“Proxumus sum egomet mihi.”
(Bana en yakın kişi, yine benim.)
Belirsizlik... Havada kalan, ne ileri giden ne de geriye dönen bir gölge gibi. Bir sis perdesi misali, önünü görmeni engelliyor ama aynı zamanda çevresini tamamen da kapatmıyor. Her şeyin var olduğu ama hiçbir şeyin tam anlamıyla dokunulabilir olmayan bir yapısı bulunuyor. O kadar soyut ama bir o kadar da ağır ki, sanki ruhuna sinsice çöken, biriktiren bir karanlık gibi.
Belirsizlik, zaman diliminde kalmak gibi bir şey. Ne geçmişin kesinliği var ne de geleceğin netliği… Anlar uzuyor, saniyeler ağırlaşıyor, konular giderek daha karmaşık bir düğüme dönüşüyor. Önündeki yollar sisle kaplı ve hangi adımda atarsanız, nereye çıkacağınızı bilemiyorsunuz. Bu nedenle, bir süre sonra adım atmaya başlıyorsun. Duruyorsun. Bekliyorsun. Ama belirsizliğin en tehlikeli yanı da bu işte: Seni durduran, hareketsiz bekleyiş.
İçinde sürekli çalan sessiz bir alarm gibi. Tedirgin edici ama sebebini tam olarak bilemediğin bir kaygı… Gece yatağa uzandığında zihninde yankılanan cevaplanmamış sorular gibi. "Ya böyle olursa?", "Ya yanlış bir seçim yapmazsam?", "Ya hiçbir şey yolunda gitmezse?" diye tekrar eden düşünceleri, bir girdaba dönüşüp içine çekiyorum. Sadece zihninde değil, sürdürüldüğünde de hissedin belirsizliği. Ellerinde bir huzursuzluk, karnında tarif edemediğin bir ağırlık… Derin nefes alsan bile rahat edemiyorsun, çünkü ciğerlerine dolan havada bile bir tedirginlik var.
Belirsizlik seni iki uca savuruyor. Bazen umutsuzluk, bazen umut... Bir gün kendi durumunun düzeleceğine inandırıyorsun, ertesi gün tüm olasılıkların üzerine çöküyor. Bir an için ışık görülüyor ama birkaç saniye sonra o ışık bir serap gibi kayboluyor. Gerçek mi, değil mi, anlayamıyorsun. Belirsizlik seni oynatıyor, dengenle oynuyor. Bazen en kötü ihtimali bile kesin olarak bilmek, bu durumdan kurtulmaktan daha iyi geliyor.
Zaman ilerliyor ama sen aynı yerde sıkışıp kalmış gibisin. Bir seçim yapma işlemini değiştirmeyi ama hangi seçeneğin doğru olduğunu bilemiyorsun. Hangi yöne gidersen gideceğini bilmediğin bir ormanda kaybolmuş gibisin. Adım atsan mı, yoksa sırasında yön bulmayı mı beklesen? Ama bekliyor de seni tüketiyor. Çünkü belirsizliğin içinde kalacağı, suya düşen bir taşın sonuna kadar batmasını izlemek gibi. Ne sona varıyor, ne de paraları çıkıyor.
Ve işin en acı tarafı, bazen en çok ihtiyacı olan şeyi senden alıyor: Huzur. Çünkü vücutta huzur olmaz. Netlik olmadan zihnin asla tam anlamıyla rahat edemez. Ne elde edilir, nasıl hissedilir, nereye gideceğini bilemediği sürece, içinde hep bir arada kalır. O olgunlaşır, büyür.
Belirsizlik, sadece bir durum değil, aynı zamanda bir hapishanedir. Görünmeyen, dokunulamayan ama görüntünün bir kafesi… İçinde kaldığım sürece bunu hep yaşayacağım…
Gözlerim takılı kalıyorlar bazen. Boş, anlamsız bir bakış… Dışarıdan bakan biri bunu fark eder mi bilmiyorum, ama içeride kopan fırtınalar, sessiz bir durgunluk olarak yansıyor. Konuşmak istemiyorum, anlatmak istemiyorum. Çünkü anlatsam bile kelimeler hissettiklerimi tam karşılamıyor. Anlatmaya çalışsam bile sanki yoruluyorum, cümleler daha iyi tükeniyor.
Her şeyin anlamı tükenmiş gibi. Sevdiğim şeyleri yapmak bile zor geliyor. Müzik açsam, melodiler kulağıma ulaşmıyor. Bir kitap okusam, kelimeler birbirine karışıyor. Ama seslerini söyleyen insanlar arka plandaki bir uğultuya dönüşüyor. Hiçbir şey gerçek değilmiş gibi… Ya da belki her şey fazla gerçek ve ben bu ağırlığın altında eziliyorum.
Ve en kötüsü, bunun ne zaman biteceğini bilmiyorum. Bir sabah onun değişiminin düzelmesini bekliyorum, ama onun sabahı aynı ağırlığıyla uyanıyorum. Bazen geçiyor mu, bilmiyorum. Bazen olayları gerçekten böyle mi gelişmesi gerekiyor, ondan bile emin değilim. Çünkü uzun süredir saklı olan bu duygunun bir parçam haline geldiğinden beri bu hâldeyim. Belki de onunla yaşamayı öğrenmem gerekecek. Belki de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Duru ile sözleştiğimden dolayı ev işlerimi bir kenara bırakıp hemen dolabımın karşısına geçtim. Dün ütülediğimi bordo üniformalarımı özenle çıkartıp katladım ve onu yanımda taşıyacağım büyük siyah çantama yerleştirdim. Hastane eşyalarım hazır bir şekilde kenarda dururken, ben de hemen hazırlanmak için kollarımı sıvadım. Göz gezdirirken, Duru’nun da gördüğünde sevineceği bordo hırkamı ve onunla uyumlu siyah, kalın örme kazağımı yatağa koydum. Pantolon olarak arada kalsam da bordo hırkamı öne çıkaracak siyah, kalın boru paça kotumu çıkardım. Odamın içi sıcak olduğundan rahatça üzerimi değiştirdim ve büyük boy aynamdan kendime baktım.
Hem buranın hava şartlarına uygun hem de renk olarak da ten rengimi canlı tutan bir kombin olmuştu. Göz altlarım dün uyuyamamaktan çevresinde ufak ufak kızarıklıklar meydana geldiğinden, makyaj çantamı çekmeceden çıkartıp yüz makyajımı tamamladım. Bordo rujumu da sürdüğümde, bambaşka bir ruh hâline bürünmüştüm. O kadar çekici ve hoş duruyordu ki bu renkleri daha sık kullanmam gerektiğini kendimce tekrarlıyordum.
Hazır olduğumu tamamıyla hissettiğimde, ona mesaj atıp yerini öğrendim ve evin son hâline bakıp dudak büzdüm. Birkaç gündür ne eve ne de kendime doğru dürüst bakmadığımdan, dışarıdan birisi buraya girse savaştan çıkmış da zafer kutluyormuşum gibi algılanabilirdi. Evden çıktıktan sonra her zamanki buluştuğumuz parkın önüne geldiğimde, Duru ayakkabılarımın sesinden telefondan başını kaldırıp bana baktı ve dudakları iki kıvrıldı. Bu değişimimi ben dahil o da beklemezken, elini uzatıp tutmamı bekledi. Elimi uzattığımda, beni etrafında döndürüp “Mihre, mükemmel olmuşsun. Sana bakan dönüp bir daha bakacak.” onun bu neşeli tavrına tebessüm edip koluna girdim.
Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda, sonsuz bir maviliğin içinde kayboluyordum. Bulutlar, ağır ağır ilerleyen yorgun yolcular gibi sulanıyordu. Güneş ışınları tenime bir dokunuş bırakırken, rüzgar saçlarımı hafifçe dans ettiriyordu. Gökyüzü ağır, bulutlar koyu gri bir perde gibi şehri sarmış durumdaydı. Hava, derin bir nefes almış da bırakmaya çekiniyor gibiydi. Rüzgâr arada bir esip geçerken, ağaç dalları hafifçe eğiliyor, üzerine nemli bir koku siniyordu.
Hissediyordum… Yağmur bir anda yağacaktı. Sokaklarda bir telaş vardı. Rüzgar kendiliğinden sertleşiyor, havadaki elektriklenme tenimi ürpertiyordu. Sonra aniden bir sessizlik… Sanki doğa nefesini tutmuş, ilk damlanın düşüşlerini hesaplıyordu. Ve işte… Bir damla. Sonra bir tane daha. Derken, ince ince tenime vurmaya başlıyor. Yağmur kokusu yayılıyor, toprak suya kavuşmanın sevincini yaşıyor. İçimde garip bir huzur beliriyor, ona yakalandığım için gülüyordum.
“AA! Hava durumuna baktığımda, parçalı bulutluydu. Aniden yağmur yağması…” Göz ucuyla bana baktıktan sonra ben de ona cevabımı verdim ve daha fazla ıslanmak istemediğimden dolayı hemen sağ tarafımda kalan küçük, nezih görünen kafeye giriş yaptım. Duru, beni takip ettiğinden bir şey demedi ve hemen şöminenin yanında bulunan boş masaya geçtik.
Karşılıklı oturduktan sonra yanımda bulunan kare kodu hemen okuttum ve beraber menüye göz gezdirdik. Duru’nun canı tatlı isterken ben de sıcak içecek bölümüne girip kararımı verdim. Siparişi verdikten sonra çantama telefonumu koyup tüm odağımı Duru’ya verdim.
“Son mesajdan sonra sana hiç ulaştı mı? Ben aradığımda, hep meşgule atıyor. Belki sana dayanamaz.” ona gözlerimi dikmiş bakarken, konuşmadan cevabını almıştı. “Bundan sonra ne yapmayı planlıyorsun? Evet, işten dolayı onu zaten az görüyordun fakat aniden önünde belirir de özür dilerse, kararın ne olur? onu, o gittiğinden beri düşünüyordum. Ne yapacağım ya da nasıl davranacağım hiçbir şekilde kararını veremiyordum.
-Bilmiyorum, zamana bırakmak gibi huyum yoktur, biliyorsun. Bu durumu zamana bırakmak zorundaymışım ya da bırakılmaya mahkum edilmiş gibiyim. Her şey benim isteğim dışında gerçekleşiyor ve bu da beni çok yoruyor. Ne yapacağıma karar vermedim lakin tek bildiğim hâlâ o mesajın arkasında olmam. Hem benim tarafımdan konuşuyoruz da onun döneceği ne malum? Belki de bizi oylamak için bir hafta demiştir, nereden biliyoruz ki?
Dediklerimi haklı bulduğundan cevap vermedi ve sessizce etrafa göz gezdirdi. İç çektikten sonra “En azından bugün nöbetin var. Kafan ister istemez yoğun olacağından bu konuyu da daha fazla düşünüp kendini yıpratmazsın.” onu onayladıktan sonra siparişlerin önümüze konmasıyla hızlı bir teşekkürün ardından sessizce önümüzdekilerle ilgilendik.
-Kalkalım mı artık? Yağmur da dinmişken hızlıca hastaneye giriş yapalım.
Beraber kalktıktan sonra Duru benim huyumu bildiğinden, hiç hesap ödeme konusuna girmeden kendininkini ödeyip dışarıya çıktı. Ben de ödedikten sonra tebessüm edip beklediği yere gittim. Koluna girdikten sonra hastaneye yürüdük.
Beklediğimden daha kalabalık olan hastaneye şaşkınlıkla bakarken, hızlıca odadan çıkıp mesaimi erken başlattım. Yardım gereken yerlere yetişip işimi hâllettikten sonra ameliyat saati geldiğinde de ameliyata girmiştim. Bu kadar sakin bir günden direkt kasvetli ve yoğun bir güne başlamak dengemi bozmuştu. Sakin tempodan dolayı ayağım iyileşmeye başlarken, aniden yüklendiğim için acısı nüksetmişti.
Gözlerim ister istemez acısından dolayı dolarken, doktora bir şey demeden sterilliğimi bozup direkt sandalyeye oturdum. İster istemez göz yaşlarım yanaklarımdan akarken, Ayşe’nin de endişeli sesi kulağıma geliyordu. Bileğimi ovuştururken daha da dayanılmaz hâle gelince, izin isteyip acile seke seke gittim. Boş doktorun sadece Barkın olduğunu gördüğümde, yanına gidip gitmemek arasında kaldığımda, etrafıma bakınıyordum.
Tuğba’yı gördüğümde, hızlıca ona seslendim ve beni ondan en uzak yatağa götürmesini rica ettim. Durumumu sorduktan sonra hemen bana merhem ve ağr kesici iğne getireceğini söyleyip yanımdan ayrıldı. Beş dakika onu bekledikten sonra hemen sürgülü steril masayı yanıma çekip malzemeleri üstüne koydu. Önce merhemi yedirdikten sonra ağrının dinmesi için sohbet etti. Onunla konuşurken derime giren iğnenin ucunu hissetim. Dudağımı ısırıp işlemin bitmesini beklerken sessizdik.
Bana yatış verdiğinde, ona anlamsızca baktım. O “Ben sana bir saatliğine izin aldım. Nöbetten de bir saat geç çıkarsın. Ağrından önemli mi sanki?” dediğinde ise ona haklılık payı bırakıp yatağa iyice yayıldım. Ağrı kesici yavaştan etki gösterdiğinde, eskisinden daha iyiydim. Uykumun derinliğinde, saçlarıma dokunan eller ile gözlerimi açmak istesem de açamamıştım. Kimin olduğunu bilmiyordum lakin tek dileğim Bintuğ’un dönmesiydi. Eğer Barkın yanımdaysa da dışarıdan ne kadar kötü gözüktüğünü bilinç altım sinyallerini veriyordu.
“Mihre, kalkman lazım.” ses zihnime yerleşse de gözlerimi açmak istemiyordum. Uykusuzluğumu gideriyorken kalkamazdım. Omzuma dokunan ve sertçe sarsan eller yüzünden tüm uykum dağılırken, yavaş yavaş gözlerimi açıp yüzümü buruşturdum. Karşımda duran kişiyi, ışığın yoğunluğu ile seçemezken elimi, gözlerime götürüp ovdum. Daha net bir görüntüyle Tuğba olduğunu anladım. “Tam tamına iki buçuk saattir uyuyorsun. Herkes seni merak etti ve ameliyatlara girmediğinden, nöbetin uzadı. Ben birkaç kez konuşmayı denedim fakat tam sonuç alamadım, şimdiden geçmiş olsun sana.”
Açıklamasını duyduktan sonra derin bir nefes alıp doğruldum ve ona hatırladığım ya da zihnimin bana uyguladığı oyunu ona sormak için önce dudaklarımı ıslattım.
-Ben uyurken yanıma birisi geldi mi? Gördün mü ya da konuştuysa, konuştuklarını duydun mu?
“Yanına kimse girmedi. Uyurken rüya görmüş olabilir misin? Ya da bilinç altın sana oyun oynuyor olabilir. Hadi kalk da kendine gel.” Bu durumu sanki daha önce yaşamış gibi sakince açıkladıktan sonra ben de tamamen kalkıp bacaklarımı sarkıttım. Terliklerimi giyindikten sonra yavaş ve sakin adımlarla hemşirelerin kullandığı lavaboya girip kapıyı da kapattım. Yüzümü soğuk suyla yıkadıktan sonra aynaya baktım ve daha fazla zaman kaybetmemek adına hızlıca dışarıya çıktım.
Dinlenme odasına girdiğimde, kimse yoktu. Bu işime gelirken önce bardağıma su doldurup onu içtim ve ayılmak adına da kahve yapıp otururken yudumladım. Telefonuma baktığımda, bildirimler boştu. Alıştığımdan cebime geri koydum ve süvari bardağımı da masaya koyup kendime çekidüzen verdim.
Gereken yerleri gezdikten sonra boş durmamak adına bohça odasına girip orayı düzenledim ve bir sonraki ameliyat için ben girmesem bile orayı hazır hâle getirdim. Oradan çıktıktan sonra hastane bahçesine yürüyüp boş bulduğum banka oturdum. Tek kaldığım için çok huzurlu hissediyordum. Telefonuma gelen bildirim sesiyle, dalmış olduğum yerden çıkıp sağ elimi cebime götürdüm. Telefonumun ekranında Aydemir’in adını gördüğümde, istemsizce tebssüm edip kilidi açtım.
Aydemir’in “Abla, müsait miydin? Seni aramam lazım.” yazısı ile onu beklemeden ben aradım ve açmasını bekledim. Onun sesini duyduğumda, genel bir hâl hatır sorgusundan sonra bana önemli bir şey diyeceğini söyledi. Ben de istemsizce yerimde dikleşip merakla ne diyeceğini bekledim. Onun yarın geleceğini, görev için tim ayarlaması yapması gerektiğini söylediğinde, onu geçiştirmek için bahane ürettim.
Gelse bile benimle yüz yüze görüşmeyecekti ya da yan yana bile durmak istemeyecekti. Onun “tatil” diye adlandırdığı durumu ben evde halletmeye çalışmıştım. On dakika kadar daha konuştuktan sonra kalktım ve ayağıma basmamaya özen göstererek içeriye geçtim. Koridorda Duru’yu gördüğümde, önce bileğime baktı ve hızlıca yanıma ulaştı. N e olduğunu sorduğunda, onu hemen susturup abisinin yarın Şırnak’a döneceğini söyledim. Şaşırsa da tepki vermedi ve bana sarılarak yanımdan uzaklaştı.
Çıkacağım saatten daha geç saatte çıktığımda, gerçekten yorgunluğum gözlerimden okunuyordu. O kadar hiçbir şey yapasım yoktu ki sadece eve gidip yatağıma kavuşmak istiyordum. Son yaşananlardan sonra enerjim de ister istemez emilmişti. Bunu ben dahil çevremdeki herkes fark etmişti. Sanki birisi beni kovalıyormuş gibi hızlanarak hemen evin giriş kapısına girdim. Merdivenlerden de hızlıca çıktıktan sonra elimde hazır tuttuğum anahtarla hemen kapıyı açtım. İçeriye girdiğimde, çantamı holün giriş kısmına attıktan sonra üstümü değiştirip mutfağa geçtim.
Kendime bir şeyler hazırladıktan sonra sanki önümden kaçırıyorlarmış gibi hızlı hızlı mideye indirip masayı topladım. Evin dağınık hâlleri gözüme battığından, uyku bölümünü rafa kaldırıp hızlıca mutfaktan başlayıp banyoya kadar hepsini titizlikle halletmiştim.
Eve yayılan menekşe kokusu beni rahatlatırken, yatağıma geçip uzandım. Loş ortam, baş ağrımı da hafifletirken, yeni atılan evraklara göz gezdirdim. Aniden merak duydum beni ele geçirdi ve onun aktiflik durumuna baktım. Çevrimiçiydi. Bu durumu daha fazla içselleştirmemk adına onun bölümünden çıkıp tekrar gruba giriş yaptım. Gelen mesajla gözlerim büyürken, hemen onun bölümüne tekrar girdim.
Yazdığı mesajı sanki karşımda başka birisi varmış gibi seslice okurken bulmuştum kendimi. “Yarım saat içinde yanına uğrayacağım. Konuşulacak çok konu var ama benim konuşacağım konu diğerlerinden çok daha önemli. Beni dinleyeceksen eğer mesaja cevap ver.”
Ne yapacaktım? Cevap verip onun penceresine mi girecektim yoksa kendi penceremin önünde durup kendimi mi savunacaktım? Bunu düşünüp karar vermek istiyordum. Yoksa daha farklı bir sonla karşılaşabilirdim.
Merhaba arkadaşlar, nasılsınız? Sade ve olaysız bir bölüm olsun istedim. Yarın da yeni bölüm gelir. Şimdiden iyi okumalar diliyorum, yorum ve oylarınız her zaman belirttiğim gibi çok çok önemli. Şimdiden okuyan gözlerinize sağlık diyorum ve sizi bu bölümle baş başa bırakıyorum. Hoşça kalın, esen kalın… 🤍
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
17.65k Okunma |
4.44k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |