41. Bölüm
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 41- Kodun İçindeki Hayalet

41- Kodun İçindeki Hayalet

Sude Kayhan
poncikss1234

"Kodumda ölüm var; çalışırsa yaşatır, hata verirse yakar."

"Kod, kaos içinde düzen yaratmaktır."

Bintuğ Liva’nın Anlatımıyla;

Her şey dün elime ulaşan gizli bir istihbaratla başlamıştı. İsmi önceki raporlarda geçmemişti ama dikkatimi çeken şey, adı sanki bilinçli olarak silinmiş gibiydi: Yavuz Kerem Tandoğan. Sıradan bir isim gibi görünüyordu fakat derinleştikçe, ardında bir sis perdesi olduğunu fark etmiştim.

İlk olarak eski askeri kayıtları taramıştım. Resmi görevi görünürde görünmüyordu. Ama 2009-2013 yılları arasında adı “gölge arşiv” olarak bilinen gizli bir istihbarat havuzunda birkaç kez geçmişti. Kod adı: ZK-07. Birim: Tanımsız. Yetki seviyesi: Yalnızca “Alfa düzeyi” personeli erişebilirdi. Bu noktada işler garipleşmeye başlamıştı. Sanki Yavuz Kerem Tandoğan bir asker değil de bir hayalet gibiydi; varlığı belgelenmiş ama ismi hep arka plana itilmişti.

Sonra saha raporlarını taramıştım. Suriye sınırında yapılan bir operasyonun, görünüşte başarısız olmuş bir keşif harekâtının perde arkasında onun adı geçiyordu. Rapora göre timin tamamı geri dönmüştü, ama asıl görevin detayları eksikti. Operasyonun koordinatörü, Yavuz’du. Ancak timin lideri olan Binbaşı Cemil’in kayıtlara geçilip daha sonra silinen özel günlüğüne ulaşmıştım. Orada dikkatimi çeken şu cümlesi vardı: "Yavuz geri döndü ama başka biri olarak. Gözleri karanlıkla dolmuştu." Bu cümle kafamda yankılandı. Ne olmuştu o operasyonda? Kimdi bu adam?

Araştırmamı tamamladığımda sabaha karşıydı. İki gündür sadece birkaç saatlik yarım uykuyla her şeye bakınıyordum. Gün doğmadan önce hazırladığım dosyayı aldım ve doğrudan Albayın odasına gittim. Kapıyı çaldım ve içeri girdim. Masasında oturuyordu, beni görünce hafifçe kaşlarını çattı. Beni bu saatte burada görmesi şaşırtıcıydı. “Konuş Kıdemli Yüzbaşı.”

-Komutanım, bu dosya yüksek önemde. Derinlemesine bir inceleme yaptım. Konu: Yavuz Kerem Tandoğan.

Masasına dosyayı bıraktım. Sessizce açtı, sayfaları çevirmeye başladı. Bakışları bir yerde takılı kaldı. Uzun süre hiçbir şey demedi. Sonra hafifçe doğruldu. “ Bu dosyayı sen mi hazırladın?” Ona baktığımda, bunu beklemiyormuş gibiydi.

-Evet komutanım. Arşiv kayıtları, şifreli belgeler, özel saha raporları… hepsini inceledim.

O, sandalyesinden kalktı, pencereye yürüdü. Arkası dönük şekilde konuştuğunda ben de pencereden dışarıya bakıyordum. “Maalesef ki ben de onu tanıyorum.” Bu kısa cümle, içimdeki soru işaretlerini daha da büyüttü. Devam etti:

“Eskiden aynı birlikteydik. Zor görevler geçirdik beraber. Ama sonra... o adam kayboldu. Yani, fiziksel olarak değil. İçindeki insan kayboldu. Yine de... hâlâ iletişim kurabileceğim yollar var. Eğer gerekirse seni onunla görüştürebilirim.”

Yutkundum. Bu olayın bu kadar kişisel bir boyuta ulaşabileceğini düşünmemiştim. Gölgedeki bir figür, şimdi önümde ete kemiğe bürünüyordu. Ama onunla yüzleşmek, aynı zamanda geçmişin karanlık bir odasına girmek demekti.

Günün ilerleyen saatlerinde odama çekildim. Ekibimle birlikte elde ettiğimiz verileri sınıflandırmaya başladık. Oda gergindi. Herkes neyle uğraştığımızın farkındaydı. Sessizliğin ortasında kapı çaldı. Kapıyı açtığımda karşımdaki yüz beni gülümsetti: Mihre. Elinde iki kahve bardağı vardı. Üzerinde hâlâ üniforması, ama yüzünde tatlı bir gülümseme…

“Sürpriiiz! Seni çok özledim ve nöbetim biter bitmez geldim.” Bir an duraksadım. Odaya bakındı ve yüzümdeki ifadenin ciddiyetini fark etti. “Ne oldu? Yanlış bir şey mi söyledim yoksa?” Yanakları kızarmış, utancından ayakkabısının ucuna bakıyordu.

-Mihre’m, keşke haber verseydin. Şu an biraz yoğunuz. Ne zaman bitirebiliriz onu da bilmiyorum. Biliyorum, seninle fazla iletişimde değildim fakat bu iş sandığımızdan da köklü çıktı. Özür dilerim.

Bu sırada içerideki dört kişilik ekip bakışmıştı. Dosyalar açıkta, duvarda haritalar, kırmızı işaretlemeler... Mihre ne olduğunu anlamasa da işin ciddiyetini fark etmişti. Gözleri bana dönmüştü. İlk başta konuşmamak için dirense de daha sonra” Bintuğ, bana doğruyu söyle. Neler oluyor?”

Tam o sırada bir başka asker kapıyı çaldı. İçeri girerken sesli konuştu: “Yüzbaşım, Yavuz Kerem Tandoğan dosyasıyla ilgili yeni bilgi ulaştı. Arap Yarımadası’nda bağlantılı bir istihbarat kaynağı, Cuma günü için…” Daha fazla konuşamadı. Gözlerimle uyardım ama iş işten geçmişti. Mihre bir an dondu kaldı.” Ne dedin sen? Yavuz Kerem Tandoğan mı? Bu kim?”

-Mihre’m canımın canı, sonra anlatacağım. Şu an zamanı değil.

“Hayır, şimdi anlat! Bu isim kim? Senin suratındaki o ifade... korkutucu.” Ekibim usulca dışarı çıktı. Ortalıkta sadece ben ve Mihre kaldık. Gergin bir sessizlik vardı.

-Bak, Mihre. Bu adam sıradan biri değil. Hakkında devlet arşivlerinde bilgi yok. Ama biz onun izini sürüyoruz. Görev gereği... sana bazı şeyleri açıklayamam.

Mavi dosyanın içindeki fotoğraf ulu orta yerdeydi ve ben de derin bir nefes aldım. Masamın üzerindeki dosyanın kapağını açtım ve yalnızca bir fotoğrafı gösterdim ona.

Yavuz’un eski bir operasyon sırasında çekilmiş, silik, loş bir fotoğrafıydı. Gözlerinde boşluk, yüzünde donukluk… Mihre, fotoğrafa uzun süre baktı. Sonra başını bana çevirdi: “ Bu adam… tanımıyorum. Ama gözleri... ürkütücü.”

-Aynen öyle. Ve onunla yeniden temas kurmak üzereyiz.

Artık Mihre bu işin bir parçası olmuştu. İstemeden, aniden, ama kaçınılmaz biçimde. Gerçekler ortaya çıkmaya başlıyordu. Ve her gerçek, yeni bir karanlığın kapısını aralıyordu. Mihre izin isteyerek odamdan ayrıldıktan sonra masamın üzerinde duran beyaz kablolu telefondan biri çevirerek ekibe gelmesi için uyarıda bulundum.

Beni ikiletmeden direkt odama girdiler ve kaldıkları yerden araştırmaya devam ettiler. Kafam başka bir yerdeydi. Mihre’yi düşünüyordum. tartışmamız aklımdan çıkmıyordu. Ona her şeyi anlatmak istiyordum ama o dosyanın ağırlığı sırtına yük versin istemiyordum.

Mihre Kandemir’in anlatımıyla;

Barkın öldüğünde hiçbir şey hissetmedim. Ne acı, ne yas, ne de rahatlama. Sadece büyük bir boşluk vardı. İnsan birini kaybettiğinde ağlarsa, demek ki bir yerlerde seviyordur.

Ben... hiç sevemedim onu. Zaten o da beni hiç sevmemişti. Birbirimize uzaktan ve karanlık bir alışkanlık gibi tutunmuştuk. Mecburiyetten doğmuş, boşluktan büyümüş, soğuk bir hikâyeydik biz.

İlişkimiz hiçbir zaman tam bir ilişki olmamıştı ya da ben öyle sanıyordum. Sadece yanımda biri olsun diye kalmasına izin vermiştim. Ama Barkın gitgide kararmıştı.

İçindeki hırsını taşırmaya başlamıştı. Borçları, kirli işleri, yalanları… hepsi beni içine çekmeye başlamıştı. Kaçtım. Direndim. Sonunda kendi bataklığında boğulmuş, ben de sadece uzaktan izlemiştim. O gün hastaneye dönerken kendime bir söz vermiştim; “Bundan sonra kimse beni, kendi karanlığının içine sürükleyemeyecek.”

Ameliyathane teknikeri olarak çalıştığım devlet hastanesi, benim için bir sığınaktı. Kafamı kaldırmadan, ellerimle çalıştığım, sessizliğin yankılandığı steril bir dünyaydı.

Kimi zaman bir hastanın kalbini taşıyordum, kimi zaman iç organlarını hazırlıyordum. Ama gerçek anlamda dokunduğum şey, insanların hayatla kurduğu ince bağlardı. Orası beni temizliyordu. Her ameliyatta bir parçama pansuman yapıyordum sanki.

Son birkaç aydır Bintuğ’la tanıştıktan sonra hayatıma bir düzen gelmişti. Onun sessizliği, disiplini ve geçmişini anlatmaktan kaçınışı... bana iyi geliyordu. Ne tuhaf değil mi?

Herkesin anlatmadığı şeyleri ben bir güvence olarak gördüm. Belki de çok şey anlatanlardan korktum. Ama onun yanında güvende hissediyordum.

Ta ki o sabaha kadar...

Ameliyathane öncesi malzeme kontrolünü yapıyordum. Ekip sessizdi, operasyon karmaşıktı. O anda kapıdan biri girmişti. Sivil giyimliydi. Üzerinde koyu renk bir ceket, gözleri ise… gözleri hiçbir şeye benzemiyordu.

O kadar tanıdıktı ki, o kadar tanıdık ve bir o kadar yabancıydı ki... Bintuğ’un odasında gördüğüm, dosyalarda üstü çizilmiş, adı fısıltılarla söylenen o adam: Yavuz Kerem Tandoğan’dı.

Sanki her şey bir anda yavaşladı. Ayakta durduğum hâlde kalbim dizlerime kadar inmişti, kıpırdayamamıştım . O an göz göze geldik. Sanki gözlerimden içeri girmişti. Soğuk ve sakin bir ifadeyle yaklaşmıştı.

Hiçbir şey sormadı, sadece baktı. Sonra kısık bir sesle, ama vurgusu derin bir şekilde fısıldadı: "Sen onun yanındasın. Bu iyi. Sen güvendesin." Sonra arkasını dönüp çekip gitmişti.

Bu adam, Bintuğ’un aradığı, geçmişin hayaleti olan adamdı. Ve şimdi karşımdaydı. Hem de beni tanıyarak, hastaneye bilerek gelerek beni görmek istemişti. Mesajını vermek için. Ama neden ben?

O sırada acil çağrı geldi. Kritik bir ameliyat. Yoğun kanama. Zamanla yarışıyorduk. Ne düşünecek zamanım vardı, ne de anlatacak bir fırsat. Telefonum sessizdeydi. Kalbim gürültülüydü.

Ameliyat bitip çıkana kadar aklım oradaydı. Yavuz’un gözleri hâlâ önümdeydi. Bintuğ’a söyleyemedim. Belki güvensizlik sandı. Belki kızdı. Ama bu, benim tercihim değildi. Zamanın kısıtladığı bir suskunluktu.

Sonra bir asker, hastanedeki o anı ona anlatmış. Ve işler çığırından çıkmıştı. Endişeli ve bir o kadar da net sesiyle beni karargâha çağırmıştı. Şimdi Bintuğ bana bakarken gözlerinde şüphe vardı.

Yavuz’un gölgesi, bizim aramıza sızmaya çalışıyor. Ama ben hâlâ aynı noktadayım. Kimsenin karanlığında kaybolmayacaktım. Ne Barkın’ın, ne Yavuz’un, ne bir başkasının. Kendi ellerimle dikiş attığım hayatımda, artık iz bırakacak birinin olmasına kolayca izin veremezdim.

Bintuğ Liva’nın anlatımıyla;

Askerin nefes nefese odama girip Mihre ile bir adamın görüştüğünü söylediğinde, beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Neden bana haber vermemişti? Bana, söylediklerim yüzünden kızgın mıydı?

Mihre’nin karargâha girdiğini, penceremden gördüğümde ise derin bir nefes aldım ve yüzümü sıvazladım. Birkaç gündür eve gitmediğimden sakallarım avucuma batmaya başlamıştı.

Kapı sessizce açıldı ve Mihre içeriye girdi. Yüzünden yorgunluk akıyordu ama gözlerindeki tedirginliği hemen fark etmiştim. Odada yalnız kalmamız için herkesi dışarı yollayıp sessizce sakinleşmeye çalıştım..

- Mihre. Bir askerim seni hastanede biriyle gördüğünü söyledi. Sivil giyimli, askeri disiplinli, kısa saçlı. Tanıdık bir yüz. Doğru mu bu?

Gözleri büyüdü. Sanki yakalanacağını biliyordu ama hâlâ savunmaya geçmiyordu. “ Bintuğ… sana söyleyecektim. Ama… zamanım olmadı. Gerçekten. Acil bir ameliyata alındım. Dakikalarla yarışıyorduk.”

Kendi canından daha mı önemliydi bu ameliyat? Neden kendisini koruyamıyordu? Bildiğim soruyu ona yeniden yöneltirken ciddiyetle gözlerine baktım.

-Yavuz muydu?

Bir süre sustu. Gözlerini yere indirdi. Ardından çok sessiz bir şekilde cevapladı: “Evet. O'ydu. Hastaneye geldi. Adımı biliyordu. Nerede çalıştığımı biliyordu. Yanıma geldiğinde gözüm onun kim olduğunu seçti. Ama ben tanımıyormuş gibi yaptım. O da uzatmadı. Sadece... "Sen onun yanında güvendesin." dedi. Sonra gitti.”

Kalbim sıkıştı. Boğazıma bir yumruk oturdu sanki.

- “Onun yanında güvendesin” mi dedi?

“Evet.” Bütün o günler, haftalar boyunca bir hayaleti takip etmiştik. Ve şimdi o hayalet, en savunmasız noktamı seçmişti: Mihre. Ona dokunmadan, onu korkutmadan, yalnızca varlığını hissettirerek bir oyun oynuyordu. Ve ilk hamlesini çoktan yapmıştı. İkimiz de sessizleştik.

O bir şey söylemeden gözlerime baktı. Bense bir adım geri çekildim. Çünkü kalbim "ona inan" derken, aklım "hazırlıklı ol" diyordu. Bu dosya sadece görev değildi. Bu, bizim hayatlarımızın kesiştiği en karanlık çizgiydi. Ve o çizgiyi, artık kimse tek başına yürüyemezdi.

Mihre hâlâ ayakta duruyordu. Ben masamın köşesine yaslandım, onu izliyordum. Yavuz’la karşılaştığını bana söylememesi, aslında her şeyi değil ama bazı şeyleri saklaması... bunu anlamaya çalışıyordum. “Beni korumak istediğini biliyorum,” dedi Mihre sessizce, “ama bazen bazı şeyleri hemen anlatamıyorum. Oradaydım. Hazırlıksız yakalandım. Ve evet... tanıdım onu.”

Gözlerinin içindeki yorgunluk gerçekti. Ama güvensizliğin, sadece yalanla oluşmadığını biliyordum. Ona söylemediği için kırgındım, ama asıl öfkem Yavuz’a karşıydı.

O, Mihre’ye ulaşarak artık savaş alanını belirlemişti. Tam ona bir şey söyleyecekken telefonum çaldı. Değil zil sesi, tek titreşim bile o anda ortamı bölecek kadar sertti. Ekrana baktım:

[ŞİFRELİ MESAJ – GÜVENLİ KANAL AKTİF]

Gelen mesajda isim yoktu. Gönderen gizliydi. Sistemi açmak için parolamı girdim. Mihre, hâlâ bana bakıyordu. Ekranda yalnızca birkaç kelime belirdi:

“Gözleri her şeye bakıyor ama seni görmüyor. Onu saklamıyorsun, sadece zaman kazanıyorsun. Zaman dolmak üzere.”
– Y.K.T.

Kanım çekildi. Mihre yaklaştı, ne olduğunu sormak üzereydi. Ekranı elimle kapattım, ama çok geçti. “O mu?” dedi, sesi kısık ama titrekti. Başımı yavaşça salladım. “Yine mi seninle iletişime geçti?” Telefonum titredi. Ekranda küçük bir sayaç belirdi:

“Mesaj kendini 20 saniyede imha edecek.”

Ben o saniyelerde hem ekranı izliyor, hem Mihre’nin gözlerine bakıyordum. O ise sadece fısıldadı: “Ne istiyor bizden?” Telefon sustu. Mesaj yok oldu. Ama o cümle kaldı.

“Zaman dolmak üzere.”

Yavuz artık satranç taşlarını göstererek oynuyordu. Ve Mihre bu oyunun ortasındaydı. Onu korumak için artık sadece tetikte değil, acımasız olmam gerekiyordu. Savaş başlamak üzereydi. Ve bu sefer karşımdaki kişi, geçmişim kadar zeki, geleceğim kadar acımasızdı.

Telefonumun ekranı karardığında içimden yükselen ilk dürtü “harekete geç” oldu. O artık uyarı vermiyordu. Oynuyordu. Hem de doğrudan hayatımla. Mihre’ye baktım. Sanki bir şey söyleyecek gibiydi ama cümle kuramıyordu. Elimle nazikçe koluna dokundum.

-Artık bu sadece bizim meselemiz değil. Sen sistemde yoksun. Korunmasızsın.

Derhal karargâhtaki kapalı sistem odasına geçtik. Özel izinle girilen, sadece üst düzey personelin kullanabildiği bölüm. Konsol başına geçtim.

⚠️ GİZLİ KORUMA GİRİŞİ: SİVİL DESTEK MODÜLÜ AKTİF

Sisteme Mihre'nin kimlik bilgilerini girdim. Ardından protokolü yükselttim:

KOD 47-G: “Sivil Taktik Gölgeleme”
Lokasyon Maskeleniyor
✔ Dijital İz Siliniyor
✔ Sivil Hareket Algılayıcı Aktif

Mihre, sisteme artık "kayıtsız" biri olarak işlenmişti. Resmiyette hastanede çalışmaya devam ediyor gibi görünüyordu, ama artık her adımı bizim iznimizle atılacaktı. Ona döndüm.

-Telefonunu, bilgisayarını, kişisel her şeyi burada bırakıyorsun. Artık sistemin dışında sayılırsın ama gerçekte içindesin. Anladın mı?”

Yavaşça başını salladı. Gözlerinde korkudan çok kararlılık vardı. “Bu kadar ciddiyse… neden hâlâ bir şey yapmıyoruz?” dedi. O an tam konuşacakken, sistem alarm verdi.

LOKASYON UYARISI: Hastane binasında geçici sinyal müdahalesi tespit edildi. Kişisel ağlar 1.2 saniyelik kesintiye uğradı.

Bu, Yavuz’un dijital anlamda “göz kırpmasıydı.” Sadece orada olduğunu göstermek için yapılmış geçici bir müdahaleydi. Yani hâlâ etrafımızdaydı. Mihre nefesini tuttu. Ben derhal komuta ekranına geçtim. “Harici elektronik izleme başlat. Hastane çevresi, karargâh içi, uydu geçişlerini dâhil et.”

Taranıyor...
1 eşleşme bulundu.

Sistemin bana gösterdiği görüntüde, hastane çıkışında kameralara takılan bir siluet vardı. Görüntü net değildi ama duruşu, yürüyüşü tanıdıktı. Yavuz Kerem Tandoğan.

ERTESİ SABAH;

Caner’in “Abi işler iyice çığırından çıktı. Acilen lojmanın güvenliğini arttırmak gerekiyor. Yoksa yengeye bir şey yapabilir.” demesi üzerine hızlıca ona emri verip lojmana gitmesini istedim. Tuğrul ile birlikte konsolun önünde nöbet tutarak herhangi bir hareketlilik olup olmadığına baktık.

Yiğit Fatih, bizim birkaç gündür burada kaldığımızı bildiğinden utana sıkıla kahvaltı yapmamız gerektiğini söyledi ve elindeki poşetleri masaya bırakarak kenara çekildi. Kısa bir atıştırmanın ardından uyku bastırmaması için herkese kahve söylettirdim ve konsolun yanından bir adım bile ayrılmadım.

sistem ötmeye başladığında, elimdeki kahve bardağını bırakıp kodlu mesajı okumaya başladım. Gizli kanal üzerinden kodlu mesaj: Kime ait olduğu bilinmiyor. Mesaj yine kısa, yine ürkütücüydü:

“Ben ona sadece dokundum. Sen ise onu içine hapsettin. Şimdi bakalım, kafes kimin için?”
–Y.K.T.

O an odada öyle bir sessizlik oldu ki duvarlar bile nefes almayı bıraktı. Artık şüphe kalmamıştı. Yavuz bu oyunu çoktan başlatmıştı ve bizim tek hatamız, bunu bir tehdit olarak görmekti. Bu artık onun kurduğu bir senaryoydu. Ve Mihre bu senaryonun başrolündeydi.

Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Bakalım ileriki bölümlerde nasıl bir operasyon bizleri bekliyor. Askeri kurgu olunca biraz da ciddiyetin ön planda olması gerektiğini düşünüp birkaç bölümdür bu tarz içerikler yazıyorum. Umarım sıkılmazsınız. 41. Bölüm oldu. Kırk bir kere maşallah diyelim de nazar değmesin. Sizi seviyorum, oy ve yorumlarınızı bekliyorum. ❤ NOT: MEDYA; KONSOL

 

 

 

 

Bölüm : 06.05.2025 20:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 41- Kodun İçindeki Hayalet
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...