48. Bölüm

48- Birlikte Dayanmak

Sude Kayhan
poncikss1234

“En zor fırtınalarda bile, Birlikte dayanmak, en sağlam limandır.”

Sabaha karşı gökyüzü, hafif hafif kızıl tonlara bürünmüştü. Duru ile hemen odama çekilip gece kıyafetlerimizi çıkartıp ona ayarladığım pijama takımını ona uzattım. Ben de hemen rastgele seçtiğim kıyafetlerimi giyinip makyajımızı sildik ve ardından salona girdik. Bintuğ ile Aydemir’in de üzerlerini değiştirdiğini görünce, onları mutfağa çağırdım. Masada herkes sessizce yerini almıştı; havada, uzun zamandır içimize attığımız sözlerin ağırlığı vardı.

Bintuğ, derin bir nefes aldıktan sonra kırgınlıklarını anlatmaya başlamıştı. “Seninle aramızdaki mesafe giderek büyüdü,” dedi. “Ne hissettiğini hiç anlamaya çalışmadım mı? Hep suskun kaldın, ben yanına gelmek istediğimde sen hep uzaklaştın.”

Onun bu sözleri, içinde biriken öfke ve üzüntüyü hissediyordum. “Bintuğ,” dedim, “belki de sen, ne yaşadığımı hiç sormadın. Benim sessizliğim, bencilce sandığın davranışlarım... Hepsi aslında kendimi koruma çabasıydı. Yalnız bırakıldım, anlamaya çalışılmadım.”

“Ben mi yalnız bıraktım seni?” diye yanıt verdi, sesi biraz sertleşerek. “Kendi dünyanda yaşadın, biz orada yokmuşuz gibi... Ben hep bekledim, senin bir adım atmanı, ama hiçbir şey olmadı.”

Sohbet ilerledikçe, kırgınlıklar birbirine karışıyor, her söz biraz daha ağırlık kazanıyordu. Duru ve Aydemir, sessizce araya girip bizi sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Duru, “Hepimiz yorgunuz ama birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var,” dedi yumuşak bir sesle. Aydemir ise “Burada susmak çözüm değil, konuşmalıyız ki birbirimizi duyabilelim,” diye ekledi.

Ben, tüm yorgunluğumla, “Bintuğ, ben de kırgınım. Sadece beklentilerini karşılayamadığım için değil, beni dinlemediğin, anlamaya çalışmadığın için. Yalnız bırakıldım,” dedim. Göz göze geldiğimizde ikimizde aynı gerçeği gördük: Biz birbirimizi anlamayı öğrenememiştik.

“Belki de,” dedi Bintuğ, “Bu gece bir başlangıçtır. Ama değişmek zorundayız ikimiz de.”

“Evet,” diye onayladım, “Değişmek... başka çaremiz yok.”

O an, kırgınlıkların arasında bir umut kıvılcımı belirmişti. Sessizliğe gömülen mutfakta, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, biz de birbirimize bir adım atmıştık.

Gökyüzünün yavaş yavaş aydınlandığı o sessiz sabah vakti, mutfakta kırgınlıklarımızı paylaştığımız o anın üzerinden çok geçmemişti ki, telefonun keskin çalmasıyla irkildik. Bintuğ’un yüzü, o çalmayla birlikte bambaşka bir ifadeye büründü; sertleşen çehresinde gizlenen endişe ve kararlılık, sanki bütün enerjisini içine çekmişti.

Telefonu açtığında, kelimeler ağır ağır dökülüyordu; her cümlenin ardından derin bir nefes aldı. “Görev geldi,” dedi sonunda, sesi boğuk, ama kararlı. “Uzun ve zor bir operasyon olacak. Ben de, Aydemir de gidiyoruz."

Bu cümleler adeta göğsüme ağır bir taş gibi indi. O an, zaman dondu, dünya etrafımda yavaşladı. Gözlerimi Bintuğ’a diktim; onun gözlerindeki aynı kararlılıkla birlikte derin bir hüzün vardı. Aydemir de sessizce başını salladı; ikisinin de yüreklerinde aynı yük vardı.

Kalbim sıkıştı, boğazım düğümlendi. “Gitmeyin,” diye fısıldamak istedim, ama kelimeler boğazımda takılı kaldı. İçimde bir yerlerde, korku ve çaresizlik birlikte kıvranıyordu. Onları kaybetmek, bu gece yeni filizlenen umutlarımızı tekrar karanlığa gömmek gibi geliyordu.

“Bintuğ,” dedim sonunda, ellerim titreyerek onun koluna dokundum “Bu gece yeni başladık birbirimizi anlamaya... Lütfen, biraz daha kalın. Gitmenizi istemiyorum.”

Bintuğ bana baktı; gözlerindeki acı ve çaresizlik, içimdeki sancıyı daha da derinleştirdi. “Mihre,” dedi yumuşak ama kesin bir tonla, “biliyorum... Biliyorum gitmek kolay değil ama bu görev bizim için kaçınılmaz. Uzun, ağır ve tehlikeli bir süreç olacak.”

Aydemir araya girdi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi: “Burada bıraktığımız ne varsa, ona sahip çıkacağız. Ama gitmek zorundayız. Bunu biliyorsun."

İçimde kıvılcımlar çarpışıyordu; ayrılık korkusu, belirsizlik, onları koruyamama endişesi... “Biliyorum,” dedim, “ama kalbim sizinle kalacak. Sizden ne zaman döneceğinizi bilememek, bu belirsizlik beni paramparça ediyor.”

Yutkundum, gözlerim doldu. Gözlerindeki o kararlı ama kırgın bakışları görürken, hissettiğim acıyı tarif etmek mümkün değildi. “Dönün,” diye fısıldadım, “lütfen... Sağ salim dönün.” Onlar ellerimi tuttular. Ellerindeki sıcaklık, içinde bulunduğum çaresizliğe karşı küçük bir sığınak oldu. Ama aynı zamanda, bu sığınak geçiciydi. Zamanın ve mesafenin soğuk elleri yaklaşıyordu. Sözsüz, yürekten bir veda yaşandı. Birbirimize sarılamadık, çünkü gözlerimizin içine bakmak bile zor geliyordu; en azından şimdilik.

Zaman ağır ağır akarken, ellerimiz birbirine sıkıca kenetlendi. Bintuğ’un elleri, sert görünmelerine rağmen, benimkileri nazikçe tutuyordu; o an, ellerimiz arasında kelimelerden çok daha fazlası konuşuyordu. Gözlerimizde biriken yaşlar, sözcüklere gerek bırakmadan bütün hislerimizi dile getiriyordu.

“Dön,” dedim fısıltıyla, “Söz ver, sağ salim dönersin.” O, başını hafifçe salladı, ama gözlerindeki o derin hüzün, içinde yaşadığı korkuyu ve kararsızlığı saklayamıyordu. “Söz veriyorum,” dedi, ama sesi titriyordu.

Aydemir de yanımızdaydı, sessizce bizi izliyor, kendi içinde savaşıyordu. Onun gözlerindeki kararlılık, vedanın acısını biraz olsun hafifletiyordu. Birbirimize sarılmak istedik ama kelimeler boğazımıza düğümlendi, gözlerimizden süzülen yaşlar, kelimelerin yerine geçti. Sarılmanın sıcaklığı, bir veda değil, bir umut mesajıydı aslında; “Geri döneceğim, bekle beni.”

Kısa ama unutulmaz bir anın ardından, yavaş yavaş ayrıldık. Kapıdan çıkarken, her adımda içim sızladı; onların gidişiyle ev bir anda bomboş, soğuk bir yer haline geldi. O an anladım; sevgi bazen bırakabilmekti, en acı şekliyle bile olsa. Onları uğurlarken, kalbimde bir parça eksildi, ama umutla dolu bir yarın için beklemek zorundaydım

O an, dünya sessizleşti. Dışarıda hafifçe esen rüzgar, odanın içine dolarken, soğuk bir haberciydi adeta. İçimde fırtınalar kopuyor, yüreğim bin parçaya bölünüyordu. Sevdiklerimin yanında olamamak, onları koruyamamak korkusuyla titriyordum.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, her şey değişmişti. Artık aramızda mesafeler vardı, yan yana değil, zihinlerde ve kalplerdeydi yolculuğumuz. Görev onların hayatına yeni bir sınav, benim için ise umutla karışık bir bekleyişti.

O an anladım; sevgi sadece var olmak değil, aynı zamanda bırakabilmekti. Onların gitmesine izin vermek, en zor olanıydı. Ama biliyordum ki, dönmeleri için savaşmaları gerekiyordu. Ve ben burada, sessizce onları bekleyecektim. Her an, her nefeste, içimde onları taşıyarak.

Kapı, ağır ağır kapandığında, evin içinde sanki zaman dondu. Bintuğ ve Aydemir’in ardından baktım; bir daha ne zaman göreceğimi bilmiyordum. İçimde tarif edilemez bir boşluk açılmıştı. O an, yanı başımda Duru’nun varlığı en büyük teselli oldu.

Duru yanımda sessizce oturuyordu, gözleri de en az benim kadar doluydu. Saatlerce kelimeler yoktu aramızda, sadece kalplerimizin atışını duyuyorduk. O an, “Mihre, yalnız değilsin,” dedi usulca. Sesi, geceyi delen bir umut gibi içime işledi. Gözlerindeki o derin şefkat, adeta beni kucaklıyordu.

Bir süre sonra, yumuşak bir nefesle başladı konuşmaya. “Biliyorum, zor. Onların gitmesi… sanki tüm dünya üzerimize yıkılıyormuş gibi.” Ben de kalbimin en derininden döküldü kelimeler. “Onları koruyamadığım için korkuyorum, Duru. Gidişleriyle birlikte içimde büyük bir fırtına kopuyor. Belirsizlik... Bu kadar uzun ve tehlikeli bir yolculukta ne yaşayacaklarını bilmiyorum.”

Duru, ellerimi tutarak, “Ama unutma Mihre, biz onların arkasındayız. Burada, onları bekleyen, destekleyen biri var. Güçlü olmak zorundayız; onlar bizim için savaşıyor, biz de onlar için.” Gece ilerledikçe yorgunluk ağır basmaya başladı. “Biraz uyuyalım,” dedi Duru, “Yarın uzun bir gün olacak.” Beraber odamıza çekildik. Yan yana uzandık, sessizlikte sadece nefes alışlarımız vardı. Onun varlığı, bana huzur veriyordu; yalnız olmadığımı hissettiriyordu. Gözlerimi kapatırken, kalbimde küçük bir umut kıvılcımı belirdi; belki de bu fırtınayı birlikte atlatacaktık.

Sabahın ilk ışıkları, perde aralıklarından içeri süzüldü. Gözlerimi açtığımda Duru hâlâ yanımdaydı, hafif bir gülümsemeyle bana baktığını gördüm. Birlikte kalkıp mutfağa geçtik. Kahvaltı hazırlarken, taze ekmek kokusu ve kahvenin o derin aroması evin içine yayıldı. Masaya oturduğumuzda, Duru tebessüm ederek, “Bugün yeni bir başlangıç olmalı,” dedi. “Ne olursa olsun, birlikteyiz.”

Ben de derin bir nefes aldım, gözlerine baktım. “Evet,” dedim, “birlikte her zorluğun üstesinden geliriz. Onlar için, kendimiz için.” O an, yaşadığımız tüm acıların içinde, bir parça huzur ve güç bulmuştuk.

Sabahın ilk ışıkları mutfağa süzülürken, kahvaltı masası etrafında toplanmıştık. Duru, taze pişmiş ekmek dilimini büyük bir iştahla aldı ve hafifçe gülümseyerek, “Seninle kahvaltı yapmak, en zor gecenin ardından bile iyi geliyor,” dedi. Gözlerindeki sıcaklık, içimdeki endişeyi biraz olsun eritti.

Ben de gülümsemek istedim ama çekingenlik sardı içimi. “Evet, birlikteyken her şey daha kolay geliyor,” diye cevap verdim, kahvemi yudumlayarak. Aramızdaki sessizlik, kelimelere gerek bırakmıyordu; göz göze geldiğimizde birbirimizi anlıyorduk.

Duru, masadaki reçelin kapağını açtı ve ekmek dilimini bana uzattı: “Denemelisin bunu, çok güzel olmuş,” diyerek hafif bir kahkaha attı. Kahkahası odayı doldurdu, birkaç saniyeliğine acılarımızı unutturdu. Ben de fincanımı ona doğru uzattım: “O zaman ben de kahvemi ikram edeyim.” Göz göze geldiğimizde, ikimiz de istemsizce güldük.

Ufak şakalaşmalar başladı masada. Duru, ekmeğin büyük bir parçasını ısırdı ve ben “Hey! O kadar büyük ısırırsan dişlerin ağrır,” diye takıldım. Gözlerini kocaman açarak “Olsun, dayanırım!” dedi. Bu anlarda evdeki sessizlik, o tebessümlerle sıcacık bir yuvaya dönüşmüştü. Dışarıdaki fırtınaya rağmen, bizim dünyamızda umut ışıkları yanıyordu.

Sabah kahvaltısının ardından, Duru ve ben masadaki tabakları toplamak için ayağa kalktık. Henüz hafif uykulu ve yorgun olmamıza rağmen birlikte hareket etmek içimi biraz olsun hafifletti. Duru, bulaşıkları lavaboya doğru taşırken hafif bir tebessümle, “Böyle zamanlarda birlikte olmak iyi geliyor, değil mi?” dedi.

“Evet,” dedim, bulaşıkları durularken ellerimizi birbirimize sürtünerek kuruladık, “Bu evin her köşesine biraz huzur yayıyor gibi.”

Sonra birlikte salona geçtik. Yerler ve masalar dağınıktı; gece boyu süren düşünceler ve kaygılar arkamızda bir karmaşa bırakmıştı. Duru süpürgeyi aldı, ben ise toz beziyle raflara yöneldim. Aramızda sessiz ama anlamlı bir uyum vardı; her hareketimizde sanki biraz daha toparlanıyor, biraz daha güç buluyorduk.

Bir yandan toz alırken, “Biliyorum, işler kolay değil,” dedim, “Ama birlikteyken üstesinden gelebiliriz.” Duru başını hafifçe salladı, “Evet, yan yana olmak bazen en büyük güç,” diye yanıtladı.

Temizlik bitip ev yeniden düzenlendiğinde, içimde tatlı bir rahatlama hissettim. Hem bedenimiz hem ruhumuz biraz olsun arınmış, yeni bir güne hazır hale gelmiştik. Her ne kadar dışarıdaki belirsizlikler sürse de, birlikte olmak en büyük sığınağımız olmuştu.

Öğlene doğru mutfağa tekrar geçtik. Temizlikten sonra aramızdaki o hafif melankolik hava yerini, biraz daha neşeli ve samimi anlara bırakmıştı. Duru, “Bugün pasta yapalım mı?” diye sordu. Ben de tebessümle karşılık verdim, “Harika olur, biraz tatlı neşe iyi gelir bize.”

Malzemeleri hazırlarken birbirimize takılıyorduk. Duru un torbasını yanlışlıkla yere düşürdü, un etrafa saçıldı. İkimiz birden güldük; o an evin içi, mutfağın sıcaklığıyla birlikte kahkahalarımızla doldu. Pasta hamurunu yoğururken, Duru “Bunu Bintuğ’a gönderelim, biraz moral olsun ona,” dedi. Telefonu çıkardık, mutfağın enerjisini ve neşemizi yansıtan kısa videolar çekmeye başladık.

Telefon elimizde mutfağın ortasında duruyorduk; kamera açık, bizim de keyifli ve biraz da dağınık haliyle… Un torbası yere devrilmiş, beyaz toz her yana saçılmıştı. Duru, elindeki un torbasını toparlamaya çalışırken kahkahalarla “Ah, bak ne hâle getirdik mutfağı!” dedi.

Ben de tezgâhın üzerindeki yumurtaları kırarken, birini yanlışlıkla biraz fazla sert vurup kabuğunu içine düşürdüm. Duru hemen parmaklarını uzatıp “Hey, dikkat et şef!” diye takıldı. Kamera bizi kayıtsızca izliyordu; kahkahalarımız, bir yandan dağılmış unun üzerindeki küçük savaşımız, her şey o anın neşesini ve samimiyetini yansıtıyordu.

Mikseri çalıştırırken Duru, “Abi, görüyorsan bizi! Pasta yapıyoruz, sen de olsaydın, tam bir şov olurdu bu!” dedi ve biraz dans ederek mikseri tutuyordu. Ben de ona eşlik edip şef tavırları takınarak “Şef Mihre ve yardımcı Duru mutfağı sallıyor!” diye seslendim.

Çırpılmış kremanın kabına döküldüğü anda, birazcık patlayan kremayla yüzümüzün bir tarafı beyazlandı. Kamera bunu tam yakaladı ve biz de o an kahkahalara boğulduk. “Görüyorsun Bintuğ, pastamız daha ortada, ama zaten eğlence burada!” diye seslendik.

Videonun sonunda el ele tutuşup kameraya “Seni çok özledik, güç sende!” diye seslendik. Telefonu kapatırken ikimiz de içimizden küçük bir umut kıvılcımı yanıyordu; bu eğlenceli anların onu biraz olsun mutlu edeceğini biliyorduk.

Mutfağın ortasında dağınıklık biraz toparlandıktan sonra, pasta yapımına son dokunuşları yapmaya başladık. Kremanın yumuşak dokusunu spatulayla dikkatlice pastanın üzerine yayarken, Duru yanımda heyecanla tarifin son aşamasını okuyor, ara ara bana “Harika gidiyorsun.” diye gaz veriyordu.

Pastanın üzerini çilek ve taze nane yapraklarıyla süslediğimizde, mutfakta hafif bir şeker kokusu ve mutluluğun sıcaklığı yayıldı. İkimiz de işimizi bitirip geriye çekildik; yaptığımız bu küçük mucizeye bakarken yüzümüzde gururlu ve memnun bir ifade vardı.

Pastanın tadına baktığımızda, evdeki tüm yorgunluk ve endişeler anlık da olsa unutulmuştu. O an, birlikte yaptığımız şeyin, sadece bir pasta değil; aramızdaki güçlü bağın da simgesi olduğunu hissettik. Bu küçük mutluluk, uzun günlerin en güzel hediyesi olmuştu.

Pastanın ikinci dilimini alırken, Duru neşeyle, “Biliyor musun, en çok bu anları seviyorum. Evde, sakin sakin tatlı yerken birbirimize biraz daha yakın oluyoruz,” dedi gülümseyerek.

Ben de tebessümle karşılık verdim: “Evet, zor zamanların ortasında böyle anlar çok kıymetli. Sanki dünya biraz duruyor, biz varız sadece.” Tam o sırada Duru’nun telefonu çaldı. Ekrana baktı, yüzü aniden ciddileşti. “Hastane,” diye fısıldadı. Telefonu açtı ve kısa bir konuşma yaptı. “Anladım, tamam… Evet, hemen haber vereceğim,” dedi.

Telefonu kapattığında gözleri hafifçe nemlenmişti. “Ekibimizden herkes iki gün içinde hazır olmalı,” dedi, sesi titreyerek ama kararlıydı. “Yeni bir operasyon var. Zor ve uzun sürecekmiş. Ekibimizden herkes en az iki gün içinde hazır olmalı. Ameliyathane tam kapasite çalışacak, nöbetler ağırlaşacak. Bazı cerrahlar ve teknik personel görevlendirilecek; herkes esnek olmak zorunda.”

Duru, görevle ilgili bilgileri verirken yüzündeki ciddiyet ağırlaşıyordu. “Hakkari’ye gidecekmişiz. Coğrafyası sert, hava şartları oldukça zorlu. Kışın kar, tipi, yazın ise kavurucu sıcaklar var. Dağlık arazi, ulaşım güç, hastaneler çoğu zaman yetersiz donanımla mücadele ediyor. Elektrik kesintileri, iletişim sorunları sık yaşanıyor.”

Ben derin bir nefes aldım, “Anlıyorum... Hem fiziksel hem psikolojik olarak büyük bir sınav olacak bu. Hem hasta yoğunluğu, hem şartların zorluğu...” Duru devam etti: “Ayrıca güvenlik açısından da riskli bölgeler var. Operasyon süresince beklenmedik durumlar yaşanabilir. Birlikte çalıştığımız asker ve sağlık personeliyle omuz omuza dayanışma içinde olmamız lazım. Uyku saatleri çok az olacak, bazen günlerce ara vermeden çalışmak gerekebilir.”

Ben onu dikkatle dinliyordum. “Yani dinlenmeye neredeyse hiç zamanımız olmayacak,” dedim usulca. Ben, onun gözlerindeki o karışık duyguyu gördüm ve elini tuttum. “Bu sefer de birlikteyiz, değil mi?” dedim.

Duru başını salladı, “Evet, birlikte. Ama seni ve abimi de düşündüm. Ne kadar zor olursa olsun, yanımda olmanız bana güç veriyor.” Bir an sessiz kaldık. Sonra ben, “Yorgunluk, endişe hepsi geçer. Biz birbirimize dayanırsak, üstesinden geliriz,” diye fısıldadım.

Duru gözlerindeki kararlılıkla, “Öyle olacak. İyi ki varsın, Mihre,” dedi. O anda, mutfağın sıcaklığı bir kez daha içimizi ısıttı. Görev ne kadar ağır ve uzun olursa olsun, dostluğumuzun ve dayanışmamızın önünde duramazdı.

İki gün sonra, sabahın erken saatlerinde hastanenin önünde toplanmıştık. Güneş yeni doğuyor, gökyüzü solgun pembe ve mavi tonlarıyla henüz uyanıyordu. Üzerimizde görev kıyafetlerimiz, yüzümüzde karışık duygular vardı; heyecan, endişe ve biraz da çaresizlik.

Kalabalık içinde herkes sessizdi, kimi telefonuna bakıyor, kimi etrafına göz gezdiriyordu. Ben o an orada olmaktan dolayı içimde tuhaf bir sıkışma hissediyordum. Duru yanımdaydı, göz göze geldiğimizde güç vermeye çalışıyorduk birbirimize.

Birden hastanenin bahçesine birkaç otobüs yanaştı. “Hakkâri yolculuğu için hazırlanıyoruz,” anonsu yapıldı. Adım adım otobüslere doğru yürüdük; ellerimizde küçük çantalar, yanımızda uzun ve zorlu günlerin yükü vardı.

İlk otobüse bindik. Camdan dışarı baktığımda, hastanenin silüeti küçülüyor, şehrin gürültüsü yerini doğanın sessizliğine bırakıyordu. İçimde bir yandan görev sorumluluğu, bir yandan sevdiklerimden uzak kalmanın ağırlığı vardı.

Duru kolumu sıktı, “Güçlü olacağız,” dedi fısıldayarak. Başımı hafifçe salladım, “Birlikteyiz. Bu yol zor ama biz buna dayanacağız.” Otobüs yola çıktı; asfalt, dağlar, vadiler ardımızda kalıyordu. Hakkâri’ye, doğunun sert ve bir o kadar da güzel topraklarına doğru gidiyorduk. İçimde hem korku hem umut vardı; zorluğun içinde bir dayanışma, bir umut ışığı taşıyorduk.

Otobüs hareket eder etmez, yanımdaki Duru ile göz göze geldik. Yorgunluk ve endişe karışımı bir sessizlik hâkimdi ama içinde gizli bir dayanışma da vardı. Camdan dışarı baktığımda, hastanenin beyaz duvarları ve karmaşası yavaş yavaş geride kalıyordu. Şehir binalarının yerine geniş topraklar, sararmış otlaklar, uzayan dağ siluetleri geliyordu.

Yol uzundu, virajlı ve dar patikalardan geçiyorduk. Bazen rüzgâr camları hafifçe titretiyor, bazen karşıdan gelen araçların tozu otobüsün önünü kapatıyordu. Duru, yanıma eğildi ve hafif bir tebessümle, “Biliyor musun, ne kadar zor olursa olsun, seninle beraber olmak iyi geliyor,” dedi.

Ben de karşılık verdim: “Aynı şekilde. Bintuğ ve Aydemir de yanımızda olsaydı keşke.” Sessizce gözlerimizi kapattık, içimizde fırtınalar kopsa da bu sessizlikte biraz huzur bulmaya çalışıyorduk. Ara ara ufukta küçük köyler görüyorduk; o evlerde yaşayanların hayatları, bizden ne kadar farklı ve zorluklarla dolu olduğunu düşündüm.

Yol boyunca otobüsün içinde bazı arkadaşlarımız hafif sohbetlere dalarken, bazıları pencereden dışarıya dalmıştı. Ben kendi içimde görevimizin ağırlığını, sevdiklerimizden uzak kalmanın acısını ve aynı zamanda bu işi başarmak için taşıdığımız sorumluluğu düşündüm.

Yolun sonunda Hakkâri’nin sert rüzgârları ve yüksek dağları bizleri karşıladı. Oraya vardığımızda, görev daha da somut ve gerçekti artık. İçimde bir korku vardı, ama aynı zamanda bu zorlukları aşmak için dimdik duracağımıza dair inanç da.

Duru yanımdan tutarak, “Birlikte başaracağız,” dedi. Gözlerimde yaşlarla karışık bir kararlılıkla başımı salladım: “Evet, birlikte.” Otobüs yavaşça şehir dışına doğru ilerlerken, ben bu yolun sadece bir başlangıç olduğunu biliyordum.

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümden sonra sizinle ayrılıyorum. Umarım bu bölümü de beğenirsiniz. Bakalım ileri ki bölümlerde neler olacak? Arada fotoğraflar koyacağım. Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Sizi seviyorum. Okuyan gözlerinize sağlık şimdiden 🤍🍷

 

Bölüm : 24.05.2025 21:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 48- Birlikte Dayanmak
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...