
Dinçer'in ağzından
Bingöl... Dağları ıssız, sokakları gölgeli, havası durgun... Aynı benim gibi, aynı bir zamanlar olduğum gibi. Ama ben bu şehirde ısın da gölgenin de durgunluğun da sona ereceğini biliyorum. Ben, bu şehirde bir şeylerin kıpırdayacağını biliyorum...
Hayatım kısa zaman içerisinde değişmişti. Ben idealist ve saf duygularla başladığım mesleğimde ilk büyük tokadı Halil ağabeyin şehadetiyle yemiştim. Bu tokat öyle şiddetliydi ki suratımdaki sızısı yalnızca karım öpünce hafifliyordu sanki.
Pek de iyi başlamadığım görev sürem boyunca layık olmaya çalıştığım mesleğimde yeni bir sayfayı aralamıştım. Ben hem işimi, hem aşkımı yoluna koyduğuma emindim, yeni bir sayfa açtığım şehir Bingöl'dü. Annemin ilk görev yerinde ikinci görevime başlamıştım. Heyecan ve umut doluydum, belki de en çok huzuru hissediyordum, çünkü Belçim yanımda gelmişti.
Onu evde bırakıp artık karakola gitmem gerekiyordu ama ondan ayrı kalmaya hiç razı gelemiyordum. Bir yandan da içimde mesleğimin aşkı yanıyordu, bir aşkımdan ayrılıp diğer aşkıma adım attım.
Karakola vardığımda içimde bir ağırlık vardı. Üzerimde değil, içimde. Omuzlarımda hissettiğim sorumluluk büyümüştü. Belçim yanımdaydı artık. Ve bir adımım, bir kararım sadece beni değil, onu da etkileyecekti, bunun bilincinde olarak bir ailem olduğunu unutmadan hareket etmeye sözler vererek karakolun nizamiyesine adımladım.
Nöbetçi polis beni beklediğim üzere durdurdu, ''Buyurun?''
Kot pantolonumun arka cebinden kimliğimi çıkarttım, ''Dinçer Demirsoy, yeni atandım.''
Nöbetçi beni baştan ayağa süzdü, ''Hayırlı olsun kardeşim, buyur geç.'' diyerek kapıyı araladığında omzunu sıvazlayıp iyi görevler diyerek içeriye adımladım.
Yeni atandığım özel harekât birimi karakolun arka tarafındaki binadaydı. Çantamın kulpuna işaret parmağımı dolayıp omzuma vurarak geniş bahçeyi süzdüm. Bahçedeki gruplar halindeki kalabalıklar da beni izliyor, sanki herkes gözleriyle tartıyordu. Eskiden olsa utanırdım ama şimdi kendime olan güvenim yüksekti. Onlara baş selamı vererek adımlamaya devam ettim.
Omuzlarım dik, duruşum netti, çünkü artık ben kendimdim.
Muhtemelen beni bekleyen ekibimin yanına gitmem gerekiyordu, ama öncesinde üzerime üniformalarımı geçirmem şarttı. Birime girdiğim an hoş geldin diyerek karşılandım. Beni üst kata çıkardılar. Dönüşümlü soyunma odasına yöneldim. Ben hariç kimse yoktu. Kapıyı kapatıp içeriye adımladım. Elimdeki çantayı omzumdan indirip derin bir nefes aldım, buradaki metal dolapların gıcık sesini özlemiştim. Duvardaki kurşuni rengi beni geçmişe götürmüştü. Sanki boyası değil, geçmişi ağırdı bu odaların.
Boş olan bir dolabı gözüme kestirip açtım. Belçim'le beraber ütülediğimiz üniformalarımı çıkartmaya başladım. Özel Harekât üniformamı özlemle elime aldım. Koyu taş grisi gömleğimi giydim önce, ardından diğerlerini geçirdim. Göğsümdeki Demirsoy yazısında parmaklarımı gezdirdim. Altına kan grubum işlenmişti. Sol omuzda Türk bayrağı. Sağ tarafta birliğin armaları. Üniformayı girdiğim an ağırlığın altına girer gibi oldum. Değerliydi işte, özeldi. Şükürler olsundu bu günüme.
Siyah botlarımı giyerken, bağcıklarını sıkarken her düğümle kendimi biraz daha buraya sabitledim. Sonra aynaya baktım. Bir an, yeni tıraş olmuş sakalsız yüzümde ilk günümün izini gördüm. O lanet olası ilk günümün.
Başımı sağa sola sallayıp o ilk günün etkisini defettim. Buna yenilmemin yeri zamanı değildi. Cebimden Halil ağabeyin fotoğrafını çıkartıp metal dolabıma mıknatıs yardımıyla sabitledim. Yine onun karşısında hazır ola geçip selam durdum.
''Ağabey,'' diye başladım konuşmaya, hemen ardından aldığım nefesler bıçak darbesi gibiydi, ''geldim Bingöl'e. Birazdan ekibin yanına gidiyorum. Bilirsin bu heyecanı, gerginim biraz. Bir yerden Kazım gibi biri çıkarsa ne yaparım diye düşünüyorum.'' Mazi can acıtıcı oluyordu, onun karşısında konuyu yine açmakta utandırıyordu beni, ''Ama ben biliyorum karşıma senin gibi birileri çıkacak, senin gibi mert, ahlaklı, yiğit. Bazı geceler aklıma geliyorsun, birden vuruyor yokluğun. Sorguluyorum, gerçekte hiç görmediği birini nasıl özler insan? Özlüyormuş, çok özledim ağabey.'' diyerek buruk bir tebessüm ettim. ''Şimdi gitmem gerek, durumdan haberdar edeceğim seni. Allah'a emanetsin.''
Dolabımın kapağını kapattığımda, kapağın arkasında birisiyle karşılaştım. Benden biraz kısa, kumral bir adam bana bakıyordu. Kendi kendime konuştuğumu düşünüp dalga geçeceğini sandım, Kazım'a benzettim bakışlarını, içimden küfür edip kafa tutacakken o lafa girdi.
''Başımız sağ olsun.'' dedi önce, konuşmamı duyduğunu anladım, ''Mekanı cennettir yiğidimizin.''
İnsanlara duyduğum ön yargıdan ötürü kendime kızdım önce, bana bu hissi bırakan Kâzım'a sövdüm sona. ''Cennettir, sağ olasın birader.''
Elini uzattı, ''Ben Ateş, Ateş Aydın.''
Uzattığı eli kavradım, ''Dinçer.''
Gözleri göğsümdeki armaya gitti, ''Aynı ekipteyiz, hoş geldin birader.''
''Hoş buldum kardeşim.''
''kiptekiler de seni merak ediyor, istersen inelim yanlarına.''
Başımı sallayıp silahımı kılıfına koyup belime yerleştirdikten sonra Ateş'le beraber soyunma odasından çıktık. Koridorda yürürken de sohbet ediyorduk.
''İlk görev yerin mi?''
''Yok, Diyarbakır'dan geldim.''
''Belli tecrübeli olduğun, yaş kaç benle misin?''
''Sen kaç yaşındasın?''
''Otuz oldum geçen.'' dedi yaşanmışlıkla.
''Yirmi üç yaşındayım ben.''
Şaşırmıştı, ''Boya posa bakınca ben büyük sandım seni.''
''Sorun değil, herkes öyle söyler.'' diyerek duruma alınmadığımı söyledim. Çünkü gerçekten umurumda değildi. Beni beğenen beğenmiş alan almış diye düşünüyordum.
Arka bahçede içtima yapan topluluğu işaret etti, ''Bizim ekip işte, Gölge 12.'' dediğinde başımı salladım. ''Tuncay komiser ekibin amiri, Hazal, Volkan, Eyüp de eşantiyon.''
Ateş'i geçerek önden ilerledim ve yanlarına adımladım. Hızla ekiptekilerin armalarına bakarak rütbeliyi aradım. Genelini memurların oluşturduğu ekipte tek rütbelinin karşısında durdum.
''Polis memuru Dinçer Demirsoy. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü kadrosundan, Bingöl İl Emniyet Müdürlüğü Özel Harekât Şube Müdürlüğü emrine atandım. Emrinize hazırım komiserim.'' diyerek kendimden emin bir şekilde komiserime baktım.
Yaşı kırklarında olan, boyu benden kısa, kır saçlı komiserim ciddiyetle bana baktı, ''Boyun kaç oğlum senin?'' diye sordu başını yukarıya dikerek.
''İkiye yakın komiserim.''
''Bir dakika.'' diyerek telefonunu çıkartıp birini aradı, ''Lan Yusuf şu an karşımda Dinçer duruyor, şu elinden kaçırdığın keskin nişancını ben almış olabilirim. Tarif et bakayım nasıldı?'' diye sordu, konuştuğu kişi önceki ekipten yağmurlardan komiserim olan Yusuf ağabeydi, Tuncay komiser beni izleyerek konuştu, ''Boyu uzun he, esmer değil la bu oğlan, Ankara'da mıydı, izinde ha anladım ben onu bir haftaya kalmaz esmerleştiririm hadi öptüm Yusufum selamını söylerim.'' diyerek telefonu kapattı.
Neşeyle elini yetişebildiği kadar omzuma attı, ''Bir cengaver gelmiş ekibime gurur duyarım. Yusuf senden çok bahsetti, keskin nişancıdır dedi, gözü de keskindir karakteri de dedi. Aslan gibisin maşallah.'' diyerek başını salladı, ''Ben Tuncay, Yeni görev yerin hayırlı uğurlu olsun, Allah pişman etmesin. Gölge 12'ye hoş geldin Dinçer.''
''Hoş bulduk komiserim.''
Bizi izleyen ekibine baktı, ''Siz tanışın, ben geliyorum biraz hava atayım.'' diyerek uzaklaştı.
Gölge 12 ile birbirimizi süzüyorduk. İlk tokalaşan, en önde duran kısa boylu, kaslı adam oldu. ''Volkan ben,'' dedi. ''Hoş geldin kardeşim.''
El sıkıştık. ''Memnun oldum.'' dedim sadece.
Arkasından daha uzun boylu, gözleri dikkatli bakan biri vardı. ''Ben Eyüp.'' diyerek elimi sıktı, gözlerini benden çekmedi. Güven testinden geçiyormuşum gibiydi. Alışıktım.
''Eyvallah.''
İçlerindeki tek kadın hafif uzakta durmuş bizi izliyordu, sıra ona geldiğinden olsa gerek karşımda durdu. Bakışı direkt değil, ama tanımaya çalışan cinstendi. Onda tek dikkatimi çeken saçlarının olması gerektiği gibi toplu olmamasıydı.
''Hoş geldin.'' diyerek uzattığı elini sıktım, ''Hazal ben, hayırlı olsun.''
''Sağ ol.'' diyerek başımı salladım.
Gözlerimi ekibin üzerinde gezdirdim. Volkan, Eyüp Ateş ve Hazal'dan oluşan ekibin noktası gibiydim. Kısaca tanıştıktan sonra bizden uzakta duran Ateş'e baş selamı verdim, o selamımı almış ama ekiple oluşturduğumuz topluluğa girmemişti. Aldırmadan sohbete devam ettik. Ardından karakol binasına girerek görevime başladım.
İlk günler genelde sıkıcı geçerdi, beni bekleyen sıkıcı günü Belçim'e kavuşacağımı bildiğim akşamlar eğlenceli yapardı. Karıma kavuşmayı düşleyerek işimin başına geçtim.
⚫
Elime bir dosya alıp ekibin odasına girdim. Hepsi kendi halinde sohbet ederken Ateş'e yöneldim, ''Birader nöbet çizelgelerini kim ayarlıyor?'' diye sorarak yanındaki koltuğa oturdum.
Ateş elindeki telefonu bırakmış bana cevap verecekken Volkan atladı, ''Bizim Ramiz ayarlıyor, halden anlayan adamdır.''
Duymazdan gelerek Ateş'e bakmaya devam ettim, o da ondan duymak istediğimi anlamış olacak ki konuştu, ''Ramiz komiserim hazırlar.''
Başımı salladım, ''Saha görevi durumu nedir peki? Genelde neresini mesken tutuyorsunuz?''
''O değişiyor,'' diyerek sohbete dahil olan Eyüp durumu anlatmaya başladı. Sohbetimize Ateş hariç herkes dahil oluyor ama o susuyordu. Takılsam da aldırmadım.
Birkaç saat dosya işlemleriyle oyalandıktan sonra canım nedensizce sigara çekmişti. Karakolun arka tarafında küçük bir çay ocağı vardı. Soğuk beton duvarın dibine dizilmiş birkaç plastik sandalye, sigara dumanına karışan çay buharı... Yeni olduğun yerde ilk sigara molası insanı gererdi, eski ekipte topluluğa girerken gerilirdim ama sanki yılların polisi gibi adımlarım kendinden emin ve umursamazdı. Üzerimdeki bakışları görüyor, bana selam verene selam veriyordum. Bir elim cebime kendime çay alırken etrafı gözlemliyordum.
Tuncay Komiser uzakta telefonla konuşuyordu, yüzü asıktı. Cam kenarında ayakta duran Hazal yeni aldığı sigara paketini açmaya çalışırken, Volkan'la Eyüp sigarayı çoktan yakmış, lafı çevirmişlerdi bile.
''Demirsoy, sen nereden geldin en son?'' diye sordu Eyüp, çayın ilk yudumunu içip kaşlarını çatarken.
Çayımı alıp yanlarına adımladım, bir sandalye çekerek oturdum. ''Diyarbakır'dan geldim.'' dedim, Halil ağabeyimin birimi diye geçirdim içimden.
''Nasıldı Diyarbakır?''
"Zordu," dedim saklamadan, "kalan hatıraları hala da kolay değil."
Hazal başını kaldırdı, ilk kez dikkat kesildi. "Senin uzmanlık ne? Patlayıcı mı, keskin nişancı mı?"
''Keskin nişancıyım ben.'' dedim kısaca, ''İç güvenlik ve yakın temasta da iyiyimdir. Ne gerekiyorsa diyelim,''
Volkan kafa salladı. "Yani bizim timin joker elemanısın."
''Öyle diyelim.'' dedim kısaca.
''Kaç yaşındasın?'' diye soran Eyüp'tü. ''Rütben yok, gençsindir diye tahmin ettim.''
''24'e az kaldı.''
Hazal laf aldı, ''Daha büyük duruyorsun.'' diye konuştu, ''Otuz sandım.''
''Öyle derler genelde.'' diyerek takılmadım.
''Nerelisin?'' diyen Volkan'dı.
''Adana doğumluyum, aslen Ankaralıyım.''
Bu döngü herkesin memleketini, yaşını öğrenene kadar sürdü. Ayakta çember gibi duruyorduk. Birbirimize mesafeliydik ama çözülmeye başlamıştık. Bu sohbetin içine dahil olmayan tek kişi Ateş'ti.
Sıra Ateş'e gelmemişti. O, biraz daha uzağımızda durmuş, çay bardağını elinde çeviriyordu. Kimse dönüp ona bir şey sormamıştı. Hatta sanki orada değilmiş gibi davranıyorlardı. Çayımın diğer yarısını onun yanında içmeye karar verdim. Bir sandalye çekerek yanına oturdum.
''Nerelisin sen?'
Elindeki bardağı masaya koyup hafif şaşkınlıkla bana baktı, ''Malatya.''
''İçinden mi?''
''Pütürge.''
''Benim annem lise ikiyi orada okumuş.''
''Malatyalı mı hanımefendi?''
''Yok dedem savcıymış, oraya atanmışlar.'' diye anlattım kendimi, ''Pek sevmiş, iyi anlatır Pütürgeyi.''
''İnsanımız iyidir.''
Ateş'in konuşurken yüzüme bakmaması, sürekli arkamızda kalan ekibe bakışlar atması ve gerilen halinden ekiple arasına bir sorun olduğunu anlamıştım. İçeriğini de elbet öğrenirdim şimdilik bu yeterdi.
Öğle yemeği saati geldiğinde ekibin beni önüne katmasıyla yemekhaneye adımladım. Tüm birimler ortak yemekhane kullandığı için herkesi burada görebiliyordum. Üzerimdeki dikkatli bakışlara aldırmadan sıraya geçip yemeğimi aldım. Ekip beni kendi meskenleri olan masaya davet etti, ama benim gözüm yemekhanede en köşede tek başına yemek yiyen Ateş'te kaldı. Ekibe selam vererek Ateş'in yanına adımladım. Yemeğimi masaya koyup onun şaşkın bakışları altında sandalyeye oturdum.
''Afiyet olsun.'' diyerek çorbaya kaşık sallamaya başladım.
''Sana da komiserim.''
''Komiserim? Dinçer de bana, aynıyız.''
''Akademi birincisiymişsin, öyle konuşuyorlar.''
''Akademi birincisi olmam seninle aynı olmadığımız anlamına gelmez Ateş. Dinç de geç.'' diyerek yemeğime döndüm.
Ateş'le sohbet ederek yemek yemeye başladım. Çekingen hali, kırılgan bakışları bana birini hatırlatıyordu. Unutmak istediğim birini.
Bingöl'de, Gölge 12'de günler keyifli geçiyordu. Hep istediğim o ciddi çalışma ortamına sahiptim. Şimdilik sular durgundu ama denizin dalgalarını da hissediyordum.
⚫
Günler geçerken ben buraya epey bir alışmış haldeydim. Bu sabah gün ışıklarını karakoldan takip ediyordum. Üzerinde çalıştığımız bir operasyon için her an emir alabilirdik ve ben gül kokulu karımın koynundan çıkıp iş sevdasına karakola gelmiştim.
Henüz çayımı içerken Ateş yanıma gelip montunu giydi. "Dinçer, kalk. Sahaya çıkıyoruz," dedi. "Operasyon var."
Ayağa kalktım ve hangara adımladım. Görev öncesi hazırlık yapmaya başladık. Tüfeği temizledim, ekip telsiz kontrolü yapıyordu. Tam o an cebim çaldı, Atlas arıyordu. Sabahın kör saatinde önemlidir diyerek açtım.
''Söyle kardeşim?''
''Sana da günaydın dağ ayısı.''
''Günaydın Atlas.''
''Dinçer... senin şimdi işin gücün yok değil mi?''
''Yok lan ne işim olur benim, boş gezenin boş kalfasıyım.''
''Ha ben de öyle tahmin etmiş-''
''Atlas, elimde silah var, operasyona çıkıyoruz.''
''Ha tamam çok da önemli değilmiş işte.''
''Yok lan önemli olur mu, teröristleri çaya çağıracağız. Ne oldu?''
''Ninem bana ferrari aldı ya.''
''Biliyoruz Atlas, tüm aile üyelerini tek tek arayıp hava atmıştın. Hatta Pamuk'a bile atmıştın lan.''
''Hah neyse, Ferim Ankara'da kaldı, Ankara bugün yağmurlu, üzerine yağmur değecek. Koskoca ayaz sitesinde bir insan yok!'' diye çıldırdı.
''Ulan ben Bingöl'deyim akılsız adam.''
''Biliyorum ama gelsen mi?''
''Atlas, saçmalama lan.''
''Hanımın gelemez mi? Ferim üşüsün mü lan?''
''Ferini neden yanına almadın lan?''
''Ehliyetim yok benim.''
''Ehliyetin yoksa neden dört araban var?''
''Ehliyetim yok diye arabadan geri mi kalacağım ben? Fakir miyiz?''
''O zaman sen düşün gerisini, ben memur adamım bir tanecik aile arabamız var.''
''Jüjü'nün sana verdiği parayı karımı eğitimine harcarım diye kenara koymasaydın senin de arabaların olurdu.''
''Benim karımın eğitimi her şeyden önce gelir Atlas.''
''Benim de Ferim her şeyden önce gelir, hadi zordayım gel ne olur, üstünü örtüver.''
''Atlas,'' dedim sinirle, ''Siktir git.''
Kapatacakken seslendi, ''Tamam tamam zaten mutsuzum. Kızla ayrıldık biz.''
''İki günlüktü lan ilişkiniz.''
''Masalarımız karşılıklı ya bana göndermeli şarkı açtı dün.''
''Hangi şarkı lan?''
''Karınca kararınca sevmeye çalıştım. Haliyle az geldi. Sana ferrari gerekti.''
Gülümsedim, ''Hava attın dimi kıza?''
''He valla.''
''Yalnız kalacaksın.''
''İkinci gelini ben getireceğim.''
''Kesin konuşma.''
''Kendimi telli babada okutmaya gidiyorum, sana iyi görevler.'' diyerek telefonu kapattı. Telefonumu kenara koyup operasyona odaklandım.
İçeride kısa bir briefing verildi. İhbar vardı. Şehir merkezinin dışına yakın bir köyde bir evde silahlı iki kişinin saklandığı bilgisi alınmıştı. Görev belliydi: Sessiz gir, hızlı bitir.
Köye vardığımızda hava sıcaktı ama içimiz soğuktu. Tuncay komiserim verdiği istihbarat netti: Aranan bir örgüt mensubu köy evine saklanmıştı. Kaçmaya niyeti yoktu ama teslim olmaya da.
Ben tüfeğimi alıp evin doğusundaki kayalığa tırmanırken sırtımdaki ağırlığı değil, omzumdaki sorumluluğu hissediyordum. Keskin nişancı tüfeği sıradan bir silah değildi. Onunla birini yaşatır ya da sonsuz uykuya yatırırdın, arası yoktu.
Kayaya vardım. Dürbünü açtım. Rüzgâr hesapladım, mesafeyi ölçtüm. Ev 178 metreydi. Penceresi çatlamış, duvarları dökülmüş. Ama içerideki hayat hâlâ kırılmamıştı. Küçük bir çocuk, boynuna ip gibi sarılmış bir kolun altında titriyordu. Adam bir şeyler mırıldanıyor, elindeki silahı pencereden dışarı çeviriyordu. Ateş etmemişti henüz ama tehdidin kendisi zaten bir silahtı.
''İçeride on yaşlarında bir çocuk var, kimse ateş etmesin.'' diye konuştum telsize basarak, ''İnceliyorum.''
''Hassiktir, ne çocuğu lan!'' diye yakınmaya başlamışlardı bile.
Telsize bastım, sesim netti: "Hedefi görüyorum. Sağ omzu çocukta, sol elinde tabanca. Atış menzilindeyim ama rehine çok yakın."
Tuncay komiserin sesi geldi, ''Asla risk alamayız, çocuğun saç teli kıpırdamayacak!''
''Risk almazsak da çocuğa sıkacaklar!'' dedim gördüklerimden çıkardığım anlamlarla, ''Rehine olarak kullanacaklar!''
''Tuncay komiserim haklı, riske giremeyiz Dinçer.'' diyen Eyüp'tü, ''Bekleyeceğiz.''
''Neyi bekleyeceğiz?!' diye haykırdım, ''Çocuğun ölmesini mi?''
''Daha ekipte yenisin sesin çok çıkmasın.'' diye uyardı Volkan, ''Tuncay komiser ne diyorsa o.''
Geçmişe ait bir rüzgar tarafından okşandığımı hissettim. Ama eskisi gibi bu rüzgara kapılmadım, öfkeyle telsize bastım, ''Ekipte yeniyim, nişancılıkta değil! Bir daha yenisin lafını duymayacağım kimseden! Diğer türlü başka konuşurum! İnan o tarafımla tanışmanız için henüz erken!'' diye uyardıktan sonra kimseden ses çıkmadı.
Ortama ses veren yine ben oldum, ''Tuncay abi, bana bırak. Hedef açık, çocuğun kılı kıpırdamadan herifi vuracağım. Daha önce de yaptım, yine yaparım.''
''Başka şansımız yok,'' dedi Tuncay abi, ''Sana güveniyoruz Dinçer. Bu çocuk senin parmağının ucunda."
Dürbüne bir daha baktım. Adamın eli titriyordu. Ya korkuyordu ya da bir çılgınlığa hazırlanıyordu. Çocuk gözlerini kapatmıştı. Gözyaşı yoktu. O yaşa gelmeden kabullenmişti sanki kaderini.
"Yalvarırım," dedim içimden. "Kıpırdama." Nefes aldım. Geri verdim. Tetik parmağım hafifçe gerildi. O sırada adam çocuğu kendine doğru çekti. Sol eliyle silahı başına götürdü. Belki de tehdit etmek için, belki de gerçekten yapacaktı. O an beynimdeki tüm sesler sustu. Sadece kalp atışımı duyuyordum. Ve o minicik hedefin içinde bir mikro boşluk açıldı. O boşluk, beni çağırıyordu. Vurursam çocuğun başına değmeyecek. Ama milim kayarsam... işte o an kahraman değil, katil olurdum.
Nefesimi tuttum. Tetik düştü. Tüfeğin sesi yankılandı ama hemen ardından gelen çığlık sesi değildi. Silah parçalandı. Adamın eli boş kaldı, bir anda sendeledi ve çocuğu bırakıp yere çöktü. Ekip daldı, gözüm hâlâ dürbündeydi. Tuncay komiser bağırdı, "Temiz! Rehine sağ! Hedef etkisiz!"
Volkan telsizden güldü, sesi hâlâ adrenalindeydi: "Ulan o nasıl atıştı?''
Eyüp de sessiz kalmadı, "Hassiktir, çok iyiydi.''
Hazal'ın sesi sonradan geldi, hayranlıkla, ''Senden çok şey öğreneceğimi hissediyorum.''
Alnımdaki terleri silerek tüfeğimi toplamaya başladım. Tüfeği omzuma taktım. Aşağıya inerken herkes bana bakıyordu. Hepsi aynı şeyi söylüyordu gözleriyle. "Hoş geldin Gölge 12'ye. Şimdi gerçekten bizdensin."
⚫
Yeni görev yerimde huzurlu günler geçiriyordum. Karakolda en büyük derdim karıma olan özlemimdi. Sadece özel harekatla değil diğer birimlerle de aram iyiydi. Herkesi cismen biliyor, isimlerine hakim olmaya çalışıyordum.
Bugün öğle yemeğinde beni masasına davet eden asayiş ekibine katıldım. Ayaküstü tanıştığımız genç ekiple hem yemek yiyor hem de memlekete varana kadar sohbet ediyorduk.
''Bekâr mısın komiserim.'' diye soran kişiye baktım. Asayişten Cahit'ti. Pek meraklı, pek heyecanlı bir çocuktu.
''Evliyim çok şükür.'' diye andım günde en az on kere konuştuğum karımı.
''Allah buldum ben adamımı.'' diyerek sandalyesini yanıma çekti, ''Bizim asayişte evli adam yok,'' diye dert yakındı, ''Kimse benim halimden anlamıyor be komiserim. Bir sen anlarsın.''
''Hayırdır Cahit, ne oldu?''
''Komiserim bir kız var, daha yeni tanıştık. Tanıştık da sayılmaz, bir kafede karşılaştık, ilk görüşte aşık oldum kıza. Bir bakışı var, nakış gibi işledi içime. Bizim çocukların verdiği gazla kızla tam tanışmak için adım atacağım, kız masadan kalktı gitti. Ben peşinden koşarken çantası çalındı, hırsızın peşinden koştum.'' diyerek hikayeyi anlatmaya başladı uzun uzun, ''Kızın kıvır kıvır saçlarına tutuldum komiserim, gözümün önünden gitmiyor.'' diyerek aşkını anlatıp durdu. ''Bana bir çıkış yolu göster komiserim, ne yapayım?''
''Sakın kimlik bilgilerini ihlal edip sosyal medyadan ekleme, kartını almak için iletişime geçtiğinde düzgünce sor, konuş.'' diye bir süre akıl verdim.
Verdiğim tavsiyeleri de alıp havalanarak uzaklaştı yanımdan. Bir zamanlar Belçim'i görmek için tepeleri tırmandığım aklıma çalınınca tebessüm etmeden duramadım. Yemeğin ardından ekiple oturup sohbet ettik. Genel olarak hepsi kendi halinde iyi insanlardı, anlaşıyorduk.
Göreve başlamama az bir süre kalmıştı, soyunma odasında üzerimi düzeltmeye geldiğimde Ateş'i orada yalnız başına otururken görmüştüm, düşünceli bir halde bakınıyordu.
''Yemeğe niye inmedin?''
''Diyetteyim abi.'' dedi, ''Tuncay komiser operasyonda koşamıyorsun diye haykırdı geçen gün.''
Ekibin Ateş üzerindeki sözleri genelde kırıcı şekilleniyordu, o da buna susar gibiydi. ''Kafana göre diyet yapamazsın, diyetisyenle konuş.''
''Yaparım bir ara.'' dedi çekingen bir halde.
Yanına oturdum, ''Ekiple aranız neden soğuk?''
''Pek sevmezler beni.''
''Sebep?''
''O bende kalsın.'' dedi.
''Şimdilik.'' diyerek kalktım yanından. Ne de olsa öğrenecektim. İçimden bir ses bu adamla iyi dost olacağımızı söylüyordu. Bakmayın, biz benziyorduk.
⚫
Koltuk altımdaki dosyayı asayişten Cahit'e teslim etmek adına asayiş katına adımlamaya başladım. Yoğun geçen günümü karımın koynunda sonlandırmanın hayalini kurduğum esnada asayiştekileri kendi aralarında konuşurken duydum.
''Cahit'in kız gelmiş, ben hemen odasına alıyorum.''
''Ulan kız harbiden elinde kekle adama gelmiş..''
''Kız harbi güzel ha, olur bunlar benden söylemesi.''
Cahit adına sevinmiştim. Kendi adıma hangi duyguları yaşayacağımı bilmeden yanlarından ayrıldım. Rahatsız etmek istemesem de dosyayı teslim etmem gerekiyordu. Asayiş katını çiğneyip Cahit'in odasına geçerken koridorda bir koku burnuma çarptı. Karımın kokusunu kalabalık asayişin koridorlarında duymak beni olduğum yere çakmıştı.
Yutkundum, özlemden kafayı yemeye başlamıştım. Öyle ağır basıyordu Belçim'in özlemi. Sesini duymak istedim, arayacakken saate gitti gözlerim, Belçim bu saatte deneme analizi yapardı. Rahatsız etmemek için aramadım.
Biraz ağırdan alarak Cahit'in kapısına geldim. Koku daha da artmıştı, kafayı yemişim gibi hissetmeye başladığım an ellerim kendiliğinden yumruk oldu. Usul bir nefes alıp kapıyı hızla açtım. İçeri kafamı uzatmakla kalmadım, adımımı da attım.
Karşımda gördüğüm gözler çok tanıdıktı, kokusunu duyduğum karım karşımdaydı. Dudaklarında bir gülümseme geziniyordu, beni gördüğü an o gülümseme soldu. İçimdeki kasırga beni esir aldığında ağzımdan tek bir şey çıktı.
''Ne oluyor burada?''
⚫
BELÇİM'DEN.
Dinçer'i aniden karşımda görmemle mutlulukla çerçevelendim. Dudaklarımda gülümseme meydana gelecekken Dinçer'in bakışlarıyla donduğumu hissettim.
''Dinçer?'' diyerek ayağa kalkıp hızla yanına adımladım ama ne diyeceğimi bilemez şekilde kaldım.
Karşımda duran Cahit komiser anlamsız bakışlarla Dinçer'e bakıyordu, "Bir sorun mu var komiserim?" dedi hesap sorar gibi.
Dinçer öfkeyle adama baktı, "Sorun olup olmadığını karıma sorarım, ses kes sesini!"
Dinçer'in sesi öyle sertti ki, içimdeki duvarlara çarpıp bölündüğünü hissettim. Bu kadar delirecek ne vardı?
Cahit komiserim şaşkın gözleri ikimiz arasında gidip geliyordu, "Karım derken?"
Dinçer elimi sıkıca tutup kükredi, ''Belçim benim karım lan!"
Cahit hâlâ bir şeyler söylüyordu ama Dinçer'in sesi bastırıyordu. "Olayı burada kapat, yoksa seni kapatırım Cahit!''
Olay neydi, Dinçer'i bu kadar delirten neydi bilmiyordum. Gözlerim bir açıklama bekler gibi Dinçer'e kilitlenmişti. Ben bir şey söyleyemeden elimden tuttu, askıda duran ceketimi elime verdi. Ve beni odadan çıkardı. Etraftaki polislerin bakışları üzerimizdeydi. O yürürken ben onu yakalamaya çalıştım. Adımları öyle sertti ki sanki yer çatlayacaktı altında. Sonra bir anda durdu, yavaşladı... Belime kolunu sardı. Ve bir odaya girdi, beni de ardından çekti.
Kapı kapanır kapanmaz odaya sadece nefesim yayıldı. Ve onun kırılmış sesi:
"Açıklama bekliyorum."
''Ne açıklaması bekliyorsun sen benden?'' diye sordum, ''Neyin açıklaması?''
''Herifin odasında ne işin var Belçim?''
''Buna mı delirdin bu kadar?''
''Anlat hemen.''
''Neyi anlatayım? Seni görmeye geldim, yanlış anlaşılma olmuş o adam geldi yanıma.''
''Yanlış anlaşılma olmuş öyle mi?'' diye sordu yüzüme bakarak, ''Adam senin çantanı kurtarmış, teşekkür etmeye gelmen ne hoş, ne zarif!''
Şaşkındım, ''Sen nereden biliyorsun?''
''Sikeyim ya, sır mıydı Belçim?''
''Benimle böyle konuşma.''
''Sen benimle konuş isterim ama biliyor musun? Anlat, söyle, konuş isterim.''
Ondan sakladıklarımı öğrenmişti, buna deli gibi bozulduğunu da şimdi anlıyordum. Kendime duyduğum öfkeyle gözlerimi kapattım. Bende akıl yoktu, zerre kadar yoktu hem de.
Diyecek bir sözüm olmadığı için en akılcı yönteme başvurdum, ''Özür dilerim.''
Bu sözüm Dinçer'de hiçbir olumlu karşılık bulmadığı gibi onu daha da delirtmişti.
''Özür mü dilersin Belçim? Her şeyi sakla sonra özür mü dilersin? Elin herifiyle aynı odada gülüşür sonra özür mü dilersin? Aynı şeyi ben yapsam beni nelerle suçlayacak olan sen, özür mü dilersin?''
Direncim burada kırılmıştı, çünkü haklıydı. Derin bir nefes aldım ama o nefesi soluyamadım sanki. Dinçer'in gözleriyle yüzleşmek istiyordum ama aynı zamanda kaçmak geliyordu içimden.
"Ne olur... '' dedim titrek bir sesle, ''Aklına saçma sapan şeyler getirme. Sakın." diye konuştum. Eğer köyde böyle bir olay olsa amcam beni öldürürdü.
"Sikerim saçma sapan şeyleri Belçim." dedi. Bana çok yakındı. "Otur da anlat. Beynimin kıvrımlarını sikerim aklıma gelmez, sen konuş, ben düşünmem."
Yutkundum. Gözyaşımı tuttum. Sesimi bastırmaya çalıştım. "Seni ziyarete geldim..."
Bir anda sesini yükseltti. "Adımı mı karıştırdın? Cahit ne alaka amına koyayım?"
Gözlerimi yumdum, "Dinçer... küfretme, ne olur..."
"Çanta, kart, cüzdan! Cahit, Belçim! Senin bu adamla aynı odada ne işin var?!"
"Çantam çalındı... yardım etti... ben teşekkür etmiştim zaten... bugün sadece seni görmeye geldim. Nizamiyede adını verecekken, biri beni aldı bu odaya. Ben de senin haberin oldu sandım. Odaya... Cahit geldi."
Sözümü yıldırım gibi kesti, "Adını anma piçin!"
Bağırdı. Gözlerimi kapattım. Açtığımda önümde hâlâ Dinçer vardı, bu hala beni dinlemek istediğini gösteriyordu.
"Sana kek getirdim," dedim. "Ben seni göreceğim diye sevinirken... o geldi işte. Ben durumu izah etmeye çalışırken de sen geldin."
"Benim karım ne zaman kafeye gitti? Benim karım ne zaman kapkaça uğradı? Benim karım ne zamandan beri bana yalan söylüyor?"
Hızla kendimi savunmaya çalıştım, her şeyden haberinin olmasını sorgulamayı düşünmedim bile, ''Yalan söylemedim Dinçer, sadece sakladım. Bunun için de çok pişmanım ama konunun buraya geleceğini nereden bilebilirdim?''
''Konu tam da burada Belçim. Yeni evliyiz biz, ilk yalanını kurdun bana, ben seni ders çalışıyor sanırken sen kapkaça uğramışsın, zarar gördün mü? Düştün mü yere? Korktun mu ulan en basitinden? Ben seninle ilgili her şeyi bilmek için deli olurken sen benden nasıl saklarsın?''
"Yalan söylemek istemedim... Sadece kendi başıma bir şeyler yapmak istedim, basit bir kahve içmek olsa da.''
''Gölge mi ediyorum Belçim?'' diye sordu gözlerime bakarak, ''Ben sana gölge mi oluyorum?''
''Hayır.'' diyerek itiraz ettim, ''Öyle değil Dinçer, sadece sürekli aklın bende kalmasın diye söylemek istemedim, anla işte.''
Gözlerindeki kıyameti izliyordum. Ama o kıyametin tam ortasında bana hâlâ inandığını, hâlâ beni sevdiğini görüyordum.
''Kafayı yiyeceğim,'' dedi sabırsız bir sesle, ''Kafayı kıracağım.''
''Dinçer yoksa seni ald-''
''Sakın!'' diyerek kesti sesimi, ''Devamını getirme bile.'' diyerek kestirip attı.
Usul bir nefes alıp gözlerine baktım, ''Bana güveniyor musun?'' diye sordum.
Dinçer başını yana çevirdi, yumruklarını sıkmıştı. Gözleri hâlâ üzerimdeydi ama o gözlerde artık sadece sevgi değil, öfke de vardı. Bu öfke onun beni sevmediğini değil, tam tersine delicesine sevdiğini anlatıyordu. Ama işte bu sevgi, ona en büyük zararı veriyordu.
"Git Belçim. Eve git," dediğinde odanın başıma yıkıldığını hissettim. Yüzüme bile bakmadı bunu söylerken. Yalnızca kapıyı açtı ve arkasını döndü.
"Dinçer..."
"Git dedim. Şu an burada kalırsan, daha çok kırılırız."
Kıpırdayamadım. Ayaklarım yerden yapışmıştı sanki. Ama o artık bana sırtını dönmüştü. Hala elimde olan keki karnına doğru iterek verdim, ''Öyle olsun.''
Tek başıma çıktım odadan. Gözlerim ağlamaya başlayacak zamanı arıyordu. Yalnız başıma çıkışı ararken yanımda sallanan boş elime bir el dolandı, çok geçmeden Dinçer'in geldiğini anladım. Elimi tutmuş ve beni kendine çekmişti.
''Barıştık mı?'' diye sordum masum çocuklar gibi.
''Evimizde konuşacağız. Saçma sapan bir şey yapmayıp beni bekleyeceksin.''
Başımı salladım, ''Çok mu kızgınsın?''
''Barut gibiyim.''
''İyi, bir bana patla.''
Eve geldiğimde kafamın kazan gibi olduğunu hissediyordum. Yol boyunca ağlamaktan başka bir şey yapmamıştım. Ellerim bembeyaz kesilmişti, ama kalbim... kalbim ondan daha fena görünüyordu. Eve girdiğimde ayakkabılarımı çıkarmaya bile mecâlim yoktu. Üzerimdekini olduğu gibi koltuğun kenarına attım.
Kapıyı kapattıktan sonra içimde yankılanan tek şey sessizlikti. Odanın duvarlarına değil, kalbimin içine çarptı o sessizlik. Az önce bana bakmayan gözleri, konuşmayan dudakları, uzatılmayan elleri... hepsi birer ceza gibiydi. Oturamadım. Yatamadım. Hiçbir yere sığamadım. Sanki ev bana daraldı, tavan üzerime yıkılacak gibiydi.
Aklı bende kalmasın diye söylemediğim şey sırtıma kamburdu şimdi. Koltuğa çöküp kendi halime yandım, "Ben ne yaptım..." dedim. "Allah'ım ben ne yaptım..."
Telefonu elime alıp ona mesaj atmayı düşündüm. Sonra aramayı. Sonra üstüme bir şey giyip karakola geri gitmeyi. Ama hiçbiri içime sinmedi. Çünkü ne yaparsam yapayım, eksik kalacaktı. Dinçer'in bana güveni eksilmişti bir kere. Benim suçumdu bu. Benim aptallığım.
Sonra duşa girdim. Su tenime değdi ama içimdeki yangını söndürmedi. Sabun falan kullanmadım. Saçlarımı bile taramadım. Sanki dokunsam parçalanacak gibiydim. Aynaya bakamadım. Çünkü yüzümde gördüğüm suçluluk, gözlerimde gördüğüm pişmanlık, içimi daha da kemiriyordu.
Saatler geçti. Zaman akmıyordu. Sadece içimde dönüp duran binlerce düşünce, binlerce cümle vardı. "Neden anlatmadın?" dediği her kelime beynimde çınlıyordu. Kendimi deliler gibi suçluyordum.
Yatak odamıza geçip Dinçer'in tarafına uzandım. Gözümü kapattığım an aklıma en olmayacak şeyler geliyordu.
Acaba Dinçer onu aldattığımı bir an bile olsa düşünmüş müydü? Cahit'le odada gördüğünde ne düşünmüştü, ben açıklamasam aklına ilk ne gelirdi? Bana güvenmez miydi? Boşanır mıydı? Hakaret edip kovar mıydı?
Saçmalıktan ibaret olan düşüncelerimi buruşturup attım. Çünkü Dinçer eğer bana güvenmiyor olsaydı asla evimizde konuşalım demezdi. Dinçer böyle birisi değildi, o benim kocamdı, içimi benden de iyi bilen kocamdı.
Dinçer'i ilmek ilmek işlememe, tanımama rağmen korkuyordum. Duyacaklarımdan, hissedeceklerimden, belki de benden ayrı uyuyacak olmasından köpek gibi korkuyordum.
Saatler ilerledi, ben o yataktan kalktım, tüm odaları beşer kez dolaştım ama Dinçer gelmedi. Çaresizce koltuğun ucunda kıvrıldığım esnada o anahtar sesini duydum.
Yavaşça kapıya döndü o an kalbim yeniden atmaya başladı. ''Hoş geldin.'' diyebildim, eskiden olsa öperdim onu ama şimdi yabancı gibiydik.
Dinçer içeri girdi. Montunu çıkardı, ayakkabılarını çıkardı, salona yürüdü. Ama bana tek kelime etmedi. Yüzüme bile bakmadı. Gözleri yorgundu. Sanki bir savaştan dönmüş gibiydi. Ama ben onun savaşında düşmandım bu sefer.
Arkasından koştum. Dayanamıyordum bu halimize, "Dinçer... ne olur konuş benimle."
"Yoruldum." dedi salona geçerken.
O iki kelimeyle duvar ördü aramıza. Ama ben durmadım. "Sessizlikle ceza mı veriyorsun? Bu daha beter... bir şey söyle bari."
"Ne söyleyeyim Belçim? Kızgınım sana, öfkem içimde taze.''
Karşısına geçtim, ''Tazeyken söküp atalım, uzak durma içim eziliyor görmüyor musun?''
''Başka zaman konuşalım, saçma sapan şeyler söylemek istemiyorum, anla beni.''
''Ne diyebilirsin mesela? Söyle gitsin, böyle uzak durmandansa bağır çağır, hadi bekliyorum sevgilim.''
''Sevgilim deme bana.''
''Niye, sevgilimsin işte, değil misin?''
''Ben senden ne gizledim bu zamana kadar? Söyle hadi, şunu benden sakladın de, seni elin kızıyla tövbe tövbe... Konuşturma kızım beni, ağzımı kıracağım şimdi.''
''Sen benden bir şey saklamadın evet, ben seni elin kızıyla...'' Bir an sustum, öfkeden gözüme perde iner gibi oldu, ''Görmedim, görmem de Dinçer, görmeyeyim de!''
''İhtimali bile delirtiyor seni, ben bugün bunu ya şa dım!''
''Haklısın ama ben böyle olsun istemedim ki.''
Sinirle ellerini saçlarından geçirdi, ''Benimle aynı yatakta yatan kadın, çantasını kaptırdığında, başka bir adamdan yardım isteyip bunu bana söylemiyor.''
''Böyle deme ne olursun. Bana güveniyorsun, adın kadar eminsin benden, başka ihtimal yok bile ben senin karınım ya! Neden bu kadar takıldın, neden? Benim tanıdığım Dinçer, çoktan bitirmişti bu konuyu.''
Bir solukta yanıma geldi.
''Cahit günlerdir biz kızdan bahsediyor bana. Şöyle güzel, şöyle hanım. Dudaklarına bitiyorum diyor. Kızın saçlarını beğenmiş. Benim bakmaya doyamadığım saçlarına hayal kurmuş.''
''Bunun benimle ne ilgisi var be adam?''
''Anlattığı sensin be kızım? Benim karımı günlerce bana anlattı herif, nasıl yedireyim ben bunu?''
Şansızlığıma küfürler ederek kocama baktım. ''Yanlış anlaşılma oldu, bilmiyorduk.''
''Mesela Belçim, neyi bilmiyordun? Kafeye tek çıkmak istedin de hayır mı dedim, izin almak mı var ilişkimizde? Çıkmak istersin, çıkarsın ama haber verirsen. Sen anlatmaya da haber vermeye de de çalışmadın, sakladın!"
''Çünkü tek başıma bir şey yapmak istedim. Kendime olan güvenimi kazanmak istedim, yalnız olmak, koruyucu gözün üzerimde olmasın istedim.''
''Rahatsız mı ediyor seni? Karakolda da böyle söyledin, anlamıyorum güvende ol diye uğraşırken sıkıyor muyum seni?''
''Hayır, sadece sensiz de ayakta kalmak istedim. Sürekli elimi tutuyor olmak seni de yorar Dinçer, kendi başıma kal-''
''Ben siktirip gideyim,'' dedi kırgın kırgın, ''Sen çok istediğin gibi kendi başına kal o zaman.'' diyerek kapıya adımladığında önüne geçtim ama o çoktan gitmekten vazgeçmiş gibiydi, ''Bunu mu yapayım Belçim? Niyet mi okuyayım? Öyle demedim, öyle yapmadım, bilemezdim... Geçersiz anlasana. En çok buna deliriyorum!"
''Bak haklısın berbat bir durum ama üzgünüm anlasana.'' diye kendimi açıklamaya çalıştım. Gözlerini benden çektiğinde elimle çenesine tutunup yüzüme bakmaya zorladım.
''Sen karına bakıyorsun Dinçer. Seninle evlenen, seninle nefes alan, seni seven o kadına bakıyorsun! Ben senden başka kimseye bakmadım, bakmam da, aşığım ya sana, görsene be adam.''
Çenesinde duran elimi tutup indirdi, ''Konu o siktiğimin Cahit'i değil. Beğenmiş seni, siker atarım o herifi. Güzeller güzelisin, ama benim karımsın, bu deliliğim kıskançlığımdan değil, tamam o da var ama değil. Ben seni kitap gibi okuyorum, güveniyorum, seviyorum, aşığım ama kırgınım, anlıyor musun?''
Duyduklarım gözlerimi buğulandırmıştı. İçime serpilen kova kova soğuk suyu hissettiğimde derin bir nefes aldım, bir kez daha doğru adamın kollarında olduğumu anlamıştım.
''Bir daha asla bir şey saklamayacağım senden. Söz veriyorum. Bu basit bir bakkal gezisi de olsa yemin ederim söyleyeceğim.
Yaklaştı. Gözleri gözlerimdeydi. Titriyordum. Ama korkudan değil. Onun sevgisinin ağırlığıydı bu.
Birkaç saniye böyle baktı bana. Sonra çenesini sıktı, bir adım geri attı.
"Böyle olmaz Belçim. Bunu konuşarak aşamayız." dedi. Yüzüme değil, yere bakıyordu. Sanki kelimeler ağzından çıkarken bile utanıyordu.
"Ne yapalım peki?" dedim. "Unutalım mı birbirimizi? Ayrı odalarda mı susalım? Geceleri birbirimize dönmeden mi uyuyalım? Bu muydu hayalimiz Dinç?"
Başını kaldırdı. O bakışı çok başka hissettirmişti bana. "Ben senin karınım," dedim bir adım daha atarak. "Ama sen bana şu an sokaktaki bir yabancı gibi mi davranmak istiyorsun.''
Bunu duyduğunda parmaklarını ensesine götürdü. Başını geriye attı, öfkesini yutuyordu.
Gözyaşlarımı yuttum. Ona uzandım, ama yaklaştıkça onun teninden taşan bir sıcaklık beni sersemletti.
"Dinçer..."
"Yaklaşma," dedi.
Durmadım daha da yaklaştım, "Yaklaşma dedim," dedi bir daha.
Yine de sustum ve kollarını tuttum. O an, beni bir anda kendine çekti.
Duvara yasladı. Ellerini belime sardı. Sertti. Bu sefer öfkesiyle seviyor gibiydi.
"Hissediyor musun?" dedi kulağıma. "İçimde ne fırtına var? Senin yüzünden. Sadece senin yüzünden."
Dudaklarıma eğildi ama öpmedi. Bekledi. Nefesimiz birbirine karıştı. Üzüntüyle konuştum, "Beni affet," dedim. ''Özür dilerim Dinç, uzak durma benden.''
''Uzak mıyım sana?'' dedi, sesi dudağıma çarptı. "Sana aitim," dedi. "Ama şu an seni kırmakla, seni sevmek arasında gidip geliyorum. Ve ikisini de aynı anda yapmak istiyorum." dedi tutkuyla.
Birden dudaklarıma kapandı. Islak, sert, kontrolsüz bir öpüştü bu. Elleri belimde sıkılaştı. Beni hafifçe kaldırdı, duvara bastırdı. Öyle bir öptü ki... nefesim içimde patladı. İçimde hiç var olmadığını sandığım ışıklar yandı.
Gömleğimi tutup sıyırdı. Tenime değmedi, sadece boynuma kapandı. Öptü, sustu, sonra tekrar öptü. Dudaklarıyla özür diler gibiydi. Ama bedeni hâlâ öfke doluydu.
Yavaşça beni halının üzerine çekti. Yüzüme baktı, ne halde olduğumu görmek ister gibi. Bense çoktan aşkından sarhoş olmuştum bile. Kararlılıkla elimi ensesinde birleştirip öptüm dudaklarını. Ellerim onun sırtına kaydı. Tişörtünü tutup çektim.
Dinçer çıplak belimi tutup beni halıya çekti. Yere uzandık. Ama bu bir sarılma değil, bir fırtınaydı. Onun göğsüne başımı yasladım. Kalbi çarpıyordu, hızla. Elleri saçlarımda geziniyordu. Bir süre sadece nefeslerimizi duyduk. Sonra yavaşça alnını alnıma yasladı. Dudaklarımız tekrar buluştu. Bu sefer daha derindi, daha hissederek. Ayaklarımı onun beline sardım. Sanki içimde bir şey çözülüyordu.
Onun elleri, dudakları, tenimde dolanıyordu. Yavaş, sabırlı ama kararlıydı Her öpüşünde biraz daha dağıldım. Her dokunuşunda içim biraz daha yandı. Onun da yandığını beni yakmasından anlıyordum.
O gece, aramızdaki tüm kırgınlıkların küllerini aynı ateşte savurduk; yorgun kalplerimiz, birbirimizin nefesinin sıcaklığında dinlenmeyi seçti. Gözlerimizi kapatırken, sabahın ışığıyla birlikte bizi bekleyen günlerin artık kavgalardan değil, omuz omuza verip büyüttüğümüz sevgiden besleneceğini biliyorduk. İçimiz rahattı, gönlümüz emindi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 18.91k Okunma |
2.12k Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |