"Düğün günü, sevgiyle yazılan bir hayatın ilk sayfasıdır."
Gözlerimden kayıp giden düşüncelerle boğuşuyordum. İçimde birbirine karışan hisler, çözüm bekleyen karmaşık bir düğüm gibiydi. Nasıl açacağımı bilemediğim, kimi zaman ağır bir yük gibi omuzlarımı ezen bu duyguların içinde savruluyordum. Kalbimden geçenler, mantığımla çarpışıyor; doğru olanı yapmaya çalışırken bile yolumu kaybetmiş gibiydim. Kendime bile itiraf edemediğim endişeler, umutlar ve korkular arasında sıkışıp kalmıştım. Ne yapmalı, hangi adımı atmalı bilmiyordum. Bu çalkantının içinde kaybolurken, gün başlamadan önce kendimi toparlamaya çalışıyordum.
Mesaimi başlamasıyla tüm bu karmaşayı bir kenara itilip işime odaklanmak zorundaydım. Ameliyathane kapısının ardında hayat ve ölüm arasında ince bir çizgide yürür gibi hissediyordum. İlk ameliyatta, karın bölgesinde gelişmiş bir apseyi drenaj ediyorduk. Doktor, hassas ama kararlı hareketlerle kesi açıyor, ben de enfekte olmuş dokuları dikkatle ayıklıyordum. Kanamayı kontrol ederken, ekibin ritmiyle uyum içinde çalışıyoruz; hemşirelerin sessiz komutları, monitörlerin bip sesi adeta bir senfoni gibiydi.
İkinci ameliyat, acil bir vakaya dönüşmüştü; genç bir hastanın karın travması nedeniyle iç organlarında hasar vardı. Kan damarlarını kalp damar cerrahisi onarırken, her hareketinin ne denli önemli olduğunu biliyordum. İnce damarları dikmek için kullandığımız mikroskobik dikişler, hayata tutunan iplikler gibiydi. Ameliyathanenin soğuk havasında terli ellerimle, hayatın kırılganlığını bir kez daha iliklerime kadar hissediyordum. Gün boyunca süren operasyonlarda yorgunluğum bedensel ama gözlerim ve kalbim her daim ayakta, her zaman tetikteydi.
Mesai bitiminde soyunma odasına yöneldiğimde, yedek bordo üniformamın asılı olduğu dolabın kapısında zarifçe katlanmış bir düğün davetiyesi bulduğumda, dudaklarım aralanmıştı. Kim bırakmıştı ki oraya? Davetiyeyi elime alırken hafif bir şaşkınlık ve merak duygum, yüzüme yansımıştı. Kesinlikle daha önceden görmemiştim. Bu beklenmedik sürpriz, akşam için planlarımı yeniden düşünmeme neden olmuştu. Eve gidip hazırlanmam gerektiğini biliyordum.
Hastane çıkışı kimseye görünmeden çıkıp direkt evin yolunu tuttuğumda, Aydemir evde yoktu. Ona düğüne gideceğim haberini not kağıdına yazıp masama koydum ve hızlıca üstümdekilerden kurtuldum. Sıcak bir duşun ardından, suyun tenimi okşamasıyla bütün yorgunluğumu atarken zihnim biraz daha sakinleşmişti.
Kıyafet dolabının önünde durup seçtiğim koyu lacivert elbise üzerimde sade ama zarif duruyordu. Aynadaki yansımama baktığımda, hafif dalgalandırdığım saçlarım ve doğal ışıltılı makyajım yorgunluğumu gizlemeye yetiyordu. Hazırlıklarımı tamamladığımda, dışarı çıkmaya hazırdım ama içimde hâlâ bir huzursuzluk vardı. Evden çıkmadan önce kardeşime yazdığım not kağıdını elime alıp ayakkabılığın üzerine koydum ve evden ayrıldım.
Düğün açık havada, geniş bir bahçede kurulmuştu. Zemini doğal yeşilliklerle kaplı hafif bir bahar esintisi etrafı ferahlatıyordu. Beyaz örtülerle kaplanmış, ahşap masalar etrafında krem ve altın renklerinde tüllerle süslenmiş sandalye sıraları vardı. Masaların ortasında ince uzun vazolarda taze mevsim çiçekleri, lavanta ve beyaz güller karışımı hoş bir koku yayıyordu. Masalara serpiştirilmiş küçük mumlar, akşamın kararmasıyla birlikte yumuşak bir ışık oluşturacaktı. Çevrede, ağaç dallarına asılmış küçük renkli fenerler geceye renk katıyordu. Misafirler çeşitli renkte şık elbiseler ve takım elbiseler içinde, sohbet ediyor, gülüyor, dans pistine yöneliyorlardı. Çocuklar, masaların arasında koşuşuyor, ellerinde balonlar taşıyorlardı. Kadınların çoğu uzun, zarif elbiseler giymiş, saçlarını özenle toplamış veya dalgalı bırakarak makyajlarını abartmadan yapmışlardı. Bazı kadınlar ise sanki düğüne değil, diskoya gelmiş gibiydiler. İstemsizce şaşırmıştım. Erkekler ise genellikle koyu renk takım elbiseler içinde, kravat veya papyon takmışlardı.
Kendime ayrılan masaya oturduğumda, çaprazımda oturanları gördüğümde kalbim istemsizce hızlandı. Orada, Duru ve Bintuğ da vardı. Onların burada olduğunu bilmiyordum. Gözlerimi kaçırıp fark edilmemek için yanımda oturan, yüzünü daha önce hiç görmediğim nazikçe gülümseyen bir hanımla yer değiştirdim. Göz ucuyla onları izlerken, içimde karışık duygular fırtınası kopuyordu. Yanımdaki yeni arkadaşımın sohbeti bana biraz rahatlık sağladı ama aklım oradaydı; Duru ve Bintuğ’un varlığı geceye gölge düşürüyordu.
Bir süre sonra, hastanede beraber çalıştığım ama samimiyetimizin mesafeli olduğu Ahmet yanımda belirmişti. Hafif tebessümle, “Hadi dansa kalk, bu gece biraz eğlenmek lazım,” dedi. Tereddüt ettim ama onun ısrarı karşısında direnemedim. Dans pistine çıktığımızda, Ahmet’in güçlü ve dikkatli elleri bana güven verdi. Müzik ritmiyle uyum içinde hareket ederken, kalbim başka bir yöne gidiyordu; gözlerim istemsizce Bintuğ’u arıyordu. O, uzaklardan sessizce bizi izliyordu. Bakışları derin sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama sessiz kalıyordu. Bu izleyiş, içimde tuhaf bir sıcaklık ve soğukluk arasında gidip gelen bir his uyandırdı. Ahmet’le dans ederken bile düşüncelerim tamamen orada, Bintuğ’un sessiz gölgesi altında kaldı. Gecenin ilerleyen saatlerinde, dans pistinde Ahmet’in yanında olmanın rahatlığıyla karmaşık duygularımı bastırmaya çalıştım ama biliyordum; bu gece kolay kolay bitmeyecekti.
Lavaboya doğru yürürken, köşeyi döner dönmez Duru’yla karşılaştım. Göz göze geldiğimizde, yüzünde o her zaman gördüğüm sıcak, meraklı ifade vardı. “Mihre! Burada seni görmek ne güzel,” dedi, kucaklamaya niyetlenir gibi hafifçe yana eğildi. “Düğüne gelmen sürpriz oldu gerçekten. Neden bize haber vermedin, seninle biraz konuşmak istiyordum.”
Gülümsedim, biraz şaşırmış ama sevinmiştim de. “Duru, ne desem bilemedim. Ben de davetiyeyi son anda gördüm ve kendimi böyle bir akşama hazırlamak istedim. Sürpriz oldu işte.” Duru gözlerimi dikkatle süzdü, ardından omzuma hafifçe dokundu. “Bintuğ da burada, onunla beraber geldik. Bu kadar uzak durman seni bizden çok farklı yapıyor gibi. Ne oluyor, son durumunu anlat bana?
İçimde bir yerlerde sıkışan kelimeler vardı ama onun gözlerine bakınca dürüst olmadan edemedim. “Biliyorum Duru, ama bazen hayatın karmaşası içinde kendi duvarlarımı örüyorum. Her şeyi hemen açmak zor geliyor.” Duru başını yana eğdi, biraz yumuşadı. “Ama biliyorsun, ben hep senin yanındayım, Mihre. Her ne yaşarsan yaşa, birlikte hallederiz. Saklama kendini, olur mu?”
Kalbim sıcacık olmuştu. “Teşekkür ederim. Bu gece buradayım, senin yanındayım işte.” Duru gülümsedi. “İyi ki geldin. Hadi, birlikte geri dönelim, biraz da seninle sohbet edelim.” O an anladım ki ne olursa olsun, dostluklar en karmaşık anlarda bile en sağlam liman oluyor. Yavaşça lavaboya doğru yürürken, içimde hafifleyen bir huzur vardı.
Lavabodan birlikte çıktıktan sonra Duru, beni elinden tutar gibi hafifçe kolumdan tuttu. “Hadi, sen bizim masaya gel, biraz oturalım, konuşalım,” dedi ısrarla, gözlerindeki samimiyetle. Direnmeyi denedim ama o an hissettiğim yalnızlık ve karışıklık içinde onun yanına gitmek daha iyi gelecekti. Masaya doğru yürürken ondan izin alıp biraz önce oturduğum masaya gittim ve masada duran çantamı alarak tekrar beni bekleyen Duru’nun yanına geldim. Masalarına yaklaştıkça görüş açım daha da netleşiyordu. Bintuğ da sol sandalyede oturmuş, yanındaki adamla birlikte kısa bir sohbete girmişlerdi. Duru hemen kendi sandalyesinin yanındaki boş sandalyeyi işaret etti, “Burası senin için,” dedi gülümseyerek. Oturdum; aramızdaki mesafe yavaş yavaş eriyordu.
Bintuğ da sohbeti bitirmiş olacak ki göz göze geldik. Hiçbir şey demeden sandalyeye oturdum ve Duru ile kısık sesle konuşmaya başladım. Aydemir, hastane ve bugün ki ameliyatlar hakkında konuştuktan sonra bana, “Sence önemli konularımız bunlar mı Mihre? Ahmet ile dansa kalktığını gördüm, gözlerime inanamadım. Dışarıdan o kadar kasıntı gözüküyordun ki seni onun kollarından çıkartıp hemen uzaklaştırmak istedim.”
Yüzüm istemsizce asılırken ne diyeceğimi bilememiştim. Sadece onu kırmamak adına teklifini kabul etmiş, kısa süren bir dansı geride bırakmıştım. Ona dönüp “Ben de bu kadar kasılacağımı düşünmemiştim fakat Ahmet’e de ayıp olur diye itiraz da edemedim. Sonuçta ilk atandığımdan beri onunla aynı ekipteyiz ve beraber bu yolu yürüyoruz.”
Garsonun büyük tepsiyle masaya yaklaşması sonucu sessizleşirken, masaya konan atıştırmalıklar yüzümü istemsizce güldürmüştü. Yanında fındık ve badem karışımlarından oluşan büyük dilimli yaş pasta, tuzlu kurabiyeler, renk renk jelibonlar ve bolca çerez... İçecek olarak ise buz gibi meyveli gazozlar ve tabii ki damakları yumuşatan hafif şaraplar vardı. Tatlıdan önce gelen limonlu soğuk komposto ise, yazın kavurucu sıcağında serinleten küçük bir müjde gibiydi.
Duru elindeki jelibonu hafifçe ısırırken, yanındaki masadan geçenleri göz ucuyla süzmeye başlamıştı. “Bak şuna, nasıl da abartılı yapmış saçını,” dedi, parmağıyla karşı masada dolaşan, parlak simlerle bezenmiş topuzlu kadına işaret ederek. “Yoksa geceye damgasını vurmak mı istiyor?” Ben hafifçe gülümseyerek, “Asıl o adamın ceketi ne öyle, yetmişlerden fırlamış gibi,” diye cevap vermiştim. “O, gerçekten o ceketi nereden bulmuşsa, kendi hikayesini anlatıyor.”
Duru, kahkahasını zar zor tutarak devam etmişti, “Düğün böyle olunca herkes kendince dikkat çekmek istermiş. Bazıları da saçlarını deniz yıldızı gibi yapmış; senin çocukluk arkadaşın gibi, değil mi?” Biraz daha arkamızdan geçen genç çiftin kıyafetlerine takılmış, “Ah şu elbiseye bak! O krep kumaş sanki hiç esnemiyor, rahat etmez o kız,” diye mırıldanmıştı. Ben de, “Gerçi kim rahat etmeye geliyor ki böyle gecelerde?” diye yanıt vermiştim.
Tüm bu sohbetlerimiz boyunca, Bintuğ sessiz sessiz yanımızda oturuyor, gözlerini kaçırmadan ama asla doğrudan bize bakmadan, çaktırmadan kulak veriyordu. Sanki her kelimemiz onun için ayrı bir harita, izlenmesi gereken bir rota gibiydi. Gözlerinin kenarındaki o hafif kıvrım, dikkatle dinlediğinin sessiz işaretiydi. Göz temasından kaçınıyor, ama kulaklarını dört açmıştı.
Onun o hali, düğün salonundaki herkesin bir oyun içinde olduğunu, bizim ise bilinmeyen bir hamleye hazırlanıyor olduğumuzu düşündürtüyordu. Biz sohbet ederken o dinliyor, biz fark etmesek de çoktan durumun farkında oluyordu. Gözlerinde tanıdık ama karmaşık bir ifade vardı.
Etrafa enerji dolu bir dans müziği yayıldı. Ritim, önce tabakların arasından yükseldi sonra sandalye bacaklarını titretti. Duru’nun gözleri bir anda parladı. Elindeki kadehi masaya bırakıp ayağa kalktı ve bana uzattı elini. “Hadi ama Mihre! Bu şarkı kaçmaz, kalk kalk!”
Önce bir an tereddüt etmiştim. Elbisemin eteği çok kısa sayılmazdı ama sahne ışıkları altında dans etmek fikri, kulağa biraz fazla iddialı gelmişti. Fakat Duru’nun gözleri öyle ısrarla bakıyordu ki, kayıtsız kalmam mümkün değildi. “Tamam,” dedim, gülerek elini tuttum ve ayağa kalktım.
Pistteki ilk adımlarımızda hafif hafif birbirimize yaklaşıp uzaklaştık. Sonra ritim bedenimize yayıldı, müziğin temposu adımlarımızı hızlandırdı. Duru’nun omuzları kıpır kıpırdı oysa ben daha çok belimden gelen bir kıvraklıkla eşlik ediyordum. İkimizin arasında adı konmamış bir uyum vardı. Kahkahalarımız müziğe karışıyor, ellerimiz bazen havaya bazen belimize iniyor, saçlarımız her dönüşte omuzlarımızdan savruluyordu.
Arada bir çevreye göz attığımda, bazı gözlerin üzerimizde olduğunu fark ettim. Ama en çok da o köşedeki masada oturan Bintuğ’un bakışını... Kadehini elinde tutuyor, içmeden sadece izliyordu. Gözleri bizimle gülmüyordu ama o bakış, tanıdık bir sessizliğin içinden bana ulaşıyordu. Duru’nun “Senin eski yüzbaşın hâlâ her şeye karışmadan bakmayı iyi biliyor,” dediğini duyar gibi olmuştum.
Ama o an sadece dans vardı. Geri kalan her şey –geçmiş, kırgınlıklar, hatta bakışlar bile– müziğin içinde eriyip gidiyordu. Duru’nun kahkahası yankılandıkça ben de daha fazla gülümsüyordum. Hayat, o anda sadece hareketti; hafiflikti, özgürlüktü.
Bir ara Duru bana dönüp, “Biliyor musun, seni böyle izleyen biri var. Ama kim olduğunu söylemem,” deyip göz kırptı. O an gözlerimi kısıp Bintuğ’a baktım. Kadehi dudağına yeni varmıştı ama gözleri hâlâ bizdeydi. Dans ederken, bir an olsun düşünmemeye çalıştım. Sadece o anda, sadece müzikte sadece bizde kalmak istedim. Ve gerçekten de kaldım.
Birkaç şarkı daha geçtikten sonra, Duru’yla birlikte pistin kenarına çekilip soluklanmaya başladık. Yanaklarımız kızarmış, nefesimiz biraz düzensizdi ama keyfimiz yerindeydi. Şarabımdan bir yudum aldım, Duru ise dudaklarını limonlu kompostoya değdirmişti. “Bizi izleyen birileri daha var,” dedi bana yana eğilerek. “Ama bu kez sadece Bintuğ değil.” Başımı kaldırdım, kapıdan iki kişi girmişti. Biri tanıdıktı, gözlerini henüz üzerimize çevirmemişti ama o yürüyüş, o duruş... Aydemir’di.
Birlikte yavaş adımlarla salona girmişlerdi. Aydemir’in gözleri bizi bulduğunda, hafif bir rahatlama yüzüne yayıldı. Bintuğ ise her zamanki gibi sessiz ve dikkatliydi ama bu kez yanında gelen bir dostun sorumluluğu vardı yüzünde.
Masamıza doğru yönelmişlerdi. Aydemir’in yüzünde bir tebessüm vardı ama beni suçlayacak değil, sadece olanı anlamaya çalışan bir ifadeyle yaklaşıyordu. “Sizi izlerken, insanın aklına ‘hayat biraz da böyle anlarda yaşanır’ düşüncesi geliyor,” dedi.
Onlara yer açtık. Aydemir yanımıza otururken Bintuğ da onun karşısına geçmişti. Masa artık başka bir anlam taşır olmuştu. Eğlenceli atıştırmalıklar yerini kısa ama anlamlı bakışmalara, kahkahalar ise içinde bir parça merak barındıran cümlelere bırakmıştı. Düğünün müziği hâlâ devam ediyordu ama artık her şey biraz daha yavaş, biraz daha farkındalıkla akıyordu. Sanki herkesin gelişiyle birlikte gece başka bir hikâyeye dönüşmüştü.
Gece saatlerini zorlarken, müzik yavaş yavaş yerini daha duygusal ezgilere bıraktı. Pistteki kalabalık seyrelmiş, ışıklar hafifçe loşlaşmıştı. Gelinle damat bir ara salona veda etmek için mikrofonu alıp konuşmalarını yapmış, sonra da sırayla herkesin yanına gelip kısa vedalaşmalara başlamışlardı. Sonrasında klasik tebrik merasimi...
Biz de sıramız gelince Duru’yla kol kola yürüyüp gülümseyerek yanaştık. Gelinin elini tutarken, “Çok güzeldin,” dedim. Belki biraz yorgun, biraz bunalmış ama yine de mutlu bir gülümsemeyle karşılık verdi. Damat ise hafifçe başını eğip Bintuğ ve Aydemir’in elini sıktı. Sıcak, kalabalık ama samimi bir vedaydı.
Herkes yavaş yavaş dağılıyordu. Ayakkabılar çıkarılmasa da artık ağırlaşmıştı, adımlar yavaşlamış, kahkahalar azalmıştı. Ama içimizde geceyi henüz bitirmeye hazır olmayan bir kıpırtı vardı. Duru çantasını koluna takarken, birden döndü: “Sabaha kadar açık bir çay bahçesi var. Oraya gitsek ya, ne dersiniz?” Bintuğ’un başıyla verdiği onay, Aydemir’in göz ucuyla bana bakıp “İyi olur,” demesiyle hep birlikte çıktık.
Arabalarla kısa bir yolculuk sonunda ailelerin gittiği ama gece boyunca gençlerin doldurduğu, açık havada kurulu, tahta masaları hafifçe sallanan, çayı ince belli bardakta getiren o klasik çay bahçesine vardık. Ortalık sessiz değildi ama karmaşık da değildi. Loş lambaların altında, sabahın serinliğiyle karışan demlik buharı vardı havada.
Küçük yuvarlak bir masa bulduk. Üzerine hemen ince belli bardaklarla çaylar geldi. Yanına ay çekirdeği, karışık kuruyemiş, birkaç tabak patates kızartması... Gün boyu tatlı-tuzlu ne yediysek, geceyi çayla kapatmak gibisi yoktu.
Bir süre sessizce oturduk. Çaydan yudumlar aldık, sokaktan geçen insanların uğultusu uzaktan bir fon gibiydi. Sonra Aydemir söze girdi. “Mihre, seni birkaç kez aradım. Merak ettim sadece,” dedi yumuşak bir sesle. Suçlar gibi değil, sadece sitem eder gibi. “Telefonum çantadaydı, fark etmedim. Duru beni piste çekince...” dedim, gözlerimi kaçırmadan. Gerçekten de öyleydi. Ama içinde başka kelimeler de gizliydi bu açıklamanın.
Bintuğ araya girmedi, ama gözleri her birimizi dikkatle izliyordu. Duru ise çayından bir yudum alıp söze karıştı, “Gereksiz yanlış anlamalara çok müsait bir geceydi. Ama bence en azından hepimiz aynı masadayız. Bu bile güzel bir başlangıç.”
Gecenin serinliği omuzlarıma çökmüş, elimdeki çay bardağından yükselen buharı izliyordum. Yanımda Bintuğ, çaprazımda Duru ve Aydemir oturuyordu. Masadaki sohbet yavaş yavaş dağılmış, herkes biraz kendi içine dönmüştü. Tam o sırada Bintuğ’un sesi duyuldu — ne alçak, ne yüksek; sadece içten ve doğrudan:
“Ahmet’le dans ettiğinizi gördüm.”
Sanki bardaktaki çay dondu, gece sessizleşti, Duru bile çiğdem kabuklarını eliyle masadan itmeye ara verdi. Aydemir hafifçe öne eğildi. Hepimiz o cümlenin nereye varacağını beklerken, Bintuğ konuşmaya devam etti: “Normal bir dans değildi. Belki de bendim abartan. Ama seni onunla o şekilde görünce, içimde bir şey kırıldı Mihre. Mideme yumruk yemiş gibi hissettim.”
Ona bakamadım. Konuşacak gibi oldum ama Bintuğ elini hafifçe kaldırarak devam etti.
“Biliyorum, seni bağlayan bir hakkım yok. Belki de bu, çoktan kapanması gereken bir meseleydi. Ama şunu bil istiyorum: Seni bir başkasına böyle yakın görmeyi hayal etmemiştim. Kendime kızdım, sana değil… Ama kendime kızmam da seni kaybettiğimi değiştirmiyor.”
Sessizlik oldu. Duru dayanamadı: “Ağabeyciğim… Mihre’nin dans ettiği Ahmet, bizim ekipten. Beraber çalışıyorlar. Yani öyle düşündüğün gibi biri değil. Sadece tanıdık biri. Kalabalığın içinde biraz nefes alalım dedik, hepsi bu.”
Duru ellerini masada birleştirip gözlerini abisine dikti. Gergin bir sessizlik vardı. Gecenin uğultusu bile o an susmuş gibiydi. Bintuğ’un bakışları uzaklara dalmıştı, bir şey söylemiyordu ama içinde hâlâ bir yerlerin sızladığını hissedebiliyordum.
Bintuğ gözlerini kısacık Duru’ya çevirdi, sonra yeniden yere baktı. Kaşlarının arasındaki çizgiler derinleşmişti ama bir şey demedi. Ne “bilmiyordum” dedi, ne de “önemi yok”. Sadece sessizce başını salladı. O kabullenme, kelimelerle değil, çaresiz bir iç çekişle geldi. “Tamam,” dedi sonunda, dudaklarının arasından zorla çıkan bir fısıltıyla. “Tamam, anladım.”
Ama yüzü hâlâ donuktu. Kabul etmişti, ama affetmiş değildi. Sadece susmayı, içine atmayı tercih etmişti bu kez. Gözlerini kaçırışı, artık üzerine konuşmak istemediğini anlatıyordu. O an, o kırgınlığın sözcüklerle onarılamayacak bir şey olduğunu anladım.
Duru ise biraz geriye çekildi, gözlerini kaçırarak mırıldandı: “Ben daha kötü olacağını sanmıştım. Ama… böyle olması daha çok içimi acıttı.”
Bintuğ’un bakışları bana döndü. “Seninle yarım kalmak, bittiğinden daha çok acıtıyor. Ama en azından dürüst olman… iyi geldi. Sadece... içimde bir boşluk oldu, onu söylemeden geçemedim.” Gözlerim doldu. Başımı öne eğdim, Duru’nun omzuna yaslandım. Aydemir hafifçe çayından bir yudum aldıktan sonra dedi ki:
“Hadi… sabah olmadan biraz yürüyelim. Kaldığımız yerden değil, bu geceden devam ederiz belki.” O gece, kelimeler susmadan önce kalpten kalbe aktı. Ve o masa… biz dördümüz için bir barış masası oldu belki de. Kırık dökük ama dürüst. Sessiz ama gerçek.
Herkes kalkma hazırlığındaydı. Aydemir, yorgun ama nazik bir tebessümle ceketini omzuna atmış, “Ben arabayı getireyim,” diyordu. Duru çantasını omzuna geçirirken gözlerini bana çevirdi. Bintuğ ise sessiz, elleri cebinde, başı hafif eğik… hâlâ o geceyle hâlâ benimle bir şeyleri tam içinden atamamıştı. İçime bir sıkıntı doldu. Bu böyle yarım kalmasın istedim. Bu geceyi sadece bakışlarla bitirmek… içime sinmedi.
Birden, içimden gelen o dürtüyle konuştum:
“Bize gelsene… siz ikiniz. Bu gece bitsin böyle yarım kalmasın. Ne varsa içimizde, ne konuşulmadıysa… hepsi çıksın ortaya. Gerçekten çözülsün bu mesele.”
Sözlerim havada asılı kaldı bir an. Duru bir an bile düşünmeden, gözlerini açarak başını salladı.
“Kesinlikle! Hatta bunu çok daha önce yapmalıydık,” dedi. Elini usulca benim koluma koydu, gözlerinde hem heyecan hem destek vardı. “Hadi ağabeyciğim, sen de gel. Bu gece bitmeden her şey konuşulsun, bitsin.”
Bintuğ’un yüzünde şaşkınlık belirdi. Sanki böyle bir daveti beklemiyordu. Kaşları hafif çatıldı, gözleri bana sabitlendi. Bir şey demedi önce. O klasik, düşünürken içine dönen halindeydi yine. Ama sonra bir adım attı ve kısa bir bakışla, yavaşça başını salladı.
“Tamam,” dedi. “Gelelim.”
İçimde hafif bir rahatlama yayıldı. Belki gergin olacak, belki kırıcı… ama en azından yüz yüze, açık açık konuşabileceğimiz bir gece olacaktı. Arabanın kapısını açarken Duru’nun fısıltısı kulağıma geldi: “Cesaretine hayranım, Mihre. Umarım bu geceyi beraber düzeltebiliriz.” Umarım, diye düşündüm. Çünkü bazen sadece içini dökebilmek, onarmaktan daha kıymetli olurdu.
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Medyadaki kişiler Mihre'nin ya da Duru'nun kendisi değildir. Sadece saç renkleri, makyaj stilleri benzerliğinden koydum. Düğün yeri de bu şekildedir. Umarım beğenirsiniz. İyi okumalar diliyorum şimdiden. Oy ve yorumlarınızı da bekliyorum. Hikayenin devamı da diğer bölümle birlikte harmanlanacağından o da birkaç saate gelir. Sizi seviyorum, okuyan gözlerinize sağlıkk 🤍🍷
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
17.65k Okunma |
4.44k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |