32. Bölüm

32-Uçurum Dağı

Pekbiafiliyalnizlik
pekbiafiliyalnizli

Selamlar 40. bölümde finaliz.

Final hakkında isteklerinizi bekliyorum.

Yorumlarınızı bekliyorum, keyifli okumalar.

***

Uçurum Dağı 32

Aşk, beni gençliğimin en hazırlıksız anında yakalamıştı. Hiç aklımda yokken, gördüğüm bir gül güzelliğine tutulmuştum. Aşkın teorisi, nasıl hissedileceği hakkında bir fikrim yoktu. Bir insan birine neden âşık olurdu? Bilmiyordum ama ben karıma çok aşıktım.

Belçim’in aynasında kendimi yeniden bulmuştum. Hayatın bende bıraktığı o ezik, utangaç yanları onun varlığıyla törpülemiş, ilk görev yerimin ağır anılarını onun sesiyle, nefesiyle üzerimden atmıştım. Onun sevgisi, beni geçmişimden azat eden kefaret gibiydi.

Belçim, kolay bir kadın değildi. Hayatında hiç çocuk olmamış, genç kızlığı çalınmış, bana oluk oluk, cömertçe verilen aile sevgisinin kırıntısını bile tadamamıştı. O, daima eksik bir tabağın başında oturmuştu. Bende olan her fazlalık, onda kanayan bir yaraydı. O yaralar nasıl kapanırdı? Elbette sevgiyle. Benim inancım buydu. Sevgi, dünyadaki her yaraya sürülen tek kutsal merhemdi. Ben bunu Belçim’le yaşayarak, onun ince kabuklu değişimine şahit olarak görüyordum.

Eskiden onu en basit şeylere bile ikna etmem zor olurdu, utanırdı, istemezdi. Bir market alışverişi bile olsa temkinli, tedirgin yaklaşırdı hayata. Belki tecrübesizliğinden, belki de korkaklığından. İçerisinde yaşayan o eksik, gölgeli kız çocuğu bazen öyle deli ederdi ki beni, isyan etmek gelirdi içimden. Ama sonra kendimi sorguluyordum. Eksiklerle büyümüş bir kızdan, hemen değişmesini, hemen özgürlüğüne bu denli çabuk alışmasını beklediğim için kendime kızıyordum.

Ama şimdi geldiğimiz nokta, sanki bin yıl uzaktaydı. Bingöl sunduğu yeni başlangıç ihtimaliyle en çok Belçim’e iyi gelmişti. İstediği gibi sınava hazırlanmak, kendi hayallerinin peşinden koştuğu özgür bir hayat yaşamak onu değiştirmişti. Mahcubiyeti, eski bir leke gibi yavaşça silinmişti. Artık o, gözünü kaçırmayan, sağlam duruşlu bir kadındı. Fiş alırken kasiyerin yüzüne korkusuzca bakıyordu, eskiden yere bakardı. Ailemizle konuşurken elleri kucağında sözün ona gelmesini beklemiyor heyecanla, el kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu.

Beni şikâyet ettiği kısımlar da dâhil, yüzümde koca bir tebessümle izliyordum sevdiğim kadını. Bana derin bir minnet duyuyordu ama bu hissi kalbinin üzerinden söküp atmak istiyordum. Şu an geldiği yeri, özgürlüğünü ona verenin ben olduğunu söylüyordu; "Sen olmasan olmazdı," diyordu. "Bunlar için minnettarım sana, iyi ki geldin, iyi ki sevdin beni."

Oysa sevmek, bir borç, bir minnet olamazdı. Sevmek, kendi mecrasında akıp giden su gibiydi, sadece akıp gidiyordun içinde. O su, sen sevildikçe seni daha da temiz, daha da berrak yapardı. Bunun tek karşılığı, daha çok sevgiydi.

Sabah erkenden uyandım. Bazı sabahlar alarmın çalmasına bile gerek olmadan iş aşkıyla uyanıyordum. Göğsüme sarılmış uyuyan güzeller güzeli karımın önce çıplak sırtını, ardından kıvırcık buklelerini okşadım. Belçim mırıldanmaya başladığında tenime değen sıcaklığına gülümsedim.

“Sen uyu fıstığım, gitmem gerek,” dedim saçlarını öperek.

O güzel kirpiklerini araladı, gözlerinde henüz uykunun sisleri vardı. “Gitmesen olmaz mı?” dedi yorgun bir sesle.

“Dünya yansa gitme demene tav olur kalırım da, operasyona çıkacağız karıcığım.”

Dirseklerini çıplak göğsüme yaslayıp doğruldu ve yüzüme yaklaştı. “Şu evde bile çalıştığın operasyon mu?” diye sordu akıllı karım.

Son günlerde önümüze düşen bir dosyaya takılmış, gece gündüz onunla ilgileniyordum. Halil Ağabey'in adı geçen bu operasyon için günlerimi harcamıştım. Emir verilmemiş olsa bile gece gündüz çalışmıştım. Bu uğurda karımın koynundan bile uzak kalmıştım. Neticesinde ise koca bir dosyayı milimi milimine çözerek dosyalamış ve komiserime iletmiştim. Başka şartlar altında iki aydan fazla sadece araştırması sürecek dosyayı, iki haftada A’dan Z’ye çözmüştüm. Mesleğime olan zehirli aşkımdan zerre kadar zorlanmamıştım. Belçim’den uzak kalmak dışında.

Gülümsedim, “Operasyonun ilk ayağına bugün çıkıyoruz, nasıl hevesliyim bilsen.”

Yüzü aydınlandı, “Biliyorum, kalbin deli gibi atıyor.”

“O ondan değil, sana bakmaktan.’’

Güldü, dünyadaki çiçekler açtı sanki. “Akşam eve gelecek misin?” Elini yüzüme sarıp okşamaya başladı, “Operasyon, il dışı mı?”

İçim gidiyordu güzelliğine. Sabahın köründe bile nasıl masal kadar güzel olabiliyordu bu kadın? “Görev hakkında daha fazla konuşturma, akşam da dizinin dibinde olmam zor,” dediğimde gül yüzü asıldı.

“Çıkmak için kaç dakikan var sevgilim?” diye sordu, sesinde hüzünlü bir pazarlık vardı.

Duvardaki saate baktım, “Kırk dakika.”

“Kaç dakikasını bana ayırabilirsin?”

Elime bukle doladım, sanki tüm ömrümü avucuma almıştım. “Tüm ömrümü sana ayırdım.”

Yaklaştı, uzun uzun öptü dudaklarımı. Elini enseme götürdü, beni doğrulduğumuz yatağımıza tekrar yatırdı. Belçim, eskiden görev gibi gördüğü sevişmelerimizi artık kendi istediği, kendi yönettiği bir oyuna çevirmişti. Kendini bana açmaktan, sormaktan, sevişmekten artık hiç çekinmiyordu.

Tek isteği korunmamızdı. Benim de tek isteğim oydu. Çünkü daha önünde koca fakülte yılları vardı. Karımın o yıllarını çok keyifli geçirmesini istiyordum. Bir elinde bebekle okulunun koridorlarında gezmesini değil, çantasıyla gezmesini istiyordum. Bir aşk çocuğunun, karıma pranga olmasını istemiyordum. Okuldan sonra diş hekimi olduğunda bir evladımız olmasını istiyorduk. Adını bile çoktan seçmiştik. İkimizin de geleceğe dair çok planı vardı, en büyük planımız ise kalplerimizin hep birbirimiz için deliler gibi çarpmasıydı.

Belçim’i duşta bırakıp üzerimi giyinmeye başladım. Koyu renk bir koruma pantolonu giyip, üzerime Belçim’in aldığı tişörtlerden birini geçirdim. Rastgele bir gömlek alıp çekmecedeki silahımı belime yerleştirdim.

Rozetimi kemerime geçirip evden ayrıldım. Arabamın park halini görünce gülmeden edemedim. Dün gece yarısı karımı, “Sana ehliyet alıyoruz!” diye gaza getirmem üzerine, Belçim’e bir saate yakın ders verme şerefine erişmiştim. Çok akıllı bir karım olduğu için hemen mantığını kapmıştı. Sadece park konusunda sıkıntı yaşamıştı. Yanlış park ettiği arabama atlayıp karakola sürdüm.

Karakolda işler yolundaydı. İstediğim gibi vatanıma hizmet ediyor ve evime karımın yanına dönüyordum. İnsanların bakışlarını, yorumlarını eskisi kadar önemsemiyor ve ağırlığımı koyuyordum. Eskiden olsa, bana verilmesini susarak beklediğim görevlere atlıyor, “Ben yaparım!” diyordum. Sonucunda yapıyordum da, çünkü susmak yapmanın önündeki en büyük engeldi.

Arabaya bağladığım telefonum çalmaya başladı. Atlas arıyordu. “Ne oldu lan?” diyerek açtım.

“Sen beni hangi yüzle arıyorsun?” diye sordu, öfkeyle.

“Lan salak, sen beni aradın ya!”

“Ben Demirko’yu aradım, telefon yanlış basmışsa demek ki.”

“Atlas, çabuk söyle ne aradın beni?”

“Sekiz gün önce, Alphan amcamın aile grubuna ‘Dinçer daha yakışıklı,’ demesi üzerine tüm ailenin bu cümleyi kalplemesine alınarak terk ettiğim aile grubumuza, dün gece saatlerinde sen tarafından atılan, ‘Karım ilk derste araba kullanmayı öğrendi, birileri örnek alsa keşke,’ diye atılan mesajı gördüm yani çocuklar gösterdi, şimdi bu gönderme bana mı?”

Güldüm, manyaktı bu adam. “Birincisi Alphan amcamın ‘Dinç daha yakışıklı’ deme sebebi, amcama, ‘Amca gençken maymunmuşsun, şimdi gorilsin kıllarına ağda yaptır,’ demendi.”

Hemen itiraz etti, “Ben demedim öyle bir şey, iftiraya uğruyorum.”

“Lan hadi oradan, ses kaydı var be!”

“Bana suikast düzenlendi.”

“Kim tarafından?”

“Çok düşmanım var.”

“Hadi oradan Atlas ya.”

“Bana gönderme mi yaptın? Ehliyet alamadım diye beni mi ezikledin?”

“Şaka yaptım lan, Belçim tekte sürdü arabayı.”

“İnanmış gibi yapıyorum, havalar nasıl oralarda?”

“Mutluyuz abi, Belçim deli gibi heyecanlı.”

“Okula gidecek, kardelen karın, beyni zehir maşallah.”

“Gurur duyuyorum karımla, gurur.”

“Dinç, ne diyeceğim sana.”

Sesindeki ciddiyet bile beni germeye yetmişti, “Söyle baş belası.”

“Diş hekimliği kaç yıl?”

Sıkıntıyla ofladım, yine aynı konuyu açıyorlardı. “İsterse on yıl olsun, beklerim aslanım.”

“Sen salaksın, beklersin.”

“Karım lan o benim, tabii beklerim.”

“Çemberimde gül oya dinler, hasretinle yandı gönlüm dersin.”

“Derim valla, iyi fikir.”

“Hangi üniversiteyi yazacak gelin hanım?”

“Gönlünden ne geçiyorsa, onu.”

“Dinçer,” dedi bu kez ciddi ve net bir sesle, “Beş yıl lan, kolay mı? Sen karından o kadar sene ayrı kalamazsın. Konuş, orada bir okul yazsın, en azından yan yana olursunuz.”

“Atlas, saçma sapan konuşma.”

“Saçma sapan düşünen sensin. Dilinden düşmüyor karın, evlisiniz. Belçim hayata karşı sendeleyen birisi, tamam akıllı zehir gibi ama üniversite ortamı başka. Zorlanır, ağlar, sıkılır. Abisi zaten uzakta. Kocasını yanında ister, sen zaten ayrı kalamazsın. Bir konuş derim ben, tercihlere az kaldı.”

“Lan Belçim, hayalini yaşamak istiyor, dilediği gibi, gönlünden nasıl geçiyorsa öyle olacak. Ben hiçbir konuda kısıtlamam onu.”

“On numara puan almış, Bingöl’de de üniversite var.’’

“Atlas,” dedim sakin ama sınır çizen bir sesle, “Belçim’e asla böyle bir şey söylemem. O benim karım evet ama karımdan da öncesinde arkadaşım. Bu kızın koyunları güderken nasıl ders çalıştığını biliyorum, onca yokluğun arasında tek sığınağı eğitimiydi. En iyi üniversitelerde, gönlünce eğitim alacak. Buna onun iyiliği için bile olsa gölge düşürmem. Gerekirse hayatındaki gölge olurum ama yine de onun üzerine düşmem, ışığını kesmem.”

Atlas bir süre sessizleşti, ardından sesi geldi, “Ben öyle söylemek istemedim. Belçim’in iyi eğitim almasını ben de isterim, haklısın böyle düşününce öküzlük ettim. Uykusuzum ondandır, neyse kalbim temiz.”

Atlas’la kapattıktan sonra karakola gelmiştim. Atlas arada da olsa haklı konuşurdu. Ben karımın koynundan çıkıp işe gelirken bile onu özlerken nasıl yıllarca ayrı kalacaktım?

Düşünceli bir halde nizamiyeden girdim. Arabamı her zamanki yerine park edip bahçeye bakındım. Bu sabah tenhaydı. Sıkıntıyla içeriye girdim, üzerime düşen yargılayıcı gözler gün geçtikçe azalsa da hala devam ediyordu.

Odama çıkarken selam alarak ilerliyordum. Soyunma odasına girip dolabımın kapağını açtım. Beni Halil ağabeyimin fotoğrafı karşıladı, selam durdum, “Günaydın ağabey,” dedim gülümseyerek, “Yine sabah körü, buradayız.” diyerek anlatmaya başladım.

“Bugün sahaya çıkıyoruz abi… Uzun zamandır beklediğimiz dosya var ya? Hani senin son görevinde de adı geçen grup… işte onun devamı.”

Bunları söylemek bile içimi deşmişti sanki. Yarım saat sonra göreve çıkacağım operasyon Halil ağabeyin son operasyonuyla bağlantılıydı. Gidip geri dönemediği o dağlara birazdan ayak basacaktım. Halil ağabeyin adını gördüğüm an dosyayı kapmıştım, bu operasyonda başarılı olmak zorundaydım. Diğer türlü her gün dertleştiğim bu adama mahcup olacaktım.

Dolabın çelik kokusu arasında, omzuma asılı yeleğime uzandım.

“Operasyon kırsalda, dağ hattı, kuzey yamaç. İstihbaratçı Şahin, gece bir sızmanın olduğunu söylüyor. Üç kişilik bir çekirdek kadroymuş, ellerinde yük var. Ya malzeme ya da aktarım için belge.”

Fotoğrafın gözlerine baktım, bilirmiş gibi duruyordu.

“Bölgeyi yarım ay şeklinde saracağız. Biz, Gölge 12, sağ kanadı tutuyoruz. Bizim hattımız dar geçiş, en kritik nokta. Eğer kaçarlarsa bizim taraftan deneyecekler. Bize desteğe Jandarma Özel Harekât gelecek, mavi berelilerle operasyona çıkmak iyi geliyor be abi.”

Yeleğimi alıp giyerken anlatmaya devam ettim.

“Amaç net abi, Temas kurulursa etkisiz hâle getirmek, kurulmazsa malzeme saklama noktalarını bulup temizlemek. Bölge sıcak, risk yüksek. Kayalıklar dar, görüş bozuk. Yaz sıcağı bile soluk bıraktırır.”

Mahcubiyetle baktım yüzüne, “Abi küfredeceğim affet ama temas bağlanmazsa sikerim o dağı. Temasa geçeceğiz o itlerle, öyle ya da böyle.”

Botumu yere vurarak düzelttim, eğilip şarjörümü kontrol ettim.

“Ben keşif öndeyim abi. Her zamanki gibi. Araziyi ben açacağım. İlk hareketi ben göreceğim. Ekip arkada yayılacak. Hazal, Eyüp, Volkan hattı genişletecek. Ateş de uzun zaman sonra bugün ilk defa sahada olacak, Tuncay abiyle konuştum, adama ihtiyacımız var.”

Hafifçe iç çektim. “Bu dosyayı iki haftada çözdüm biliyorsun ama gel bir de bana sor. İpuçlarını tek tek topladım. Senin vakit bulamadığın, yarım kalan o satırların devamını getirdim abi. Yarım kalan dosyayı tamamladım, operasyonu da tamamlayacağım.”

Gözlerimi kapatıp bir nefes aldım.

“Bugün sahaya senin için çıkıyorum. Buralarda vatan bize emanet, senin yerine de bekçisiyim. Aziz ruhun şad olsun.”

Dolan gözlerimi silerek kendimi toparladım. Operasyona çıkacaktık, deli gibi heyecanlıydım. Yaz sıcağında bu kamuflajı giymek tam bir işkenceydi, daha sabah olmasına rağmen soyunma odasının içi hamam gibi kokuyordu. Tişörtüm sırtıma yapışmıştı, taktik yeleği kaldırıp koluma geçirirken içimden söylenmeden edemedim.

“Günaydın Dinçer,” diyerek içeri giren Ateş’e başımla selam verdim.

“Günaydın birader, ne bu neşe?”

“E operasyon varmış, ben de geliyorum.”

Ateş, aylar önceki görev hatalarından beri operasyona çıkamıyordu. Bu lanet gibi üstüne çökmüştü; herkes sahaya giderken o karakol görevlerinde oyalanıyordu. Ben ekibe geleli daha tek bir çatışmaya bile çıkmamıştı.

“Hayırlı olsun Ateş, Allah bir daha muaf etmesin,” dedim.

“Amin kardeşim benim,” diyerek elini omzuma koydu, “Tuncay komiserle benim için konuştuğunu biliyorum, sağ ol Dinç.”

Başımı usulca salladım, “Sen sağ ol.”

Ateş’le konuşmayı bitirip soyunma odasından çıktım. Koridorun sıcak havası yüzüme vurdu, yaz sabahı olmasına rağmen bina bile yanıyordu. Bot sesleri yankılanıyordu, herkes görev için hareket halindeydi.

Dışarı çıktığımda gözümü kısmak zorunda kaldım. Gölge 12’nin toplandığı geniş beton alan çoktan dolmaya başlamıştı. Araçlar yan yana dizilmiş, motorları çalışır hâlde bekliyordu.

Eyüp beni görünce elini kaldırdı.

“Günaydın Dinçer!”

“Günaydın Eyüp.”

Volkan yeleğinin fermuarını çekiyordu, sesi boğuktu, “Usta bugün havada toz var, belli. Çatışmada ciğer yakacak.”

“Alışıyoruz,” dedim, gülümseyerek. “Toza da, kara da.”

“Ulan Volkan iki günlük polis bile söylenmeden operasyona çıkıyor, bir söylenme!” dedi Eyüp, şakayla karışık.

Eyüp’e ters, sert bir bakış attım, “Çömezliğim bitti Eyüp, bir daha duymayayım,” dedim sesimi otoriteyle yükselterek.

Başını salladı, “Kusura bakma abi ya, öyle şaka yaptım ben.”

“Şaka yapma birader, güldürmüyorsun,” dedim önüme dönerek.

Hazal yanımıza yaklaştı, “Günaydın beyler,” diyerek yanımda durdu, “Günaydın Dinç.”

“Dinçer,” dedim net bir tonla düzelterek. “Günaydın.”

Hazal’ın bakışları yüzümde oyalanırken rahatsızlığımı belli etmekten kaçınmadım. Yüzüklü elimle saçımı düzelttiğimde ancak önüne döndü. Son dönemde yüzüme yayılan bakışları hiç hoşuma gitmiyordu.

Ateş birkaç adım geriden geldi. Heyecanı adımlarından belli oluyordu.

“Toplandık mı Dinç?”

“Toplandık,” dedim. “Sakin ol. Nefes al birader.”

Timin geri kalanı da etrafa dağılmış, silah kontrolünü yapıyor, yelek ayarlıyordu. Ben de tüfeğimin emniyetini kontrol ederken bir gölge üzerimize düştü. Hepimiz refleksle toparlandık.

Komiserimiz Tuncay abi gelmişti. Geldiği anda meydanın uğultusu azaldı. Hepimiz esas duruşa geçtik.

“Günaydın Gölge 12.”

Hepimiz bir ağızdan: “Günaydın Komiserim!” diye haykırdık.

Tuncay’ın bakışları tek tek hepimizin üzerinden geçti. Benim yanımda durdu, hafifçe başını eğdi.

“Dinçer, ekip hazır görünüyor.”

“Hazır Komiserim.”

“İyi. Bugün iş disiplinini sen tutacaksın.”

Bu, komuta aldığım ilk şanlı operasyonumdu. Halil ağabeyin yarım kalan operasyonunu tamamlama şerefine erişecek olmam içimdeki heyecanı artırdı.

Tim bana kısa bir bakış attı, beklemiyorlardı, şaşkınlardı. Sadece bir adım öne çıktım, “Emredersiniz komiserim!”

“Operasyonun adı nedir Dinç?”

Halil, Allah’ın dostu demekti, operasyon adını da seçmişti, “Dost komiserim!”

“Dost operasyonu için, emir komuta Dinçer Demirsoy’da. Sizi o yönetecek, alnınızın akıyla gidin gelin çocuklar!”

“Emredersiniz Komiserim!”

Başımı ekibime çevirdim, herkes komuta almamdan memnundu.

Volkan atıldı, “Başarılar kardeşim benim, arkandayız evelallah.”

Eyüp de destekledi, “Allah utandırmasın Dinçer.”

Hazal gülümsedi, “Başarılı olacağımıza eminim.”

Ateş ise sırtımı sıvazladı, “Rütbe de alırsın sen, aslan kardeşim benim.”

Hepsine kısaca teşekkür ettikten sonra tekrar ciddiyete büründüm.

“Herkes suyunu aldınız mı? Yelek, şarjör, telsiz, yedek batarya. Eksik olmayacak. Alan dar, sıcak yüksek. Kafalar serin kalsın.”

Gözlerime bakan herkes hem disiplinimi hem tonumdaki yumuşaklığı hisseder gibiydi. Sertlik sadece gerektiğinde benim silahımdı, yoksa insanı insan yapan sesinin ölçüsüydü. Bunun ayarını iyi tutturduğumu düşünüyordum.

“Beş dakika sonra araç başı!” diye seslendim. “Bugün kimsede hata istemiyorum.”

Herkes hareketlenirken ben yeleğimi düzelttim, araca en son ben bindim. Üzerimdeki kararlı kararsız gözler araftaydı. Başarıp başaramayacağımı bilemiyorlardı, oysa başaracaktım. Çünkü benim arkamda dağ gibi Halil abim vardı.

Aracın kapısını kapattıktan sonra içeri yayılan mazot kokusu, metalin sıcakla karışan keskinliği ciğerlerime doldu. Telsizler tek tek ötüyor, herkes nihai kontrolünü yapıyordu. Silahımı dizime yaslayıp başımı cama çevirdim. Güzergâhı biliyordum, iki haftadır dosyayla yatıp kalkmamdan sonra o arazi artık zihnimde bir sokak gibi ezberdeydi.

Ateş heyecanını saklamaya çalışıyordu, nefesi hızlıydı. “Derin nefes al,” dedim. “İlk hattı ben açacağım. Sen benim gerimde duracaksın.”

“Emredersin Dinçer.”

Şehrin sınır kapısından ayrılır ayrılmaz asfalt bitti, yerini bozulan stabilize yol aldı. Tekerleklerin altındaki taşlar zırhlıya vurdukça kabin titriyor, her titreşim sinirimi biraz daha geriyordu. Önümdeki camdan dışarı baktığımda şehir ufukta yavaş yavaş kayboldu, apartmanların yerini tek tük virane evler, sonra da tamamen çorak toprak aldı.

Yolculuk toplamda üç saat sürdü. İlk bir saatte hâlâ insan sesine yakın yerlerden geçtik; tarlalar, iki inekli evler, eski traktörlerin bıraktığı izler. Ne kadar ilerlediysek hayat o kadar seyrelmeye, sonra tamamen yok olmaya başladı.

İkinci saatte yol tamamen dağ yoluna döndü. Dağ hattı düzensizdi, keskin dönüşler, boşluklar, kıyıya vurmuş molozlar… Aracın altına taş vuruyor, sürücü Eyüp her defasında vitesi düşürüyordu. Motorun homurtusu kabinin içine doluyor, mazot kokusu metal kokusuyla birleşip genzi yakıyordu.

Üçüncü saate geldiğimizde artık medeniyet diye bir şey yoktu. Ne ev, ne araba izi, ne keçi sürüsü… Sadece taş, toz ve güneş vardı.

Ateş yanımda oturuyordu, camdan dışarı bakışı bile tedirgindi. O da farkındaydı. Biz artık bir şehir dışına değil, hiçliğin içine giriyorduk. Polis Özel Harekâtın gerçek sahası tam olarak burasıydı. Haritada görünen çizgiler burada sadece kayalık demekti. Kayanın üstündeki gölgeler bile insanı yanıltırdı.

Aracın içi sessizdi, sadece telsizlerin arada bir öten sinyali duyuluyordu. Ben kafamı cama yasladım ve geçtiğimiz her kıvrımı, her taşın gölgesini hafızama kaydettim. İki haftadır dosyayla uğraştıktan sonra, burası benim için yabancı değildi. Sanki daha önce yüz kez gelmişim gibi netti.

Aracımız saatler sonra dar vadinin girişinde durdu. Herkes sessizleşti o an. Gözler üzerimdeydi, kapıdan ilk ben indim. Ayakkabımın altına toprak değil, sıcaklığıyla kavrulmuş taş geldi.

Dere yatağına bakan kayalık hat hemen önümdeydi.

Telsizimi açtım. “Gölge 12, Dinçer Demirsoy. Dizilim Alfa. Sağdan yayılın. Sessiz intikal.”

Arkamdaki bot sesleri ritmik şekilde dağıldı, kulağıma dolan ayak izleri müzik gibiydi. Bölge hâlâ sıcaktı. Yaz sıcağı bile nefesi tıkıyordu ama ben sadece önümdeki hattı görüyordum.

Halil abinin şehadetinden önce son operasyonunun devamıydı burası. Dosyada işaretlediğim geçiş hattı tam buradan aşağı kıvrılıyordu.

Kayalığın dibine çömeldim. Taşın üstünde ayak izi vardı, çok tazeydi. İstihbaratçıdan gelen bilgileri ayaküstü teyit ettim.

Telsize kısık sesle fısıldadım, “Gölge 12, iz var. Tekli geçiş. Yön kuzeybatı.”

Hazal’ın sesi geldi, “Dinçer teyit ettim, termalde hareket var.”

Volkan önden iki adım yana kaydı, “Dinçer, istersen hattın önderliğini ben-”

“Hayır,” dedim net ve keskin bir sesle, “Bugün hattın sahibi benim.”

Herkes sustu, keskin sınırlarıma artık kimsenin yaklaşmasına müsaade etmiyordum. Dost operasyonu birinin değil, hepimizin şerefiydi ama… ilk adım Halil abinin hakkıydı.

Kayalığın üstüne çıktım, dizlerimi kırarak eğildim. Kirli bir bez parçası rüzgârla hafifçe havalanıyordu. İki haftadır dosyada gördüğüm özel işaretlemelerin aynısıydı. Onlardı.

Telsize yaklaştım, “Temas ihtimali yüksek. Gölge 12 pozisyon alın.”

Tam o sırada, dere yatağının karşı yamacında bir gölge kıpırdadı. Hafif, dikkatli, sızma eğitimi almış biri gibiydi.

Gözlerimi kısmadan takip ettim, “Tek siluet gördüm. Sakın ateş etmeyin. Yaklaşana bakacağım.”

Ateş yanıma sürünerek yaklaştı, “Dinç saçmalama, sıkar sana, ne yapıyoruz?”

“Hazır bekliyoruz,” dedim.

“Dinç, risk alma,” dedi öfkeyle.

“Ateş, ne yaptığımı biliyorum. Önce kim olduklarını anlayacağım.”

Siluet biraz daha belirdiğinde kolundaki bez parçası rüzgârla açıldı. Dosyadaki fotoğraflarla aynı kumaştı. İçimden “İz doğruymuş.” diye geçirdim.

Sonra o an... Siluet başını kaldırdı. Elindeki silahın namlusu hafifçe bize doğru döndü.

Ve ilk kurşun kayalığın tepesini yaladı. Ateş irkildi ama ben hareket etmedim.

Telsize sertçe bağırdım, “TE-MAS! “Gölge 12, mevzi alın! Ateş serbest değil! Pozisyon alın!”

Botlar, kayaların arkasına hızla dağıldı. Taktik düzen tam olması gerektiği gibi oturdu.

Ben dizlerimin üzerinde öne çıkarak ilk reaksiyonu verdim:

“Volkan sağdan sar! Eyüp üst hattı kapat! Hazal arkadan kes!”

Nefesimi sabitleyip nişan aldım. Parmağım tetiğe değdiği anda tek bir şey düşündüm, “Halil abi, bugün senin çizdiğin yoldan yürüyorum.”

Ve Dost Operasyonu’nun ilk karşı ateşi benim tüfeğimden çıktı.

İlk ateşten sonra çatışma beş dakika sürdü. İki kişiyi düşürdük, üçüncü dere yatağının karanlığına sızıp kayboldu. Sesi bile gelmedi. Hızlı ve eğitimliydi, belli.

Peşine inmek için adımımı attığım anda telsizim öttü: “Dinçer, geri çıkış! Derin takip yasak! Karargâh onay vermiyor.”

Komiserin sesi sertti ama gerekçeyi anlıyordum. Hava kararıyordu, gece görüşleri tam desteklenmiyordu, bölge başka timlere kapatılmıştı. Bunu biliyordum, ama içimdeki baskı başka bir şeydi; Halil Ağabey’e verilmiş sözün baskısıydı.

“Komiserim, iz sıcak. Adam daha beş dakika önce önümden kaçtı. Hattı açmamışken bırakmak doğru değil.”

“Dinçer geri dön. Gölge 12 yerini terk ediyor, tekrar ediyorum, derin takip yasak.”

Öfkeyle kaşlarımı çatıp, nefesimi tuttum. O adamı sıcağı sıcağına bırakmak istemiyordum. Bu dosya, benim iki haftalık uykusuzluğumun karşılığıydı.

Son kez adım attım, kayanın ucuna kadar gittim. Ay ışığı düşmeye başlamıştı, dere yatağı karanlığa gömülüyordu. Elleri güçlü olan birinin orayı saklanmak için kullanacağı belliydi. Belli ki orada yataya yatıp bizi bekleyecekti.

Elim telsize gitti, “Komiserim, en azından beş yüz metre daha ilerleyeyim. Timi riske atmam. Tek başıma girer çıkarım.”

“Hayır Dinçer. Bölge selamette değil. Görüş bozuk. Akşam çöküyor. Onay yok.”

“Komiserim, kaçan hedef stratejik. Halil ağabeyin dosyası. Adamı bugün bırakırsak on gün sonra buluruz.”

Sessizlik oldu. Komiserimin nefes sesini işittim, kararı kesinleştirdi, “Dinçer geri dön. Emre uy, son ikazımdır!”

Telsiz kapandı. İçimdeki direnç boğazıma oturdu. Bağıra çağıra küfretmek istiyordum. Emir, vefadan daha ağırdı.

Ateş yanıma yetişti, “Dinç, gidelim.”

“Gitmek istemiyorum,” dedim hırsla, “Bu siktiğimin dağını, yarım bırakamam.”

“Dinç, gece bastı. Görüş yok. Komiser haklı.”

Öfkeyle gözlerimi kapatıp açtım, “Doğru tamam ama doğru olan her şey hoşuma gitmiyor.”

“Dinç…”

Elimi kaldırdım, onun konuşmasını kestim, “Biliyorum. Geri döneceğiz. Ama bu iz buradadır. Yarın da buradadır. Ben bu hattı bırakmam.”

Geri çıkış için döndüğümde karanlık tamamen çökmüştü. Ekip dağıldı, araçlara yürüdük. Herkes nefesini tutuyor, söylenmiyordu. Tim benim sinirimi seviyordu, sinir değil, iş bitirme kararlılığıydı o. Ama ben biliyordum ki içimdeki direnç gece boyunca sönmeyecekti. Alev alev beni yakacaktı.

Araca binmeden önce son kez o karanlığa baktım. Karanlıkta duran kayalığa, dere yatağına, kaçan adamın ayak izine. O an kendi kendime fısıldadım, “Sikeceğim seni orospu evladı!”

Araca binip arka koltukta oturup perdeyi araladım, dağ hattına son kez baktım. Yakında tekrar gelecektim.

Saatler sonra en yakın askerî karakola ulaştık. Yolun sonunda karakolun beton duvarları göründü; sıcakla solmuş bayrak rüzgârsız havada bile diri duruyordu. Kapıya yaklaştığımızda nöbetçi kuledeki asker bizi çoktan görmüş, silahını omuzlayıp pozisyon almıştı.

Aracımız kapıya yanaştı, ben kapıyı açıp aşağı indim. Jandarma erin yüzündeki şaşkınlığı gördüm.

“Polis Özel Harekât. Gölge 12. Yaralı yok. Geçici sığınma talep ediyoruz,” dedim.

Asker hemen telsize geçti, karakolun içinden koşuşturmalar başladı. Kapı açıldı, iç güvenlik astsubayı dışarı çıktı.

“Komiserim, hoş geldiniz, içeri buyurun.”

Başımı salladım. Tim arkamdan indi. Tek el işareti verdim.

“Dizilimi bozmayın. Malzemeyi indirmeyin. İçeri giriş tertipli olsun.”

Hepsi “Anlaşıldı.” diyerek omuzlarını düzeltti, sıralı şekilde içeri girdik. Karakolun avlusu kalabalıktı. Erler süratle öne koşturup merakla bize baktılar.

Terliydik, yüzümüz toz içindeydi, silahlarımızın metalinde barut kokusu hâlâ duruyordu. Belli ki çatışmadan çıktığımız anlaşılmıştı.

Karakol komutanı, Üsteğmen rütbesinde biri, koşar adım bize yaklaştı. Elini uzattı.

“Gölge 12, hoş geldiniz.”

Elimi sıktım. “Sağ olun komutanım. Bölge temizlenmedi. Çekilme emri aldık. Geçici konaklama talebimiz var.”

“Tabii,” dedi. “Karakol sizindir. Malzemeniz için depo, dinlenme alanı, yemekhane hazır. Üstte revire yakın bir oda vereceğiz.”

Kendi timime dönüp konuştum, “Gölge 12, silahları hangara bırakın, istirahate geçebilirsiniz. Önce yemek yiyin.”

Hepsi aynı anda “Anlaşıldı komiserim,” dedi. Hepsi başıyla selam verip yemekhaneye yöneldi. Hazal da sessizce onlara katıldı.

Avluda yalnız kaldım. Bir süre olduğum yerde durup nefesimi tuttum, göğsümdeki sıkışmayı bir türlü atamadım. Sonra ağır adımlarla verilen odaya çıktım. Kapıyı kapattığım anda sessizlik üzerime çöktü.

Yeleğimi çıkardım, yere bıraktım. Tişörtüm sıcaktan ve terden yapışmıştı, onu da çıkarıp ranza kenarına attım. Banyoya girdim, soğuk suyu açıp elimi yüzümü yıkadım. Göz kapaklarımın altındaki morlukları gördüm. Kafamın içindeki uğultu susmadı, kaçan adamın silueti hâlâ gözümün önündeydi. Dayanamadım, musluğu başımdan aşağı tuttum. Suyun şakaklarıma vurması biraz sakinleştirdi ama içimdeki sıkıntıyı söküp atamadı.

Havluyla yüzümü sildim, üstüme temiz bir tişört geçirdim. Yatağa uzandığımda ranza gıcırdadı, metal soğuktu. Ama ben daha soğuktum. Tavana baktım. Bir süre nefes alıp verdim, sakinleşmeye çalıştım. Ama içim durmuyordu.

Elim telefona gitti. Belçim’i aradım.

Üçüncü seste açtı. Sanki günlerdir beni duymamış gibi nefesi karışıktı.

“Dinçer?”

“Buradayım karıcığım.”

“Nefesin kötü… bir şey oldu değil mi? Bana söyleme sakın ‘iyiyim’ deme.”

“Yorgunum sadece.”

“Görev çok mu zordu?”

“Biraz.”

“Bir şey yedin mi?”

“Hayır.”

“Neden yemiyorsun Dinçer? Gün boyu bir şey yedin mi?”

“İstemedi canım.”

“Sen böyle konuşunca içim sıkılıyor. Sesin değişmiş… canın yanıyor gibi.”

“Bir şey yok Belçim. Geçer.”

“Geçmez.”

“Geçer güzelim.”

“Sana sarılmak istiyorum,” dedi. Sesi kırılmıştı. “Şu an yanında olsam boynuna kapanırdım.”

“Ben de isterdim. Kollarının arasına girsem bütün yorgunluk inerdi.”

Belçim sessizleşti. Nefesi telefonda bile yanaklarıma vuruyor gibiydi. Gözlerimi kapadım, ona daha yakınmışım gibi hissettim.

“Dinçer… iyi değilsin. Ben anlarım. Bir şey var sende.”

“Var, biraz can sıkkınlığı.”

“Bu akşam gelemeyeceksin, değil mi?”

“Maalesef gül güzelim. Bir süre uzağız.”

“Allah’ım, hayır ya,” diye fısıldadı, sesi çatladı. “Dinçer, çok özlerim ama ben seni.”

“Bir de bana sor,” dedim özlemle.

“Bana söz ver, kendine dikkat edeceksin.”

“Söz.”

“Yalan yok ama.”

“Yalan yok Belçim.”

“Ne olur… ne olur kendini sıkma Dinçer. Savaşma içinden. Ben buradayım. Seni bekliyorum.”

“Biliyorum.”

“Bana sarılamasan bile… sesin olsun yeter.”

“Senin sesin bana yetti bile.”

“Biraz konuş benimle… kapatma hemen.”

“Tamam.”

Bir süre sadece nefeslerimizi duyduk. O nefes… sıcaktı, yakın, tanıdık, ev gibi. Ranzanın soğuk metaline uzanmıştım ama Belçim’in sesi tenime değiyordu sanki.

“Dinçer?”

“Hı?”

“Seni çok özledim.”

“Ben de seni.”

“Dizimin dibine yatsan yüzünü okşardım.”

“Düşünüyorum onu.”

“Ellerimle saçını geriye tarardım…”

“İyi gelirdi.”

“Senin kokunu özledim,” dedi. Sesi öyle bir titredi ki içimdeki bütün sıkıntıyı yaktı.

“Ben de senin tenini.”

Telefonu kulağımda tutup gözlerimi kapadım. Karanlık oda, buz gibi ranza, uzak dağlar… hiçbirinin önemi yoktu o an. Belçim’in nefesi vardı. Ve o nefes bana dünyayı bile unuttururdu. O gece uyumadım ama dinlendim. Sırf karımın sesi ruhuma değdi diye.

+++

Dört gün geçmişti. Karakolun taş duvarları, demir kapıları, avludaki sıcak rüzgâr… her şey birbirine karışmıştı; dört gündür aynı taşın üzerinde sekiz adım atıyordum. Her gün haritaya bakmış, her gün o kaçan adamın bıraktığı ipucunun peşine düşmüştüm. Tim yavaş yavaş rutine alışmıştı ama benim içimdeki ateş dinmiyordu.

Akşamüstü hazırlık yapıyorduk. Araçların yakıtı tamamlanmış, mühimmat sayımı bitmişti. Ben masanın üzerindeki çizelgeye eğilmiş, o üçüncü hedefin ihtimal rotalarını incelemekle meşguldüm.

O sırada Hazal sessizce yanıma geldi. Kolumun yanına kadar sokuldu, yüzünü bana çok yaklaştırdı. Sanki aramıza bir sır perdesi indirecekmiş gibiydi.

“Dinçer… dört gündür uyumuyorsun,” dedi alçak, kaygan bir sesle. “İnsanın kendine bir rahatlama alanı açması lazım.”

Başımı kaldırdım, yüzüne baktım. Gözleri gereğinden parlaktı. Dudakları hafif kıvrıktı. Vücudu bana doğru eğilmişti, nefesi boynuma kadar geliyordu.

“Hazal, uzak dur,” dedim buz gibi bir sesle.

O ise geri çekilmedi. Tam tersine dizini kasıtlı şekilde benim dizime değdirdi. Sanki tesadüf değilmiş gibiydi. Hızla geriye çekildim ve teması sonlandırdım.

“Yanlış anlama,” dedi fısıltı halinde, “Sadece… herkes birinden güç alır. Sen de alabilirsin.”

“Neyden bahsettiğini biliyorum.” dedim. Sesim kesin ve sertti.

Hazal, yavaşça saçını arkaya atıp eğildi. Sanki kulağıma bir şey söyleyecekmiş gibi yaklaştı. Sıcak nefesi boynumun kenarına değdi.

“Bazen… çok yalnız görünüyorsun Dinçer. Buraya ait değil gibisin.”

“Yalnız değilim.” dedim. Sesimdeki kararlılık tartışmaya kapalıydı. “Gül gibi karım var, evliyim ya hani!”

“Burada değil ama,” diye mırıldandı. “Burada sadece biz varız.”

Bana yaklaşmaya devam ediyordu, ben de hızla aramıza mesafe koydum. “Bir daha böyle yaklaşma. Açık konuşuyorum, taciz etme beni. Uzak dur benden.’’

Hazal’ın yüzü gerildi ama yine de yutkundu, gözünü kaçırmadı, meydan okudu. “İstediğini söyle. Ama geceleri seni en çok düşünenin kim olduğunu sen de biliyorsun.”

“Bildiğim tek şey,” dedim, gözlerinin içine bakarak, “Çizgiyi geçtiğin. Evli barklı adamım, edepsiz olma. Bu tavırların bu karakol sınırları içinde kalsın, döndüğümüzde icabına bakacağım.’’ Arkamı döndüm ama gitmeden bir şeyler daha ekledim, ‘’Görev dışında zorunda olmadıkça gözüme görünme, fena yaparım seni!’’

Hazal’ı ardımda bırakıp arka bahçeye geçtim. Son dönemdeki tavırlarından rahatsızdım, karımdan uzak olmamın yolunu kollamış gibi her an saldırıyordu bana. Beni delirten, gerçekten bir anlık delilikle onunla bir şeyler yaşayacağıma inanmasıydı. Yahu ben ilk kez Belçim’i sevmiştim, son kez de onu sevecektim.

Telefonum çalmaya başladı. Tuncay abi arıyordu, “Efendim abi?” diyerek açtım.

“Dinç eli kulağında bugün yarın haber gelir, operasyona çıkacaksınız.”

Burada beni dizginlemek için günlerdir az kaldı diyordu ama o az hiç bitmiyordu, “Dediğin gibi olsun abi, baktım olmadı çeker giderim tek başıma.”

“Ulan time geldiğinde asker çocuğu demişlerdi, ‘pimi çekilmiş bomba gibidir’ diye. O zamanlar anlamamıştım, şimdi anlıyorum. Dinçer, sakin duracaksın, bana Suna Hanım’ı aratma.”

Annemin adı ilk kez geçiyordu. Gerilmeme yetmişti, “Halil ağabeyin yarım kalan dosyası olduğunu söylersen abi, annem desteğe gelir.”

“Gurur duyarız da koskoca komutanı yormayalım. Aslan gibi oğlan yetiştirmiş sen halledeceksin.”

Gülümsedim, “Time geldiğim ilk günden beri bana güvendiğin için teşekkür ederim abi, iyi ki tanıdım seni.”

“Aslan gibi adamsın, sana güvenmeyip ne yapayım lan?”

“Sağ ol abi.”

“Ha Dinç, kapatmadan sana bir şey soracağım. Şehidimiz Halil Eskisoy için dün gece bir telefon aldım. Eskiden ekibimde çalışmış bir polis, operasyonu duymuş. Halil’in adı geçince yayıldı, biliyorsun. Operasyona katılmak istiyorum dedi, sana sormadan cevap vermedim.”

Kaşlarım çatıldı, “Kimmiş abi?”

“Kazım, Kasap Kazım.”

İsmi bile öfkelenmeme yetmişti. “Abi küfür serbest mi?”

Tuncay abi güldü, “Serbest yiğidim.”

“Siktir et abi, kuruş kadar değeri yok.”

“Halil için peki?”

İşin bu kısmını düşünmediğimden öylece sustum kaldım. Tuncay abiye net bir cevap veremedim. Telefonu kapattım. Ben ve Kazım arasında yaşananlar sadece ikimizi ilgilendirirdi. Kazım’ın beş para etmez adam olduğu gerçekti fakat en büyük gerçek Halil ağabeyin can dostu olmasıydı. Onu bu operasyondan muaf etmeye yetkim vardı, peki ya hakkım?

Düşünceler beynimi sıkıştırırken telefonum çaldı. Bilmediğim bir numara arıyordu. Merakla açtım. “Efendim?”

“Sana da aleykümselam, çömez.”

Öfkeli bir gülümseme kaçtı ağzımdan, “Hayırdır polis eskisi? Ne aradın lan beni?”

“Polis eskisi ana-”

Hiddetle yerimden sıçradım, “Ağzını kırdırma lan bana!”

“Adam gibi konuş lan, evlenip barklanınca adam mı oldun?”

“Kes Allah’ın cahili! Arama bir daha beni, dayağını tazelerim!”

“Kapatma lan, ciddi bir mevzu için aradım.”

“Çabuk havla, işim gücüm var.”

“Halil’in operasyonu için aradım. Beni de al.”

Derin bir nefes aldım, bir karar anıydı bu. “Attığım adrese gel. Mesajda yazdığım her şeye birebir uymadığın an, mancınıkla da olsa seni geldiğin yere fırlatırım.”

Kabul etmemi beklemiyor olacak ki şaşkındı, “Sağ ol,” dedi, “Can dostumun yarım kalan görevinden ayırmadığın için.”

“Gel Kazımcığım, gel,” diyerek telefonu kapattım. Geçmişin küflü kokusu burnumu parçaladığında gülümsüyordum. Ama artık gülümsemek de istediğim için Kazım’ı çağırmıştım, onunla Halil ağabeye olan son borcumuzu ödeyecektik.

+++

Ertesi gün kantinden bir çay almış ve arka bahçeye çıkmıştım. Bekir ağabeyin doktoruyla toplam yarım saat konuşmuştuk. Çok iyiye giden bir iyileşme süreci vardı. Nadiren görüştüğü iki kişiden birisi değildim. Bekir ağabey Belçim ve Demir’le konuşmak istiyordu. Çünkü Demir onun hayallerine gide yol gibiydi, bu adamın o yolun sonunda mutlu olmasını çok istiyordum.

Doktorla konuşmanın ardından Belçim’i aradım. Her boş vaktimde olduğu gibi karımla konuşuyordum. O ise bana okul heyecanını anlatıp beni karakolun ağır kokusundan uzaklaştırıyordu.

“Dinçer. Tercihlere çok az kaldı, bizimkilerle bir liste yaptık ama senin de fikirlerini merak ediyorum.”

Bizimkiler dediği annemlerdi. “En başa Hacettepe mi var?”

“Evet,” dedi heyecanla, “Onun yeri hiç değişmedi.”

“O zaman gerisinin bir önemi yok, orayı kazanacaksın.”

“Olsun, yine de listenin devamını sen de bil. Fikir ver bana.”

“Sen bana listeyi at, ben bir bakayım.”

“Ya aslında Atlas çok güzel bir liste çıkartmış benim için ama…”

Atlas’tan asla beklenmeyecek bir zariflikti, düşünceli halleri vardı ama çok da detaycı olmadığından sorunun ne olduğunu anlamam uzun sürmedi, “Sadece özel üniversiteleri araştırmıştır o.”

Belçim güldü, “Nereden bildin Dinçer? Tam olarak öyle yapmış, tüm özel üniversiteleri yazmış yanlarına da ücretlerini eklemiş, görsen dudağın uçuklar.”

“Bebeğim Atlas parayla okuduğu için ona normal geliyor, sen takılma.”

“Dinçer, ne zaman geleceksin? Burnumda tüttün.”

“Sen de tüttün, külün tekrar alev alacak yakında.”

“Hmmm o kadar mı özledin beni?”

Gülümsedim. “Hayal bile edemezsin.”

“Hayal etmek istemiyorum, gel yaşat.”

“Geleceğim, sen merak etme.”

“Sen gelmeden asla tercih vermeyeceğim.”

“Belçim sakın. Bak az kaldı, sen tercihlerini bildir, Allah korusun bir aksilik olur.”

Sesi endişeyle titredi. “Dinçer. Aksilik derken? Zorda mısın? Neredesin? Geleceksin değil mi? Sana bir şey olmayacak.”

“Güzelim benim, tabii geleceğim ama yol uzun, vakit aksar falan, sen tercihlerini yap.”

“Hayır, sen yanımdayken yapacağım.”

Belçim’i ikna edemedim. Kafaya koymuştu, beni görmeden bir şey yapmayacaktı deli kız. Hak veriyordum ona, ben de onsuz aldığım nefeslerde kendime kızıyordum.

Karımla konuşmamız bittiğinde bir asker yanıma geldi, “Kasap Kazım geldi komiserim,” dediğinde gözlerim askerin arkasında beliren adamı buldu. Oturduğum banktan kalktım ve adamı tepeden tırnağa incelemeye başladım.

Kilo almıştı, saçlarındaki beyazlar daha da artmıştı. Yüzündeki kırışıklıklar ‘ben buradayım’ diyordu. Çökmüş gibi bir hali vardı ama dik durmaya gayret ediyor gibiydi.

O da beni inceliyordu. Son gördüğüm gibiydim, hatta belki çok daha iyi görünüyordum. Bakışlarında açık bir kıskançlık vardı, bunu artık anlıyordum.

“Selamünaleyküm,” dedi tam karşımda durarak. Yüzüme bakmak için başını kaldırmıştı.

“Aleykümselam da asker arkadaşın mıyım lan ben senin? Adam gibi selam dur!”

Yüzümdeki ciddiyeti gördüğünde ona attığım mesaja sadık kalması gerektiğini anladı. Esas duruşa geçip tekmiş verdi, “Kazım Kasap! Emredin komiserim!”

“Rahat,” dedim ellerimi arkama bağlayarak, “Operasyonu sana Ateş anlatacak, kalın kafan alırsa katılırsın.”

Dişlerini sıktı, “Emredersiniz.”

Başımı eğerek yüzüne yaklaştım, “Emredersiniz, ne?”

Gerildi, “Komiserim.”

“Hah, neydi senin o afili lafın? ‘Delikanlı ol,’"

Kazım sinirden delirirken ben son derece rahattım, “Operasyonda en geride duracaksın, ben gerek görürsem ateş hattına inersin,” dedim arkamı dönerek, “Şimdi git Ateş’i bul.”

Karakola gidecekken sesi beni durdurdu. Az önceki o uysal adam olmayacağına emindim.

“Beni gezintiye mi çağırdın lan? Geride duracak polis miyim lan ben?”

Karşıma geçti, o eski adama bakar gibi oldum. Geçen zamanda zerre kadar değişmemişti.

“Halil için operasyon başlatmışsın. Hayırdır lan, yerine geldiğin adamın dosyalarında da mı gözün var?”

“Halil abi dosyasını tamamlamamı istedi. Var mı itirazın?”

“Tövbe estağfurullah. Kafayı mı kırdın lan sen? Hangi akıl hastanesinde yatıyorsun söyle hemen, temiz don getiririm.”

“Senin yattığında yattım bir süre, ayrıca sende temiz don ne gezer lan. Koltuk altını tıraşlamaktan acizdin.”

“Etek tıraşımı da merak ediyor musun, Dinçer?”

“Yok onu gay arkadaşlarına göster, meraklıların vardır.”

Kâzım şaşkınlıkla yüzüme bakakaldı. Bunu benden duymayı hiç beklemiyordu.

Uzun bir sessizlik oldu ve ben acımadan devam ettim, “Yönelimin zerre kadar umurumda değil, hala aynı boş kafa olduğun için konuşacağım. Ağzından adamlık, erkeklik, delikanlılık düşürmüyorsun ama bu janrının asla kabul etmeyeceği bir yönelimin var. Eşcinselsin lan sen, gaysın amına koyayım! Biraz kabullen kendini, birazcık şu siktiğimiz hayatında dürüst yaşa!”

Tam da beklediğim gibi aslan kesildi. Kazım’ın yüzündeki kan bir anda çekildi, gözbebekleri deli gibi büyüdü.

“Senin ben amına koyarım lan! Nereden duydun! Kim iftira attıysa söyle öldüreceğim onu!”

“Onu bunu siktir et, neysen kabullen onurlu yaşa. Olmadığın birisi gibi görünme.”

Kazım’ın eli, bir anda belindeki boşluğa gitti, sanki silahını çekecekti. Sonra vazgeçti. Hınçla, göğsüme doğru hamle yaptı, bütün vücudunun ağırlığını üzerime verdi. Amacı beni yere sermek, boğmaktı.

Refleksle bir adım geri çekildim. Sol kolumu onun göğsüne bastırıp dengesini bozdum. O anlık kafa karışıklığından faydalanıp, sağ kolunu hızla kavradım.

Eklem yerinden tutup, ağırlığımı vererek kolunu sırtına doğru bükmeye başladım. Kasları kasıldı, sert bir kemik sesi geldi. Yüzü acıyla gerildi, sesi keskin bir homurtuya dönüştü.

“Bırak lan!” diye tısladı.

Kulağına yaklaştım, nefesim çelik gibiydi: “Sakın bana dokunma Kazım. Bırakırsam, bu sefer karakoldan değil, morgdan çıkarsın. Emre uyacaksın.”

Kolunu arkaya büküp, omuz kasını öyle bir kilitledim ki, bir köpek gibi inlemeye başladı. Kontrol tamamen bendeydi. Geri çekilmek zorunda kaldı, kolunu serbest bıraktığım anda sendeleyerek birkaç adım geriledi. Eli, acıyla tuttuğu koluna gitti. Artık bana değil, zemine bakıyordu.

Fiziksel üstünlüğümü kabul etmişti.

“Lan ben nonoş muyum! Değilim ulan, kaç karıyla yattım duysan aklın uçuklar!”

“Nonoşsun Kazım, kes sesini.”

“Sensin nonoş.”

“Olsam kabul ederdim.”

“Dinçer eğer bu iftirayı başkasından duyarsam seni öldürürüm. Duydun mu beni?”

“Tamam kral, sakin ol.”

Uzun uzun itirazlarını, küfürlerini savurduktan sonra sesi bir anda değişti. Öfkesinden değil… içindeki kin tortusundan karardı sanki.

“Halil için o operasyonda olacağım.” Gözlerini kısmış, doğrudan bana bakıyordu. “Beni götürmezsen… çıktığın son operasyon olsun dilerim. Allah canını orada alsın. Ölüp geberesin ki Halil’in yarım bıraktığı dosyayı senin cesedin tamamlasın.”

Sözlerini bırakıp yanımdan çekip gitti. Ben ise olduğum yerde kaldım.

Yüzüm buz kesti. Göğsüm daraldı. Adam bana resmen “öl geber” diye beddua etmişti. Hayatımda ilk kez biri, hem de bir ekip arkadaşım ölümümü bu kadar açık, bu kadar isteyerek dilemişti. Sanki içimde bir şey çöktü. Öfke değil… ağır, keskin, soğuk bir acı dolandı içimde. Kazım’ın o cümleleri kulaklarımda çınlarken, ilk kez gerçekten birinin ölmemi dilediğini hissettim.

+++

Akşamüstü karakol sessizdi. Hava sıcak ama içimde tuhaf bir üşüme vardı. Günlerdir bekliyorduk, her sabah “bugün mü?” diye gözümü açıyordum.

Ve sonunda gün gelmişti. Haber gelmiş, izin çıkmıştı. Dost Operasyonu’nu bugün sonlandırıyorduk. Bugün Halil ağabeyimin yarım bıraktığı hikâyeye yürüdüğüm gündü. Hızla odamdan çıkıp ekibe haber verdim. Sona ise birisini bıraktım. Kazım, Karakolun bahçesinde yürüyordu ama yürümek değildi o; sanki ağırlığını kaybetmiş, ayakları yerden kaçıyordu.

Yanına yaklaştım. Yüzündeki gerginliği saklamaya çalışsa da gözbebeklerindeki titreme kaçmıyordu.

“İzin çıktı Kazım. Çıkıyoruz.”

Gözlerini kaçırdı. Çenesindeki damar belirginleşti.

“Biliyorum… hissediyorum.” dedi. Sesinde tuhaf bir çatlak vardı.

“Gerginsin.” dedim.

“Sen değilsin sanki?” diye tısladı.

“Değilim.” Yalan değildi. Gergin değildim, ağır bir huzursuzluk vardı sadece, sırtımdan aşağı akan soğuk bir metal parçası gibi.

Kazım tekrar bana baktığında gözlerinde tanıyamadığım bir karanlık gördüm. Bedduasının yankısı sanki havada asılıydı.

“Hadi hazırlan. Bir saat içinde çıkıyoruz.”

Teçhizat odası neon ışıklar altında bekleme salonu gibiydi. Herkes sessizce yeleğini, miğferini kuşanıyordu. Hepimiz yumruk gibi sıkıldık. Araca binerken göğsümden geçen bir sızı oldu. İyiye yor derdi amcam, iyiye yordum ve araca bindim.

Motor çalıştı. Mazot kokusu ciğerime doldu. Gözüm ister istemez gökyüzüne gitti. ‘Halil ağabey… bugün geliyor muyuz yanına?’ diye geçirdim içimden.

Üç saat sürdü yol. Son yarım saat ölümün kokusu, rutubet ve çam kokusuyla karışıktı havada.

Kuzey hattındaki o yamaç… çizgisini ezbere biliyordum. Kayalık dar, taşlar gevşek, altı komple uçurum. Öyle bir uçurum ki… Düşenin bedeni bulunsa bile tanınmazdı. Kan değil, sadece ezilmiş kemik ve taş parçaları kalırdı geriye. Yakaladığımız adamları o uçurumdan atmak istiyordum.

Aracı durdurduk. Ayak basar basmaz nemli, ağır bir sıkıntı içimi kavurdu. Birazdan bu operasyonda ne olacağı belirsizdi aklımdan geçen güzel anılar karıma ve aileme aitti. Belçim’in gül yüzünü düşleyerek ilerledim.

“Gölge 12, Alfa dizilimi! İkişer metre arayla diz çök, hat dar! Telsizler sessizliğe!”

Bot sesleri kayaların arasına karıştı. Hava kurşun gibi ağırdı.

Kazım yanımdan ilerlerken nefes nefese kalıyordu. Elindeki silah titremiyordu ama çenesi o kadar kasılıyordu ki, dişlerini gıcırdatıyordu sanki.

Kayalığın üstüne çömeldim. Elimi taşa koyduğum anda taşın altında boşluk hissettim. Kaymış bir taştı. Aşağı doğru uzanan karanlıktan ibaretti. Ayak bastığın anda seni içine çeken bir ölüm çukuru gibiydi.

Ateş yana süründü, nefesini tuttu: “Dinç… bu hat çok kötü. Taşlar gevşek. Sol kanat bize dezavantajlı.”

“Dikkatli olacağız, başka çare yok. Emir bu.”

Elimi kaldırdım, tim bir anda dondu. Ardı ardına dizildiler. Eyüp üst hatta, Volkan sağ hatta, Hazal arka kesmede, Ateş benim tam gerimde.

Av bekleyen yırtıcılar gibiydik. Herkes nefesini kısmıştı. Derin vadiden yukarı vuran soğuk hava, teni tir tir titreten bir uğultu taşıyordu.

Güneş yamacın arkasına kaymıştı; gölge uzuyor, önümüzü daraltıyordu. Bir sessizlik çöktü… öyle bir sessizlik ki, kendi nabzımı duyuyordum. Her şey doğruydu ama her şey yanlış olabilirdi.

Tam o sırada, taşın üstünden bir gölge kaydı. Başımı hızla kaldırdım; karşımda siyah maskeli bir siluet belirmişti, bize bakıyordu, hem de rahatsız edecek kadar yakın ve tehlikeli bir hızla. Namlusunu yavaşça aşağı indirdiği anda yan kayadan ikinci bir gölge daha süzüldü ve o an her şey kesinleşti: Bizden önce yerleşmişlerdi, hattı çoktan tutmuşlardı. Elimi kaldırıp timi işaret ettim.

“Hazır bekle. Ateş yok. Bekleyeceksiniz.”

Gölge 12 taşların ardına bir anda sindi, nefesler kesildi, gözlerim maskeli adama kilitlenmişti, tetiğe dokunan parmağını, ayak ucunun kayaya nasıl bastığını, vücudundaki gerginliği okuyordum. Kalbim göğsümü dövmüyor, tam aksine içimde ağır bir sessizlik çörekleniyordu. O sessizliğin içinde sadece iki kelime vardı: Başlıyor. Siluet bir adım attı, namlusu bizim hatta döndü, tam o sırada kayalığın üstünden bir taş yuvarlandı ve vadiye düşerken çıkardığı o keskin ses soğuk bir haberci gibi duyuldu. Ardından ilk kurşun yankıladı.

“TEMAS!”

Volkan sağ hattı kesti, Eyüp üst hattı tutup kayaların arasından temiz bir görüş açtı. Hazal’ın termali kapanmadan hareketleri takip ediyordu, Ateş ise benim arkamdan her komutumu bekleyen bir gölge gibi ilerliyordu.

Kurşunlar taşlara çarpıyor, barut kokusu sıcak havayla birleşip yüzümü yakıyordu; ama bu sefer panik yoktu.

Karşıdaki adamlar dar hatta sıkışmıştı; çıkabilecekleri tek çizgi vardı ve o çizgi hâlâ benim ayaklarımın altındaydı.

“Eyüp, o yamaçtaki gölgeyi al!” dedim.

Ateş çömeldi, omzumdan destek alıp aşağı doğru ateş verdi. Kayanın ardına kaçan maskeli adam pozisyonunu kaybetti; çıktığı an Volkan’ın mermisi omzunu patlattı. Adam geri yuvarlanırken toz kalktı.

Kuzey hattından ikinci bir siluet belirdi. Hızlıydı. Sızmaya çalışıyordu.

“Hazal, sağ çapraz! Geçişte vur!”

Hazal, bir saniyelik açı buldu ve tek atışla adamı taşa çiviledi. Adam yere düşer düşmez çantası yanına yuvarlandı. Üstüne işaretlediğim kodlu bez parçası takılıydı.

İşte o an, içimden sıcak, keskin bir duygu geçti. ‘Halil ağabey… tamamdır. Senin yarım bıraktığın hesabı bugün kapatıyoruz.’

Düşmanın son adamı geri çekilmeye kalktığında ben hattın üstündeydim. Ateşi bastım, adam yattığı yerden kalkamadı. Sessizlik çöktü.

Telsizden Eyüp’ün sesi geldi: “Temas kesildi komiserim.”

Kazım bile nefes nefeseydi ama ses çıkarmıyordu. Herkes bana baktı ve ilk kez yüzlerinde “tamamdır, bitti bu iş” ifadesi vardı.

Ben ise sadece kayalığın dibinde yatan iki maskeliye baktım, sonra kendi kendime fısıldadım, “Halil ağabey… borcumuzu ödedik.”

Tam son hedefi indirmiş, “bitti” diyeceğimiz anda sağ yamacın karanlığından gelen o son panik ateşi her şeyi altüst etti, taşlar patladı, hepimiz savrulduk, bir omuz bana çarptı, birinin yeleği elimden kaydı, toz gözümü kapattı.

 

O kaosta bir gövde uçurumun kenarına vurdu ve taşla birlikte aşağı kaydı. Kimin gittiğini seçemedim, düşen ben miydim yoksa önümden biri mi kopup karanlığa gitmişti, ayırt edemedim. Bir saniye boyunca olduklarım, gördüklerim birbirine karıştı ve Kof bir vaziyette orada öylece kaldım.

 

Bölüm : 06.12.2025 22:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...