıştı ve biz buna hazırdık. Albay telefonu eline aldı, Bintuğ’un albayına ulaşmaya çalıştı. Açtığını bana gösterirken hemen kendisini tanıttı ve karşı tarafı dinlemeye geçti. “Askerlerinizden Yüzbaşı Bintuğ Liva’nın kız arkadaşı burada görev yaparken ani bir patlama sonucu ağır yaralandı. Hemen bilgilendirmeniz gerekiyor.”

Telefonun öbür ucundaki sessizlik beni daha da gerginleştirdi. Ama beklemek zorundaydım. Kalbim heyecan ve korku içinde çarpıyordu. Nihayet bir ses duyuldu: “Anlaşıldı, hemen haberdar edeceğim.” O anda içimde bir umut kıvılcımı yandı. Bintuğ haberi alacak, gelecek, Mihre’nin yanında olacak. Biz de onun desteğiyle bu savaşı kazanacaktık.

Gecenin karanlığı, çadırın içinde beni boğuyordu. Saatler geçti ama Mihre hâlâ gözlerini açmamıştı. Başında bekledim, ellerim soğuktan uyuşmuş, kalbimse korku ve umut arasında gidip geliyordu. Onu uyandırmaya çalıştım, adını fısıldadım, ellerini tuttum, ama hiçbir tepki vermedi. Sanki derin bir uykuya dalmış, orada kaybolmuştu. “Lütfen uyan,” dedim fısıltıyla. “Lütfen, güçlü ol, dayan.” Ama sesim kısık, içim paramparçaydı.

Sabahın ilk ışıkları çadırın penceresinden süzülürken, yorgunluk göz kapaklarımı ağırlaştırdı ama vazgeçmedim. Çünkü biliyordum; onu yalnız bırakamazdım. O anda çadırın kapısı yana doğru açıldı. İçeriye abim ve onun kardeşi girdi. Yüzlerindeki endişe, yorgunluk ve çaresizlik aynı benimki gibiydi. Göz göze geldiğimizde, bütün duygular patladı. Kendimi bıraktım, onları sıkıca sarıldım ve gözyaşlarımı tutamadım.

“Ağabey, Aydemir…” dedim, sesim titreyerek. “Mihre ağır yaralı. Patlamadan sonra durumu çok kritik. Gözlerini açmıyor. Sabaha kadar başındaydım, onu uyandırmaya çalıştım ama… hiçbir tepki vermedi.”

Her kelimeyi tekrar tekrar söyledim, yaşadığımız korkuyu, çaresizliği, umutları. Onlar da dinledikçe, omuzlarımıza binen yükü daha da ağır hissettik. Ama birlikteydik. Ve biliyorduk ki, bu savaş henüz bitmemişti. Sabahın erken saatleriydi. Çadırın içindeki ağır sessizlikten kaçmak istiyorduk. Bintuğ, Aydemir ve ben, dışarıya kurulmuş o eski, ağaçtan yapılmış masanın etrafına oturduk. Güneşin ilk ışıkları titrekçe yüzümüze vuruyordu ama içimizdeki karanlık hiç dinmemişti.

Bintuğ’un gözleri doluydu, eliyle yüzünü sildi. “Duru… Nasıl böyle olabilir?” diye mırıldandı, sesi kırılmıştı. Aydemir ise bir an durup sonra ani bir hareketle ayağa kalktı.

Masanın etrafında hızlı adımlarla yürüyerek volta atmaya başladı. Kafası karma karışıktı, içi öfke ve çaresizlikle doluydu. “Bu nasıl oldu? Biz neyi kaçırdık?” diye söyleniyordu kendi kendine. Tam o sırada, askerlerden birkaç kişi yanımıza doğru yürüdüğünü gördüğümde ise kaşlarımı çattım. Bintuğ ve Aydemir’i görünce yüzleri biraz rahatladı ama gözlerindeki endişe hâlâ derindi. Bizim yanımıza geldiler ve eğilerek durumu anlatmaya başladılar.

“Yüzbaşı Bintuğ, Yüzbaşı Aydemir,” dedi asker selamını verirken. Selam verenin yanında duran, “patlama tam ameliyat öncesinde oluştu. Mihre hanım içeride ameliyathane malzemelerini Duru hanım ile birlikte yerleştirirken ne olduğunu anlayamadan yer yerinden oynadı. Dışarıdaki saldırı bu şekilde gerçekleşti.”

Diğeri ekledi: Komutanım, bu tesadüf olamaz. Bu olayı en kısa sürede açığa kavuşturup size aktaracağız. Bintuğ’un gözleri daha da doldu, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Aydemir ise yeniden hızlı adımlarla masanın etrafında yürümeye başladı, içini dökmek ister gibiydi.

Ben ise sessizce onları dinliyordum. İçimde bir yerde, Mihre’nin o kadar güçlü olduğunu bir kez daha anladım. Ama aynı zamanda korkum ve çaresizliğim de büyüyordu. “Askerlerin dediği gibi, onun hayatı için savaş devam ediyor. Biz de birlikte savaşacağız,” dedim kendime. O an, dışarıdaki o ağaç masanın etrafında, üçümüz de sadece birbirimize tutunduk. Güneş yavaş yavaş yükseliyordu ama içimizdeki savaş daha yeni başlıyordu.

Sabaha karşı biraz uyuyabilmiştim. Ama kalktığımda ilk işim Mihre’nin yanına gitmek olmuştu. Hâlâ uyanmamıştı. Yüzü solgundu, elleri hareketsiz… Ama monitörde kalp atışları düzenliydi. Yaşıyordu. Bu bile bir mucizeydi. Yanına oturdum, usulca elini tuttum. “Uyansana,” dedim sessizce. “Daha kavga etmemiz gereken şeyler var, daha birlikte yürüyeceğimiz yollar… Hani gülümsemeni eksik etmezdin ya, ben yine görmek istiyorum onu…”

Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. İçimde düğümlenen binlerce cümleyi yutmak zorunda kaldım. Birkaç dakika sonra Aydemir geldi. Sessizce yanına yaklaştı. Elleri cebinde, gözleri Mihre’deydi. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Sonra kısık bir sesle konuştu:

“Sen güçlü birisin, abla. Hepimizden daha dik durdun. Ama şimdi dinleniyorsun, değil mi? Yorgunsun… Ama yeter, tamam. Dön artık. Uyan.” Sesi çatallandı. İçinde kırılan bir şeyin yankısı vardı. Aydemir arkasını döndüğünde gözleri kızarmıştı. Sonra çadırdan sessizce çıktı.

O an Bintuğ geldi. Ayakta durdu bir süre, çadırın girişinde. Gözleri Mihre’ye takıldı sonra bana… Başını eğdi ve yavaşça yanına yürüdü. Yatağın kenarına çöktü. Sessizdi.

Çok uzun süre hiçbir şey söylemedi. Sonra fısıldadı. “Mihre’m…” Sesi titriyordu. “Ben… seni böyle görmeye hiç hazır değildim. Daha birlikte planlarımız vardı. Daha konuşacaktık, susacaktık, tartışacaktık. Daha yapacağımız ne çok şey vardı…” Sustu.

Eliyle Mihre’nin avuç içini tuttu, başını onun ellerine doğru eğdi. Gözlerinden süzülen yaşlar, Mihre’nin hareketsiz parmaklarına damladı. “Ben seni koruyamadım…” Sesi tamamen çöktü. “Ben… sensiz nefes almayı bilmiyorum Mihre’m…” O an monitörde bir şey oldu.

Kalp atışlarını gösteren çizgi aniden hızlandı. Ses daha ritmik ve güçlü çıkmaya başladı. Gözlerim dehşetle monitöre kaydı. Bintuğ’un da başı kalktı. İnanamıyordu. “Mihre’m?” dedi yeniden. “Beni… duyuyor musun?” Hem şaşkınlık hem umut vardı sesinde. Elini daha sıkı tuttu. “Eğer duyuyorsan… lütfen bir işaret ver. Lütfen…” Ama Mihre’nin gözleri hâlâ kapalıydı. Kalp atışları sadece biraz hızlanmıştı. Ama bu, bir tepkiydi. Onun hâlâ bizimle olduğunu, duyduğunu, içeride bir yerlerde savaştığını gösteriyordu.

Ben gözyaşlarımı daha fazla tutamadım. Sessizce çadırın bir köşesine çekilip ağlamaya başladım. Çünkü o an fark ettim: Mihre geri dönüyor olabilirdi. Ve eğer geri dönerse… bu, onun değil, hepimizin yeniden doğuşu olacaktı.

Bintuğ hâlâ Mihre’nin elini tutuyordu. Gözlerinden yaşlar süzülüyor, monitördeki kalp ritmiyle birlikte nefesi hızlanıyordu. İçeride, herkes sessizliğe gömülmüştü. Sanki nefes bile almak yasaktı o anda. Ben, çadırın köşesinde titreyen ellerimi sıktım.

Gözyaşlarımı sildim ve yavaşça yanlarına yaklaştım. O an içimde bir kıvılcım yandı… Bir anı gözümün önüne geldi. Tüm bu sahne bana geçmişten bir şeyi fısıldıyordu.

Yavaşça eğildim, Bintuğ’un yanına oturdum. Başımı yana çevirip ona baktım. Gözleri hâlâ Mihre’deydi. Ama duydu beni. “Abi…” dedim titreyen bir sesle, “hatırlıyor musun? Sen de vurulduğunda… Mihre senin yanına ilk geldiğinde, gözlerini açamamıştın. Ama kalp atışların hızlanmıştı.” O an Bintuğ’un bakışları yavaşça bana döndü. Gözleri doluydu. Derin bir nefes aldı. “Dejavu gibi oldu şimdi…” dedim. “Yemin ederim aynı sahne… Ama bu defa roller değişti.”

Sessizlik oldu. Sadece monitörün düzenli sesi yankılanıyordu çadırın içinde. Ama o ses… artık hepimize umut veriyordu. Çünkü Mihre, bir şekilde ona dokunan elleri hissediyor, ona seslenen kalpleri duyuyordu. Bintuğ başını eğdi, Mihre’nin elini alnına götürdü.

Gözlerini kapattı. Sanki hem dua ediyor hem de ona içinden bir şeyler anlatıyordu. Ben de başımı kaldırıp Mihre’ye baktım. İçimden tekrar ettim: “Dön lütfen… bu sefer senin için savaş sırası bizde.”

Elini avuçlarının arasında tutuyor, parmaklarını nazikçe okşuyordu. Gözleri kızarmış, omuzları çökük, ama kalbinde hâlâ bir umut taşıyordu. Gözyaşları artık sessizce akıyordu. Bütün o sert görünüşünün altındaki kırılganlık, Mihre’nin sessizliğinde yankılanıyordu.

Ben hâlâ o anın ağırlığını taşıyordum. Sanki zaman durmuştu. Sadece monitörün kalp atışı sesi duyuluyordu. Gözüm Mihre’nin yüzüne kaydı. Yanağında solgunluk vardı ama… sanki… göz kapaklarında bir kıpırtı mı olmuştu?

Tam o sırada… Bintuğ’un parmakları arasında duran o hareketsiz el, hafifçe kıpırdadı. İkimiz de aynı anda fark ettik. Bintuğ irkilerek doğruldu. “Mihre’m?” dedi, sesi boğuk ve şaşkındı. “Mihre, eğer beni duyuyorsan… yap bir şey… lütfen…” Ve bir mucize gibiydi… Mihre’nin parmakları Bintuğ’un elini sıkmıştı. İlk başta hafifti… sonra biraz daha güçlü… Bilinçsizce ya da içgüdüsel… ama kararlıydı. Hayattaydı.

Dönmek istiyordu. Bintuğ’un varlığını hissediyordu. Bintuğ’un nefesi kesildi. Gözleri iyice doldu. Titreyen sesiyle sadece bunu diyebildi: “Ben buradayım. Gitme… ne olursun, gitme Mihre…”

Ben elimle ağzımı kapattım, gözyaşlarım sessizce aktı. O an, kalbimizdeki bütün yük hafifledi. Umut tekrar doğdu. Bintuğ eğildi, alnını Mihre’nin eline dayadı. “Söz veriyorum… iyileşeceksin. Bu sefer senin yanından hiç ayrılmayacağım.”

Ve monitörde kalp atışları daha düzenli ve daha güçlü çalmaya başladı. Savaş bitmemişti. Mihre, ilk adımı atmıştı.

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Sezon finaline girmiş bulunmaktayız. Size ufak bir haber vereyim. Karşılaşma Cephesi bittikten sonra devamını yazacağım. Oraya da sizi bekliyor olacağım… Umarım bu bölümü de beğenirsiniz. Sizi seviyorum, iyi okumalar diliyorum. Oy ve yorumlarınızı bekliyorum… 🤍💅

 

 

Bölüm : 28.05.2025 23:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 50- Atan Kalbin İzinde
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...