“Sevmek sanatsa, kalbimin en güzel eserisin.”
Kardeşimin odası, loş ışık altında gerilmiş yüzlerin toplandığı gerilim sahnesine dönüşmüştü. Duvarlarda bulunan haritaların ve masada bulunan emir dolu evrakların gölgeleri, titrek lambanın dağılımlarıyla dans ediyordu. Masanın çevresinde oturanların bakışları birbirine kenetlenmiş, biri sessizliğin içinde patlamaya hazır bir volkanın yoğunluğu taşıyordu.
Havada ağır bir sessizlik hakimdi; yalnızca aralıklarla tıkırdayan eskimeye yüz tutmuş saatin sesi duyuluyordu. Derin bir nefes almak bile neredeyse bir meydan okuma halindeydi. Kardeşimin elinde bulunan kalem hafifçe titredi, parmakları stresten ötürü terlemiş, kayganlaşmıştı. Duru’nun da tüm dikkati kalemin düşüp düşmeyeceğinde kalmıştı.
Yarım açık kalan kapının önünde bekleyen nöbetçiler, beklenmedik bir haber çıkacakmış gibi diken üstündelerdi. Odanın ortasındaki görünürken bu baskı, adeta herkesin göğsüne çökmüş, nefeslerini sıklaştırmıştı. Bu ortamda bile durumun değişebileceği bu anlarda, sessizlik ve büyük tehdit yaratacak unsur şu an için gözükmemişti.
Birkaç telefonun peş peşe çalmasıyla, heyecanlansak da Aydemir’in evraklar ile sorunu hakkında aramışlardı. Yaklaşık beş buçuk saattir bir odanın içinde sırasıyla oturuyor, her telefona birbirimize bakarak açıyorduk. O kadar habersiz kalmıştık ki sanki ilk çağda yaşıyorduk.
Dışarıdan gelen ayak sesleri ve koridordaki boğuk konuşmalar, huzursuzluğu artıyordu. Aydemir’in “Bu böyle olmaz. Dışarıdaki her tıkırtıyı ona bağlayamayız. Dışarıya çıkıp önce güzelce karnımızı doyuralım, daha sonra eve geçer üstümüzü değiştiririz. Sabaha kadar burada kalacak hâlimiz yok. Öyle değil mi abla?” bana bakarken, yüz ifadesi kabul etmem için ısrar ederken ben de el mahkum kabul ettim ve Duru’nun yanındaki çantamı alarak kapıya yöneldim.
Yiğit Fatih; Ertuğrul, Aydemir ve Duru ile yan yana yürürken kasvetli havanın değişmesi için önce Yiğit Fatih, daha sonra da Aydemir’in sohbetiyle az da olsa o boğuk ortamdan uzaklaşmıştık. Kardeşimle daha önceden gittiğimiz köfteciye karar verdikten sonra havanın da güzel olmasıyla yavaş adımlarla yürümeye başladık. Sallana sallana yürürken, çaprazımda duran adamın bana doğru uzatılmış telefonunu görüp hemen Duru’ya döndüm.
O, hemen durduğunda, bizimkiler de olayı anlamak için etrafına bakarken; adamı işaret edip olayı açıkladım. Kardeşim, hızla o adamın yanına ulaştıktan sonra yakasından tuttu ve Yiğit Fatih’in telefonu almasını sağladı. Galeriye girdiklerinde, birçok kadının habersizce çekilen fotoğrafları olduğunu belirttiğinde, Ertuğrul hemen gereken şikayeti yaptı. Beş dakika kadar adamı yakaladıktan sonra başımı iki yana sallayıp tepkimi verdim.
Moralim ister istemez bu kadar olumsuz olaylardan ötürü bozulduğundan, açlığımı bile unutmuştum. Dere’nin bulunduğu yola vardığımızda, tek sıra hâlinde taşlara basarak birinci bölgeyi geçmiş olduk. Derenin ikinci yatağının başladığı bölgede bulunan düz yerde kurulmuş arabanın içinde tüten dumanları görmüştük.
Duru’nun çevreyi ezberleyecek kadar üst üste bakması ve övgü dolu cümlelerini bağıra bağıra herkesin duymasını istercesine birkaç kere tekrarlaması, sanki bana bir kere daha doğa ile birlik olmam gerektiğine dair bir mesaj veriyordu. Önceden geldiğim gün de etrafı süzerken, değişikliklerin olduğunu fark etmiştim. Demek ki doğa, insanlar gibi değişiyor ve en iyisini ortama sunuyordu.
Oturduğumuz yer, derenin hemen sağında kalıyordu. Taşların arasında nazlı nazlı süzülen suyun berraklığı, dibi görebilmeye izin veriyor, yer bulabilen küçük balıklar, sudaki hareketin ahengine uyum sağlıyordu. Derenin izniyle özgürce büyüyen yabani naneler, hafif bir esintisiyle etrafa ferahlatıcı kokular yayıyor, doğanın mis gibi temiz havasına huzur dolu bir dokunuş sunuyordu.
-Aydemir, geçen geldiğimiz ile şu anki geldiğimiz arasında dağlar kadar fark var. Sen de fark ettin mi?
“Abla, ben her gün neredeyse buraya geliyorum. Bir değişiklik göremedim. Belki sen kafan dağılsın diye farklı gözlemliyorsun.” dediğine katılmıyordum. Aydemir’in her zaman sohbet ettiğini duyduğum, ustanın oğlu masamıza yaklaşırken; hazırlamış olduğu birkaç meze ve açık ayranı masamıza yerleştirdi. Herkesle samimice selamlaşıp babasının yanına döndü.
Ertuğrul’un “Telefon sinyaline az önce baktım da hâlâ hastanede gözüküyor. Nöbeti biteli iki saat on beş dakika yirmi yedi saniye oldu. Neden bu kadar oyalandı ki?” aklıma bin bir türlü sahne canlanırken, etrafımdaki insanların da daha fazla moralini bozmama adına sessiz kalmayı tercih ettim. Duru’nun “Abimi arayacağım, açarsa onun en sevdiği tatlıları yemesi için bana çağıracağım. Eğer kabul ederse yüz ifadesini ya da vücudunda herhangi bir darp izinin olup olmadığına bakacağım. Hastane kokusunu da bildiğimden, kıyafetlerini yıkamadan önce koklayıp size mesaj atarım. Tabii bu dediklerimin hepsi onun açmasına bağlı.”
Onu hepimiz onayladıktan sonra parmağını dudaklarına götürürken bana göz kırptı. Etraftaki seslerden dolayı çaldığını bile duyamadığım bu ortamda, Duru’nun “Alo.” demesiyle gözlerimi belerttim. Hışırtılı seslerin daha yoğun olduğunu, onun sesi neredeyse hiç duyulmayacak kadar kısıktı. “Abi beni duyabiliyor musun?” onun da endişeleri üzerine Ertuğrul hızlıca telefonunu çıkartıp kime yazdığını göremesem de parmakları klavyenin üstünde hızlıca dolaşıyordu.
-Duru, telefonu bana ver.
Onun bir şey demesine gerek kalmadan direkt telefonu elinden çekip konuşmaya başlarken, gülme sesini sonunda net bir şekilde duyabilmiştim. Ben konuştukça, susuyor. Ben sustuğumda ise sadece arama süresi su gibi akıp gidiyordu. Kaşlarımı çatıp bizimkilere bakarken, Aydemir’in telefonu istemesiyle kuşkusuz ona verdim. Kendisi de konuştuğunda; Bintuğ telefonu kapatmıştı. Ertuğrul’un aniden kalkmasıyla yüreğim ağzıma gelirken, ne olduğunu hep bir ağızdan sorduğumuzda, kendisi hızlıca kalkmamız gerektiğini söyledi.
İkiletmenin bir anlamı olmayacağından hemen toparlanırken, gelen köfteleri paket ettirmesi için Yiğit Fatih arabanın yanına gitti. Hesabı da ödedikten sonra elindeki poşetle hızlıca bize bulunduğu bölgeye gelmesi için işaret verdi. Daha kestirme olduğunu tahmin ettiğimden, itiraz etmeden oraya doğru yürümeye başladım.
Anayola çıktıktan sonra Ertuğrul, bizi durdurup eve gitmemiz gerektiğini; Bintuğ’un kendi kendine tehlike yaratabileceğinden dolayı ekiple yanına gideceklerinden bahsettiğinde, Duru ile mecbur sessizce onay verip bize geçmemizi önerdim. O da Aydemir’e dönüp “Abimi aldığınızda, Mihre’nin evine gelin.” demesi üzerine sessizce yanımızdan ayrıldılar. Baş başa kaldırımın ortasında kalırken, omzuna dokunup yürümesi için ona işaret verdim ve beraber eve doğru yol aldık.
Kısa süren bu ev yolu sayesinde hızlıca içeriye geçip önce üzerimizi değiştirdik ve Yiğit Fatih’in bize ayırmış olduğu köfte ekmeği mutfakta hızlıca yedik. Karnımın doymasıyla daha sakin ve gerçekçi düşüncelerim ortaya çıkarken, Duru’nun da tam tersi daha olmayacak senaryoları seslice bana anlatmaya başlamıştı. Ona ne kadar karşı çıksam da endişesini bu yolla attığını bildiğimden, kırmak istemedim.
“Abim sence buraya gelir mi? Gelirse eğer senden rica ediyorum kavgalı bile olsanız onun dediklerinin hepsini alttan al. Sakin bir kafayla buraya gelmeyecek hatta arkadaşlarının sinirini de belki bizden çıkartacak. Barkın ile gerçekten buluştularsa o zaman sana da namlu uzanır, haberin olsun.”
-Onun buraya geleceğini varsayarak konuşacağım. O buraya gelsin, önce iyi olup olmadığına bakacağım. Daha sonrası spontane gelişir zaten. Hem sen demedin mi, abim bana gelirse ona tatlı yapacağım. Hadi kalk da geldiğini düşünerek ona tatlı yapalım.
Gözleri parlarken ben de ister istemez gülümseyip sandalyeden kalktık ve tezgahın önüne geldik. Birlikte görev dağılımı yaparken ben, şerbet için kollarımı sıvarken o da hamur için kolları sıvamıştı. Sade kekten sonra en sevdiği tatlının şekerpare olduğunu biraz önce öğrenmiştim.
Şerbeti ocağa koyduktan sonra hızlıca ona yardım edip daha hızlı şekil vermesini sağladım. Bohçama dizerken o kadar dikkatliydim ki sanki kalp ameliyatına girmişim de çok kritik bir zaman geçiriyordum. Duru’nun “Ay o kadar güzel oldu ki şu hâliyle bile yiyesim geldi.” çiğ hâline bakıp dudaklarını ısırırken ben de kahkaha attım ve şerbetin yanına giderek ocağın ısısını düşürdüm.
Kahve makinasını ona gösterip yerime oturduğumda, o da sessizce fincanları tezgaha koyup makineye kahvesini ekledi. Üç dakika sonra o muhteşem koku etrafa yayıldığında, ister istemez gözlerimi kapatıp kokusunu içime çektim. “Mihre, son günlerde konuşamadık. Eğer moralin bozulacaksa susacağım fakat o kadar merak ediyorum ki içim içime sığmıyor.” sonunda kıvrandığı konudan konuşabilmişti.
-Bana geldi. Birkaç soru sordum ve cevabını alamadım. Daha sonra ona gitmesi için ricada bulundum ve o da sessizce çıktı. Sonuca gelirsem de pişman değilim, daha beter konuşacaktım lakin onca hatamı görmezden geldiğinden sakin kalmayı tercih ettim.
“Çok uzatıldığını düşünüyorum fakat sen daha iyi bilirsin. Ben üçüncü kişi olarak duygularınızı ölçemem. Siz daha iyi bilirsiniz.” onu onayladıktan sonra kahvemin son damlasını içtikten sonra hızlıca şerbetin altını kapatıp şekerparenin üstüne döktüm. Çekmesi için tezgahın en sonuna koydum ve dağılan yerleri toplayarak temizledim.
Zil çaldığında, göz göze geldik ve onun açmasını daha doğru bularak yerimde kaldım. Seke seke gittiğinde, kapıyı hevesle açtı ve karşısında Aydemir, Ertuğrul ve Yiğit Fatih’i gördü. Köşeden onları izlerken, kardeşimin ciddiyeti; Ertuğrul ve Yiğit Fatih’in de başlarının eğik olduğunu gördüğümde, içimdeki sıkıştırılmış sıkıntı yüz ifademe vurmaya başlamıştı.
İçeriye geçtiklerinde, kapıyı kapatıp salona geçtiler ve herkes sakin olmaya ant içmiş gibi yerlerine oturdular. Ben de onların yüzlerine baktığımda, açıklanacak bir durumun olmadığını en azından kendi adıma öğrenmiş oldum. Onları eli boş göndermemek adına hızlıca tekrar mutfağa geçip çay demledim ve yapmış olduğumuz tatlıyı tezgahtan alarak masaya koydum.
Tabakları özenle dizip tatlıyı yerleştirirken, Duru’ya sehpa için seslendim. Sıra sıra herkesin önüne koyduktan sonra dışarıdan anahtar sesini duydum. Yanlış duyduğumu düşündüğümden tepki vermesem de Aydemir’in kalkıp holün oraya geçmesiyle Bintuğ’un geldiğini anladım. Hızlıca mutfağa geçip görünmez olmayı dilerken, maalesef öyle olmadı. Onu gördüğümü sanmasın diye bohçamla ilgilenirken, mutfağın kapısına yaslanmış bana ciddiyetle bakan Bintuğ’u geri çeviremedim.
“Tatlı yaptığınızı bilseydim daha önce gelirdim.” ilk cümlesinin bu olması sanki benimle dalga geçiyormuş gibiydi. Ona alaylı bakışımı yollayarak içeriye geçmesini söyledim ve ona da servis hazırlığı yaptım. Önüne yerleştirdikten sonra yanı boş olan kardeşimin yanına oturup sohbet etmeye başlarken, Duru’nun “Abi, ilişkiden anlamadığını biliyorum da bu kadar da fazla anlamadığını bilmiyordum. İnsan bari yaptıkları için özür diler de arasını düzeltir. Ama nerede? Odunu yontmadan içindekileri bilemezsin.”
Bintuğ sadece bana bakarak “Vallahi ben suçsuzum. Özür dilemeye gelmiştim, evden kovuldum. Benim suçum ne?” ona ciddi misin bakışları atarken o da tebessüm edip “Ben Mihre ile küsmem, küsemem. Onun gözlerine baktığımda ister istemez yumuşuyorum. Ama şu an o bakışlar altında eziliyorum o ayrı…”
-Sen bipolar mısın? Eğer öyleyse bana söyle de ona göre ilişkinin boyutunu değiştireyim. Bana olan tavrın ile çevremizdeki insanların yanında takındığın tavır aynı değil, o yüzden soruyorum.
“Yine başlayacaksak ben mutfağa geçip tatlı alacağım. Arkamdan konuşman bitince de gelirim. Ne dersin?” o kadar eğlenerek söylemişti ki bu cümleyi ister istemez tebessüm edip yanımdaki yastığı ona doğru fırlatmıştım. Havada tek eliyle yakaladıktan sonra arkasına koyup yayılmaya devam ettikten sonra Duru’ya çay bardağını gösterip doldurmasını istedi.
Çaktırmadan diğerlerinin önüne de baktıktan sonra ayağa kalkıp Duru’ya yardım ettim. Mutfakta oyalanmak için onunla kısık sesle muhabbet ederken, salondaki sesleri duymak için de kulak kabarttım. Benim yanımda konuşmak istemediği bir konuyu duymak için şekilden şekle giriyordum.
Bintuğ’un “Beni en son Duru aramıştı, maşallah herkesin elinde gezdi telefon. Ulan bari birinizden biri arasaydı da anlasaydım kızlarla birlikte olduğunuzu. En azından mesajla karşılık verirdim.” Ertuğrul’un “Seni aramasaydık da Barkın’ın yanına gitseydin değil mi? Şu konumunu da aç da nerede olduğunu görelim.” Bintuğ’un “Ne Barkın’ı? Ne oldu ki, ben o dangalağa gitsem size neden haber vermeyeyim ki?”
Çok mantıklıydı. O zaman Barkın neden husumetli olduğum birisiyle buluşacağım demişti? Tepsiyi aldıktan sonra sıra sıra herkese bardağını göstererek çaylarını almasını sağlarken Duru da abisinin önüne bardağını koyup onun yanına oturdu. Ona doğru yan dönerek “Madem onun yanına gitmedin, neden Barkın “Husumetli olduğum birisiyle buluşacağım, eğer bana bir şey olursa konuma jandarma yollayın.” dedi?”
O da “Ne bileyim ben? Gidin kendisine sorun, sanki onunla yüz yüze geliyormuşum gibi konuşuyorsunuz.” Yaklaşık iki saat kadar sohbetin sonunda kardeşim de dahil olmak üzere hepsi izin isteyip kalkmıştı. Bintuğ ile her zamanki baş başa kalmamıza alışkın olduğumdan, yerimden kalkıp etrafı hızlıca toparladım ve beni izlemesine izin verdim. O da memnun olmuşçasına dudaklarını iki yana kıvrarken, ben de onun göremediği yerde tebessüm ediyordum.
İçimde karmaşık bir his... Gurur ve özlemin içine karışmış, hafif bir ağırlık yapıyor. Bir yanım hala kırgın, diğer yanım ise özlediğim anları hatırladıkça yumuşuyor. Sesi, kahkahası, birlikte geçen güzel zamanların zihnimin bir köşesinde dönüp duruyor. Birkaç kelimeyle kırılan onca şey, yine birkaç kelimeyle tamir ediliyordu.
-Tek bir soru soracağım ve sen de doğru cevap vereceksin, anlaştık mı?
“Eğer barışacaksak ben tamamım.” ona baktıkça soracağım sorunun tekrar bu güzel ortamı bozacağından korkuyordum. Eğer korkarsam bir daha cevabını alamayacağımdan bu düşüncelerimden hızlıca kurtulup derin bir nefes aldım.
-Madem onunla buluşmadın, neredeydin?
“Nerede olacağım Allah aşkına? Konum kapalı diye geziyorum mu zannediyorsunuz, anlamadım ki. Bugün karargaha gitmediğimden dolayı evde pinekliyordum. Eğer Duru eve gelseydi beni görürdü.”
Sessizce onu dinledikten sonra ayağa kalkıp karşımda durmasıyla ben de şaşkınca ona baktım. Eliyle kalkmam için işaret verirken ben de merakımdan kalktım ve karşısına geçtim. Aniden sarıldığında, önce tepki veremeyip birkaç dakika sadece onun sarılmasını hissettim. Ben de kendime geldiğimde, sarılışına karşılık verdim ve sonunda barışmış olduk.
Sarılmak... Kelimelerin yetmediği, suskunluğun en güzel diliydi. Kollarım açılırken, içeride sıcak bir heyecan dolaşır. Sarıldığım anda, zaman duruyormuş gibiydi. Kalp atışlarım hızlanıyor ama bir yandan da huzur doluyordu içime. Birinin sıcaklığına karışmak, onun nefesini hissetmek en tarifsiz duyguydu. Yaşamayan asla bu duyguları anlayamazdı…
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Ben çok iyiyim. Yeni bölümü size sunuyorum. Oy ve yorum atmayı unutmayalım. İyi okumalar diliyorum. Bakalım bugünkü bölümde bizi neler bekliyor? Şimdiden kemerlerinizi bağlayın… Sizi seviyorum, esen kalın. 🤍💓💫
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
17.65k Okunma |
4.44k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |