39. Bölüm

39- Karanlıkta Kalan, Yalanın İçinden Doğar

Sude Kayhan
poncikss1234

Benim adım Barkın Atakan. Genelde adımı duyduklarında insanların aklına bir şarkı gelir ya da kulağa hoş geldiğini söylerlerdi. Ama hiç kimse adımın ağırlığını merak etmezdi. Bir insanın ismi, taşıdığı hatıralarla ağırlaşır ya da hafiflerdi. Benimki biraz ağırlaştı zamanla. Belki bu yüzden kimseye çok anlatmadım kendimi. Anlatmak kolay değildi. Hele ki dinleyen yoksa...

Ama yine de başlamalıydım.

Benim bir annem vardı, gülüşü cam gibi narin, sesi ilkbahar sabahı gibi serin. Saçlarını hep topuz yapardı ama bir tutamı hep yana düşerdi. Ben o tutam saçı çocuk kalbimle dünyadaki en güzel şey sanırdım. Her pazar sabahı bize sıcak çörek yapardı. Tarçınlı. Evi o koku sarınca hepimiz uyanırdık. Babam kahve yapardı, eski bir demliği vardı – kulpu biraz kırık ama hâlâ direnir gibi. Kahveler yapılır, çörekler kesilir, babam eski plaklardan birini çalar, sonra hep beraber salona dizilirdik. Çok gülünmezdi ama çok sevilirdik.

Ablamın sesi çok güzeldi. Hep sessiz söylerdi şarkıları ama ben duyardım. Duvarlar duyardı. O yıllar, hayatın içinin sıcak, dışının güvenli olduğu yıllardı.

Ama çevrem… çevrem bambaşkaydı.

Mahalle sessizdi. Fazla sessiz. O kadar ki bazen kendi adımlarımı duyunca ürperirdim. İnsanlar gülümserdi ama gözlerinde başka bir şey vardı. Sanki bir şeyler biliyorlar ama asla söylemeyecekmiş gibiydi. Komşumuz Şerife Teyze, her gün aynı saatte çiçeklerine su verirdi. Ama su bidonuna hep önce bakar, sonra başını eğip sulardı. Çiçeklere değil, bir anıya bakar gibiydi. Karşıdaki bakkal Mehmet Amca ise her sabah gazetelere göz gezdirirdi, ama okuduğundan çok sakladığı şeyler vardı. Göz göze gelmek istemezdi.

Bir şey vardı o sokakta. Anlatılmayan bir şey. Herkes biliyordu ama kimse konuşmuyordu. Sanki konuşmak, onu var etmek gibi olurdu. Ve kimse onun var olduğunu kabul etmek istemezdi. Kimi geceler pencereye oturur, dışarıya bakardım. Hiç kimse geçmezdi sokaktan. Ama bir ses olurdu hep. Ayak sesi değil, nefes sesi değil... bir bakış sesi gibi. Bakılmak ama görülmemek gibi.

O mahallede büyüdüm ben. Anlatılmayanların arasında. Sanki herkes kendi acısını duvara örmüş, üstünü gül kurusuyla boyamıştı. Uzaktan bakınca güzel, yakından dokununca keskindi. Zamanla o güzel anılar yavaşça silinmişti. Önce annem susmuştu. Günlerce konuşmamıştı. Babam içine kapanmıştı. Sanki o sessizlik onu da yutmuştu. Ablam ise bir sabah, arkasına bile bakmadan bu mahalleden çıkıp yurtdışına gitmişti. Ben kalmıştım. O sessiz, ama hep bir şey söyleyecekmiş gibi duran duvarların arasında.

Bugün hâlâ aynı mahallede yaşıyordum. Aynı evdeydim. Aynı duvarlarla birlikte vakit geçiriyordum. Ama artık sessizlik sadece dışarda değil, içime de yerleşmişti. Her tarçın kokusunda annemin ellerini arıyor, her gazete sayfasında babamın suskun gözlerini izlemek istiyordum.

Mahalle değişmemişti lakin ben değişmiştim. Ya da belki ikimiz de birbirimize benzeyerek sessizce uyum sağlamıştık. Anlatılmayan şeyler insanı içten içe yerdi. Ben bunu çok geç öğrenmiştim. Ama hâlâ anlatamadıkları bir şey vardı bu mahallenin. Hissediyordum. Sinsi ama sabırlı bir bekleyiş gibiydi. Ve belki bir gün, biri cesaret eder de sorarsa... her şey lehime değişecekti. Ama şimdilik... ben sadece anlatıyordum.

Benim kurtuluşum kitaplarla olmuştu. Çünkü insanlar sustuğunda harfler konuşurdu. Herkesin birbirine yarım cümleyle baktığı o mahallede, ben tüm cümleleri kitaplarda aramıştım. Kimse “başaracaksın” dememişti. Ama bir sayfada bir karakterin pes etmediğini okuduğumda, o inat bana da bulaşırdı. Liseyi bitirince çalışmak zorunda kalmıştım. Gündüz kargo taşımış, gece test çözmüştüm. Kahveyle, umutla, yalnızlıkla sınanmıştım. Ve sonunda... tıp fakültesini kazanmıştım.

O gün geldiğinde, bilgisayarı açarken ellerim titriyordu. Adımı orada, o asil harflerle görünce... annemin sesi çınladı kafamda "Barkın, sen çok inatçısın. Bu dünyada inat eden ya kurtulur ya yok olur."

Ben kurtulmaya niyetliydim.

Üniversite, bambaşka bir dünyaydı. Renkler daha parlak, cümleler daha uzun, insanlar daha açık gibiydi. Ama ben yine kendi sessizliğimle yürüyordum. Ta ki Mihre’yi o bahçede otururken görene kadar. Mihre, gülüşüyle karanlığı kesen bir ışıktı. Kimsede olmayan bir hafifliği vardı. Göz göze geldiğimiz ilk anda, onun yaşamadığım bir hayatı taşıdığını anlamıştım. Gülümsediğinde içine dönen biri değil, dışına taşan biriydi. Benim tam tersim. Belki de o yüzden çekilmiştim ona.

Birlikte çalıştık, birlikte projelere girmiştik. Beni sevdi ama başka bir tür sevgiydi bu. Saf, dostça, merhamet dolu… Ama ben daha fazlasını hissetmeye başlamıştım. Ona yakın olmak, geçmişin ağırlığını bir nebze de olsa unutturuyordu bana. Onun gözünde iyi birine dönüşüyordum. Kendimden kaçıp, onun gözlerinde başka bir Barkın oluyordum.

Ama o... hep bir sınırda durdu. Elini uzattı ama kalbini hiçbir zaman bana karşı açmadı. Bir gün okulun bahçesinde onunla konuşmak için cesaret ettim. Yanına gittiğimde, elinde tost, kitap okuyordu. Onu biraz izledikten sonra dudaklarımı yaladım ve "Mihre," dedim, "ben seni sadece bir arkadaş olarak görmüyorum."

O ise bunu daha önceden duymuş gibi bana bakmıştı. Yüz ifadesini sabit, bunu duyduğuna da üzülmüş gibiydi. Çok net konuşup bana ağzımın payını vermişti: “Sen benim için çok kıymetlisin Barkın. Ama bu... başka türden bir şey değil. Sen benim en yakın arkadaşımsın.”

O cümle bittiğinde içimde bir şey kırıldı, ama aynı anda başka bir şey büyümeye başlamıştı. Hırs. İşte o an fark etmiştim: Sevilmek istemekten çok, görülmek istiyordum. Ve Mihre beni bir kalbe değil, bir dostluğa koymuştu. Orası güzeldi ama dardı. Bana yetmiyordu.

Onu kazanmak için daha iyi bir doktor olmalıydım. Daha kararlı. Daha saygın. Belki beni o zaman görürdü, belki kalbinin yeri değişirdi. Belki... belki bir gün, o da beni özlerdi. Bu düşünce büyüdü hep içimde. Hırsa dönüştü. Başarı artık sadece bir amaç değil, Mihre’ye yazılacak bir mektuptu.

Ama tehlikeli bir şeydi bu. Hırs, sessizce yürür; önce seni sürükler, sonra kendine tutsak ederdi. Artık nöbetlerde gözlerimin altındaki morluklar, sadece uykusuzluktan değil. Beklentiden, ispat çabasından, onun gölgesinden ayrılmamak için çırpındığımın kanıtıydı.

Ve ben... hâlâ o mahalledeki çocuktum. Sadece daha beyaz bir önlükle süslenmiştim. Ama içimde hâlâ cevap bekleyen bir çocuk vardı: "Neden değil? Neden ben değilim?"

(Teslim edemediği, sakladığı mektup)

Mihre,

Bu mektubu sana ne zaman vereceğimi bilmiyorum. Belki hiçbir zaman. Ama bazı kelimeler vardır, söylenmese de içeride çürür. Ben çürümemeleri için yazıyorum. Seni tanıdığım ilk günü hatırlıyorum. Gülümsemenin bir insanın içine bu kadar sessizce işleyebileceğini bilmiyordum. O gün içimde bir şey büyümeye başladı. O zamandan beri, kalbimin duvarlarını senin adınla döşedim.

Ben seni sevdiğimde, senden hiçbir şey beklemiyordum. Ne bir karşılık, ne bir dokunuş, ne de bir ihtimal. Sadece… içimde bir yer seni seçmişti. Sebepsiz. Nedensiz. Temiz. Hayat bana hep arka sıraları verdi Mihre. Ama seni görünce ilk kez sahneye çıkmak istedim. Ama bilmedim ki, senin sahnen başkaydı. Ben rolü olmayan bir seyirciydim belki de.

Sana karşı her zaman doğru olmadım. Hatalarım oldu. Belki senden sevgiyi koparmak için doğru olmayan yollar denedim. Ama inan… bunların hiçbirini sana zarar vermek için yapmadım. Sadece... senin sıcaklığında var olabilmek için savaştım.

Atlas’ı sana gösterdiğimde… İçimde tek bir düşünce vardı: “Eğer bu çocukla bile senin bir parçanı hayal edebilirsem… ben de bir süreliğine iyileşirim.” Ama ben kırık bir adamım Mihre. Ve kırık adamlar, tuttukları elleri de kanatır.

Şimdi sana bu mektubu bırakıyorum. Belki bir gün okursun. Belki hiçbir zaman ulaşmaz.
Ama bil ki bu kelimeler, içimdeki en saf yerden geldi. Yalanların, planların ve karanlıkların ötesinden. Seni sevdim. Hiçbir zaman sahip olamayacağımı bile bile… Seni sadece sen olduğun için.

Barkın Atakan
(“Sevilmeyi bilmeyen bir adamın kalbinden.”)

Belki bir gün Mihre okurdu bu satırları. Belki bir gün anlardı: Benim sevgim, onun nazikçe reddettiğinden çok daha derindi. Ama şimdilik... ben sadece yazıyordum. Çünkü yazmak, içimde kalanları zehre dönüşmeden tutan tek şeydi.

Bir akşam onunla konuşmak için hazırlık yaparken, Mihre’nin elini bir başkasının elinde görmüştüm. O an dağılmış, yalnız kaldığımı anlamıştım. Ve o yalnızlıkla aklıma ani esen bir fikirle bara gittim. Hiç yapmadığım bir şeydi halbuki. Ama o gece, her sınır benim tarafımdan silinmişti. Orada tanımadığım bir kadınla konuşmuş, sabahına pişmanlıkla uyanmıştım.

Aylar sonra, ben hastanedeyken o kadından bir mesaj gelmişti. Hamileydi. Ben sustum. Ama kaçmadım. Çocuk doğmuştu. Erkekti. Adı Atlas’tı. Bakmam diyemedim. Çünkü o çocuk benim içimdeki son insanlığı tutuyordu. Onun gözlerinde, annemin bıraktığı bakışı gördüm. Ve ben baba oldum. Sessizce. Kimsesizce.

Mihre ise hâlâ hayatımdaydı. Arkadaşçaydı. Yakındı ama ulaşılmazdı. Ve ben… yıllar içinde başka birine dönüşmüştüm. Gözlerim hâlâ onu arıyor ama artık eski masumiyetim yoktu. Çünkü bir fikir düşmüştü aklıma. Mihre çocukları çok severdi. Her seferinde "Keşke bir gün çocuğum olsa" derdi. Ve ben... işte tam burada kararmıştım. Bir plan yaptım. Sinsi. Sessiz. Ve belki affedilmezdi.

Mihre şoktaydı. Şaşkındı. Ama güçlüydü. “DNA testi yaptırmak istiyorum,” dedi. Ses tonunda şüphe, gözlerinde uzaklaşma vardı. O an bir seçim yapmıştım. Ya gerçeği söyleyip onu sonsuza kadar kaybedecektim… Ya da yalanımı gerçek yapacaktım.

Ben... doktordum. Hastanede yıllardır birlikte çalıştığım, bana borçlu bir laboratuvar uzmanı vardı. Ona gitmiştim. Sonuçları değiştirmesini istemiştim. İkimizin örnekleri arasında genetik uyum “pozitif” görünsün diye. Para mı? Değildi. Sessizlik karşılığı bir iyilikti. O da susmuştu. Ve test sonucu ona verilmişti. Mihre onu okuduğunda… gözlerinden yaşlar akıyordu.

Onu kendime çektiğim için o kadar mutluydum ki benim ya da onun çevresi, benim hakkımda söylediklerini üzerime alınmıyordum. Bintuğ ile onları ayırdığım ya da ayırmak üzere olduğumdan herkesle paylaşmak için can atıyordum. Onunla buluşma planları ayarlarken, Eski zamanda çok iyi arkadaşım olan Umut’un bana “Uzun zamandır buluşmuyorduk, sana konum atacağım.” demesi üzerine hem şüphem hem de heyecanım vardı.

Nöbetimi bitirdikten sonra hazırlanıp direkt atılan konuma taksi yardımıyla ulaştım. Depoya benzer, ıssız ve kötü kokan küçük bir odaya girdiğimde, iş işten geçmişti. Umut’un ve tanımadığım iki kişinin beni karşılayıp zorla kırık ama beklediğimden daha dayanıklı olan sandalyeye oturttuklarında, hayal kırıklığıyla eski en yakın arkadaşıma bakmıştım.

Bana bardaki kadının aslında onun sevdiği kadın olduğunu, benim birlikteliğim sonucunda ise kafayı yediğini hırsla ve kahkaha atarak anlatırken, o anlar film şeridi gibi gözlerimin önüne gelmişti. Pişman mıydım evet ama iş işten geçmiş oluyordu.

Umut’un yanında bulunanlar sanki bir işaretle üzerime atlayacakmış gibi iki yanıma da yerleştiklerinde, Umut’un “Sen, sadece hırsın yüzünden kendini kaybetmedin. Sen, hırsın yüzünden herkesi kaybettin. Şimdi de ben, hırsım yüzünden seni kaybedeceğim ve ulaşamadığım ne varsa senden alacağım.” demesi üzerine aklımda direkt Atlas gelmişti.

Belki de benim bir oğlum olduğunu bilmiyordu. Ona gözlerimin bulanık olmasına aldırmadan bakmaya çalışarak “Atlas… Ona ne yaptın?” dememle kahkahasını arttırıp saçlarımı çekmeye başlamıştı. Kahkahasının arasında arkadaşlarına, benim ona sorduğum soruyu taklit ederek dalga geçmiş; direkt yüzüme doğru eğilerek “O çocuğun senden olması benim umurumda değil. Sen burada can çekişirken, ben zaten onun yanında olacağım merak etme.”

Ölüme bir adım daha yaklaşırken, onu ikna etmek için can atmayı beklerken; şimdi de canımı alması için bekliyordum. Belki de benim tek çıkışım, tek doğru hareketim sevdiğim insanların canını yaktığım kadar benim de canımın yanmasıydı. Bunu sessizce kabullenmiştim.

Umut’un işaret vermesiyle, olan olmuştu. Bedenimdeki keskin ağrı tüm yaptığım hataları sıfırlamıştı. Kabullenişim, belki de en doğru zamandı. Yıllarca kabullenemedikleri beni, belki de toprağın bana acımasıyla kabul görecektim. Aile saadetim belki de son bulacak, ailem belki de o huzurla oturdukları evde şimdi ağlayarak oturacaklardı.

Kimler beni burada bulacak, kimler mezarımı ziyaret edeceklerdi? Yaşadığım ya da yaşattığım her şey bu ölümle son bulurken, tek son bulmayan şey Mihre’ye olan karşılıksız sonsuz bir sevgiydi. Onu, son kez gördüğümden ölürken bile tebessüm etmiştim. Belki de en acı ama en içten tebessümüm buydu.

Ben Barkın;

Son nefesimi verirken, oğlum Atlas’ın sesi aklımdaydı. Benim içimde her şey sustu.
Ama bu, hikâyemin sonu değildi.
Çünkü gerçek, geç de olsa gelir.
Ve en çok… karanlıkta kalanların kapısını çalar.

Merhabalar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Barkın hakkında çok da abartmadan yazmak istedim. Umarım onun hikayesini beğenirsiniz. Sizi seviyorum, iyi okumalar diliyorum. Oy ve yorumlarınızı da bekliyorum. Bakalım Atlas ne gibi zorluklar yaşayacak ve kim ona sahip çıkacak? Diğer bölümde görüşmek üzere, hoşça kalınnnn 🤍💓💓

Bölüm : 04.05.2025 22:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 39- Karanlıkta Kalan, Yalanın İçinden Doğar
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...