
Herkese Merhaba ZORA SARILDIK KİTAP OLUYOR
Bu süreçte yanıma olmak için beni instagram hesaplarımdan takip etmeyi unutmayın. Size çok güzel sürprizlerim olacak.
Hesaplarım @pekbiafiliyalnizlik @sultanssarigoz
Kof ve Bordoya Karışan Aşk'a aynı anda bölüm attım. Yorum yapmayı lütfen unutmayın. En azından 700 yorumu geçelim istiyorum, hızlı yazmam için beni teşvik eden şey yorumlar.
Bölümü lütfen Yaşar Divane dinleyerek okuyun.
*
Sınav bir toz bulutu gibi tenimi yalayıp geçmişti. Test kitaplarını, notları ve görmekten bunaldığım ders programımı bir kutuya koyup kaldırmıştım. Sınavı ve onunla ilgili her şeyi bir haftalığına unutmam gerekiyordu. Çünkü Dinçer'le kısa bir tatile çıkmıştık.
Kocamla geçireceğim her anın tadını çıkartmak için çok heyecanlıydım. Tüm benliğimi ona vereceğim içinse huzurlu. Dinçer'in gözlerinde rastladığım sevgiye kalbimi, tutkuya ise tüm benliğimi adamıştım.
Dinçer'e söz vermiştim, sınav sonucumu asla düşünmeyecektim, çünkü zaten kazandığıma emindi. Ben emin değildim ama Dinçer'in benden emin olması, benim de kendimden emin olmama sebep oluyordu.
Tatile çıkmadan önce kendime bir alışveriş yapmıştım. Köyde giymemin mümkün olmayacağı kısalıktaki etekleri, şortları hatta bikinileri sevinçle valizime koymuştum. Dinçer kıskanç bir adam olsa da şuursuz olmadığından kıyafetlerime karışmıyordu. Hatta o benim kendimi bulma yolculuğumu izlemeyi çok seviyordu. Çünkü ben hala kim olduğunu arayan o köylü kızıydım.
Şimdi ise yan koltukta arabada çalan şarkılara kart sesimle eşlik ediyor, Dinçer'in kahkahalarının gölgesinde çok eğleniyordum.
''Yolda güneş yükseliyordu! Güneye giderken!''
''Yollarda bulurum seni!''
''Kafa nereye biz oraya!''
''Uzanmışım kumsala güneş damlar içime!''
Dinçer radyoyu kıstı, ''Bu şarkının anısı var,'' diyerek anlatmaya başladı, ''Ailecek tatile gitmiştik, babamı kuma gömmüş çıkartmayı unutmuştuk,'' dedi gür kahkahalarının arasından, ''Annem voleybol oynarken babamın alnına top atmıştı adam bayılmıştı Belçim,'' diyerek tatili anlatırken o anlar neredeyse gözümde canlanmıştı ve karnım ağrıyana kadar gülmeye başlamıştım.
''Babamı unutmak ne demek Dinçer?''
''Atlas ne zaman evde miras konusunu açsa babam o günü hatırlatıp size kuruş bırakmayacağım diyor.''
''Haklı bence,'' dedim gülerek, ''Yani sen beni kuma gömmeyi unutsan, boşardım seni.''
Dinçer'in gözleri beni buldu, ''Unutmam ama sen yine de o güzel ağzına boşanmanın kelimesini alma.''
Gülümsedim, ''Peki hayatım, almam.''
Saatler süren yolculuğumuz nihayet bitmişti. Dinçer yol boyunca nereye geldiğimizi söylememişti. Sürpriz peşindeydi yine ve ben onun bu hevesli hallerine akıp gidiyordum.
Nihayet gelmiştik. Heyecanla arabadan indiğimde deniz kokusu yüzüme vurdu, rüzgâr saçlarımı karıştırdı. Yol yorgunluğu bir anda üstümden akıp gitti. Önümüzde, zeytin ağaçlarının arasına gizlenmiş, iki katlı taş bir ev vardı. Duvarları zamana inat dimdikti; pencerelerinde begonviller sarkıyor, verandasında beyaz tüller dans ediyordu.
"Assos'a hoş geldin güzel karım," dedi Dinçer şakağıma damgalı ama sıcacık bir öpücük bırakarak.
Şaşkınlıkla etrafıma baktım. "Sen ciddi misin? Burası... muhteşem."
"Evet," dedi gülümseyerek. "Tarihi evlerden birini kiraladım. Deniz manzaralı, sessiz, bizden başka kimse yok."
Son cümleyi bilerek mi vurguladı bilmiyorum ama kalbim bir an hızlandı.
Dinçer bagajdaki valizleri aldı, ben de küçük valizi seçerek kendime çektim. Kapının önündeki taş basamaklara çıktık. Evin önünde asırlık bir incir ağacı vardı; dalları neredeyse gökyüzüne uzanıyordu.
"Ev yüz yıllıkmış," dedi Dinçer,
''Üstümüze yıkılmasın,'' dedim endişeyle.
''Yıkılsın,'' dedi, ''Hatta yıkılmalı. Sebebi aşksa dağlar da yıkılır.''
Gözlerine baktığımda bir ateş gördüm, aynı ateş kalbimde yandı. Sınava hazırlandığım zamanlarda da süregelen bir ilişkimiz vardı ama belli bir düzende değildi. Dinçer ben yanaşmadıkça dengemi bozmamak için çok yaklaşmıyordu. Ama tek dokunuşunda da tutkusunu hissediyordum. Kocamla olmayı seviyordum, bir olmayı, onun harladığı ateşte olmayı seviyordum.
''Çok iyi bir tarihi var,'' dedi elimdeki valizi alırken. "Zamanında bir filozofun eviymiş. Şimdi bizim evimiz.''
''Filozofun eviymiş,'' diye tekrar ettim saçlarımı kaşıyarak, ''güzel, biraz akıl bulaşır belki bana."
Dinçer valizleri çekerken konuştu, ''Sen zehir gibisin zaten, bu evde sana sadece sevdam bulaşacak,'' dedi göz kırparak.
İçeri girdiğimizde taş duvarların serinliği sarıp sarmaladı bizi. Odanın ortasında küçük bir şömine, duvarda eski bir ayna, pencerenin önünde ahşap bir masa vardı.
"Sen bunu planladın değil mi?" dedim, etrafı süzerken.
Dinçer kapının pervazına yaslandı, gözleriyle beni izliyordu. "Evet. Dedim karıma layık bir yer bulmalıyım.''
Neşeyle camdan dışarı baktım. Göz alabildiğine uzanan deniz, sanki gökyüzüyle birleşmişti. "Yani," dedim dönerken, "burası çok huzurlu Dinçer, huzur kokuyor,'' diyerek derin bir nefes aldım, ''ama aşk da var havada."
Dinçer yaklaştı, elini saçlarıma götürdü, başımı hafifçe eğdim. "Varsa," dedi kulağıma doğru eğilip, "sebebi sensin."
Ardından dudaklarıma yaslandı ve öpmeye başladı. Elimi saçlarına çıkartarak öpücüğü uzatırken o birden duraksadı.
''Yok hemen kapılmayacağım sana,'' dedi Dinçer, öpücüğü sonlandırarak, ''Usul usul seveceğim güzelliğini,''
Usul usul... Ben onun bu hâline, sesine, sabrına, gülüşüne bir kez daha hayran kaldım. Hayatım boyunca bilmediğim, yaşamadığım, hissetmediğim tüm hisleri bana yaşatan bu adam, aynı zamanda sevmenin nasıl bir ustalık olduğunu da öğretiyordu bana.
Valizleri açtık. Evin üst katında, denize bakan küçük bir oda vardı. Pencerenin önünde beyaz tüller, hafifçe esiyor, güneşin son ışıkları odanın içine altın rengi çizgiler halinde düşüyordu. Ben kıyafetleri dolaba yerleştirirken Dinçer havluları ve eşyaları banyoya taşıdı. Arada sırada arkamdan bakarken gözlerini hissetmemek mümkün değildi.
"Sen üst kata geç, ben duş alayım," dedi sonunda, gömleğinin düğmelerini çözerken. Gözlerimi kaçırdım, çünkü dediği gibi usul usul sevecektik birbirimizi.
Suyun sesi banyodan geldiğinde, ben de valizimin başına çömeldim. Güneş kremlerini, tokalarımı, parfüm şişelerimi yatak odamızdaki komodine dizdim. Ardından Dinçer'in kişisel eşyalarını yerleştirmeye başladım. Dinçer'in benden böyle talepleri olmuyordu ama ben onunla kendimi bir etmeyi seviyordum.
Biraz sonra Dinçer çıktı; saçları ıslaktı, o saçlarında elleri geziniyordu. Altına şort üzerine ise hiçbir şey giymemişti, "Sen de gir hadi," dedi, havlusunu omzuna atarken. "Yolun tozunu bırak, akşamımızı kirletmesin."
Duşa girmeden önce yanına yaklaşıp elindeki havluyla saçlarını kurulamaya başladım, o ise bunu yapmam için eğilmişti.
''Yemeğe çıkacağız, hazırlanırsın,''
''Dışarıya mı?''
''Assos'a gelmişiz keyfini sürelim.''
Gülümsedim, ''Tamam.''
Islaklığını aldığım için içim rahatlamıştı. Uzanıp yanağına bir öpücük bıraktım, ''Sıhhatler olsun sevgilim benim,''
Dinçer beni kolları arasına aldığında hızlı bir manevrayla kolları arasından çıktım, ''Usul usul Dinçer,'' diyerek arkama bile bakmadan kokusunu bıraktığı banyoya ilerledim. Arkamda sırıtan bir adam bıraktığıma ise emindim.
Sıcak su omuzlarımdan aşağı aktığında, yorgunluğun yerini hoş bir hafiflik aldı. Banyodan çıktığımda odayı loş bir ışık doldurmuştu. Dinçer alt katta telefonla konuşuyordu, kahkahalar atmasından anladığım kadarıyla kardeşleriyleydi.
Kurulanıp giyinmeye başladım. Yemeğe gideceğimiz için güzel olmak istiyordum, özenmek geliyordu içimden. Assos'ta içimden başka bir kadın çıksın istiyordum.
Valizimi açtım, giyeceğim kıyafeti seçerken içimden bir heyecan geçti. Assos akşamına yakışır bir hâlde olmak istiyordum. Maviyle yeşilin buluştuğu bir elbiseydi seçtiğim omuzları açık, uçuş uçuş kumaşlıydı. Kıvırcık saçlarımı düzleştirmek istedim ama Dinçer sevmediği için öyle bıraktım. Ve gevşek bir topuz yaptım, birkaç tutam yana düştü. Hafif bir makyaj yapmaya başladım. Şeftali tonlarında sürdüğüm rujumun kapağını kapattım.
Bana düğünümüzde Halide yengenin hediye ettiği küçük altın küpelerimi taktım, ayak bileğime ince bir halhal geçirdim. Aynadaki halime baktım; ne köydeki o çekingen kız kalmıştı, ne de yaralarıyla savrulan kadın. Assos'ta, tarih kokan taşların arasında, yeniden doğmuş gibiydim. Ya da tüm ruhumla öyle olsun istiyordum.
Tamamen hazır olduğumda alt kata inmeye başladım. Merdivenlerin başında birkaç saniye durdum. Pencereden içeri süzülen loş gün ışığı tüllerin arasından geçip duvarlara altın bir gölge bırakıyordu. Aşağıdan denizin sesi geliyordu ağır, sakin ama kucaklar gibiydi.
Bir nefes alıp merdivenlerden indim. Tahta basamaklar altında hafifçe gıcırdadı, her adımda kalbim biraz daha hızlandı. İndiğimde, Dinçer mutfakla salonun birleştiği o geniş alanda ayakta duruyordu. Gün batımının turuncu ışığı camdan içeri süzülmüş, gömleğinin yakasına vurmuştu.
Beyaz, kollarını dirseklerine kadar kıvırdığı bir keten gömlek giymişti; altına açık kahverengi bir pantolon, bileğinde deri bir saati vardı. Kumral saçları hafifçe alnına düşer gibiydi. Gözlerini kaldırdı ve bana baktı, o an sanki zaman durdu.
Bakışları benden çekilmedi, sadece sustu. Gözleri önce saçlarımdan omuzlarıma, oradan ellerime indi. Sonra başını biraz yana eğdi, nefesini belli belirsiz verdi.
"Ne oldu?" dedim, utanır gibi, sesim bir nota gibi çatladı.
"Bir şey olmadı," dedi kısık bir sesle. "Sadece... seni böyle görünce bir anda nefes almayı unuttum."
Gülümsedim, ama gözlerimi ondan kaçırmadım. "Sen de fena sayılmazsın," dedim, elbisemin eteğini düzelterek.
''Beğen diye giyindim,'' dedi üstünü işaret ederek, ''Olmamış mı Belçim?''
Sırıttım, ''Çok yakışıklı görünüyorsun Dinçer,''
O şaşkın halini toparlayıp gülümsedi, "Sana yakışıklıysam ne ala," dedi, gülümsemesiyle birlikte adımını yaklaştırdı. "Sen fena olmuşsun ama,'' dedi gözlerime bakarak, ''Beni yakacak gibisin.''
İki adım aramız kaldı sadece. Rüzgâr, pencereden içeri girip perdeyi savurdu; onun gömleğini, benim elbisemi, saçlarımı aynı anda okşadı. Dinçer'in elini uzatıp yanaklarımdan bir tutam saçı geriye atışını hissettim. "Hazırsan," dedi, parmaklarını usulca elime dolarken, "Beni yakmadan önce Assos'u yakmaya gidebiliriz.''
Assos akşamına indiğimizde hava tam kararırken deniz hâlâ ışık saçıyordu. Gökyüzü mora çalıyordu, uzaktan martı sesleri rüzgârla karışıp geliyordu. Taş sokaklardan geçerken her evin penceresinden sarı ışıklar süzülüyordu; kimi yerde rakı kadehlerinin şıngırtısı, kimi yerde çocuk kahkahaları yankılanıyordu. Zaman, Assos'ta sanki ağır çekimde ilerliyordu.
Dinçer elimi tuttu, parmaklarını parmaklarımın arasına geçirip sessizce yürüdü. Sokak lambasının altında yüzüne baktım; işte o an hissettim, ben bu adama tam da şimdi yeniden aşık oluyordum.
"Bir yer biliyorum," dedi Dinçer, bir kez daha ona aşık olduğumdan habersiz, "tarihi bir balıkçı. Babamla bir kere gelmiştim, manzarasını unutamadım."
Dar taş merdivenlerden indik, önümüze denize sıfır küçük bir iskele çıktı. İskeleye yaslanmış eski bir balıkçı lokantası; mavi boyalı sandalyeler, üstlerinde dantel masa örtüleri, cam kavanozlarda yanan mumlar vardı. Deniz hafifçe köpürüyor, balıkçı tekneleri birbirine çarpıyor, tuzlu koku kalbime kadar işliyordu.
Garson gülümseyerek bizi karşıladı. "Hoş geldiniz,'' diyerek bize uygun yer gösterdi.
Masamız iskelenin ucundaydı; deniz neredeyse ayaklarımızın altına vuruyordu. Üzerinde beyaz bir dantel örtü, ortasında tek bir mum ve küçük bir kavanozda papatyalar vardı. Mavi seramik tabaklar, terlemiş bardaklar, zeytinyağı şişesi... hepsi sade ama güzeldi. Rüzgâr örtüyü hafifçe kaldırıyor, mumun alevi titriyordu. Dinçer tam karşımda oturmuştu, dirseklerini masaya yaslamış tebessümle benim etrafı incelememi izliyordu.
''Çok beğendim Dinçer. İleride ben de seni buraya getireceğim.''
Gülümsedi, ''Tekneye de bindirirsin değil mi güzel karım?''
''Ayıp ediyorsun, sana dondurma da alırım,'' dedim göz kırparak.
O sırada Dinçer'in telefonu çaldı, ''Karakoldan arıyorlar, hemen açıp geliyorum sen rahatına bak,'' diyerek yanımdan ayrıldı.
Dinçer eskiden asla kalabalıkta yanımdan ayrılmazdı. Şimdi ayrılışının sebebi kalabalıkta yaşamamı öğrenmemi istemesindendi. Kalabalık ortamlardan kaçıngan olmamı istemiyordu, koskoca Hacettepe'de nasıl yapacaksın diyordu, adeta en ufak derdimle dertleniyor, beni içine almış sarıp sarmalıyordu. Dinçer'in kolları arasında sürdürdüğüm bu hayatın sonsuza uzanmasını istiyordum.
Beni getirdiği yer o kadar güzeldi k, bak bak doyamıyordum. Gözlerim göğe kadar uzandı, buranın göğü bile deniz kokuluydu. O sırada yabancı bir ses işittim
"Rüzgâr olmazsa bu akşam yıldızları net görürsünüz."
Başımı çevirdiğimde sarışın bir adamla karşılaştım. Rahatsız olduğumu belli eden bir mimikle önüme döndüğümde karşımda Dinçer'i buldum. Yerine oturdu ve gözlerini gözlerime bağladı.
"O kadar yıldızın içinde en parlak olanı zaten karşımda oturuyor," dedi, masada duran elimi öperek.
Gözlerimi kaçırdım ama içim bir anda gül koktu. "İltifat konusunda fazla çalışıyorsun son zamanlarda," dedim.
"Sen de hâlâ her defasında utanıyorsun. Bu iyiye işaret."
Menü masanın kenarındaydı; sayfaları deniz rüzgârıyla kendi kendine çevriliyordu. Garson geldiğinde Dinçer bana bakarak konuştu, "Bizim için karışık meze tabağı, kalamar, bir de levrek olsun."
Sonra bana döndü, "Senin için de ayran mı, yoksa şarap rakı falan içmek ister misin?"
Daha önce hiç alkol almamıştım ve yine içimden gelmiyordu. "Ayran olur,''
Masaya önce mezeler geldi. Zeytinyağının üzerinde süzülen yeşil parıltılar, limon dilimleri, köz kokusu... Dinçer tabağını bana uzattı,
Masaya önce mezeler geldi. Zeytinyağının üzerinde süzülen yeşil parıltılar, limon dilimleri, köz kokusu... Hepsi denizle aynı dili konuşuyordu. Biraz sonra kalamar ve levrek geldi; taze, dumanı üstündeydi.
Dinçer çatalla balığı bölüp tabağıma koyarken, "Dikkat et, kılçık çıkabilir," dedi.
"Ben hallederim," dedim, ama bir dakika sonra çatalımın ucunda kılçığa takılmış balıkla yüz yüze geldim.
Dinçer kahkaha attı, "Halledersin ha?"
"Elbet bir gün," dedim, somurtarak, sonra da istemsizce gülümsedim.
"Elbet o gün değilmiş," dedi, çatalını alıp önüme eğildi. "Bak şimdi," dedi, sakin sesiyle, "küçük parçada hiç kılçık olmaz, al." Diyerek balık batırdığı çatalı ağzıma uzattı.
İştahla yedim, ağzımda dağılan lezzetle gülümsedim.
''Beğendin mi?''
Başımı salladım, ''Çok güzel.''
Yemeğimizi keyifle yiyor, hiç durmadan sohbet ediyorduk. Konular dönmüş dolaşmış ve ilk tanıştığımız güne gelmişti.
''Pamuk'u o telden kurtarmasaydın eğer, seninle tanışmazdık Dinçer.''
Dinçer düşünceli bir halde yüzüme baktı, ''Hayır sen benim kaderimsin. Mutlaka rastlaşırdık.''
''Nasıl bu kadar eminsin?''
''Halide yengem ve Ali amcamdan. Sevdalanmışlar birbirlerine, aradan dokuz sene geçmiş Belçim, koskoca dokuz sene. Yine de bulmuşlar birbirlerini. Gerçek aşk, yıllar da geçse, dünya da yarılsa gelir seni bulur.''
Gözlerim doldu, aralarındaki aşkın bu mazisinden habersizdim.
''Dokuz sene sonra, birbirlerine döndüren ne olmuş? Onca zaman sonra nasıl bir olmuşlar?''
''Zora Sarılarak,'' dedi tebessüm ederek.
Yemeğin sonunda garson küçük bir tabak getirdi. İçinde, üstüne incecik badem serpilmiş sıcak helva vardı.
"Tatlıyı paylaşıyor muyuz?" dedi Dinçer, kaşığı eline alırken.
"Paylaşmam," dedim gülerek, "bugünlük bencillik hakkımı kullanıyorum."
İlk kaşığı ağzıma attığımda helvanın sıcaklığıyla yüzüm ısındı. Dinçer, beni izliyordu öyle sessiz, öyle derinden ki bakışlarının altında yanaklarım daha da kızardı.
"Ne var?" dedim utanarak.
'Karımın güzelliğini izliyorum, sorun mu var?''
Gülümsedim, yanaklarım kızardı, ''Tamam tatlını ye,'' diyerek odağını benden kaydırmaya çalıştım.
Tatlılarımızı yerken rüzgâr hafifledi, mumun alevi sakinleşti. Akşamın sessizliğinde sadece denizin sesi kalmıştı.
Bir süre sonra midemde hafif bir yanma hissettim. "Galiba fazla kaçırdım," dedim elimle karnımı tutarak. Masadaki her şeyi tek tek yemiştim, hatta meze sularına ekmek banmıştım.
Dinçer hemen kalktı, "Bir dakika, su getiriyorum," dedi endişeyle.
Biraz su içtim, midemdeki o rahatsız his geçmedi.
Dinçer yüzüme baktı, "Rengin soldu Belçim," dedi.
"Bir şeyim yok, sadece... biraz midem bulandı."
''Balıktan zehirlenmiş olabilir misin?'' dedi yanıma gelerek.
''Köylü bünyemin neyine kalamar, levrek,'' dedim söyleyerek.
''Köyünü aynı seni ayrı yiyeceğim bu akşam,'' dedi hafif sinirli bir sesle.
Ellerimi özür diler gibi yanaklarına koydum, ''Galiba yiyemeyeceksin Dinçer, kötüyüm ben.''
''Sen iyi ol ben seni başka zaman da yerim,'' dedi elini belime yerleştirip beni sandalyeden kaldırarak.
Halsizlikten sendelediğimde ise bir çırpıda kucağına aldı, şaşkınlıkla kollarımı boynuna sardım, ''Dinçer! Herkes bize bakıyor!''
''Baksınlar,'' dedi hiç takmadan.
''Utanıyorum.''
Uzanıp dalgalı saçlarımı öptü, ''Yaslan omzuma, kapat gözlerini,'' dediğinde emrindeymiş gibi yapmıştım.
Eve dönerken Assos'un taş yolları sessizdi. Dinçer'in kucağına eve girdim. Arabada bana Assos'un havasının çarptığı kanısına varmıştık. Dinçer beni kucağından indirmeden üst kata çıkardı. Yatak odamıza götürdü.
Yatağın kenarına oturttu beni, alnımı yokladı. "Biraz ateşin var," dedi endişeyle.
"Yok ya, sadece başım dönüyor," dedim, ama sesim bile güçsüz çıkmıştı.
Dinçer dolaptan su aldı, kapağını açarken bile telaşlıydı. Bir bardak uzattı, "Az iç, yavaş yavaş," dedi.
Işığı biraz kıstı, camı araladı; dışarıdan denizin uğultusu odaya doldu. Yorgundum, ama o bana baktıkça içimde bir huzurla karışık sıcaklık yayıldı. Saçlarımı geriye topladı, alnımdan bir tutamı öptü.
''Assos'un havası çarpmış seni," dedi. "Ya da sen fazla güzeldin bu akşam, gözüm aldı."
Gülümsedim, gözlerimi zar zor açık tutarak, "Saçmalama, midem bulanıyor," dedim.
Dolaptan ince bir tişört aldı, "Bunu giy, rahatlarsın," dedi.
''Halim yok ki Dinç.''
''Ben giydiririm.''
Üzerimdeki elbiseyi usulca çıkardı. Ardından dolaptan aldığı tişörtü başımdan geçirdi. Yatarken açık saçla uyuyamadığımı bildiğimden saçlarımı topladı. Her dokunuşu, sevmenin en sessiz hâliydi. Beni yatırdı ve alnıma sıcak bir öpücük bıraktı, ''İyi uykular karıcığım,''
Bu geceyi böyle hayal etmediğine emindim ama ben de böyle hayal etmemiştim. İçimde bunun burukluğu vardı, ama halsizliğim daha ağır basıyordu.
Dinçer yanıma uzandığında kolumu ona sararak boynuna bir öpücük bıraktım, ''İyi geceler.''
*
Sabah, perde aralığından süzülen ışıkla uyandım. Dünkü halimden eser yoktu, kendimi iyi hissediyordum. İlk iş kendimi duşa attım. Ardından tekrar odaya döndüm.
Duştan çıkınca denizin sesi, kuşların cıvıltısı ve uzaktan gelen kahvaltı kokusunu hissettim... Assos yeni bir günü anlatıyordu bana. Üzerimi giyinip aşağıya indim.
Merdivenin son basamağından inerken duraksadım. Bir süre Dinçer'i izledim; pencere önünde durmuş, kahve kupasını iki eliyle tutuyordu. Üstü çıplaktı, evdeyken üstünü giymeye gerek görmüyordu.
''Günaydın hayatım,'' diyerek yanına koşturdum ve ona sabah öpücüğümü verdim.
Masum bir sabah öpücüğünü derinleştirip uzattı. İtiraz etmedim sıcak dudaklarına. Hasret kalmıştık birbirimize. Hele dünden sonra daha da büyüktü.
Kahvaltımızı ettik, "Hazırlan, seni biraz gezdireceğim," dedi.
Hevesle üst kata uçtum. Heyecanla dolabın önüne geçtim, Assos'a yakışır bir kombin seçmek istedim. Keten, uçuk bej tonlarında askılı bir elbise giydim; dizlerimin altında bitiyordu.
Eteği rüzgârla dans eden cinstendi, hem sade hem zarifti. Saçlarımı gevşek dalgalarla bıraktım, alnıma beyaz geniş kenarlı bir şapka taktım.
Gözlüğümü takınca Dinçer arkamdan, "Tur rehberi misin Belçim?'' diye söylendi elini belime sararak, ''yoksa gönlünü mü geziyorsun?"
Gülümsedim, ''Evet seninle gezeceğim.''
Boynuma küçük bir fotoğraf makinesi astım,
Ayağıma beyaz sandaletlerimi giydim. Omzuma ince bir hasır çanta taktım, Dinçer'in eşyalarını da çantama attığımda hazırdım.
Assos'un taş sokakları sıcaktı, ama rüzgâr teni okşuyordu. Duvarlardan begonviller sarkıyor, taş evlerin önünde kedi yavruları güneşleniyordu. Ben her köşede fotoğraf çektim; Dinçer sabırla bekledi, arada gülümseyerek poz bile verdi.
Çantamı ona verdim, şapkamı da bir saattir o gezdiriyordu. Şapkamı elinden alıp kafasına taktım ve fotoğrafını çektim. Bir elinde çantam, başında şapkamla çok tatlıydı. Bununla beraber tatilimize dair birkaç pozu aile grubumuza gönderdim.
''Şekerler grubuna da mı attın?'' dedi hayretle.
''Şekerlerin senin bu halinden muaf kalamaz.''
''Belçim herifler dalga geçecek.''
''Yaz, Mihre ve Pelin, onları unutup beyler dediğini duysa, iyi olmazdı hayatım.''
''Sakın söyleme, kocanı parçalarlar.''
''Kocamı parçalamasınlar,'' diyerek yanağını öptüm ve geziye devam ettik.
Athena Tapınağı'na çıktığımızda, deniz altımızda mavi bir kumaş gibi seriliydi. Sütunlara dokundum, Dinçer anlatmaya başladı:
"Bunlar milattan önce altıncı yüzyıldan kalma. Burada hem tapınılır, hem dua edilirmiş. İnsanlar, tanrılarına barış ve sevgi dilerlermiş."
''Biz de dua edelim,'' diyerek ellerimizi açtık. Benim dileklerim uzun cümleler halinde sürerken Dinçer kısaca bitirip ellerini yüzüne sürdü.
''O kadar kısa ne diledin?'' diye sordum.
''Söylenmez,'' dese de ben dileklerimizin birbirimiz olduğunu biliyordum.
Sonra birlikte antik tiyatroya indik. Güneş sırtımızdaydı, taşlar sıcak, hava mis gibiydi. Ben su içerken Dinçer, "İyi ki geldik buraya," dedi.
"Niye?" dedim merakla.
"Çünkü bu şehir, senin gibi... Büyülü, heyecanlı, aşk var içinde.''
Gülümsedim, ''Aşk yanımda,'' dedim onu eşsiz bir manzaraya karşı öperken, ''Aşk sensin ki.''
*
Assos bizde koca izler bırakacak kadar büyülü bir tatil oluyordu. Ama bu akşamın başka bir büyüsü olacaktı. Güneşin denize gömülmeden önce bıraktığı kızıllık, duvarlara vurmuştu. Hava, tuzla karışık bir rüzgâr taşıyordu; biraz deniz, biraz lavanta, biraz da Dinçer kokuyordu.
Odamın sessizliğinde dolabın kapağını araladım. Elim ince kumaşlı geceliklerin arasında gezindi. Birine dokunduğumda içim ürperdi. Sonunda en sade ama en zarif olanında durdum: açık mavi, omuzlarından rüzgârı geçiren, denizle aynı renkte bir gecelikti. Kumaşı parmaklarımın arasından kayarken
Saçlarımı açtım, kıvırcık telleri ellerimle düzelttim. Ne kadar toplasam da rüzgârın dağıtacağını biliyordum çünkü bu rüzgâr Dinçer'di. Aynadaki yansımama baktım; gözlerimde hem bir tutku hem bir özlem vardı. Rujumun tonunu biraz koyulaştırdım, yanaklarıma hafif bir sıcaklık kondurdum. Aynadaki o kızın kalbi artık deli gibi çarpıyordu.
Alt kata indiğimde mumlar yanmış, denizden gelen serinlik tülleri dalgalandırıyordu. Dinçer, telefonla konuşuyordu. Ama gözleri beni gördüğü an, her şeyi sustu.
Telefonu elinden kaydı, yere çarptı. Gülmemi engelleyemedim. Yere eğilip telefonu aldı, ama gözleri benden ayrılmadı.
"Siktir git Ateş, arama lan beni bu gece!" diye bağırdı.
Telefonu kapattıktan sonra bir süre sessiz kaldı. O bakışında karmaşa vardı. şaşkınlık, hayranlık, biraz öfke ve tutamadığı bir sevgi. Aramızdaki mesafe daraldı. Deniz uğuldayarak kıyıya çarpıyor, mumun alevi ikimizi de tek ışıkta eritiyordu.
"Beni böyle karşına çıkarma bir daha," dedi, sesi neredeyse fısıltıydı.
"Neden?" dedim, titreyen sesimin içinde hem oyunbazlık hem teslimiyet vardı.
"Kalbime sık daha iyi, kızım, ne bu güzellik?"
O cümlenin sonunda içimdeki tüm direnç çözüldü. Zaten var mıydı ondan da emin değildim. Adım attı. Eli yanağıma geldi; parmak uçları tenime değdiğinde kalbim sanki yer değiştirdi. Başparmağıyla yüzümün kenarını okşadı, sonra çenemi hafifçe kaldırdı.
"Sana deliler gibi aşığım," dedi. Ve dudaklarımız birleşti.
İlk anda bir ürperti geçti içimden ne korkuydu bu ne masumiyet. Nefesim onunkiyle karıştığında, dünya yavaşladı. Dinçer'in elleri sırtıma kaydı, parmak uçları tenimde titredi. Benim ellerimse gömleğinin yakasından başlayıp boynuna, oradan saçlarına ulaştı. Kalbimin sesi artık duyuluyordu; hatta denizin sesine bile karışıyordu. O an, zamana ait hiçbir şey kalmadı. Sadece biz kalandık.
Mumun alevi yanımızda eğildi, rüzgâr perdeyi savurdu, deniz dalgayı kıyıya vurdu. Ama biz yerimizden kıpırdamadık.
Nefeslerimiz kesilmişti, ruhlarımız birbirine karışmıştı. Dinçer alnımı dudaklarının arasına aldı, bir süre öyle kaldı.
"Sende kaybolmak istiyorum,"
"Ben de," diyebildim
Ben gülümsedim, sesim neredeyse nefes kadar hafifti: Dinçer ise tutkuluydu.
"Bu gece, seni çok seveceğim."
Dinçer'in eli belime uzandığında, içimdeki tüm direnç bir anda dağıldı. Beni kollarına aldı o tanıdık güvenle kalbim göğsüne değdiğinde, bütün korkular sustu.
Bizi çevreleyen loş ışık, duvarlardan süzülerek odaya düşüyordu. Rengi kiremit tonlarında bir kanepenin kenarına oturdu, beni kucağında tutmaya devam etti. Yüzüme baktı, sanki uzun bir yolun sonunda nihayet bulduğu limana bakar gibi.
Parmak uçları saçlarıma karıştı; her bir bukleye sabırla dokundu.
Saçlarımın dalgalarını elleriyle çözdü, parmaklarının arasında kaybolan telleri usulca omzuma bıraktı.
O anın sıcaklığı, nefesinin tenime dokunuşuyla çoğaldı.
Eğildi, alnımdan başlayarak yüzüme indi dudakları; yavaş, özenli, yakıcı bir sevgiyle. Dudakları her dokunduğunda içimde bir şey daha eriyordu.
Sanki dışarıdaki dünya yok olmuştu. Kanepeye uzandığımızda başımı göğsüne yasladım. Kalbi, kendi ritmimi unutturacak kadar güçlü atıyordu. Elleri sırtıma dolandı, beni kendine biraz daha çekti.
Tenim, onun tenine alışırken sessizliğimiz konuştu. Gözleriyle sevmeyi bilen bir adamdı o; dokunduğu her yerde kelimeler anlamını yitiriyor, yerine tutku geçiyordu.
O gece, gerçekten de dediği gibi bir başka sevdim onu. Bir insanın bir insana sığınması ne demekse, öyle sevdim. Aşkın en sessiz hâlinde, birbirimizin nefesinde kaybolarak sevdim.
Ve bana kalırsa, o an yüz yıllık bina yıkıldı.
Hem de aşktan.
*
Tatil bitmişti. Assos'un tuzu hâlâ saçlarımdaydı. Eve döndüğümüzde Bingöl'ün serin rüzgârı yüzüme vurdu; o sıcak günlerin yerini dağ havasının keskinliği almıştı ama çabucak alışmıştık.
Evimiz sessizdi ama içimde fırtına gibi bir heyecan vardı. Sınav sonuçları açıklanacaktı.
Bilgisayar masasında yan yana oturduk. Ekranın ışığı yüzlerimizi aydınlatıyordu.
Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, sanki Dinçer de duyuyordu.
''Dinçer ben bakamam, sen bak.''
''Sakin ol güzelim, rahatla,'' dedi saçlarımı öperek.
Ama ben heyecandan eve sığamıyordum. Derin derin nefesler alıyor, her odada beşer volta atıyordum. En sonunda masaya kararlılıkla geçtim, ''Hazırım Dinçer, aç.''
"Emin misin?" dedi gülümseyerek, "Hazırsan açıyorum."
"Hazır değilim ama aç," dedim, dizlerimin titrediğini gizlemeye çalışarak.
Fareyi tuttu, ekranı aşağı kaydırdı. O birkaç saniye o kadar uzundu ki nefes almayı bile unuttum.
Ekranda ismimi gördüğüm an, elim ağzıma gitti. Ekran karardı sandım, yer ayağımın altından alındı sandım. Dudaklarım heyecanla titredi.
"DİNÇER KAZANDIM!" dedim çığlık atarak.
Gözlerim doldu, kelimeler birbirine karıştı.
Dinçer sandalyeden kalkıp arkamdan sarıldı. "Biliyordum," dedi kulağımın dibinde, sesi titreyerek. "Aslan karım benim.''
Kolları omuzlarımdaydı, alnımı enseme yasladı. Ben ağladım; mutluluktan, yorgunluktan, inanmamaktan. O sadece güldü, o gülümseme tüm korkularımı susturdu.
''Diş Hekimi olacağım!'' dedim heyecanla, ''Dinçer okula gideceğim!''
Dinler saçlarımı öptü, ''Çok yakışacak sana, çok mutlu olacaksın.''
"Dinçer çok büyük bir sorunumuz var!'' dedim ayağa kalkarak.
O endişeyle gözlerime baktı, ''Ne sorunu Belçim?''
''Öğrenci evim olacak benim. Bana ne hediye alacaksın?''
Dinçer yüzündeki gerginliği eriterek gülümsedi, 'Belçim senin kafan mı güzel? Kocayla dalga mı geçilir?''
Kahkaha attım, sonra zırıl zırıl ağlamaya başladım. Çocukluğuma ağladım, gençliğime, abimle yaşadıklarımıza ağladım, mum ışığıyla test çözdüğüm günlere, kendime ağladım. Ama artık hayatımın yeni döneminde sadece mutluluktan ağlamayı ilke edinmeye söz verdim.
Dinçer'in boynuna sıkıca sarıldım, ''Sen benim hikayemin kahramanısın.''
"Asla," dedi kararlılıkla. "Sen kendi hikâyenin kahramanısın, Belçim. Ben sadece o hikâyede âşık olduğun adamım. Hep âşık kalacağın, hep yanında olacak kişiyim. Bir gün beyaz önlüğünü giyip başarılı bir doktor olduğunda, seni en çok alkışlayan yine ben olacağım," Saçlarımı öptü, sonra gülümseyerek ekledi: "Bekir abinden sonra, tabii."
Gözlerim doldu. O an, içimde bir şeyler yerine oturdu. Bugün, hayatımın yeni bir sayfası açılmıştı. Artık ben, hayallerinin peşinden giden, kendi yolunu çizen o kızdım.
Belçim gül demekti. Gülün suyunun sevgi olduğunu ise Dinçer'le anlamıştım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 18.91k Okunma |
2.12k Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |