38. Bölüm

38- Cenaze Ve Taziye Evi

Sude Kayhan
poncikss1234

 

“Hayatta erişilmiş her şey ölüme benzer. Tamamlanmış hiçbir şey yaşayamaz. Tamlık için çabaladığımız tamamlanmış, ölmüş olana doğru çabalıyoruz. Hayat gerilim, gaye ve tamamlanmamışlıktır.”

(Karl Jaspers)

Bintuğ Liva’nın Anlatımıyla;

Bir an boyunca hiçbir şey düşünemedim. Sadece baktım. İçimden geçen ilk şey, bağırmak olmadı. Ağlamak da değildi. Sadece, “Gerçekten mi?” diye mırıldandım. Sanki inatçı, başına buyruk Barkın’ın ölümü bile onun gibi sert ve inatçı olurdu. Ama bu çok sessizdi. Hem de öyle sessiz ki, tüm yılların yankısını içine çekmiş gibiydi.

Ellerimi titreyerek cebime attım, telefonumu çıkardım. Parmaklarım tanıdık numarayı ezbere çevirmişti. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra açıldı. “Mihre?” dedim, sesim çatallı, zorlamalıydı. O da ses tınımdan bir şeylerin ters gittiğini hissetmiş olacak ki o da durgun bir sesle konuşmuştu.

“Hı? Bintuğ?”

Bir süre konuşamadım. Boğazım kurudu. Yutkundum. “Barkın’ı… Barkın’ı buldum.” Sessizlik. Diğer uçtan ses gelmiyordu. Belki nefes bile alamıyordu Mihre.

- O… Mihre, o yok artık.”

Telefonun diğer ucundan yükselen nefes, sonra gelen boğuk bir ses… “Hayır… Hayır, olamaz...” Onun da sesi çatallaşmaya başladığında, gözlerimi yere diktim. “Ambulansı çağırdım. Ekip de geliyor. Ama... Çoktan gitmiş.”

Mihre ağlamıyordu. Ya da en azından ben bu boğuk ortamda duyamıyordum. Sadece o garip sessizlik, hatta belki de derin, karanlık bir susma hâli yayılıyordu hattın ucundan. “Gitme demiştim ona... Bir kez daha kırılmasın diye.” fısıldadı Mihre. Gözlerimi kapattım. Artık kimseyi kıracak biri yoktu. Ama kelimelerin etkisi hâlâ oradaydı.

“Cenaze işlerini başlatmam lazım.” dedim, sesim donuktu. “Ben geliyorum, nerede olduğunu söyle.”

O an, şunu fark ettim: Bazı telefonlar, sadece haber vermek için edilmezdi. Bazı telefonlar, yılların yükünü tek bir cümleye sıkıştırmak, geçmişi ölümle mühürlemek için edilirdi. Ve o, bunu yapmıştı.

Mihre Kandemir’in Anlatımıyla;

Telefonumun ekranı titrediğinde, öğle güneşi odanın pervazından sarkmış, duvara eğri bir ışık çizgisi bırakmıştı. Kalın perdeler tam çekilmemiş, gölgelerle ışığın birbirine karıştığı o tuhaf, kararsız atmosferi yaratmıştı. Sessizlik, sanki odanın içine kazınmıştı; duvar saatinin tik takları bile yankı yapacak kadar netti.

Ekrandaki isim gözlerime battı. Bir an parmaklarımı geri çektim. Arayan numaranın altında yazan o tanıdık ama artık uzakta kalan isim, geçmişte bıraktığım, ama içimde izini silemediğim bir dönemin yankısıydı. Açtım. Sesin tonu, çok söze gerek bırakmayacak kadar donuktu.
“Barkın... vefat etti.”

Sözcükler havada asılı kaldı. Bir yere çarpmadı, içeri düşmedi, sadece öylece durdu. Hani, yere düşen bir cam gibi bin parçaya ayrılmasını beklersin ama bazen düşerken sadece ağır çekimde salınır ya öyleydi bu haber.

Barkın. Yıllar önce yollarımızın kesiştiği, her karşılaşmamızın bir mücadeleye dönüştüğü, her kelimesinin altına ince bir zehir damlattığı ve benim de ona aynı biçimde karşılık verdiğim Barkın.

Bir zamanlar yakın, neredeyse kardeş kadar samimi, sonra bir gün sebebi açık olmayan bir kırılmayla düşmana dönüşen biri. İnsan bazen birini ne kadar çok sevmişse, ondan nefret etmeye de o kadar yetenekli oluyordu. Ve ben bu yeteneği yıllarca içimde büyütmüştüm.

Ama şimdi... O yoktu.

Kalbim garip bir şey yaptı o an. Ne bir sızı, ne bir rahatlama. Sadece bir boşluk. Sanki yıllardır içimde taşıdığım dikenli bir yumru, birden ortadan kaybolmuş da yerinde bir oyuk kalmış gibiydi. Yine de, fark ettiğim şey şu oldu: O oyuk, o dikenli şeyden daha rahatsız edici bir şeydi.

Pencereden dışarı baktım. Ağaçların arasında rüzgâr usulca dolaşıyordu. Her şey aynıydı. Kuşlar ötüyor, uzaklarda bir araba korna çalıyordu, gökyüzü mavi, bulutsuzdu. Ama bana göre hiçbir şey aynı değildi.

“Ne zaman cenaze?” diye sordum.

Cevabı duyarken gözüm pervazın kenarındaki çatlağa kaydı. Geçmişte kaldığını sandığım her şeyin şimdi o çatlağın içinde hâlâ yaşadığını fark ettim. Barkın’ı sevmemiştim belki. Hatta zaman zaman onun başına kötü bir şey gelmesini bile dilemiştim. Ama şimdi, artık bu dileğin gerçekleşmiş olması... acı bir utanç gibi dolandı içimde. Çünkü insan, düşmanını bile ölürken affetmeye hazır sanıyordu kendini. Gerçekteyse, affetmek değil, nefretsiz kalmak daha ağır geliyordu.

Cenaze sabahı, gökyüzü bulutlarla örtülmüştü. Hava ne yağmurluydu ne de açık; gri bir boşluk gibi sarkıyordu gökyüzü. Mevsim neydi bilmiyorum, ama o sabah doğa da sanki bir karar verememişti: Üzülmeli mi, umursamamalı mıydı?

Yavaşça yürüdüm kalabalığın arasından. Herkes tanıdık bir ağız birliğiyle başını eğiyor, ellerini önünde birleştiriyor, gözlerini kaçırıyordu. Sanki onu gerçekten sevmişler gibi... Ya da sanki gerçekten ne hissettiklerini bilmiyorlarmış gibi.

Barkın’ın tabutu musalla taşına konmuştu. Üstü yeşil örtüyle örtülü, kenarları altın sarısı işlemeliydi. Kalabalığın içinde gözüm, istemsizce, onunla birlikte geçirdiğimiz o çatışmalı yılları tarıyordu. Aramızda geçen onca bakışma, yarım kalan cümleler, keskin sessizlikler ve geçmişte bırakıldığını sandığım sitemler, bu sabah hepsi sessizce sıralanmıştı önümde. İmam konuşurken, bazı cümleler kulağımda ağır yankılar bırakıyordu:
“İyiliğini anın, kırgınlıkları Allah’a bırakın…”

Ben buna inanmadım. Ama saygı duydum. Çünkü bazı insanlar için öfke bile bir çeşit bağlılıktır. Bazı insanlar, sevilmeyecek kadar derindir. Ve Barkın… işte oydu.

Namaz sırasında, az ötede durduğumuz kalabalık arasında bir yabancılık hissi çöreklendi içime. Yanımdaki adam fısıltıyla bir dua mırıldanıyordu ama ben sadece rüzgârın uğultusunu duyuyordum. Ayakkabılarımızın kenetlenecek kadar yaklaştığı bu safta, Barkın’ın bir zamanlar yürüdüğü yollara bakıyordum. Neler yarım kaldı, neler hiç söylenmedi?

Cenaze arabasına konulurken, tabuta bir adım yaklaştım. Herkes hafifçe eğildi, son bakışlarını bıraktı. Ben öylece dikildim. Ne bir dua, ne bir gözyaşı. Sadece boşluk. Birinin sesi uzaktan yankılandı: “Hakkınızı helal eder misiniz?” Kalabalıktan yükselen monoton sesler: “Helal olsun.”
Ben susuyordum.

O an içimde bir şey kırıldı. Belki de yıllardır ördüğüm o kalın duvarlardan bir parça düştü. O duvarlar ki, onun söyledikleriyle, benim sustuklarımla örülmüştü. Ve şimdi, artık aramızda bir duvar değil, bir mezar vardı.

Toprak başlarken atılmaya, herkes hafifçe geriye çekildi. O uğultulu ses, kürekle savrulan toprağın tabut kapağına çarpışı... Tanıdık bir son gibi değildi bu. Daha çok, bir suskunluğun kapanışıydı. İçimde yıllarca büyüttüğüm öfkenin üzerine bir kürek toprak atılıyordu sanki.

Bir süre mezarın başında tek başıma durdum. Ayakkabılarım çamura batmıştı. Gökyüzü hâlâ griydi ama artık bana daha ağır geliyordu. Ona dair her şey bittiğinde, içimde tek kalan şey bir soruydu: Onu affetmem gerekmiyor muydu? Yoksa artık affedecek birini bulamayışım mı bu kadar ağır geliyordu?

Sessizce döndüm, kalabalığın ardından yürümeye başladım. Her adımda ayak izlerimi yağmur yavaşça siliyordu. Ve ben ilk defa, Barkın’ı değil, kendimi affetmeye çalışmıştım.

Boş bulduğum bankta, kalabalığın dağılmasını beklerken bir yandan da Bintuğ’un ve arkadaşlarının namazını bitirmesini bekliyordum. Duru’nun yanıma gelmesiyle, onun da yüz ifadesi dikkatimi çekmişti. Hissizlik ve boşluk barındırıyordu.

Duru’nun “Cenazeden sonra Barkın’ın ailesi direkt taziye evine geçecekler. Eğer istemezsen biz de buradan direkt eve geçelim, ne dersin?” Taziye evine tabii ki de gidecektim. Sonuçta canları yanan, tek oğullarını kaybetmiş bir aile vardı.

- Gideceğim. Saygısızlık yapmayalım. Bintuğ ve arkadaşları da çıktılar zaten buraya doğru geliyorlar. Onlara da söyle de uzaklaşalım buradan.

Taziye Evi;

Kapı aralıktı. Sessizce içeri girenlerin çoğu konuşmadan başını eğiyor, ayakkabılarını çıkarıp oturma odasına geçiyordu. Erkekler bir yanda, biz de bir yana oturmuştuk. Odanın bir köşesi boş bırakılmıştı. Barkın’ın koltuğu olduğunu annesi söylemişti. Oraya kimse oturmamıştı.

Çay tepsisi elden ele dolaşmıştı. Sessiz fısıltılar arasında “Başınız sağ olsun” cümlesi tekrar ediliyordu. Kadınlardan biri Barkın’ın annesine yaklaştığında, gözüm ister istemez onlara sabitlenmişti.

“İyiydi. Herkese aynı davranırdı.” Acısı yüzünden okunan annesi cevap veremedi. Başını sallamakla yetinmişti.

Sol çaprazımda, tekli koltukta oturan altmışlı yaşlardaki adam sessizce konuştuğunda ise gözlerimi halıya sabitlemiştim. Bu kadar iyilik meleğiydi de neden bana şeytanı oynamıştı? Belki de şeytanın melek olduğunu benden daha iyi biliyordu.

“Pikniğe götürürdü çocukları. Gönüllü yapardı. Kimse istememişti ama o götürürdü.” Herkes bu cümleyi duydu ama kimse üzerine konuşmamıştı. Saatler geçmiş, insanlar gelip gitmişti. Konuşmalar kısa, ifadelerimiz sabitti. Akşam olunca, kalabalık azalmış, biz de eve dönmüştük. Taziye evinin son günüydü. Gelenlerin sayısı azalmıştı. Birkaç kişi erken gelmiş, bazıları kısa süre kalıp çıkmışlardı. Salondaki sessizlik diğer günlere kıyasla daha belirgindi. Konuşmalar artık neredeyse gereksizdi. Akrabaları olduğunu öğrendiğim kişi sadece şunu söylemişti:

“Taziye bitince her şey normale döner.”

Kimse cevap vermedi.

Çay dağıtımı aksatılmadan sürmüştü. Bardaklar toplanmış, tepsi yeniden dolmuştu. Barkın’ın koltuğu hâlâ boştu. Kapanış için bir dua okunmuştu. Herkes başını eğmişti. Sonra yavaşça ayağa kalktık. Bazıları kapıda vedalaştı, bazıları ise doğrudan çıkmıştı.

Kapıda vedalaştıktan sonra Duru, kardeşim ve Bintuğ ayakkabılarını giyindikten sonra bana geçmem için yol vermiş, ben de hazır olduktan sonra da tekrardan baş sağlığı dileyip evden ayrılmıştık.

Benim eve geçtiğimizde, Bintuğ’un ten renginde fark edilecek kadar solgunluk; kardeşimin gözlerindeki ifadesiz, boş bakışlar kendilerini direkt belli ediyordu. Salona geçtiğimizde, Bintuğ yanıma oturdu ve “Aslında sana söylemek istemezdim. O şerefsizin neler yaşattığını buradaki herkes birebir şahit lakin onu orada öyle görünce ne bileyim, senin de öğrenmen gerektiğini düşündüm. Eğer söylemeseydim bu sefer daha da durum kötüleşebilirdi.”

Böyle düşünmesi güzeldi. En azından son yolculuğunu sessizce halledebilmiştik.

-Ne demişler: “Bir varmış bir yokmuş.” Onu da öyle değerlendireceğim…

Bintuğ, Aydemir ve Duru’nun kararı üzerine kalkıp yatacak yerlerini hazırlarken, Bintuğ da bana yardım etmek maksadıyla salonu toparlamıştı. İşimizin hemen bitmesiyle onlardan izin isteyip banyoya girdim ve ılık suyla kısa bir duş aldım.

Üzerime pijamalarımı giyindikten sonra masaya oturdum ve kapının ardından bana seslenilmesiyle irkilip elimi damağımın üstüne yerleştirdim. Gelmesi için onay verirken, Bintuğ’un olduğunu gördüm. Konuşmadan içeriye geçti ve yatağımın üstüne koyduğum fönü fişe takarak arkama geçti.

Saçlarımı nazikçe kurutup eliyle tarağı işaret etti ve ben de ikiletmeden ona uzatıp gözlerimi kapattım. Arkadan bana sarılmasıyla, aynadan bize baktım ve tebessüm ederek ona karşılık verdim.

Kullandığı eşyaları yerine koyduktan sonra ben de sandalyeden kalkmış, yatağıma yerleşmiştim. Kapının açıldığını duyduğumda, istemsizce kaşlarımı çatmıştım. Koridordaki yanan ışığı kapatıp tekrar yanıma geldiğinde, ister istemez gülmüştüm. Karanlığı bu kadar seven birisine ilk defa rastlıyordum.

-Aydemir ve Duru ya masa kenarlarına çarparlarsa? Gece gece başımıza iş almayalım.

“Onları kontrol ettim. Uyuyorlar. Uzun bir gündü ve herkes bir şekilde baş etmeye çalıştı. Baş edemeyenler ise sabaha kadar dört duvar arasında gözlerini kırparak eski anılarını düşünecekler, hayat maalesef bu.”

Birbirimize sarıldıktan sonra her şeyden habersiz huzurla uykuya dalmıştım.

Uyandığımda, yatağın diğer tarafı boştu. Aşağıda olabileceğini düşünüp önce banyoya girip kendime çekidüzen verdikten sonra yatağımı toplayıp salona geçmiştim. Duru’nun mutfakta Aydemir ile sohbeti kulağıma geldiğinde, yanlarına varmıştım.

-Günaydın, Bintuğ nerede?

Aydemir bana anlamsızca bakıp “Oda da değil mi?” demesi üzerine onu aramasını istedim. Telefonunun kapalı olduğunu söylediğinde ise yine bir şeyler karıştırdığını anladım. Onun ölümünden sonra zaten hep diken üstünde olduğunu hissetmiştim. Belki de ölümünün arkasındaki perdeyi aralamak için tek başına plan yapmıştı.

Duru’nun bana bakmasıyla birlikte tebessüm edip masaya geçtim ve çok da düşünmemeye çalışarak kahvaltımı ettim. Taziye evine gidenlerin birçoğu hastane tarafından izne ayrıldığından benim ve Duru’nun bugün izni başlamıştı. Yarın benim nöbetim, onun ise normal mesaisi kaldığı yerden devam edecekti.

Hastane ortamını merakla bekliyordum. Belki de beni suçlayacaklardı, bilemiyordum. Kardeşimin “Abla daldın yine. Eniştem yüzündense bırak biraz nefes alsın. Bulduğu ortam çok da iyi bir yer değildi.” Nasıl bir yerde bulduğunu merak etsem de söylemeyeceğini bildiğimden sessiz kalıp dürüstçe hastane için düşündüklerimi belirttim.

İkisi de sessizce beni dinlediklerinde, kendi fikirlerini söyleyip başka bir konu hakkında sohbete başlamışlardı. Masayı toparladıktan sonra Duru hemen bulaşıkları yerleştirip etrafı toparlamaya başlarken ben de pencerenin önüne gidip biraz hava aldım.

Yarım saat geçtikten sonra masada hep beraber kahvemizi içerken Aydemir’in telefonuna mesaj geldi. O, göz ucuyla bakıp kahvesini yarıda bıraktığında, aklıma direkt Bintuğ geldi. Ona sorduğumda ise alakasının olmadığını; kimsenin de haberinin olmadığını dile getirdiğinde ise daha da meraklanmıştım.

Bu ilk değil lakin son da olmayacaktı. Bakalım yine ne gibi bir sorun bizleri bekliyordu?

Merhaba canlarım, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Barkın’a veda ettik. Umarım bir daha bu tip insanlar hayatlarımızda olmaz diyorum ve bu bölümü size emanet edip ben kaçıyorum. Rica ediyorum ki vote ve yorum yapın. Sizin destekleriniz bizim kalemimizi güçlendiriyor. Umarım beğenirsiniz; bir sonraki bölümde görüşmek, buluşmak dileğiyle. Hepinize şimdiden iyi geceler diliyorum… 💓🙏🙏

Bölüm : 01.05.2025 01:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sude Kayhan / Karşılaşma Cephesi / 38- Cenaze Ve Taziye Evi
Sude Kayhan
Karşılaşma Cephesi

17.65k Okunma

4.44k Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...