"Gerçeğe zincirlenmiş olmak, özgürlüğün en zor bedelidir; ama ne kadar kaçarsan kaç, o seni bulur."
Bintuğ Liva’nın Anlatımıyla;
Onu yakaladığımızda geceydi. Havanın karanlığı, bastırmakta olan yağmurun tedirginliğiyle birleşmişti. Sessizlik, yalnızca telsizden gelen fısıltılarla bozuluyordu. Günler süren takibin, iz sürmenin, sabırla ördüğümüz ağın en sonunda işe yaradığını o an anlamıştım. Ama içimde bir gariplik vardı. Ne zaferdi bu, ne rahatlama. Daha çok bir kapanış gibiydi. Bir dönemin kanla çizilmiş finaliydi.
Yavuz Kerem Tandoğan… Bir zamanlar kendi karanlığına hapsolmuş, şimdi ise bizden kaçamayacağını anlayan bir adamdı. Sakinliğinin ardına saklanmış bir öfke vardı. Her adımında geçmişin izleriyle savaşıyordu ama dışarıdan bakan biri sadece disiplinli, donuk bir adam görürdü. Oysa ben onun gözlerine baktığımda başka bir şey görüyordum. Hesaplaşma. Kendisiyle, hayatla, ve belki de en çok bizimleydi.
Operasyonun düğmesine basıldığında, üç ekibimiz hazırdı. Caner ve Yiğit Fatih’ten onaylanmış son bilgiye göre Yavuz, yıllardır kimliğini değiştirdiği ve “Cemal Aydın” olarak yaşadığı küçük bir kasaba evinde kalıyordu. Ev sade, hatta neredeyse terk edilmiş gibiydi. İçeri girerken en küçük bir kıpırtıda tetik düşecekti. Ama o beklediğimiz gibi direnmedi.
Kapıyı açtığında yüzünde garip bir ifadeyle karşılamıştı bizi. Ne korku vardı ne şaşkınlık. Sanki bekliyordu. Ellerini yavaşça kaldırdı. Hiçbir şey söylemedi. Üzerine atıldığımızda bile en küçük bir tepki vermedi. Bu, bir teslim oluş değildi. Bu bir karar gibiydi. "Artık yeter" diyen bir adamın ifadesiydi. İçeri girip her yeri aradık. Askeri haritalar, eski defterler, bir kadının fotoğrafı... Mihre'nin.
Sorgu merkezine getirildiğinde onu ilk ben görmüştüm. O karanlık odada tek başına oturuyordu. Gözlerini yere dikmişti. Ama o gözlerin içi boş değildi. Orada geçmişe açılan bir delik vardı. Masanın başına geçtiğimde hiçbir şey söylemedim. Sessizlik bazen en büyük baskıdır. On dakika boyunca sadece onu izledim. Sonra o konuştu:
"Sonunda geldiniz, Yüzbaşı Bintuğ Liva. Ama geç kaldınız. Zaman dediğiniz şey, sadece çizgisel değil."
O cümleyle başlamıştı her şey. Sorularımı sormadım hemen. Onun kendi iç hesaplaşmasını dinledim. Yıllar önceki birliğini, terk edilmiş emirleri, üstlerinin ihanetiyle nasıl yalnız bırakıldığını… Olayları kendi zihninde nasıl çarpıttığını görüyordum. Kendi adaletini kurmuştu. Sözde adalet. Ama kanla sulanmış, yıkımla örülmüş bir adaletti.
İkinci gün sorguya Mihre'nin ismini dahil ettiğimde gözlerinde ilk kez bir kıpırtı oldu. "Onun burada ne işi var?" dedi. Ama sesindeki titreşim öfke değil, bir tür koruma içgüdüsüydü. Mihre onun için bir hatıra değildi. Bir yara, ama aynı zamanda tek kalan değerdi.
"Sana neden zarar verdiğimi sanıyorsun?" diye sordum. "Sen bana değil, sisteme zarar verdin," dedi. "Ben sadece sisteme cevap verdim."
Üçüncü gün sorguya taktik değiştirdik. Artık emir-komuta zinciriyle değil, duygularla ilerliyordum. Ona Atlas'tan bahsettim. Barkın'ın ölümünden, Umut'un kirli düzeninden, geçmişte beraber görev yaptığı adamların birer birer nasıl kaybolduğundan... Her şeyi önüme koymuştum. Ama o hâlâ direniyordu. Fakat o gün sonunda bir şey kırıldı.
"Ben hiçbir zaman çocuklara dokunmadım," dedi. "Onlar masum. Ama masumiyetin ortasında duranlar... Onlara acımadım."
Yavuz’un itirafı böyle gelmişti. Dolaylıydı. Suçunu doğrudan kabul etmedi ama eylemlerinin nedenini anlatmıştı. Kendi zihninde yarattığı karanlık dünyada kendini bir kurtarıcı olarak görüyordu. Onun için sistem çürümüştü. Her emir, her görev birer günah gibiydi artık. Ve o da bu günahları temizlemekle görevlendirilmişti. Kendi inancınca, kendi yöntemleriyle.
Sorgu sonunda odadan çıktığımda saat sabahın beşiydi. Gözlerim uykusuzluktan yanıyordu. Ama içimdeki ağırlık başka bir şeydi. Onu yakalamıştık. Evet. Adalete teslim etmiştik. Ama onu kaybettiğimiz noktayı, insan olarak ne zaman yok olduğunu, hâlâ bilmiyordum.
Yavuz Kerem Tandoğan artık bir dosyada, bir fotoğrafta, bir dijital arşivde yerini almıştı. Ama onun hikâyesi, ardında bıraktığı çatlaklarda yaşamaya devam ediyordu. Ve ben, Bintuğ Liva, bu hikâyenin son sayfasını asla kapatamayacaktım.
Yavuz’un ifadesi alındıktan sonra, olayın yankıları henüz dinmemişti. İfadesinde açık açık isim vermemişti ama imalar, kelime oyunları ve ses tonlamalarıyla bize birçok kapıyı aralamıştı. Sanki her kelimesiyle bir labirent çiziyor, bizi o labirente sürüklüyordu. Kafamın içinde onlarca isim dönüyordu. Eski komutanlar, dosyası kapanmış görevler, üzeri örtülmüş operasyonlar… Ve hepsinin ortasında, hiç tahmin etmediğimiz bağlantılar oluşturuyordu.
Onu tutukladığımızdan beri üst düzey baskılar artmıştı. Emri veren kişilerden bazıları sorgunun durdurulmasını, bazıları da dosyanın kapatılmasını talep ediyordu. Bu taleplerin ardındaki korku apaçık ortadaydı: Yavuz konuşursa, sadece kendisi değil, sistemin çürümüş damarları da ortaya çıkacaktı. Dördüncü gün, sorguya yalnız girdim. Kapıyı kapattım. Masaya oturdum. Elimde sadece bir kâğıt vardı. Üzerinde bir isim: “Alparslan Yücebaş.”
Gözlerini kısıp baktı. Sessiz kaldı. “Bu isim sana neyi hatırlatıyor?” diye sordum. “Her şeyin başladığı yer,” dedi.
O an anladım ki geçmişin düğümü bu isimde gizliydi. Alparslan, Yavuz’un akademiden hocasıydı. Ama sıradan bir hoca değildi. Kendi gizli timini yetiştirmiş, onları devletin görünmeyen savaşlarında kullanmış, sonra da bir bir gözden çıkarmıştı. Yavuz da o timin bir parçasıydı. En parlak olanıydı. En sadık olanı… ta ki ihaneti fark edene kadar.
“Sizi o eğitti,” dedim. “Sonra sizi yalnız bıraktı.” “Bizi değil, ideallerimizi öldürdü,” diye düzeltti beni. “Bizler onun ellerinde yaratıldık. Ama sonra… kullanılınca atılan bıçak gibiydik.”
Yavuz, Alparslan’ın bir operasyon sırasında bilerek verdiği hatalı emir yüzünden ekibinden beş kişiyi kaybetmişti. O emir, siyasi bir oyunun parçasıydı. Ölenlerse yalnızca kurbandı. Yavuz bu gerçeği yıllar sonra öğrenmişti. O günden sonra da içinde doğan o intikam duygusunu hiç bastıramamıştı. O günden sonra Yavuz, adım adım bir plan kurmuştu. Sabırlıydı. Sessizdi. Ve soğukkanlıydı.
“Beni yakaladınız Bintuğ,” dedi. “Ama bu sadece bir başlangıç. Ben bittim, evet. Ama öfkem bitmedi. Gömülecek bir sürü sır daha var bu toprağın altında.”
Onun sözleri tehdit değil, uyarı gibiydi. Ve ne yazık ki haklıydı. Dosyayı açtıkça, bağlı olduğu diğer isimleri araştırdıkça; görünmeyen bir ağın içinde olduğumuzu fark ettik. Bu ağda hâlâ aktif olanlar vardı. Hâlâ görevdeydiler. Hâlâ karar veriyorlardı. Bazıları Yavuz’u susturmak istiyordu. Bazıları ise onu kurtarmaya çalışıyordu.
Beşinci gün, bir saldırı oldu. Sorgu merkezinin veri tabanı hedef alındı. Güvenlik kamerası kayıtları silinmeye çalışıldı. Yavuz’un tutulduğu bölümün elektriği kısa süreliğine kesildi. Ama biz önlemimizi almıştık. Onu başka bir tesise, özel birim tarafından yönetilen bir yere transfer ettik. Bu operasyon sessizdi. Sadece üç kişi biliyordu. Biri bendim.
Yavuz, transfer sırasında bana dönüp şunu söyledi: “Beni susturamazlar. Ben artık bir kişiden ibaret değilim. Gerçek ortaya çıkacak. Belki sen çıkaramazsın, ama birileri çıkaracak.”
Onun bakışlarında ilk kez korkuya benzer bir şey sezdim. Kendisi için değil. Onunla aynı kaderi paylaşan ve hâlâ karanlıkta kalanlar içindi o korku. Yavuz, kendi sonunu hazırlamıştı ama bir anlamda bir kıvılcım da bırakmıştı geriye. Bu kıvılcım büyüyecek miydi, yoksa gömülüp gidecek miydi… bunu zaman gösterecekti.
Ben Bintuğ Liva. Bu davanın tek tanığı, tek taşıyıcısı sayılırım artık. Yavuz Kerem Tandoğan yakalandı. Ama onun bıraktığı izler, hâlâ gölgeler içinde yaşıyor. Ve ben biliyorum ki bu hikâye burada bitmedi. Sadece sessiz bir bölüme geçti.
Mihre Kandemir’in anlatımıyla;
O gece bir rüya görmüştüm. Bintuğ, bir odada oturuyordu. Elinde bir defter vardı. Üzerinde kan lekeleri… Bana baktı ama gözleri görmüyordu sanki. “Canımın canı” dedi, sesi tıpkı yağmurlu bir gecede boğulan telsiz gibi. “Geç kaldık.” Ardından odaya Yavuz girdi. Siyah giyinmişti. Ama yüzü yoktu. Sadece sesi vardı: “Sen geç kaldığında her şey çoktan başlamış olur.”
Uyanmıştım. Teri sıktığım yastığın üzerine damlamıştı. Ellerim titriyordu. O anda karar vermiştim. Ne olursa olsun, karargâha gidecektim. Başhekimle görüşüp bahaneler uydurdum. Mecburi izin aldım. Ama her şey çok geç olabilir diye içimde bir sızı vardı. Bintuğ’a bir mesaj daha attım: “Ne oluyor? Yaşıyor musunuz?” Cevap yine yok.
O an anladım… Bu sadece bir yakalama operasyonu değildi. Bu, yıllardır görünmeyen bir çatlağın açılışıydı. Yavuz yalnızca bir adam değildi, o bir ayna gibiydi. Herkesin sakladığı yüzünü gösteriyordu. Kimin neye inandığını, kimlerin sessiz kaldığını, kimlerin hayatta kaldığını anlatıyordu.
Kardeşim Aydemir... O artık bir çocuk değildi. Yüzbaşı rütbesi omzunda, ağır bir suskunluğu taşıyordu. Onu en son gördüğümde gözlerinin altında uykusuzluğun gölgeleri vardı ama ayakta kalmaya yeminli bir yürek taşıyordu. O da bu operasyonun içindeydi. Belki de şu an aynı odada Bintuğ’la birlikte, Yavuz’un sorgusunu yönetiyorlardı. Belki de o karanlık dosyaların içinde, hepimizden önce gerçekle yüzleşen oydu.
Ama işin en acı tarafı şu ki; kardeşin de olsa, böyle bir görevde onunla iletişimim yoktu. Bilirsin yaşadığını ama sesini duyamazsın. Onun sessizliği bile devlet sırrıdır artık. İçimden geçen binlerce soru, onun adını her andığımda daha da derinleşiyor. Bir yanda ablalığım, diğer yanda onun görevine duyduğum saygı... Her şey birbirine karışıyor.
Karargâhın önüne vardığımda saat sabahın altısına yaklaşıyordu. Hava ayazdı. Hangi mevsimde olduğumuzu bile fark edemeyecek kadar doluydum içten. Ayaklarım beni oraya nasıl getirdi bilmiyordum ama o büyük, siyah demir kapının önünde durduğumda kalbim karnıma çökmüş gibiydi.
Güvenlik kulübesindeki genç asker başını kaldırıp bana baktı. Üniformam yoktu. Sivil kıyafetlerle, üstümde hâlâ hastane kokusuyla gelmiştim. Yanıma kadar gelmeden, sert ama ölçülü bir sesle konuştu:
“Hanımefendi, bu bölgeye sivil geçiş yasaktır. Lütfen uzaklaşın.”
Nöbet saatlerinin değişmesiyle beni tanımaması normaldi o yüzden kimliğimi gösterdim. “Sağlık Bakanlığı personeliyim. Adım Mihre Kandemir. Burada görevde olan iki subayla, Yüzbaşı Bintuğ Liva ve Yüzbaşı Aydemir Kandemir’le görüşmem gerek. Acil.”
Asker, kimliğime kısaca baktı. Bir yere not aldı. Sonra içeriye seslendi. Beklememi söyledi. Sanki o birkaç dakika, bütün bir ömrümün içinden geçiyordu. Ellerim üşüyordu. Cep telefonumda son aramalar listesinde hep aynı iki isim: Bintuğ. Aydemir. Yanıt yok.
Kapıdan bir başka asker daha çıktı. Bu daha yaşlı, daha soğuk bakışlıydı. Sert bir ifade yerleştirmiş yüzüne. Belki binlerce defa aynı cümleyi söylemiş bir duvar gibiydi. “Hanımefendi, bahsettiğiniz personel şu an görevde. Ulaşılması mümkün değil. Operasyonel gizlilik seviyesi nedeniyle bilgi paylaşımı da yapılamaz. Lütfen geri dönün.”
“Ben Aydemir’in ablasıyım!” dedim, sesim çatladı. “Ben… Bintuğ’un… Onun…kız arkadaşıyım. Sadece iyi olduklarını bilmem gerekiyor. Onları bir dakika görmem bile gerekmez. Bir kelime duymam yeter.” Adamın bakışlarında bir kırılma olmadı. Bu bir protokoldü. İnsaniyetin, duygunun, aile bağlarının hükmü yoktu burada.
“Hanımefendi,” dedi yine o kalıp cümleyle, “lütfen kurallara uygun davranın. Aksi hâlde sizi alandan uzaklaştırmak zorunda kalırız.”
Bir adım geri attım. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Gözlerim doldu, ama o yaşlar düşmedi. Çünkü burada ağlamak bile zayıflık sayılırdı. Geri dönerken, kapının ardında hayatımın iki parçası vardı. Biri kardeşim, biri kalbimin sahibi. Belki o duvarların arkasında işkenceye tanıklık ediyorlardı. Belki bir şeyleri korumaya çalışıyorlardı. Belki de... kendilerini.
Ama ben dışardaydım. Ve hiç bu kadar dışarda hissetmemiştim. Arkamı döndüm, uzaklaştım. Ama bir söz döndü içimde: Sessiz kalmayacağım. Beni susturabilirler. Ama bekleyen biri olduğumu, ardımda kalanların hâlâ bir yüzü, hâlâ bir sesi olduğunu bilmek zorundalar. Bu karanlık duvarlar, sevdiklerimin mezarı olmayacak.
Bintuğ Liva’nın Anlatımıyla;
İçerisi sessizdi. Sorgu odasında günlerdir süren gerilim, artık sinir uçlarımızı yakmaya başlamıştı. Yavuz hâlâ aynıydı. Sözleri incelikli, bakışları hesaplıydı. Her kelimesiyle başka bir dosyayı aralıyor, sonra geri çekiliyordu. Onu çözdükçe, asıl sorunun kişi değil, yapı olduğunu görüyorduk. O an telsizden gelen kısa bir frekans karışıklığı dikkatimi çekti.
“Kadın ziyaretçi… sağlık personeli… dış kapıda.”
İsmi geçmemişti. Ama içime bir şey düştü, göğsüm sıkışmıştı. Hemen güvenlik ekranına yönelmiştim. Gözlerim monitörün sağ köşesindeki görüntüye takılmıştı. O, yürüyordu. Sakin ama kararlıydı. Omuzlarında hastane önlüğü yoktu ama yılların ağırlığı vardı. Mihre.
Boğazım düğümlendi. O burada ne arıyordu? Nasıl gelmişti? Kimse ona söylememişti… söyleyemezdi. Ama Mihre hissetmişti. Kalbiyle bir şeylerin yanlış olduğunu anlamıştı.
Onu geri çevirdiklerini görmüştüm. Güvenliğin, disiplinin, sistemin her şeyi bastıran çerçevesi onu kapının dışında bırakmıştı. O an çıkmak, ona koşmak, sadece “Buradayım.” demek istemiştim. Ama bunu yapamazdım. Bu görev, duyguları boğazda düğümleyip yutmayı gerektiriyordu. Yanıma gelen Aydemir, monitöre bir göz atıp sonra bana baktı. O da fark etmişti.
“Ablam,” dedi kısık sesle. “Yine hissetti.” “Onu içeri alamayız,” dedim, boğazımdan güçlükle çıkan sesle. “Biliyorum,” dedi. Ama gözleri yutkunamadığımız bir şeyin izini taşıyordu. Sistemin içindeydik ama dışarıda bir kalp bizim için atıyordu. Mihre, dışarıda bekleyen değil, içeride unutmamamız gereken tek kişiydi. Yavuz o anda başını kaldırdı, anlamış gibi konuştu:
“Kapının dışında biri var, değil mi Bintuğ? İçeri alamayacağınız kadar değerli biri.”
Hiçbir şey demedim. Çünkü o an Yavuz bile bizi okumuştu. O, duvarların içindeki çatlağı görmüştü. Ama içimden söz verdim. Bu görev bitince… her şey bittiğinde, ilk söyleyeceğim şey onun kulağına olacaktı.
“Beklediğine değdi.”
Mihre Kandemir’in anlatımıyla;
Hastaneye döndüğümde gözlerim yorgun, zihnim paramparçaydı. O an karargâhtan geri çevrilişim zihnimde tekrar tekrar oynuyordu. Ayakta durmuş ama içten içe çökmüştüm. Nöbeti devralmak üzereydim, ama konsantre olamıyordum. Ellerim çalışıyordu, beynim ise hâlâ o kapının önündeydi. Ceketimi giymek için soyunma odasına girdim. Cep telefonumu çantamdan çıkarırken ekran bir anda aydınlandı.
Bilinmeyen bir numara.
Gönderen: “Sistem Dışı”
Mesajda tek bir kelime vardı:
“Yaşıyoruz.”
Önce kalbim duracak sandım. O kadar kısa, o kadar yalın ama öylesine ağırdı ki… Sanki bu tek kelimeyle bütün ağrımın içinden biri elini uzatmıştı. Aydemir’in parmak izi gibiydi bu mesaj. Onun sesi geldi kulağıma: Sessiz, kararlı, duyguyu içine gömmüş ama hep yanında olan…
Mesajı bir daha okudum. Sonra bir daha.
“Yaşıyoruz.”
Ne fazlası, ne eksiği. Ama yeterdi. Çünkü bu demekti ki; henüz kaybetmemiştik. Henüz savaş bitmemişti. Karargâh duvarlarının ardında hâlâ nefes alan kalpler vardı. Ve ben artık sadece bir bekleyici değil, onların sesi, gölgesi, hatırlatıcısıydım. Telefonu usulca cebime koydum. Gözlerim doldu ama yine ağlamadım. Çünkü artık umut ağlamaz. O yürür. İçeridekilerin yoluna ışık olmak için sessizce, sabırla, inatla yürür.
Mesaimin ortasında yine yoğun bir ameliyat sonrası sterilizasyon alanında raporları toparlıyordum. Gözlerim yorgundu ama zihnim bir türlü susmuyordu. Yavuz’un adı, Bintuğ’un sessizliği, Aydemir’in “yaşıyoruz” mesajı… Hepsi iç içe geçmiş, zihnimin içinde bir uğultuya dönüşmüştü.
Ameliyathane arşiv sisteminde yeni yazılım kurulmuştu. Eski kayıtlar dijitale aktarılırken her şey gözden geçiriliyordu. Yardım etmek için birkaç dosyayı tarayıp sisteme aktarıyordum. Rutin bir işti. Kağıtların üzerinde yıllar öncesine ait ameliyat raporları, teşhis formları, hatta bazı tutanaklar bile vardı. Bir dosya dikkatimi çekti. Kapağında resmi yazı diliyle yazılmış bir açıklama:
“İzole hasta - Askerî sevk sonrası tedavi dosyası (Gizli Protokol Kodu: TND-91)”
İçim ürperdi. “TND” kodu... Tandoğan mı?
Merakıma yenik düştüm. Dosyayı açtım. İlk sayfalarda çok teknik bilgiler vardı. İç kanama, yüksek tansiyon, psikoz belirtileri, nörolojik gözlem altında tutulması gereken bir erkek hasta. Yaş 35. Soyadı… silinmişti. Ama adı hâlâ okunuyordu:
Kerem.
Gözüm dosya numarasının köşesindeki el yazısına takıldı: Y.K.T.
Yavuz Kerem Tandoğan.
Nefesim kesildi. Elim titredi. Bu bir tesadüf olamazdı. Dosyanın altına el yazısıyla eklenmiş bir gözlem notu vardı:
“Hasta, rütbe bildirmekten kaçınmakta. Sorulan her soruya farklı cevaplar vermekte. Özellikle ‘baba’ kelimesine tepki göstermekte. Paranoid eğilimler gözlemlenmiştir. Gözetim süresi askerî disiplinle sınırlandırılmıştır. Psikiyatriye sevk önerisi dikkate alınmamış.”
Sayfayı çevirdim. Bir başka not:
“Hasta, ısrarla ‘ben bu değilim’ diyor. Kendisini yanlış biriyle karıştırdıklarını savunuyor. Kendi geçmişini inkâr ediyor, ama her tepkisi sanki başkalarının yerine yaşanmış gibi. Bir tür kimlik yarılması…”
Artık dosyaya değil, onun içine düşmüştüm.
Yavuz’un karanlığı, sadece bugünün meselesi değildi. O yıllar önce bu hastanenin soğuk duvarlarında da vardı. Belki de burada doğmuştu, burada şekillenmişti. Ve kimse onu zamanında durdurmamıştı. O an ne yapmam gerektiğini biliyordum.
Bu dosyanın fotokopisini çıkardım, sonra orijinalini yerine koydum. Bunu kimse fark etmemeliydi. Ama bu belge, sadece bir tıbbi geçmiş değildi. Bu, karanlığın tohumuydu.
Ve ben… o tohumu ilk bulan kişiydim.
Hastane koridorlarında yürürken, kafamda karışık bir düşünceler akışı vardı. Yavuz’un tehdit dolu sesi hâlâ zihnimde çınlıyordu. Bintuğ’a ulaşmalıydım. Bu belgenin doğru kişiye ulaşması gerekirdi, ama tek başıma hareket etmem çok riskliydi. Derin bir nefes aldım.
O sırada, koridorda yürüyen bir askeri fark ettim. Üzerindeki üniformadan, karargâhtan geçici olarak hastaneye görevlendirilmiş biri olduğu belliydi. Onun, Bintuğ’un alt kıdemlisi olduğunu hatırladım. İki üç hafta önce hastaneye gelmişti. O an, içimde bir şeyler harekete geçti.
Hızla yanına yaklaştım. Adam, beni gördüğünde hafifçe şaşkınlıkla durakladı ama sonra dikkatlice gözlerime bakarak: “Buyurun bir sorun mu vardı?” dedi. Söylediği “sorun” kelimesi, her şeyin içinde kaybolmuş bir geçmişi hatırlattı, ama şu an buna takılacak zamanım yoktu. "Evet, öyle diyebiliriz," dedim, soğukkanlı bir şekilde. "Ama şu an, ona iletmem gereken çok acil bir şey var. Bu belgeyi ona ulaştırman lazım, hayati bir önemi var." Adam biraz tereddüt etti, gözleri hafifçe daraldı. "Ama... bu bir askeri konu değil mi? Benim bu işi yapmam..."
Hızla, gereksiz tartışmalara girmemek için, ona dosyayı çıkardım. "Bu konuda sorgulanacak hiçbir şey yok," dedim, dikkatlice. "Bunu hemen Yüzbaşın Bintuğ Liva’ya ulaştırmalısın. Aksi takdirde, çok büyük bir hata yapmış oluruz."
Adam, bir süre sessiz kaldı. Sonra gözlerini tekrar dosyadan ayırıp bana bakarak: “Tamam, Mihre hanım. Bintuğ komutanıma hemen ileteceğim. Kimse bundan haberdar olmayacak, söz veriyorum.” Dosyayı hızla alıp çantasına koydu. Başını sallayarak uzaklaşmaya başladı.
Gözlerim adamın arkasından kaybolduğunda, bir nebze rahatladım. Ama bu sadece kısa bir anın huzuruydu. Şimdi, her şeyin nasıl gelişeceğini beklemek zorundaydım. Yavuz’la ve her şeyin gerisindeki karanlıkla başa çıkmak için bir adım atılmıştı, ama bu sadece başlangıçtı.
Birkaç saat sonra, hastanedeki nöbetim bitti ve içimdeki huzursuzluk, her geçen dakikada daha da arttı. Bintuğ’a ulaşması gereken belgeyi ilettim, ancak her an bir şeyler ters gidebilirdi. Beklemenin sancısı beni yavaşça boğuyordu. Yavuz’ın tehdit dolu sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Ne yapmam gerektiğini bilemiyordum.
O an telefonum çaldı. Bu sefer Bintuğ’dan gelen bir mesajdı. Telefonumda, sistem dışı bir kanal üzerinden gelen iletinin simgesi belirdi. Yavuz’ın hiçbir şekilde fark etmeyeceği bu özel şifreli kanal, güvenli bir şekilde bilgi iletmek için en son çareydi.
Mesajı açtım.
“Belge yerine ulaştı. Ama daha fazlası var. Yavuz bir adım daha atıyor. Artık ona karşı bir şey yapmalısın. Kendi adımlarını atacak kadar yalnız değilsin. Hazır ol, her şey daha zor olacak.”
Bintuğ, sistem dışı kanaldan bu mesajı göndermişti. Şifreliydi, ancak verdiği mesaj çok netti. Yavuz’dan daha habersiz bir şekilde, Bintuğ doğru zamanda doğru hamleyi yapmıştı. Her şeyin karanlık tarafı, şimdi daha da belirginleşiyordu.
Telefonu kapatıp derin bir nefes aldım. Bintuğ’dan gelen bu mesaj, bir anlamda bana karar verme zamanının geldiğini söylüyordu. Yavuz’la yüzleşmek için hazırlıklı olmalıydım. Ama her şey, onu nasıl alt edeceğimizi bilmemize bağlıydı.
İçimdeki karışıklık, bir labirent gibi her yönüyle birbirine girmişti. Yavuz’un tehditleri ve Bintuğ’un güvenli mesajı arasındaki ince çizgide, nefes almak bile zorlaşıyordu. Bir yanda güven, diğer yanda korku. Zihnimde sürekli olarak çakışan düşüncelerle, kalbim hızlıca çarptı. Kendi içimde bir savaştaydım; karanlıkla yüzleşmeye mi hazırlanmalıydım yoksa bekleyip daha derin bir tuzak mı hazırlamalıydım? Her şeyin nasıl sonuçlanacağını bilmiyordum, ama her adımımda daha da yalnızlaştığımı hissediyordum.
NOT;
Paranoid kişilik bozukluğu (PPD), Paranoya ve başkalarına karşı yaygın, uzun süreli şüphecilik ve genel güvensizlik ile karakterize edilen bir ruhsal bozukluktur. Bu kişilik bozukluğuna sahip kişiler aşırı duyarlı olabilir, kolayca hakarete uğrayabilir ve korkularını veya önyargılarını doğrulayabilecek ipuçları veya öneriler için çevreyi dikkatli bir şekilde tarayarak dünyayla ilişki kurmayı alışkanlık haline getirebilirler. Hevesli gözlemcilerdir ve sıklıkla tehlikede olduklarını düşünürler ve bu tehlikenin işaretlerini ve tehditlerini ararlar, potansiyel olarak diğer yorumları veya kanıtları takdir etmezler. Paranoid kişilik bozukluğu diğer insanların hareketlerini küçültücü ve tehdit edici olarak algılayan aşırı duyarlılıktır.
1- Aksiliklere ve reddedilmelere karşı aşırı hassasiyet.
2- Hakaretleri affedememe. Israrla kin besleme eğilimi (yani hakaretleri, yaralanmaları veya küçümsemeleri affetmeyi reddetme).
3- Şüphecilik ve başkalarının tarafsız veya dostane davranışlarını düşmanca veya aşağılayıcı olarak yanlış yorumlayarak deneyimi çarpıtma yönünde yaygın eğilim.
4- Gerçek durumla bağdaşmayan, kavgacı ve inatçı bir kendini beğenmişlik duygusu.
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bu bölümü size emanet edip hızlıca yeni bölümü yazmaya gidiyorum. Bugün iki bölüm yazma perilerim geldi. Umarım bu bölümü seversiniz. Bakalım Yavuz, Mihre’yi nereden tanıyor? Bakalım bu sorunun cevabı bir sonraki bölümümüzde olacak. İyi okumalar, görüşmek dileğiyle 🤍🙏
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
17.65k Okunma |
4.44k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |