49. Bölüm
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 49- Yaşam ve Umut

49- Yaşam ve Umut

Sude Kayhan
poncikss1234

“Yaşam, yaralı da olsa devam eden bir mücadeledir; umut ise bu mücadelenin ışığıdır.

“Patlamaların ardından yükselen tozun ardında, umut hâlâ parlar.”

Personellere tahsis edilen otobüs tozlu yolda ilerlemeyi bırakıp durduğunda, önce dağlardan gelen keskin bir rüzgâr yüzüme vurmuştu. Ardından, vadilerin içinden yükselen bir uğultu—helikopterlerin yankısı mıydı yoksa içimizde bastıramadığımız telaş mıydı tam kestirememiştim. Hakkâri’nin sarp vadilerine, sıkışık umutlarla inmiştik. Yanımda Duru vardı. Arkamızdan gelen ekiple birlikte, geçici hastanemiz için ayrılan araziye doğru yürümeye başladık.

"Burasıymış," dedi Duru, çantalarını indirirken. "Dağın yamacına sırtını vermiş. En azından rüzgâr almaz," dedim, göz ucuyla çevreyi süzerken. Arazide birkaç askerle birlikte sivil halktan gönüllüler de çadır iskeletlerini kurmaya başlamıştı. Sağlık Bakanlığı'nın gönderdiği mobil çadır sistemleri, planlı bir hızla yükseliyordu. Bizimse ameliyathanemiz hâlâ bir hayaldi—birkaç saatlik çabayla gerçeğe dönüşecekti.

Malzeme çadırından steril örtüleri taşırken kolumun altı sızlamıştı ama duramazdım. Yanımda yürüyen Duru, soğuk yüzüne rağmen bir tebessümle bana dönmüş, “Seninle bir ameliyathaneyi daha sıfırdan kurmak… Hiç değişmedi Mihre.” “Sen de hâlâ önceki görevlerdeki gibi dakiksin. Bakma, burası diğerlerinden daha sert olacak.” Duru gülerek “Ağabeyim de hep öyle diyordu. Dağların dili susmazmış buralarda. Ama biz işimizi yaparız.”

Göz göze geldik. O anda, arka çadırdan biri bağırdı: “Jeneratör bağlandı! Işık testine geçiyoruz!” Sesin sahibi, ekibin anestezi teknikeri Özgür’dü. Gençti ama kriz anlarında dingin kalmayı bilen nadir insanlardandı. Çadırın içi steril bir ortam için yeterince genişti. Zemin brandasını germiştik. Üzerine kaymaz steril örtüler serildi. "Vakum cihazı oraya. Anestezi cihazı sol köşe. Kablolar sabitlenmiş mi?" "Evet Mihre, hepsi bantlandı," dedi Tuğba, yoğun bakım sorumlusuydu .

Duru, enjektör setlerini kontrol ederken konuştu: “Yarın öğleden sonra ağır vakalar gelebilir dediler. Bugün biraz soluklanırız sandım.” Ben de önlüğümü son kez düzeltip cevapladım: “Soluklanmak yok. Dağlarda zaman geç akmaz, sadece biz uyanık kalmak zorundayız.” Ayşe içeriye telaşla girmişti: “Patlama sonrası ilk vaka geliyor. Damar yolu açılmış ama femur kırığı var, kanama kontrol edilemiyor.” Hasta: yirmi iki yaşında, sol uyluk arterinden yoğun kanaması vardı ve bilinci kapalıydı.

“Spongostan hazır. Ligatürleri sen bağla, ben aspirasyonu yaparım.” dediğimde, hoca bana bakmadan “Kesit genişliğini artırıyorum. Retraktör, iki numara. Yalnız kanama... Arter yırtılmış.” Hemen Özgür’e döndüğümde ise “Anestezi derinliği sabit. Nabız 140'a çıktı, tansiyon düşüyor!” Hepimiz telaşlanmıştık. Ahmet, Ayşe ve Mehtap hızlıca hasarlı yerlere gazlı bez koydular ve kanamayı durdurmaya çalıştılar. “Sakin! Turnikeyi biraz daha yukarı al, Spongostan’ı bas. Hemen 4/0 prolen ver!”

Kısa süreli bir sessizlik… Sadece monitör sesi yankılanıyordu. Dağın başında olduğumuzdan hepimiz stres altındaydık. Aniden elektrik kesilse, jeneratör çalışmaz, hasta da masada kalırdı. “Ligatür tamam. Kanama durdu. Duru, antibiyotik yıkamayı yap. Sargı için hazırız.”

Operasyon süresi iki saat on sekiz dakika sürmüştü . Hasta yoğun bakıma alınmış, durumu stabildi. Hepimiz derin bir nefes verdikten sonra olduğumuz yere çöküp dinlenmeye başladık. Ani gelen ameliyatlar yüzünden zaman algımız bir hayli karışmıştı.

Göğüs travması gelmişti. Metal parçanın plevraya saplandığı düşünülen hastanın sedye ile bizim ameliyat çadırının içine girmesiyle hızlıca yerimizden kalktık ve Özgür’e seslenerek onu da dışarıdan çağırdık. “Duru, torakotomi hazırlığı. Skalpel, klamp, ne varsa önüme aç.” Hocanın tedirginliği yüzünden Duru birkaç saniye gözlerini kapattı ve yardımımla hemen masayı tekrar hazırladık. “Açık!” diye haber verdiğinde ise “Tamam. 6. interkostal aralıktan giriyorum… Hah, burada. Parça diyaframa dayanmış. Kalbe yakın.” sesli uyarmaları bizi yönlendirirken ben de monitöre gözümü vermiştim. “Saturasyon düşüyor. 82… 78…” Özgür, tedirgince uyardığında, hoca “Ambu! Toraks dreni hemen! Çek Duru, çek… Parça çıktı.” demişti.

“Göğüs içi kanama durmuş gibi.” son kontrolünü de yaptıktan sonra Ayşe “Hocam, ben dikişe geçiyorum. Vicryl 3/0… Sakin, sakin… Tamam. Kapatıyorum.” seri el hareketleri ile hızlıca diktikten sonra Ayşe hemen dışarıya çıkıp sedyenin bir sonraki büyük çadıra götürülmesini rica ederken ben de tutulmuş süreye bakıyordum. Süre: bir saat kırk altı dakikayı gösteriyor, hasta nefes alıyordu.

Biz hâlâ ayaktaydık. Duru elini sıcak çay bardağına sarmış, bana bakıyordu. “Bazen unutuyorum Mihre. Biz bu kadar hayatı aynı anda nasıl taşıyoruz?” “Taşımıyoruz,” dedim, çaydan bir yudum alırken. “Sadece düşürmemeye çalışıyoruz.” Çadırın dışı sessizdi. Ama içeride, hayat hâlâ çalışıyordu.

Sabah olduğunda hava pusluydu. Güneşin doğduğu yön griye çalan bir sessizlikle örtülmüştü. Vadi boyunca ince bir sis tabakası sanki geceden kalma yorgunluk gibi yere çökmüştü. Çadırın içinde loş bir aydınlık vardı. Henüz herkes uyanmamıştı ama ben çoktan uyanmış, kahve suyunu ocakta kaynatmaya başlamıştım.

Duru bir yandan botlarını bağlıyor, bir yandan esniyordu. “Kaç saat uyuduk?” ona bakmadan “İkiden az. Ama şimdilik yettiği kadar,” dedim, termosun kapağını kapatırken. “Bintuğ’tan haber var mı?” Başımı iki yana salladım. “En son sınır hattındalardı. Onlarla irtibat zor.” Ona omuz üstü baktığımda, anlamıştı moralimin tekrar bozulduğunu. “Sesi bile gelse iyi gelirdi,” dedi alçak bir tonda. Sustu. Sonra: “Senin sesini duymak ona iyi geliyor.” dediğinde gülümsemiştim. Ben de aynı şeyleri düşünüyordum.

Tam o sırada dış çadırdan Mehtap içeriye girdi. Üzerinde hâlâ geceki ameliyattan kalma yeşil forması vardı. “Hazır olun. Dört yaralı daha geliyor. Biri altı yaşında çocuk.” İçimde donuk bir boşluk hissetmiştim. Duru ile göz göze geldik. Artık düşünmenin zamanı değildi. Harekete geçmeliydik. Dakikalar içinde ameliyathaneyi yeniden hazırladık. Monitörleri çalıştırdım. Aletleri saydım. Duru serumları dizdi. Mehtap jeneratörü kontrol etti. Hızlıca koordine olmuştuk.

İlk getirilen çocuktu. Adı Emir’di. altı yaşındaydı. Sol göğüs kafesinde açık yara, solunumu zayıftı. Kalp damar cerrahisi müdahale edeceği yeri incelerken bize bakamdan “Hemen port açalım. Röntgen çekilmedi ama yabancı cisim var gibi. Muhtemelen içeri saplanmış,” dedi.
Duru etrafa bakınıp hocaya döndüğünde, “Anestezi?” diye tedirgince bir soru sorduğunda ise hoca “Özgür başında. Oksijen saturasyonu düşük ama maske ile düzeliyor.”

Hızlı hareket ettiğinden ne söyleyeceğini tam kestiremiyorduk. Hepimiz pür dikkat onu dinlerken aniden “Skalpel… Toraksı açmamız lazım.” hemen ben devraldım ve “İğne torakostomi yapıyorum… Evet, biraz hava çıktı. Şimdi göğüs tüpü... Tamam, çekiliyor.” Damarlar ince olduğu için kan kaybını durdurmak zordu. Küçük bedeni titriyordu ama direniyordu. “Dikişi ben alırım hocam,” dediğimde ise bana tebessüm edip “Yavaş ol. Cildi değil, umudu dikiyorsun.”

İkinci vaka: Kadın. otuzlu yaşlarındaydı. Ayak bileğinden yukarıya doğru doku ezilmesi, parçalı kırık, cilt altı hematomu vardı. “Bileği kurtarabilir miyiz?” diye sordu Duru, yeni gelen ortopedi doktoruna. “Eğer dolaşımı yeniden sağlayabilirsek… Evet.” Hepimiz doktordan onay bekliyorduk. “Klempler, cerrahi matkap hazır.” Mehtap hızlıca bilgilendirdikten sonra Ayşe “Damar yolu açık mı?” başımla onay verdiğimde ise birkaç dakika bekledik. Ayşe “İki periferik açıldı. Sedasyon sağlandı.” Her şey hazır olduğundan hoca daha fazla beklememek adına “Başlıyoruz. Temizleme sıvısı. Ekartör. Şimdi… Fibula paramparça. Ama tibia şanslı.” Operasyon tam üç saat sürmüştü. Kadının ayağı kurtarılmıştı fakat yeniden yürüyebilmesi için uzun bir fizik tedavi gerekecekti.

Saat öğleye yaklaşırken dışarıdan ayak sesleri ve bir karmaşa sesi duyuldu. “Kimlik kontrolü! Girişe sadece yaralılar alınacak!” diye bağıran bir askerin sesi yankılandı. Mehtap, eldivenlerini çıkararak çadırın kapısına yöneldi. “Bu kadar hızlı vaka gelmeye devam ederse, geceyi zor ederiz,” dedi. Duru, kan sıçramış önlüğünü çıkarırken gözlerini bana çevirdi. “Yine mi patlama?” Onu onaylayıp “Muhtemelen. Ya da pusu. Bu kadar kısa sürede bu kadar yaralı... planlı bir şey olmalı.”

Hemen ardından içeri üç sedye daha taşındı. İlki orta yaşlı bir adamdı. Yüzü tanınmaz haldeydi. Saçlarına toprak yapışmıştı, karnı soluk ve içe çekilmişti. “Ayşe! Hemen ultrason cihazını getir. İç kanama olabilir. Duru, monitörü bağla.” Duru “Nabız alınamıyor,” dedi.

“CPR başlatıyorum. Adrenalin ver. Hemen!” Göğsüne bastırdım. Parmak uçlarımda kaburgalarının çatladığını hissetmiştim ama geri dönüşü yoktu. “Devam! Duru, nabız?” “Yok.” “Tekrar basıyorum. Bir… iki… üç…” Zaman durmuş gibiydi. Göğsümde ter birikmişti. Duru’nun gözleri nemliydi. “Yirmi dakika oldu Mihre. Yan çadırda çocuk var. Nabzı gidip geliyor,” dedi Mehtap. Durmam gerekiyordu. Parmaklarım ağırlaştı. Ellerimi adamın göğsünden çektim. “Saat ve ismi kayda geçirin. Vefat,” dedim kısık bir sesle. Hemen ardından yan çadıra koştuk. Çocuk—yedi yaşında, adı Baran’mış. Bacağı diz altından parçalanmıştı. Kendi kanının içinde sessizce yatıyordu.

“Duru, amputasyon hazırlığı yap. Kurtaramayız. Ama yaşatabiliriz,” dedim. “Çok kan kaybetmiş,” dedi Duru. “Yine de uğraşacağız.” Birkaç dakika sonra her şey hazırdı. Elimizdeki sınırlı koşullarda en zor kararları en kısa sürede almak zorundaydık. Hocanın “Bistüri. Turnike daha sıkı. Damar klemplerini hazırla. Elektrokoter açık mı?” sorularıyla hemen Ayşe cevap vermişti. “Açık, ayar 50’de.” Hoca “İyi. Kesi yapıyorum… Tamam… Şimdi…”

Zaman yine ağırlaştı. Mehtap bir yandan sedyeye sabitleme yapıyor, Duru ise çocukla göz teması kuruyordu. “Baran, seni yaşatacağız,” dedi. Baran, bilinci yarı açık şekilde gözlerini kırpıştırdı. Dudakları kıpırdadı. “Ben... ölmek istemiyorum.” Yanaklarımın içi yandı. Ama titrememeliydim. “Ölmeyeceksin. Bunu birlikte atlatacağız.”

Amputasyon başarılıydı. Kanama kontrol altındaydı. Üç saatlik operasyonun sonunda Baran, yoğun bakım çadırına taşınmıştı. Biz yeniden yalnız kalmıştık. Çadırın dışında hafif bir rüzgâr vardı. Güneş, dağların ardından gölgeli bir şekilde batmaya hazırlanıyordu. Duru yanımda sessizce oturuyordu. “Kaç hayatı tuttuk bugün?” diye fısıldadı. “Kaç tanesini tutamadık, onu sormak daha zor,” dedim. Ahmet, çadırın kapısını aralayıp başını uzattı. “Jandarma, güvenlik için sınır hattında devriye artırmış. Ama birkaç saat sessizlik varmış. Belki biraz dinlenirsiniz.”

“İhtiyacımız olan bu değil ama teşekkür ederiz,” dedim. Gülümsedikten sonra çağrılmasıyla çadırdan ayrıldı. Duru bana dönüp “Yine de buradayız. Dimdik. Nefes alıyoruz.” “Evet,” dedim. Sonra kafamı yukarı kaldırdım. “Ve yarın sabah, yine buradayız.” Saat öğleye yaklaşırken dışarıdan ayak sesleri ve bir karmaşa sesi duyuldu.

Yeni gelen ilk sedyede on yaşlarında bir çocuk vardı. Küçük bedeni kanla kaplıydı. Göğüs kafesinde ezilme vardı, nefesi düzensizdi. Doktor içeri girer girmez hızlıca durumu değerlendirdi. “Travmatik pnömotoraks. Mihre, göğüs tüpü setini hazırla.” “Hemen hocam.” Rafın en altından steril paketi alıp masaya koydum. “Mehtap , monitöre bağla. Duru, solunum maskesini tak.” “Maskeyi taktım. Saturasyon yüzde 78. Düşüyor.” “İğne torakostomi yapacağız. Mihre, 14G kanül uzat bana!” “Alın hocam!”

Çocuğun göğsüne kanül girerken içerisi hava doldu hemen ardından göğüs tüpü yerleştirildi. Çocuk kısa bir nefes aldı. Hepimiz göz göze geldik. O an içimizdeki yük biraz hafifledi. “Dikişi sen alırsın Duru,” dedi doktor. Ardından bana döndü: “Mihre, bu seti hemen dışarı çıkar. Yeniden steril alan hazırlamamız gerekiyor.” “Anlaşıldı.” Seti dikkatlice kapattım, üzerimi değiştirdim, sonra yeniden masaya döndüm. Henüz soluk almadan yeni vaka getirildi: genç bir kadın, ayak bileğinden yukarı doku ezilmesi ve parçalı kırık.

“İçeride dolaşım yok. Mihre, eksternal fiksatör setini getir. Matkap da lazım olacak.” “Hocam, steril olanlardan son iki set kaldı.” Yüz ifadem ne kadar çaresiz olduğumu gösterirken “Bunu kullanalım. Diğer vakalarda plan değiştiririz.” Seti masaya yerleştirdim. Tornavida başlıklarını, klempleri, vidaları tek tek açtım. Duru radyoloji raporunu uzattı. “Fibula tamamen parçalanmış ama tibia korunmuş gibi.” Hoca başıyla onay verip “İyi. Amputasyon değil, fiksasyon yapabiliriz. Zaman kaybetmeden başlayalım.”

Operasyon üç saat sürdü. Kesilen bölgelerin kanamasını temizledim, aletleri uzattım, kullanılanları ayırıp yeni steril alanlar kurdum. Ameliyathane neredeyse dar bir çadırın içinde küçük bir savaş alanı gibiydi ama biz pes etmiyorduk. Kadın yoğun bakım çadırına alındıktan sonra biraz soluklandık. Dışarıdan ince bir rüzgâr çadırın örtülerini hafifçe titretiyordu. Duru sessizce yere çöktü, alnındaki teri sildi.

“Yarına kadar daha kaç vaka gelir dersin?” Ona tebessüm edip “Saymayı bıraktım artık,” dedim. Tam o sırada telsizden bir anons geldi. “Yol üzerinde yardım isteyen siviller var. Aracımızı bekliyorlar. İçlerinden biri hamile ve yanında dört yaşında kızı var.” Üçümüz birbirimize baktık.

“Malzeme çantasını hazırla Mihre,” dedi doktor. “Anlaşıldı. Ek serum, enjektör, bandaj, travma seti...” “Siz söylemeden gece hazırladım bile hocam” Yeni bir gün, yeni bir müdahale başlıyordu.

Çadıra döndüğümüzde hava artık tamamen kararmıştı. İçerideki sarı ışık gözlerimi yaktı önce. Duru hemen ayakkabılarını çıkarıp sedire uzandı. Ben ise çantamı yere koymadan önce bir an durdum, nefes aldım. Üzerimdeki yorgunluk sanki askılı bir yelek gibi omuzlarımı bastırıyordu.

“Çok uzundu bugün,” dedi Duru, gözlerini tavana dikip. “İki hafta gibi hissettirdi,” dedim. Sırtımı çadırın yan duvarına yasladım. Ayaklarımı karnıma çektim. İçimdeki kalp hâlâ tam susmamıştı. Elimi telefonuma uzattım. Mesaj bölümünde üstte duran Bintuğ’un ismini görür görmez boğazım düğümlenmişti. Ona bugün yaşadıklarımı yazmaya başlamıştım.

“Bugün ilk müdahale vakasına çıktık. Çocuk vardı Bintuğ, bacağı kanıyordu. o an nasıl sakin kaldım, bilemiyorum.” mesajımı yazıp yollamıştım. Telefonum elimdeydi hâlâ. Parmaklarım klavyeye döndü. "Sedyeyi taşırken ellerim titriyordu. İlk defa bu kadar stresli bir yerde çalıştım. Bazen öyle anlar oluyor ki bu işin sadece meslek olmadığını hissediyorum. Damarın kaçmaması, şurubun zamanında verilmesi... onların hayatlarının benim elimde olması, bana garip geliyor."

Gülümsedim. Bu anı saklamak istedim içimde. Belki yıllar sonra hatırlamak için. Belki de sadece bugün hayatta kaldığımı kendime kanıtlamak için. Son bir mesaj daha yazdım Bintuğ’a. Kısa ama içinde her şeyi barındıran bir cümleyle: "Hayattayım. Yoruldum ama buradayım. Bizim için." Göndermiştim. Sonra telefonu yüzüstü yere bıraktım. Ve ilk defa bugün derin bir nefes aldım. Yarın yine kan, çığlık, telaş olacak belki… ama şimdi... sadece bu günlük sessizlik ve içimizde birbirimize yeten bir dayanışma vardı.

Gözümü açtığımda ilk duyduğum şey çadırın dışındaki ayak sesleriydi. Islak toprağa basan botların çıkardığı hafif, yumuşak ama kararlı sesler… Ardından bir düdük çaldı uzaktan. Nefesimi tuttum bir an. Geceden kalan sessizlik, sabahın serinliğiyle içime doldu.

Yavaşça doğruldum. Duru hâlâ uyuyordu; nefesi düzenli, yüzü yastığa gömülü. Birkaç saniye onu seyretmiştim. Sessizce battaniyeyi katladım, çantamı açtım. Islak mendille yüzümü sildim. Su hâlâ buz gibiydi bu saatlerde. Aynaya gerek duymadan saçımı topladım. Klasik... düzgün ama dağınıklıktan bir adım yukarıydı.

Birazdan çay kokusu yayılırdı. Çadırdan dışarı ilk çıktığında nefesin bu havada görünür olurdu. Güneş henüz yükselmemişti ama gökyüzü açılmıştı. Giyinirken cebimdeki telefona baktım. Ekran karanlıktı ama elim oraya gitti yine de. Belki mesaj vardır diye... Yoktu. Ama gece gelenleri tekrar okudum. Kısa bir gülümsemeyle: “Bugün de hayattayız,” dedim içimden. Ve perdeyi aralayıp dışarı çıktım. Yeni gün başlamıştı.

Çadırın fermuarını yavaşça açtım. Soğuk hava birden yüzüme çarptı. Güneş henüz tepelerin ardında, ama ışığı açık griye boyamış gökyüzünü. Çamurların arasında kurumuş izler, sabah nöbetinden dönen askerlerin adımları, ve taşların arasına sıkışmış kırmızı bir sigara paketi… Her sabah aynı ama farklı.

İki adım attım ki tam karşımdan gelen tanıdık bir sesle irkildim. “Sabahın bu saatinde uyanan nadir kişilerdensin,” dedi. Başımı kaldırdım. Sağlık ekibinden Samet’ti. İki gündür steril malzeme stoklarını kontrol ediyordu. Elinde yarısı içilmiş bir çay bardağı, diğer elinde plastik bir kutu taşıyordu. Gülümsedim. “Uykudan erken kalkınca hayat biraz daha sessiz oluyor. Sevdim galiba.” O da gülümsedi ama gözaltındaki mor halkalar yorgunluğunu ele veriyordu. “Dün gece dörtte gelen hasta vardı. Göğüs travması. Yetiştirdik ama hâlâ yoğun bakımda.”

Kafamla onayladım. “Bugün daha da artar mı sence?” Omuzlarını silkti. “Kimse bilemez. Ama artacakmış gibi hazırlıklı olursan, yarı yoldan dönmezsin.” Gözüm çayına kaydı. “İlk yudumu içtin mi?” Güldü. “Hayır. Bekliyorum. İlk yudumu sakin birine denk getirince daha iyi geliyor.” Bardağını bana uzatmıştı. “Sen iç istersen.” Almamıştım. “Yok, ben sabah çayını kendi ellerimle almak istiyorum. Küçük lükslerimizden biri hâlâ elimizdeyken...”

Birlikte birkaç adım daha attık sessizlik içinde. Sonra Samet kutuyu gösterdi. “Ameliyathaneye götürüyorum. Yeni eldivenler, sargı bezi, iğneler... Duru geldiğinde birlikte yerleştirirsiniz.” “Olur. Sağ ol,” dedim. Dönüp çadıra yöneldi. Giderken arkasından söyledim: “Samet?” “Efendim?” “Çayın ilk yudumu kadar iyisin bu sabah.” Güldü. “Senin sabah metaforların beni bitiriyor Mihre.”

Ben de güldüm. Sonra ellerimi ceplerime sokup biraz daha o serin havayı içime çektim. Duru hâlâ uyanmamıştı. Ama içerideki çadırlar birer birer canlanıyordu. Birazdan mesai başlardı. Yine de, bu birkaç dakikalık sabah sessizliği... bana iyi gelmişti.

Çadıra geri döndüğümde içerisi hâlâ loştu. Battaniyenin altından bir hareketlenme duyuldu. Duru'nun sesi boğuk ama belirgindi: “Çay kokusu alıyorum… yoksa uyduruyor muyum?” Gülümsedim. “Uydurmuyorsun. Samet içiyordu. Ama sana henüz bir yudum bile kalmadı.”

Battaniyenin altından kafasını çıkardı, saçları darmadağındı. “Sen de insan değilsin Mihre. Her sabah gün doğmadan nasıl bu kadar düzgün kalkıyorsun, aklım almıyor.” Ona bir su şişesi uzattım. “Bir gün önceden fazla düşünecek bir şey bırakırsan, sabah erkenden uyanıyorsun zaten. ”Duru suyu içerken gözlerini kısmıştı. “Yine ağabeyime mesaj mı yazdın?” Sessizce başımı salladım. Yastığa sırtını yasladı. “İyi. Yaz. En azından biri bu çadırdan sevgi yayıyor. Ben hâlâ dün geceki çocukla ilgili kabuslar gördüm.” “Bende de o kaldı,” dedim. Birlikte birkaç saniye sustuk.

Sonra Duru ayağa kalktı. Üzerindeki hırkayı sıyırırken sordu: “Bugün ameliyathaneyi tekrar kontrol edelim mi?” “Eldiven, sargı bezi, iğne… Samet getirdi. Seninle birlikte yerleştiririz.” O sırada Duru aynadan saçına baktı. “Böyle görünüp de ameliyata giren var mıdır acaba…” Güldüm. “Vardır. Ama saçları dağınık olsa bile elleri sabit olanlar hayat kurtarıyor.”

Duru o an ciddileşti. “Senin ellerin sabit, Mihre. Dün sana öyle bir baktım ki... bilmiyorum, ben bile paniklemişken sen nefesini bile değiştirmedin. O çocuk, senin sayende hayatta.” Bir şey diyemedim. Gözüm çadırın tavanındaki çizgilere takıldı. “Ben o kadar güçlü biri değilim,” dedim sessizce. “Yoruluyorum. Korkuyorum. Bazen bir saniyelik bakışla parçalara ayrılıyorum içimde. Ama birinin hayatta kalması... o zaman susuyorum. İçimde ne varsa bastırıyorum.”

Duru yanıma oturdu. “Bence güçlü olmak da tam bu zaten.” Bir süre daha öyle sessiz oturduk. Sonra ikimiz de neredeyse aynı anda ayağa kalktık. “Çay içelim,” dedim. “Sonra da ne yapmamız gerekiyorsa... çıkalım dışarı.” Çadırın perdesini açarken güneş nihayet görünmüştü. Gözlerimiz kamaştı ama bu kez rahatsız edici değildi. Yeni bir gün başlamıştı. Ve biz, onun tam içindeydik.

Ellerim metal kutunun içindeydi. Samet’in getirdiği malzemeleri alfabetik değil ama kendi iç mantığımıza göre dizmeye çalışıyorduk. Sargı bezlerinin birini çekince altından makaslar çıktı. Duru yan taraftaki küçük dolabın kapaklarını siliyordu, kafasını kaldırmadan konuştu: “Bence şu sol rafı sadece dikiş setlerine ayıralım. Dün ortalık karışınca üç kişi aynı anda aynı yerden bir şey aradı.” “Tamam,” dedim başımı sallayarak. Gözlerim bir yandan setleri ayırırken cebimdeki telefonun titrediğini hissettim. Hafifçe irkildim. Duru hemen çevrildi: “Bintuğ mu?” Ben cevap vermeden, gözüm ekrana takıldı.

Evet. Onun adıydı. Mesajı açtım. Elimdeki neşteri yere bırakmak zorunda kaldım. Duru anlamıştı, bir şey demedi. Ben ise ekrana bakakaldım. "Sabah seninle başlasın istedim. Uyandığımda senin orada olduğunu düşünmek bile… bana iyi geliyor. Güneş orada doğuyor ya şimdi, benim için de doğmuş gibi oluyor. Burada işler yoğun. Ama aklımda sadece bir şey var: Bir gün senin anlattığın sabahlara uyanmak. Sesinle. Sessizliğinle. Kendine iyi bak. Kahveni dikkatli iç. Ve gülümse biraz. Olur mu?"

Parmaklarımın ucu karıncalandı. Boğazımda bir şey düğümlendi. Hemen yazamadım. Sadece ekrana bakıp nefesimi tuttum. Duru sessizliği bozdu: “Bakışlarından anladım. Güzel bir şey söyledi değil mi?” Başımı eğdim. Hafifçe gülümsedim. “Güzel yetmez. Sanki onun sesi çadırın içine doldu.” Duru, elindeki bezle bana hafifçe vurdu: “Hadi. Yaz ona bir şeyler. Bütün gün seni beklemesin.” Ellerim titreyerek ekrana döndüm. Ve içimden geldiği gibi yazdım: "Güneş mi doğdu bilmiyorum ama… içim birden aydınlandı. Sen olmasan burası hep eksik kalıyor. Hep yaz. Bir gün demişsin ya… Ben de onu bekliyorum."

Gönderdim. Telefonu yavaşça cebime koydum. Ve sonra başımı kaldırıp, Duru’ya bakarak, “Bazen her şey çok kötü gidiyor ama… bir mesaj bütün havayı değiştiriyor,” dedim. O da başını salladı. “Ve iyi ki yazıyorlar. Biz de bazen sadece buna tutunuyoruz.” O an… çadırın içinde ne ışık vardı ne de ses. Sadece birbirimizi anlayan iki kadın, bir mesajın içinde biraz nefes almıştık.

Her şey olması gerektiği gibiydi. Sargı bezleri katlanmış, steril eldivenler çiftli sıralanmıştı. Hatta o an fark ettim… sanırım ilk kez hiçbir şey eksik değildi. “Bak,” dedim Duru’ya, “bu masaya bile en son ne zaman böyle düzgün baktığımızı hatırlamıyorum. ”Duru gülümsedi. “Sanırım biz biraz düzene muhtacız. Kaosun içinde en küçük şey bile insana güven veriyor.”

Elimi cebime attım az önce gelen mesaj hâlâ parmaklarımdaydı. Gözümle dışarıyı taradım; çadırın açık kalan perdesinden sabah güneşinin tozlu çizgileri yere vuruyordu. İçimde hafif bir huzur, kısa süreliğine de olsa yer etmişti. Sonra… Bir ses geldi. Önce anlam veremedim. Sanki yeryüzü iç çekmişti. Çadırın tentesi bir an gerilip gevşemişti.

Toz her yere sinmişti. Gözüm yanıyor, nefesim kesiliyordu. Duru’nun çığlığı kulağımda yankılandı ama sesi uzaktan geliyordu artık. Dizlerimin üzerine çökmüş olmalıydım. Bileğim yanıyordu… ama o an bunun bir anlamı yoktu.

Bir an için başımı kaldırmaya çalıştım. Gözlerim bulanıktı. Çadırın yarısı uçmuştu. Tente, metal iskeletiyle birlikte yana devrilmişti. Bir kenarda sargı bezleri savrulmuş, plastik kutular paramparça olmuştu. Yanımda biri vardı. Ayak sesleri. Tanıdık…

Duru’nun sesi geldi, ama yutkunarak: “Mihre?! Mihre, beni duyuyor musun?!” Ona cevap vermek istedim ama dudaklarım hareket etmedi. Sol kolumdan aşağı sıcak bir şey aktığını hissettim. Kırık cam parçaları… belki de metal. Yanıyordu.

Göz kapaklarım ağırlaştı. Ama içimde hâlâ bir direnç vardı. Gitmek istemiyordum. Henüz değil. Henüz bitmemişti. Duru yere çömeldi. Elleriyle yüzüme dokundu. “Mihre, lütfen... lütfen buradasın, tamam mı? Ben buradayım. Yardım çağırıyorum. Dayan.” Ağzımı araladım. Sadece fısıltı hâlinde bir kelime döküldü: “Bintuğ…”

Gözlerimden bir damla yaş aktı mı, yoksa toz muydu… anlayamadım. Duru bir yandan beni tutarken, bir yandan da dışarıya bağırdı: “Yaralı var! Acil sedye!” Birileri koşarak yaklaştı. Adımlar… bağırışlar… ve o sırada Duru’nun sesiyle birlikte kendime geldim: “Mihre! Sadece gözlerime bak! Gitmeyeceksin. Söz verdin.” O an bir şey içimde kırıldı. Canım acıyordu ama ondan çok… yanında olamayacağım insanlar geçti aklımdan. Bintuğ’un sabahki mesajı. O cümlesi: “Senin anlattığın sabahlara uyanmak.”

Uyanmak istiyordum. O sabaha... o söze... Sadece biraz daha dayanmalıydım. Eller beni kavradı. Sedye… hızla hareket eden gölgeler… tavanın bile olmadığı bir gökyüzü… Ve ben, gözlerimi açık tutmaya çalışırken sadece içimden bir dua geçirdim: “Lütfen… ona haber verin. Yaşıyorum.”

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız. Ben çok iyiyim. Medyalar bu hikayeye uygun olur diye koymak istedim. Şimdiden iyi okumalar dilerim. Umarım beğenirsiniz. Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Sizi seviyorum, iyi geceler diliyorum 🤍

Bölüm : 28.05.2025 00:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 49- Yaşam ve Umut
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...