40. Bölüm
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 40- Ouroborost

40- Ouroborost

Sude Kayhan
poncikss1234

"Ouroboros'un kendini yiyen bedeni, her başlangıcın içinde gizlenen sonu fısıldar."

Bintuğ Liva'nın Anlatımıyla;

Her insan acizliği nedeniyle kendi hayatlarını bir hiç uğruna feda edebilirlerdi. Bu fedanın ona ne gibi kazançları olduğunu, karşısındaki insanı ne kadar zor bir duruma düşürdüğünü kestiremezdi.

Saat gece iki on yediydi. Karargâh sessiz. Görev kâğıtları yerli yerinde, dosyalar düzgündü. Her şey olması gerektiği gibiydi. Ama ben yerimde değildim. Kalbim o masada değildi . O kalp şu an bir çelik dolabın içinde, kendi odamda gizlediğim sinyal izleme cihazına bağlıydı. Ekranda parlayan bir kırmızı nokta var. İsmi: Umut.

Kendi odamda, kimsenin bilmediği eski sinyal izleme konsolunu çalıştırdım. Bu sistem, yıllar önce kullanılmayan bir iletişim protokolü için tasarlanmıştı ama ben onu başka bir şeye dönüştürdüm: bir hayalet iz sürücüye.

Umut'un telefonuna bir haftadır sızmış durumdaydım. Her adımını, her nefesini takip ediyordum. Barkın'ın en yakın arkadaşıydı. En güvendiğiydi. Oysa şimdi Barkın toprağın altında, Umut ise yalanlarının üstünde yürüyordu.

Ekrandaki kırmızı nokta gece boyunca hareket etmedi. Hâlâ aynı yerdeydi: Cizre'nin batı taraflarında, eskiden terk edilmiş bir tekstil atölyesi olarak bilinen binada duruyorlardı. Fakat orası şimdi... başka biri tarafından kullanılıyor. Kayıt dışı bir yaşamın merkeziydi.

Sabaha kadar oturdum o monitörün başında. Her mesaj, her konum güncellemesi, onun adım adım nasıl biri olduğunu göstermişti bana. Umut, sadece bir hain değil. O, Barkın'ın arkasından hançer sallayan bir gölgeydi. Ve şimdi o gölgenin içinden Atlas'ı çekip çıkarmak... benim boynumun borcuydu.

Birbirlerinin her şeyini bilen iki adamdı onlar. Barkın ona koşulsuz şartsız güvenmişti. Ama borç, güveni bile satılığa çıkarırdı. Umut, Barkın'ın sırtına çöken borçların çözümünü değil, fırsatını görmüştü. Telefonda konuşmalarına ulaştım. Gizlice kaydedilmiş bir ses vardı. Açıp açmamak arasında kaldım, kendi kendime mırıldanarak biraz bekledim. Belki de bu sesi açarsam, benim için geri dönüşü olmazdı. Merakıma yenik düşüp tıkladım:

"Eğer ödeyemiyorsan, başka yollar var. Atlas'ı biraz elimde tutarım. Sen de kafanı çalıştırırsın."

Barkın itiraz ediyordu. Ama sesindeki direnç azdı. Belki içten içe biliyordu: Bu işin sonu ya kendi canı, ya çocuğunun hayatıydı. Son konuşmalarıysa kısık bir tonda, neredeyse fısıltıyla kaydedilmişti. Barkın: "Atlas'a dokunursan... seni yaşatmam." Umut: "Senin yaşayıp yaşamayacağınla ilgilenmiyorum."

Ve o gece... Barkın öldü. Atlas kayboldu. Bugün onunla yüzleşmeye gitmeyecektim. Henüz zamanı değildi. Önce Atlas'ı sağ salim bulup onu oradan çıkaracaktım. Ama sonrasında... Umut'la hesap defterimiz açılacaktı. Ve bu defter, benim nazarımda kanla kapanacaktı.

Operasyona kimseyi dahil etmemiştim. Bu resmi bir görev değildi. Bu, satır aralarına gizlenmiş bir adaletin yazımıydı. Karargâhta yazılmazdı bu tür emirler. Bunlar, gecenin içinden doğardı. Her gecenin bir sabahı varsa, her sabahın bir alıcısı vardı.

Odadan çıkmam gerektiğinde, her şeyi kayıt altına almaya başladım. Belki de ben, ne söyleyeceklerinden değil; belki de zorla konuşturacakları çocuğun sesinden kaçıyordum. Koridora geldiğimde, odamın kapısını kilitledim ve bahçeye çıkarak biraz temiz hava aldım.

Yaşananlar, yaşanacakların bir fragmanıysa işte o zaman yaşanamayanların da sinyalcisiydi. Nöbetçi askerlerin, beni görmesiyle yüz ifadeleri değişti ve hemen yollarını değiştirerek bahçeden uzaklaştı. Kendi alanımda benden kaçan askerler varken, Umut beni görünce hangi deliğe girecekti?

Telefonumdan saate baktığımda, gece üç yirmi beşti. Artık vaktimin daralıyor olduğunu; buradan ayrılıp operasyonu başlatmam gerekiyordu. Postallarımın çıkardığı ses, geceye damga vururken istemsizce bundan haz alıyordum. Belki de en güçlü olduğum şey, adımlarımın sağlam yere basmasıydı.

Kayıt alınan ne varsa tekrar dinleyip ona göre rota oluşturdum ve kendimce ayarladığım ısı haritasını, gece görüşüne sahip kameramı masaya koydum. Hazırlığım bittiğinde, koridoru kontrol ettim ve kimsenin olmaması işime gelirken hızlıca karargahtan ayrıldım. Cizre'nin batısı, buraya neredeyse yarım saat olduğundan, kendi arabamla gitmeye karar verdim.

Oraya varmaya yakın ormanlık alana park edip son kez her şeyi kontrol ettim ve toprağa bastığım an kurtarma operasyonum başlamış oldu. Yan yana dörtlü, eski evlerin beni karşılamasıyla bastığım yerlere bakarak ve en önemlisi de ses çıkartmamaya özen göstererek yürüyordum. Çünkü biliyorum, her ses büyük bir facianın başlangıcı olabilirdi.

İlk eve doğru yaklaştığım sırada, ikinci tek katlı beyaz evin arka kısmındaki hareketlilik dikkatimi çekti ve ben de kendimi sağ tarafımda bulunan ağaca dayadım. Dürbünüm sayesinde olayları net bir şekilde görürken, göğsümdeki ısı haritası da artık birden fazla işaret vererek beni uyarmaya başlamıştı. Doğru bölgede olduğumu, Umut'un Atlas ile birlikte el ele evden çıkmasıyla anladığımda, biraz daha ortamı gözlemledim.

Şu anlık sadece dört kişilerdi ve bu da bana göre bu operasyonun çerezlik olduğunu gösteriyordu. Her operasyon planla çözülmez her operasyon duyguyla yapılmazdı. Umut'un yürüdüğü yerden ben de yürürken, onunla karşılıklı konuşan bir kadın vardı. Ses kaydından da anladığım, bu kadın Umut'un karısıydı. Demek ki Barkın'ın borcu, Atlas'ın varlığı ile çözülmüş; karısı da çocuksuz kalmamıştı.

İkisi etrafına bakınıp çıktıkları eve doğru yürümeye başladıklarında, Umut her ihtimali değerlendirerek çevreyi gezmeye başladı. Bu da beni güldürmüş, bu kadar korkak bir adamın neden bu işe bulaştığını düşünmüştüm.

İçeriye geçtiklerinde, ben de olduğum yerden çıkıp su borularının olduğu yere gittim ve duvara yaslanarak arkayı kontrol ettim. Etrafın temiz olması ben deki kuşkuyu arttırdığında, evdeki konuşmalar; açık lan pencereden duyulmaya başlamıştı.

Umut'un "Bu çocuğu eninde sonunda hayatımızdan çıkartacağız zaten. Neden bakamam diyorsun ki? O şerefsizin bana olan borcu yüzünden bu çocuğu bize sattı. Bakmayacaksan ormana bırakalım, kendi kendine ölsün." demesi üzerine ben de hatlar kopmuştu. Ani bir refleksle eve girdim ve ayakta tartışan ikiliyi gördüm. Karısı, şokla Umut'a bakarken; Umut da Atlas'ı almak için bir hamle yaptı.

Arkamda hazır tuttuğum silahım ile bacağından vurup almasını engelledim ve karısına da "Dışarı çık!" diye tısladım. Kadının şokla yere çöküp ellerini havaya kaldırmasıyla, onun sadece bir piyon olduğunu anladım. Atlas'a baktığımda, korkuyla bana bakıyordu ve her ona yaklaştıkça benden kaçıyordu. Onu aniden kucağıma alıp Umut ve karısını da benimle gelmesi için işaret verdim. Umut'un sehpaya doğru uzanmasıyla, gözlerimi devirip vurduğum bacağına tekme attım ve o acıyla yere daha da sinerek telefonu alamamış oldu.

O telefon, onlar için altınsa benim için de hazineydi. Neler karıştırdıklarını bu telefonla anlayabilirdim. Karısının Yasemin olduğunu öğrendiğim kadına, Umut'u kaldırması için emir verdikten sonra hep beraber birkaç metre ötede duran arabama bindik ve karargâha sürmeye başladım.

Karargâha geldiğimde, sabaha karşı saat altı kırktı ve askerlerin bazıları arka bahçede idmanları olduğu için uyanmışlardı. Arabadan indiğimde, hemen kapının önünde duran Devrim'e Umut ve Yasemin'i alması için seslendim ve Atlas'ı da Tuğrul'a bırakmak için içeriye geçtim. Onun odasının kapısını tıklatmadan direkt içeriye girdiğimde, masada uyuyakalmış olduğunu gördüm.

Biraz ses çıkarttığımda, irkilerek bana baktı ve gözleri direkt Atlas'a kaydı. Uyku mahmurluğu ile bana bakmaya devam ederken kim olduğumu anlamamış gibiydi. Yüksek sesle ona seslendiğimde, Atlas'ın kafası göğsüme saklandı ve korktuğunu belli etti. Tuğrul, hızla yanıma gelip kucağımdan onu aldı ve hemen sağlık kontrolleri için revire haber verdi. O sırada ben de koltuğa oturdum ve gözlerimi kapatarak gelmesini bekledim.

Geldiğinde, ona detaylıca her şeyi anlattım ve ekibi toplaması için biraz süre verdim. Bahçeye geldiklerinde onlara da anlattım ve kimseye bahsetmemeleri gerektiğini tembihledim. Caner'in bana bakıp "İyi ki başına bir iş gelmedi. Yoksa Albay önce seni sonra da bizi haşlardı." Yiğit Fatih'in "Bunu Barkın için yapmadığını hepimiz biliyoruz. Bu işin içinde bir bit yeniği vardı ve sen onu çıkartmak için bu işe kalkıştın, doğru muyum?"

-Bingo. Bu işin içinde ne var biliyor musunuz? Para... Hani derler ya para her kapıyı açar, işte bu kapı nerede ve kiminle açıldı? Onu öğrenmek gerekiyor. Sorgu odasına Caner girsin, ben de içeriden sizi dinleyeceğim. Her söylediğini dikkatle dinle ve aklında tut. Bu iş paradan daha fazla da olabilir.

Caner'in "Ben sorgu odasına geçiyorum o hâlde komutanım. Siz de ne zaman isterseniz gelirsiniz." demesiyle onu onayladım ve Tuğrul'a dönüp Atlas için pedagog bulması gerektiğini söyledim. Caner de "O çocuk Allah bilir neler biliyordur, ürkütmeden öğrenmemiz gerekiyor."

onu sorguya yolladıktan sonra ben de içeriye geçtim ve beni göremeyeceğini bildiğimden sırıtarak sorguyu izlemeye başladım. Yaklaşık kırk beş dakika süren sorgunun ardından bazı önemli detaylar yakalamıştık. Önceden de tahmin ettiğim gibi sadece konu para değil ölüm kalım meselesiydi. Sadece Umut'un değil, onu da yönlendiren kişi veya kişiler vardı. Onları da bulursak işte o zaman adaleti sağlamış olurdum.

Karısı Yasemini de sorgudan çıkarttıktan sonra Umut ile birlikte onları sevk ettim ve onların anlattıkları kadarıyla hızlıca ekip ile birlikte odama geçtim. Gözlerim, benimle savaşmaya başlarken dinlenmem gerektiğini biliyordum fakat okyanusu geçtikten sonra derede boğulmak istemiyordum.

Caner'in bana uzatmış olduğu beyaz kartı elime alıp üstündeki logoyu anlamaya çalıştım. Bu kart ile bazı lüks mekanlara giriş sağlanıyordu. Aslında bunun bir şifre olduğunu anladım. Önce internetten bakıp Tuğrul'a not aldırırken ben de nerede kullandıklarını hatırlamaya çalıştım.

Kartın üzerindeki logo bir yılanın kuyruğunu yuttuğu sembol Ouroborostu. Bu sembol, Kara para ağlarının dijital damgasıydı. Bu örgüt, klasik mafya gibi çalışmazdı. Kripto transferlerle iz bırakmadan borç verir, ödenmeyen her borçla birlikte "sahiplik" iddiasında bulunurdu. Eşya değil, İnsanlar üzerindeydi etkisi.

Barkın'ın borcu bu ağdan alınmıştı. Ve "teminat" olarak gösterilen kişi... Atlas olmuştu. Bu örgüt, çocukları sadece kaçırmıyor, onları kara para aklamak için "sigorta poliçesi" gibi kullanıyordu. Atlas'ın doğum belgesi, dijital kimliği ve hatta sağlık verileri değiştirilmişti. Artık resmi kayıtlarda o çocuk "yaşayan" biri bile sayılmıyordu.

Onu kurtardığımda sadece bir çocuğu değil, sistemin gözünde yok olmuş bir insanı geri getirmiştim. Ama sistem buna asla izin vermezdi. Yiğit Fatih'in "Vay anasını satayım! Barkın nasıl bir işe düşmüş böyle? Size bir şey diyeyim mi, o adam şerefsiz olabilir ama çocuğunun üstünden asla böyle bir şey yapmaz. Ben, Barkın'ın kredi kartlarını araştırıp geleceğim. Siz de o zamana kadar dinlenin."

Herkes odanın belli bölümlerine dağılırken ben de bir şey demeden odama geçip kapıyı kilitledim ve siyah uzun koltuğa uzandım. Uyku beni teslim alırken öğreneceğim her bilgiye kendimi hazır tutmam gerektiğini hatırlattım ve gözlerimi kapattım.

İki saat sonra;

Caner, hazırladığı mavi dosyayı önüme bıraktıktan sonra kaşlarımı çattım ve ilk sayfaya göz gezdirdim. Kredi kartlarında hiçbir sorun yoktu ve bu da Atlas'ın adına açılan yeni bir kartın doğuşu olduğunu bize bildiriyordu. Üçüncü sayfaya geldiğimde ise kısaltılmış isim dikkatimi çekti. Ondan bir emanet almıştı. Parayı kendi için değil, başka biri için çekmişti.

Kayıtlarda "Y.K." adlı biri adına imzalanmış gizli bir vekaletname vardı. Y.K. kimdi?

Tuğrul'a bu ismi araştırmasını istedim ve telefonu çıkartıp dördümüze kahve istedim. Bu iş sandığımdan daha derin ve çözülmesi zor bir düğümdü. Piyonları eleyebilirsek işte o zaman şah ve matları bulabilirdik.

Sonunda aradığımızı bulmuştuk. Kahvemi yudumlarken bilgileri okumaya başlamıştım. eski devlet görevlisinin adı şu an gözlerimde geziniyordu. Yavuz Kerem Tandoğan. İstihbarat geçmişi olan, şu anda resmiyette "emekli" görünen bir adamdı. Ama adı yıllardır farklı olaylarda geçiyordu. Ortalıkta olmayan çocuklar, kaybolmuş ajanlar ve Silinmiş kayıtlar.

Ve en önemlisi: Yavuz, sadece görünen kısmıydı. Görülmeyen kim bilir kimler vardı?

Umut'un telefonunu adli incelemeye gönderdiklerinde, herkes para transferlerini arıyordu. Ben de önümdeki mesajları inceledim. Silinmiş konuşmalar, uçtan uca şifrelenmiş notlar, sadece koordinatla gönderilmiş ses kayıtları. Normal bir insanın çöpe atacağı şeylerdi. Ama ben gördüm: Bu karışıklığın içinde bir düzen vardı.

İlk dikkatimi çeken, üç farklı kişiye gönderilmiş aynı sembol oldu:
🝮

Ne bir emoji, ne de klavyede ulaşılabilir bir karakter. Eski bir simge. Antik çağlardan kalma bir mühürdü. Araştırdığımda ise: "Arındırılmış para" anlamına gelirmiş. Umut, bu sembolü gönderdiği her mesajın ardından bir sayı bırakmıştı.

🝮
48.8665, 2.3332
🕒 03:00

Paris.

Ama bu sadece bir tanesiydi. Asıl konuşmayı, Y.K. ile yapılmıştı. Bu ismin Yavuz Kerem olduğunu biliyordum artık. Ama hiçbir mesaj doğrudan onu ele vermiyordu. Y.K., hep düz cümlelerle konuşuyordu. Duygusuz. Mekanik. mesajları okuduğumda ise kafamı çalıştırmam gerektiğini anlamıştım.

Y.K.: "Bir şeyin değeri, onun ne kadar kolay vazgeçilebildiğiyle ölçülür."
Umut: "Bu işin sonu nedir?"
Y.K.: "Sonu yok. Sadece başka bir başlangıç."

Bu konuşmadan sonra Umut'un konum paylaşımı yaptığı bir adres vardı:
Orman içi depo alanı, 22:00.

Daha sonra Caner'in bilgisayardan açtığı farklı bir e-posta zinciri ile bütün dikkatimi ona verdim. Kod adı "Terzihanesi" olarak geçen bir dükkân, sahte evrak üretiminin aslında merkeziymiş. Cizre'de bir antikacı görünümünde çalışıyormuş. Umut oraya gidip çıkmış, güvenlik kameralarında yansıyan sadece sırtı görünüyordu.

Bir dosya yollanmıştı, İsimsizdi. Ama içeriği şöyle kaydedilmişti:

Ad: Atlas A. Yeni Kimlik No: DMR-457882 Yeni Velisi: Onay Bekliyor Teslim Noktası: Mülteci Kayıt Merkezi /Edirne

Onlar için Atlas, başka bir ülkeye "aktarılacak veriydi. Artık biliyordum: Umut sadece borçlu bir adam değildi. O, sistemin içinde bir bağlantı noktasıydı. Yavuz ise perde arkasında, çocukları kimliksizleştirip kara paraya çeviren bir makinanın mimarıydı.

Tuğrul'un bana uzattığı kağıtta ise üç adres vardı. Bu adreslerin iki tanesi Şırnak'tan çok uzaktaydı. Onları da ele alabilmek için yazılan yerlerin askeri bölgesiyle iletişime geçmem gerekiyordu.

Cizre Terzihanesi – Sahte belgelerin üretim merkezi. Bahçeköy Depo – Geçici "aktarım" noktası. Edirne Mülteci Kayıt Noktası – Yabancı ülkelere sevk için son durak.

Ve bir karar var: Ya sessiz kalacağım, sistemin çarkı dönmeye devam edecekti... Ya da bu sefer ilk defa emir değil, vicdan dinleyecektim. Bir sistemin açığını, en zayıf noktasını temsil ediyordu: vicdan. Ve o vicdan, artık benim silahımdı. Barkın aslında kimseden bir borç almamıştı. Barkın birini korumak için kendini feda etmişti. Ama bu borç ödenmemişti. Bedelini hem o, hem oğlu Atlas ödemişti.

Şimdi önümde tek yol kalmıştı: önceliğimiz ekiple birlikte Yavuz'u bulmaktı. Onun neden Barkın'ı bu ağa ittiğini, Umut'a neden sessiz kaldığını, Atlas'ı neden feda ettiğini öğrenmeliydim. Ama biliyordum... benim nazarımda artık bu bir kurtarma operasyonu değildi. Bu bir savaştı. Sadece bir çocuğun değil, geçmişin de gömülmeye çalışıldığı bir savaş. Ve ben gömmeye değil, ortaya çıkarmaya çalışacaktım.

Merhabalar, nasılsınız? Upuzun bir bölümle karşınızdayım. Size karışık gelebilir ama ileriki bölümlerde harika bir konu harika bir hikaye okuyacaksınız. Bu kitabı ilk yazmaya başladığımda, sadece kendim için yazıyordum fakat sizin okuduğunuzu ve en önemlisi de yorum attığınızı gördüğümde ise hem başarmış hem de gururlanmıştım. Bu kitap benim için çok özel bir yerde. Umarım bu özel kitabı siz de sevmişsinizdir. 40. bölüm oldu. Nice kırklara diyelim. Oy ve yorum atmayı unutmayın, sizi seviyorum. İyi geceler diliyorum 🤍🙏

NOT: Medya; Ouroborost

 

Bölüm : 06.05.2025 02:57 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 40- Ouroborost
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...