28. Bölüm

28- Yanlış Anlaşılma

Pekbiafiliyalnizlik
pekbiafiliyalnizli

Mer ha ba! Nasılsınız? Yeni bölümle buradayım. Keyifli okumalar dilerim ama sona doğru keyifsiz okumalar olabilir. Satır arası yorumlarınızı bekliyorum, hoşça kalın.

Belçim'den

Güneş, Bingöl'ün eski sokaklarına yeni doğmuş gibi yumuşakça vururken, evimizin balkonundan dışarıya baktım. O virane saydığımız ev, artık hayatımızın yeni adresiydi; içinde yepyeni umutlar, yeni mücadeleler vardı.

Bingöl'e adım attığımızda evimizin viraneliği içimizi üşütse de şimdi sıcacık etmiştik. Evi viraneden saraya döndüren içinde yaşayanlar demişti kocam, haklıydı, biz evimizi şimdi kendi küçük sarayımız yapmıştık.

İlk bir hafta Dinçer yanımda oldu ve neredeyse doğru dürüst uyumadan ev için çalıştı. Ustanın biri geldi, diğeri gitti. Küçük ama sevimli evimizde odalarımız şöyleydi. Salon evin en büyük odasıydı. L şeklinde kiremit renginde bir koltuğumuz vardı, cam kenarında ise iki bej koltuk duruyordu. Küçük televizyon ünitemiz olsa da henüz bir televizyonumuz yoktu bu yüzden o ünitede düğün fotoğraflarımız duruyordu.

Yatak odamız ise evin ikinci büyük odasıydı, yatağımız ise Dinçer'in sığabileceği kadar büyüktü. Bordo yatak örtümüzün kırışan yerlerini düzeltmek bu odaya girdiğimde her zaman yaptığım şeydi. Gömme gardırobumuz, yatak başlarında duran iki komodin vardı, bizim için yeterliydi.

Evin en küçük odası ise bana aitti. Çalışma odam bu evde hazırlanan ilk odaydı. Yatak odamızdan bile önce burasını düzenlemiştik. Kocaman bir çalışma masam, Selim babamın hediyesi olan bilgisayarım ve sayısız test kitabımla bu odada hep çok mutluydum. Odanın duvarları tablo ve harita doluydu. Bu duvarın beyaz rengini kalem lekeleri yapmaya çok hevesliydim ki, başlamıştım da.

Evimizi Dinçer sayesinde hızlı şekilde düzenlemiştik. Dinçer bir haftanın sonunda ne kadar belli etmese de çok özlediği mesleğine dönmüştü.

Kalan ufak tefek işlerle de katiyen ilgilenmemi söylemişti, beraber yaparız demişti. Eskiden olsa muhakkak tüm işleri tek başıma yapardım ama şimdi Dinçer'in gözlerime aka aka, 'canın ne istiyorsa onu yap güzeller güzelim.' deyişine tav oluyordum.

Eski ve yeni arasında fark gece ve gündüz kadardı. Ben eski ben olmadığımı bu işleri yapmamamdan bile anlıyordum. Dağınık odaların kapısını kapatıp salona kurulmuş ve dersime bakıyordum. Evet taşınmamız biraz düzenimi bozsa da Dinçer'in desteğiyle hemen derse dönmüştüm. Tempomdan mutluydum, kendime olan güvenim test kitabındaki sorular doğru çıktıkça artıyordu.

Tabii ki içimde kocaman da bir ukde orada kalıp halinde duruyordu. Canımdan ötem, ağabeyim... Muğla'ya onu bıraktıktan sonra görüşememiştik. Sadece ben bir gece çok ağlayınca Dinçer ağabeyimin görüntülerini nasıl olduysa bulup bana izletmişti. Odasını görüşmüştüm, geleceğine duyduğu heyecanına şahit olmuştum. Biraz da olsa içimdeki kavruk acı durulmuştu.

Dinçer'in hediyesi olan kronometrem öttüğünde kendi kendime zafer kazanmış gibi gülümseyerek dersimi sonlandırdım. Eğer şimdi kalkmazsam gece hiç çalışmıyor, tempomu bozuyordum. Etrafa yayılmış kitaplarımı çalışma masamın üzerine hizasına göre dizip ıslak mendille sildim.

Belim ve boynum ağrıyordu, bu ağrıların ilacı için Dinçer'i, yani geceyi beklemem gerekecekti. Masa başından ayrılıp saate baktım. Dinçer'in gelmesine daha vardı. Akşam ona yemek hazırlamak istediğim için mutfağa girdim. Buna vaktim ve isteğim her zaman olmuyordu. Dersten başım ağrıdığı için uyuyakalıyordum ama bugün içimden gelmişti. Kocamın da benden böyle beklentileri olmadığını bilmek beni daha da rahatlatıyordu.

Dinçer'i tanıdıkça yetiştirilme tarzına hayran kalmaya devam ediyordum. Çünkü biliyordum ki bugünkü karakterinin temelleri biricik ailemizde saklıydı. Ben eğer böyle bir aileye gözlerimi açmış olsaydım şimdi diş hekimliği fakültesinin amfilerinde ya da stajlarında geziyor olurdum ama benim hayatım farklı akmıştı ve ben geç olsa da o fakülteyi arşın arşın gezecektim.

Bazı zamanlar sorgulamaya giriştiğim ama aslında çoktan kabullendiğim düşüncelerimi susturup mutfağa girdim. Mutfağımız küçük ama bizim için yeterli düzeydeydi. Buzdolabımın yanına adımladım, ne yapsam diye düşünmeye başladım. Dinçer her yemeği çok seviyordu, bu yüzden zorlanmıyordum.

Bugün tavuklu pilav yapmak istediğime karar verdim. Çünkü en kolayıma o gelmişti. Evde pirincin bittiğine ise hiç şaşırmadım çünkü biz pirinç pilavını çok seven bir çifttik. Hızla üzerimi giyinmeye başladım. Beyaz tişört kahverengi trençkot ve kot pantolon giymiştim. Tek rengim ise Dinçer'in hediyesi olan kırmızı başlıklı kızı andıran ressam şapkamdı. Dudaklarıma nemlendirici sürdüğümde hazırdım. Dinçer olmadan ilk dışarıya çıkışım olacaktı bu, heyecanlanmıştım, çantama evimin anahtarını koymayı unutmadan evden ayrıldım.

Bingöl'ün sokaklarına adım attığımda içimde garip bir his vardı. Eski evler, yıpranmış kaldırımlar, daracık sokaklar... Hepsi bir yandan yorgun, bir yandan sıcaktı. Şehrin yüzü belki eskimişti ama her köşesinde hayat vardı; herkes birbirini tanır, birbirine selam verir gibiydi. Kocaman şehirlerin soğukluğundan sonra burada, bu küçük şehirde bir sıcaklık buldum.

Bingöl'ün o sessiz, sade güzelliğinde kendimi yeniden buluyorum. Burada kaybolmak yok, burası bizim yeni başlangıcımız. Uzakta kalan hayallerim, kocaman bir geleceğin kıvılcımları gibi parlıyor önümde. Her sabah güneş, bu şehrin üstüne yumuşakça vuruyor; sanki 'Güzel günler seni bekliyor,'' diyormuş gibi.

Bingöl sokaklarında yürürken aklıma bir şey takıldı. Ben daha önce hiç tek başıma kafeye gitmemiştim, bugün biraz cesaret edip denemek istedim. Kırmızı şapkamı sımsıkı başıma geçirip, yavaş adımlarla sokağın sonunda küçük, salaş bir kafeye yöneldim. Kapıdan içeri girdiğimde içerisi sıcacıktı; hafif kahve kokusu, çaydanlıkların tıkırtısı ve insanların neşeli sohbetlerini duyuyordum.

Bir an tereddüt ettim, kendimi garip hissettim, gözlerimi hızlıca etrafa gezdirdim ve pencere kenarında boş bir masa gördüm. Oturdum, garson geldi, çay ve kek söyledim. Kendi halimdeyken, üzerimde hissettiğim gözlerin farkındaydım ama aldırmadım. İçimde bir heyecan, biraz da utangaçlık vardı. Kalabalık bir erkek grubu bana bakıyordu; bakışları üzerimdeydi ama ben kendimi toparlayıp çayımı yudumladım.

Bu esnada da Dinçer'e mesaj atmak istedim, zaten gün içerisinde neler yaptığımıza dair mesajlaşıyorduk, hep iletişim halindeydik. ''Ders bitti, neler yapıyor benim karım?'' yazdığı mesaja karşılık dışarıya çıktığımı yazmıştım ki yazdığım hızla sildim, çünkü bu konuda çok pimpirikliydi. Bunu ona söylersem aklı bende kalacaktı, yeni taşındığımız yere de insanlara da güvenmemesi normaldi bu yüzden onu huzursuz etmemek için sabahtan beri süregelen mesajlaşmamıza devam ettim ve evdeymişim gibi konuştum.

O esnada telefonum çalmaya başladı. Elife öğretmenim arıyordu. Heyecanla konuşuyor, yeni hayatımı ona anlatıyor ama bir türlü öğretmenim demeden konuşamıyordum. Keyifli sohbetin içerisinde abime duyduğu güveni dile getirdi, başarır dedi, isterse avukat bile olur. Ben de bu kadar güveniyorum abime, yüreğim hep onunlaydı.

Elife ile konuştuktan sonra telefonu kapattık. Evden çıkmadan çantama attığım notlarımı çıkartıp masaya yaydım. Kafede ilk defa kendime ait bir zaman dilimi kurmuştum. Arka fonda ılık bir müzik, önümde notlarım, burnuma gelen tarçınlı kek kokusu… Diyordum ki, ''hayat nihayet bana bir sakinlik torbası gönderdi. Ama işte o torbanın içinden Atlas fırladı.

Telefonum çaldı. Ekranda Atlas'ın adı büyük harflerle yazıyordu. Açmasam mı dedim. Ama bu çocuk açmazsam Bingöl belediyesinin hoparlöründen anons ederdi. Pes ederek açtım, ''Efendim Atlas?''

''Belçim çok saçma bir şey oldu.'' diyerek heyecanla konuştu.

''Nedense hiç şaşırmadım Atlas. Bu kez ne oldu? Sen neredesin?''

''Akşama maç var, Göztepe Karşıyaka, kanal gönderdi haber çıkar diye. Ben de İzmir'e sadece tatile geldiğim için yerleri karıştırdım. Basın kartımı da bir taraftara sattığım için içeriye kaçak girdim.''

''Tek bir kez usulüne uygun iş yap Atlas.''

''Neyse, ben girdim stada ama kanal Göztepe için gönderdi ama ben ufak bir yanlış anlaşılmadan dolayı Karşıyaka yedek kulübesindeyim şu an.''

''Yedek kulübesi ne be adam? Muhabirsin sen?''

''Yani benim ünüm galiba sadece aile arasında Belçim, burada beni kimse tanımıyor, kameraman bile terk etti beni, neymiş çok artistmişim, en doğamda var ne yapayım?''

''Atlas havanı civanı bırak da durumuna bak. Şu an rakip takibin yedek kulübesinde ne halt ediyorsun.''

''Belçim adamlar beni takımdan sanıyor. Teknik direktör az önce su istedi, ben verdim.''

''ATLAS?!''

''Durduramadım kendimi ya. Sonuçta su isteyene su vermek sevap. Ben okulda bir kere bir kıza su verdim çocukken.'' diyerek o anısını anlatmaya başladı.

''Atlas!'' diyerek uyarıyla araya girdim, arkadan bir sürü ses geliyordu, ''Kalk git o yedek kulübesinden.''

''Haber veremezsem kanal beni mahveder.''

''İlk on biri öğren o zaman.'' diye konuştum.

''Helal kız sana,'' diye yükseldi, ''Çok mantıklı kız, daha ilk on biri giren olmadı. Ben de takımdan gibi davranır kadroyu öğrenirim bir de bahse yatırırım. Kanalı arayıp canlı yayına açıklanmadan verip keyfime bakarım, haber müdürü alnımdan öper o zaman.''

''Sen ne kadar iş ahlakı olmayan adamsın ya.''

''Zekiysem suçum ne? Kafam zehir.''

''Eğer senin muhabir olduğunu anlarlarsa ne olur?''

''Şu an kale direkleriyle bakışıyorum.''

''Bakışmayı kes ve ilk on biri unutarak ayrıl oradan.''

''Asla ayrılmam, madem zora düştük zordan da kurtulur kârıma bakarım. Bir bakmışsın Yusuf kuyudadır, bir bakmışsın Mısır'a sultandır.''

''Demir'in sana ders çıkar diye anlattığı şeyleri tersinden anlaman çok yazık.''

''Sen telefonunu kapatma ama konuşma da ben telefonla konuşuyor gibi yapıp ilk on biri alacağım. Hadi görüşmek üzere.''

Atlas yorucu birisiydi ama Dinçer'in de dediği gibi şeytan tüyü vardı. İnsan ona kızamıyordu. Yani sinir oluyordum ama kızamıyordum işte.

Ben kendi halimde çayımı içerken üzerimde hissettiğim gözler aynı masadan geliyordu. Gözdür kayar diyerek önüme çevirdim bakışlarımı. Yarım saat kafede oturduktan sonra hesabımı ödeyip ayrıldım. Kafenin kapısının çıkar çıkmaz omzuma asmak üzere olduğum çantam bir el tarafından çekildi, şaşkınlıkla koşan çocuğa baktım, ''Çantam çalındı!'' diye feryat etmeye başladığımda kafeden çıkan bir adam peşine düştü.

Ben kafenin önünde panik bir şekilde beklemeye başladım. Etrafıma toplanan kalabalığı görmekten uzaktım. Telefonum da çantamdaydı, o an yanımda olmasını istediğim tek kişiyi Dinçer'i aramak için birinden telefon isteyecekken elinde çantamla aynı adam bana doğru geliyordu.

''Buyurun çantanız.'' diyerek bana uzattığı çantamı sevinçle aldım.

''Teşekkür ederim,'' diye konuştum minnetle, ''Sağ olun.''

''Merak etmeyin hanımefendi, polisim ben. Güvendesiniz yani, endişe etmeyin.'' diyerek gülümsediğinde doğru insanlarla karşılaştığımı düşünerek başımı salladım, ''Çantanızı kontrol edin, bir şey çalmış mı?''

Dediğini yaparak çantama baktım. Cüzdanımın dışarısında bıraktığım banka kartım yoktu durumu bildirdim.

''Karakola gelin şikayetçi olun, buluruz.''

Endişelenmiştim, karttaki parayı diğer kartıma atarak durumu kontrol altına alırdım. Olayın büyümesini istemiyordum, sakin bir hayatım olsun derken bu olaylara bulaşmak boğucu geliyordu, ''Yok önemli değil zaten. Ben size gerçekten teşekkür ederim, iyi günler.'' dileyip oradan ayrıldım. Dinçer'i huzursuz etmek istemiyordum. Tek başıma yaptığım ilk aktivitede her şeyi elime yüzüme bulaştırmış olmam moralimi çok bozmuştu.

Pirinç almak için çıktığım eve elimde dertle geriye dönmüştüm. Ama yine de pirinç almayı unutmamıştım. Bir daha Dinçer olmadan dışarıya çıkmamayı koydum kafama. Lanet ede ede mutfağa girip yemek yapmaya koyuldum. En son naneli ayranı çırpıp dolaba attığımda yemek hazırdı.

Bugün yaşadığım olayın adına talihsizlik koyup unutmayı istediğim için konuyu kendi adıma kapattım. Dinçer gelmeden duşa girip hazırlanmaya başladım. Elbise giymek yerine askılı pijamalarımdan giyip kocamı beklemeye başladım. Yaklaşık on dakika bekledikten sonra kapım çalındı. Heyecanla kapıya koşturup aramızdaki tek engel olan çelik kapıyı açtım.

''Hoş geldin hayatım.'' diyerek kapıyı araladığımda karşımda üniformalarıyla duran Dinçer beni karşıladı. Her zamanki gibi beni kucaklayarak içeriye girip kocaman öptü.

''Hoş buldum bir tanem.''

Kollarımı omuzlarına yerleştirip havada olmanın verdiği keyifle yüzüne baktım, ''Yoruldun mu? Nasıldı iş?''

''Yok, yorulmadım.'' dedi, ''Dincim evelallah, sen ne yaptın, nasılsın?''

''İyiyim işte bildiğin gibi, ders çalıştım.'' diyerek bugünkü olayları ondan saklamanın vicdan azabıyla kavrulsam da ona belli etmedim.

''Evde miydin tüm gün?''

Yalan söyleme be kızım diye ikaz ettim kendimi, bak adam soruyor, söyle, ''Hıhı evdeydim.'' diyerek kendimi bile dinlemedim.

''İzin günümde çıkartacağım seni söz. Baştan sona Bingöl turu yapacağız seninle.''

Gülümsedim, ''Hadi duşa gir, terlemişsin.'' diyerek alnındaki saçlarını geriye yasladım.

Son kez öpüp duşa girdi. Dinçer duştan çıkana kadar mutfaktaki iki kişilik masamıza sofra kurdum. Dinçer bir elinde havlu saçlarını kuruturken mutfağa geldiğinde bozgundu. ''Bir de yemekle mi uğraştın Belçim?''

''Canım çekmişti.'' diye nazlandım.

''Yavrum ne yoruyorsun kendini, dışarıdan söylerdik.''

''Alt tarafı tavuk pilav Dinçer, valla bak yorulmadım.''

Havluyu omuzlarına asarak ellerimi tutup öptü, ''Sana kıyamıyorum ki ben, parmağının ucuyla toza değsen de gözüme batar.''

Uzanıp nemli saçlarını öptüm, ''Ben de sana kıyamıyorum, yorgun görünüyorsun.''

''Tavuk pilav beni kendime getirir.'' diyerek yemeğine başladı.

Gözleri yine parmaklarımda dolanıyordu, ''Yüzük de alamadık, işler yoğun ilk fırsatta halledelim.''

Yüzüğüm kilo aldığım için artık bana olmuyordu. Parmağımı kıpkırmızı yaptığı için Dinçer dün gece çok zor çıkartmıştı. ''Alırız sevgilim.'' diyerek içini rahatlattım.

Yemek boyu Dinçer'in yeni görev yerindeki insanlardan konuştuk. İnsan analizi konusunda artık daha iyi olduğunu söyleyerek, insanları ince eleyip sıkı dokur olmuştu. Şimdilik anlaşabileceği insanlar olduğunu düşünüyordu, gerisi ise bayır aşağı diyecek güveni buluyordu kendinde. Çünkü o Diyarbakır'da görevine yeni başlamış kırılgan polis çocuk değildi, bastığı yeri titreten bir polise dönüşümü yaşadığı tatsız olaylar sayesinde olsa da bunun adına da hayat deyip geçmişti.

Yemeğin ardından Dinçer mutfağı topaldı ben ise onun üniformalarını çamaşır makinasına attım. Banyoyu da temizlemek için girdiğimde Dinçer'in pırıl pırıl bıraktığını gördüm.

''Çay koydum, içer miyiz?'' diye bağıran kocama cevap verdim.

''İçeriz Dinç.''

Ona Dinç dememe eriyordu. Yanıma gelip beni öpeceğine bile bile ona Dinç demiştim ve hızla yanıma gelip beni öpmüştü. Ben öpücüğüne tav olmaya dünden razıydım.

Minik salonumuzda çaylarımızı içmiş ardından yatak odamıza çekilmiştik. Akşamın sessizliğinde, küçük evimizin odası yumuşak bir ışıkla doluydu. Dinçer, yorgun ama huzurlu bir şekilde bana doğru yaklaştı. Gözlerimiz buluştuğunda içimde tarifsiz bir sıcaklık yayıldı.

''Belçim,'' dedi usulca, elleri nazikçe yüzümü okşarken. ''Özledim seni.''

Başımı onun omzuna yasladım, nefesim onun nefesiyle karıştı. Her dokunuşu, her bakışı ruhumu sarıyor, tüm dünyayı unutuyordum. Yavaşça ellerini belime doladı, beni kendine çekti. Dudakları dudaklarıma dokunduğunda zaman durmuş gibiydi. Öpücüğü yumuşak ve tatlıydı, içinde sevgi ve şefkat barındırıyordu.

Onun kokusu, saçlarının hafif tuzlu dokusu, bu uzak şehirde bile bana evimi hatırlatıyordu. Yavaşça yüzüme eğildi, dudakları dudaklarıma değdiğinde tüm bedenimde minik elektrikler patladı. Öpücüğü, aceleci değil, ama tutkulu ve özeldi. Sanki yıllardır beklediğimiz, suskunluğumuzu bozan ilk kelimeler gibiydi.

Dinçer'in elleri yavaşça boynuma, sonra omuzlarıma kaydı. Parmak uçları nazikçe tenime dokunurken, gözlerimizi kırpmadan birbirimize baktık. "Seninle olmak, nefes almak gibi artık," dedi fısıltıyla. İçimde çiçekler açtı, hayatın tüm yorgunluğu o anda yok oldu.

Kollarıyla geniş göğsüne sardı beni. Göğsünün ritmik nefes alış verişi kalbimin atışını dengeledi, huzur buldum. Parmaklarını saçlarımın arasına geçirdi, hafifçe okşadı. Başımı onun omzuna yasladım, teninin sıcaklığı beni sarıyordu. "Burada, yanındayken dünya duruyor, Dinç." diye mırıldandım.

''Dinç deyince de benim dünyam duruyor.''

Dinçer, yavaşça belimi kavrayıp beni kendine daha da yaklaştırdı. Tenimiz tenimize değdiğinde, cildimde hafif bir ürperti yayıldı. Ellerinin sıcaklığıyla tenimi keşfetmeye devam ederken, sanki bütün ev bizi sarmış, yalnızca bizim varlığımız kalmıştı.

Yumuşak bir esinti pencereden içeri girerken, onun nefesini ensemde hissettim. Dudakları boynuma kondu, orada bıraktığı hafif öpücükle beni eritti. "Seni seviyorum," dedi, sesinde binlerce anlam vardı.

Gözlerimi kapattım, kalbim dolup taştı. Ellerini göğsüme getirdi, hafifçe bastırarak kalp atışımı hissetmek istedi. Ardından parmaklarını yavaşça yanaklarıma, çeneme getirdi; yüzümü kendi yüzüne çevirdi. Dudaklarımız yeniden buluştu, bu kez daha derin, daha sakin ama içten.

İçimdeki bütün duvarlar yıkıldı, korkularım, endişelerim Dinçer'in elleri arasında eriyip gitti. Yumuşak nefes alışları, sıcak dokunuşlarıyla bedenim ona yanıt verirken, her hareketimiz birbirimize duyduğumuz güveni ve tutkuyu büyüttü.

Yavaş yavaş yere doğru çekti beni, yatağımızın yumuşak örtüsüne bırakırken, gözlerimiz hiç ayrılmadı. Tenimiz bir bütün olmuştu, kalplerimiz aynı ritimde atıyordu. Ellerim onun saçlarında geziniyor, onun elleri tenimde dolaşıyordu. Birbirimizi hissetmek, anlamak için sözcüklere gerek yoktu artık.

Dinçer'in dudakları boynumu, omzumu, göğsümü izlerken hafifçe mırıldandığı "Seninleyim," sözü, gecenin sessizliğinde yankılandı. O an anladım ki; bu küçük ev, dışarıdaki virane dünyaya rağmen bizim cennetimizdi.

Öylece birbirimize sarılarak uykuya daldık. Her nefeste, her dokunuşta yeniden doğuyorduk. Kof olmaktan her an uzaklaşıyorduk.

Terlemiş tenlerimizin arasında serin bir rüzgâr vardı. Pencere aralıktı. Yorgunduk ama huzuru kokluyorduk. Dinçer sırt üstü yatıyor, ben başımı göğsüne yaslamıştım.
Parmaklarım göğsündeki dolaşıyor, nefesini dinliyor, dinleniyordum.

Bir süre sessiz kaldık. Ben düşüncelerimden olsa gerek kaşlarımı çatar hâldeydim. Dinçer bunu hızla fark etmişti, saçlarımı okşarken sordu:

"Kafanda neler dönüyor, güzel karım?"

Gülümsedim. "Okulun ilk günü ne giysem diye düşünüyorum,'' dedim "Ve biraz da seni sevdiğim için kendime kızıyorum.''

Kaşlarını çattı hafif, ama yüzü gülümsedi. "Okulun ilk günü ben ellerimle seni giydireceğim ama sen niye kızıyorsun bakayım kendine?"

Kafamı kaldırdım, ona baktım. Yorganın altındaki bedenlerimiz hâlâ birbirine yakın.
Ama bu kez yakınlık konuşmayla kurulan türdendi. "Çünkü seni çok seviyorum," dedim. "Ve bazen korkuyorum... bu sevgi yüzünden kendi yolumdan vazgeçerim diye."

Elini tuttuğumda, parmaklarını sıktı. Sonra döndü bana, göz hizamıza geldi. "İşte tam da bu yüzden..." dedi yavaşça, "...çocuk istemiyorum henüz."

Sustu, ben bir şey demedim. Dinçer benim içimdeki endişeleri benden iyi ifade ediyordu. Sözüne devam etti.

''Korunuyoruz, hem de en olması gereken şekilde. Eğer bunu dert ediyorsan sakın etme Belçim, nihayetinde cahil birisi değilim, ben de üzerime düşen görevleri yapıyorum.'' dedi açıklayarak. Ardından benim sessizliğimin de sesi oldu.

"Sen okulunu okuyacaksın Belçim, istediğin ilde, istediğin üniversitede. Uzmanlık sınavın var, ellerini eğiteceksin. Hayalini büyüteceksin.'' diyerek önüme düşen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdı, ''Ben... seni büyüyen bir hayalin içinde izlemek istiyorum Belçim. Seni değiştirecek, hayallerinden uzaklaştıracak bir bebek değil. Sen önce hayallerine yürüyeceksin, ben her zaman arkanda seni alkışlayacağım.''

Gözlerime bir şeyler doldu. Ama bu ağlamaklı bir şey değildi. Bu... anlaşılmış olmanın kalpte yaptığı bir titremeydi.

''Ben de seni izlemek istiyorum Dinçer. Nasıl bir adam olduğuna, nasıl büyüdüğüne tanık olmak istiyorum. Başarılarında seni sarmalamak istiyorum. İçindeki o duygusal çocuğa karışmak istiyorum. Birlikte yaşlanalım istiyorum. Ama önce gençliğimizi doya doya yaşayalım.

Beni kendine çekti, öptü. Öyle bir öptü ki, içinde bir söz yoktu... Ama her şeyi anladım.

Sabah uyanır uyanmaz boş hissettim. Çünkü her sabah belimi saran koldan uzaktım. Dinçer'in yastığı ılıktı ama o yastıkta kimse yoktu. Biraz kıpırdandım, Uyandım sayılmazdım ama rüya da değildi artık.

Yorganın içinden burnumu çıkardığımda mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokusu geldi.
Birkaç saniye durdum, sonra hızla kalktım. Dinçer'in gittiğini gösteren şey ise komodinin üzerine bıraktığı silahının orada olmamasıydı.

Üstümü giyinerek mutfağa yürüdüm. Tezgâhın üzerinde minik bir tabak: iki dilim tost, yanına bir üçgen peynir, bir de incecik doğranmış salatalık. Yanında da bir not yer alıyordu.

"Tıraş olurken tostu biraz yaktım affet, acil çıkmam gerekti beni düşünme afiyet olsun karıcığım.''

Not kağıdının kenarı kavisliydi, sabah sabah makasla kesmekle uğraşmıştı. Bana yanık da olsa tost yapmakla, not kağıdının altına kalp çizmekle uğraşmıştı... Kalbin içine baş harfimi yazmakla...

Yüzümde koca bir gülümseme ile sandalyeye oturdum. Tabağa dokunmadım önce. Sadece notu okudum birkaç kez.

"Beni düşünme." diyordu ama düşünüyordum işte. Tostun kenarını ısırırken düşündüm, o salatalıkları yerken düşündüm, bu adamı hak edecek ne yaptım diye düşündüm.

Çalışma masamda derse dalmış bir haldeyken telefonum çaldı. Bilmediğim numara olsa da açma cesaretini gösterdim ama konuşmadım.

''Merhaba ben dünkü kapçak olayına müdahale eden polis Cahit Aydın, hırsızın çantanızdan aldığı kartı buldum. Nasıl teslim alabilirsiniz?''

Kartımdaki tüm parayı diğer kartıma atmış olsam da ihtiyacım olur diye almak istedim. ''Ben buraları pek bilmiyorum ama Çınar marketin yanına gelebilirim.''

''On dakikaya oradayım.''

''Tamamdır.'' diyerek telefonu kapattım ve pijamalarımı çıkartıp üzerimi giyindim.

Aynı kırmızı ressam şapkamı takarak söylediğim konumda beklemeye başladım. Çok geçmeden ekip arabası durdu yanımda, içeridekilerle göz göze gelmiştim. Asayiş oldukları belli olsa da Dinçer'i burada göreceğim diye içim ürpermişti.

Ön kapıdan dünkü polis indi, ''Merhabalar.'' diyerek selam verdi.

''Merhaba.'' dedim kısaca.

''Nasılsınız? Buraya yeni taşındınız sanırım?'' diye sordu.

''Evet, öyle oldu. Kartım nerede acaba?'' diyerek kısaca konuştum.

Bana kartımı uzattı, ''Ben polis memuru Cahit, bir yardıma ihtiyacınız olursa karakola adımı vermeniz yeterli.''

''Sağ olun iyi günler.'' diyerek yanlarından ayrıldım ve evime girdim. Umarım Dinçer'den saklama zincirimde bir hataya mahal vermezdim.

Bugünlük dersim bitince ayaklanıp evin dağınıklığını toparlamaya başladım. Dinçer'in eşyalarını düzenlerken küçükken tuttuğu günlüğüne rastladım. Üzerinde resimleri bulunan tatlı günlüğün kilidi bile vardı. Hevesle açıp nevresimlerini değiştirdiğim yatağımıza oturarak okumaya başladım.

Yazısı pek çirkindi sevgilimin. Ama olayları ifade ediş biçimi çok masumdu. Atlas'la kavgasını şöyle anlatıyordu.

''Atlas beni itti, ben de onu ikinci katın merdivenlerinden sallandırmak istedim ama sadece saçını çektim çünkü kardeş çok küçük.'' diyordu, sanki ikizi değil gibi daha o yaşta kardeşim diye kodlamıştı. Ya da annesiyle anısını şöyle yazmıştı.

''Annem hep çalışıyor, onu çok özlüyorum keşke babam daha çok çalışsa annemi hep görsem.'' yazan bir sayfanın altına Selim babamın düştüğü nota rastladım, ''Benim mirasım bunlara kalacak.'' yazısına on dakika güldüm.

''Bahar yengem kek yapmış ama portakallı yapmış Atlas hepsini yemese yemek isterdim ama yemedim. Bahar yengeme kek yap demedim çünkü o Halide yengemin dediği gibi çok hamileydi. Hem ben üzümlü kek severim, portakallı olmaz.'' yazısına hem üzüldüm hem de güldüm.

Atlas benim kocamın çocukluk travmasıydı resmen.

Günlüğü okumaya ara verip mutfağa koşarak üzümlü kek yapmaya başladım. Yarım saat süren üzümlü kek maceramın ardından kekimi güzelce cam saklama kaba koyarak üzerimi giyinmeye başladım. Dinçer'in iş yeri buraya çok yakın olduğundan bu keki kocama götürerek ona sürpriz yapabilirdim.

Kek pişerken duşa girdim. Saçlarımı hafif nemli bırakarak hazırlanmaya başladım. Kocamın yanına gideceğim için süslenmek geldi içimden. Fazla abartmadan ama özensiz de olmadan… Sonunda siyah, ince askılı düz kesim elbisemi seçtim. Ne desenliydi ne gösterişli. Ama üzerinde yürüyüşüm bile daha kararlı duruyordu. Ne olur ne olmaz diyerek kollarıma bir ceket attım.

Saçlarımı topladım, yüzüme sadece nemlendirici sürdüm. Rimel ve biraz parlatıcı yeterdi. Gül kurusu tonlarındaki allığımı yanaklarıma ve göz kapaklarıma da geçtiğimde hazırdım. Dinçer'in çok sevdiği kıvırcık saçlarımın bir tutamını yana yaslayarak incili küçük bir toka taktım. Siyah küçük çantamı ve kekimi de yanıma alarak evden ayrıldım. Sokağın rüzgarı saçlarıma çarptığında kokusu burnuma çarptı, yanına gidene kadar biraz olsun kururdu.

Karakola yürüyerek on beş dakikada varmıştım. Kapısından girmeden önce bir polis yanıma kadar gelip kimlik sordu, ''Buyurun, kime baktınız?''

''Merhaba ben Belçim Demirsoy. Dinçer Demirsoy'un eşiyim, görüşmek üzere geldim, beni bekliyor.'' diyerek ufak bir yalan savurdum.

Kimlik kontrolünün ardından karakol nizamiyesinden içeriye girdim. Bahçesi oldukça büyük olan bu karakolun bünyesi oldukça kalabalıktı. ''Ben size eşlikçi çağırayım.'' diyen polis telefona sarıldığında bu sabah kartımı teslime gelen kadın polislerden birisi yanıma geldi, ''Ahmet ben aldım konuğu ilgileniyorum.'' diyerek bilgi verdikten sonra bana baktı.

''Hoş geldiniz, buyurun size ben eşlik edeyim. Kendisinin haberi var.''

Ne ara haberi olmuştu bundan, ''Merhaba.'' diyerek gülümsedim.

Bahçedeki kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak kadın polisin büyük adımlarını izlemeye çalıştım. Dört katlı karakolun ikinci katında bulunan bir odaya gelmiştik, bir makam odasıydı ''Buyurun siz oturun, ben haber veriyorum.'' diyerek çıktı.

Bense öylece ayakta kaldım. Dinçer odasının dördüncü katta olduğunu söylese de aldırmadım. Kekimi masanın üzerine koyup karşılıklı yerleştirilmiş sandalyelerden birine oturdum. Etrafı incelemeye başladım. Dümdüz renksiz cansız bir odaydı. Beş dakika geçti, üzerimdeki ceketi çıkartıp askıya astığım sırada kapı açıldı. Gelenin Dinçer olduğunu düşünüp gülümserken, gülümsemem sabahki polis olduğunu görmemle soldu.

''Merhaba.'' diyerek içeriye girdi ve kapıyı kapattı, ''Hoş geldiniz, ne zahmet ettiniz.'' diyordu.

Bense öylece kalmıştım, ''Merhaba.'' diyebildim yalnızca.

''Aslında gelmenize çok sevindim, hırsız yakalandı. Teşhis için sizin de bilginiz gerekebilir, yardımcı olursunuz değil mi?''

Başımı salladım, o ise sandalyeyi işaret etti, ''Buyurun oturun.'' diyerek telefonunu çıkartıp bir yerleri aradı, ''Kapçak mağduru hanımefendi odamda, teşhis için inecek hazırlıklı olun.'' diye bilgi verip telefonu kapattı.

''Hiç endişe etmeyin adınız geçsin istemezseniz geçmez.'' diyerek geriye yaslandı. Gözleri masanın üzerindeki keke gitti, ''Ne zahmet ettiniz, görevim bu benim.'' dediğinde kendimi mahcup hissettim.

Bu nasıl bir olaydı böyle? Sessizliğimin bir anlamı olmayacağı için durumu açıkça anlatmaya karar verdim. ''Memur bey bir yanlış anlaşılma var sanırım. Aslında ben buraya kapçak meselesi için değil, kocamı ziyarete geldim.''

Adamın bakışları birden durgunlaştı, çok şaşırmıştı. ''Eee anlamadım, kocanız derken?''

Usul bir nefes aldım, ''Dinçer, Dinçer Demirsoy. Kocam olur kendisi.''

Buna daha da şaşırmış gibiydi, ''Siz o özel harekat polisinin karısı mısınız? Dinçer komiserimin?''

Başımı salladım, ''Evet.''

Elleriyle yüzünü ovuşturdu, kendine gelmek ister gibiydi. Ardından ellerini yüzünden çekip gülümsedi, ''Lütfen kusura bakmayın, saçma sapan bir yanlış anlaşılma olmuş. Kendisi de bu konuyu duymazsa sevinirim. Sonuçta yüz yüze bakıyoruz.''

Konuyu böylece salması benim açımdan da iyiydi, ''Merak etmeyin, haberi olmayacak.'' dedim kendimden emin. Olsa da zaten ben bunu deliler gibi kıskanç kocama nasıl anlatacaktım?

“Keki de bana sandım… Çok utanıyorum,” dedi Cahit, mahcupmuş gibi başını eğip durduğu yerden bana baktı.

Ben o an tek bir şey istiyordum: Konuyu kapatmak. Kendimi açıklamak değil, o anın üstünü örtmek.

O yüzden yumuşak ama mesafeli bir ses tonuyla cevap verdim:
''Utanmayın. Yanlış anlaşılma sonuçta.''

Güldü. O kahkaha… sanki utanmaktan değil, hâlâ bir ihtimal var sanmasından çıkmış gibiydi. Ben de istemsizce dudaklarımı gergince büktüm. Gülümsemeye benzer ama içinde keyif olmayan bir ifade… O anda tek düşündüğüm şey Dinçer’in burada olmasıydı. Yanımda, sessizce bile dursa yeterdi.

Ve o anda kapı tıklandı, ama açılmak için bile izin beklemedi. Kapı aniden açıldı ve Dinçer içeri girdi. Yüzümdeki sahte tebessüm, onun gözlerini gördüğüm an yere düştü.

Gözleri Cahit’le benim aramda gidip geldi.
Soğuk, hesap soran, yer yer kırılmış… ama en çok da öfkeli bir sesle konuştu.

''Ne oluyor burada?''

 

Bölüm : 15.07.2025 21:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...