61. Bölüm

60. Bölüm

feu
nicotesy

Selam, nasıl da erkenciyim bugün...

İyi okumalar.

 

 

Ben kocasının sözünden çıkmayan bir omega olduğumdan Taehyung'un bana vermiş olduğu sözle birlikte yanlarından ayrılmak durumunda kaldım. Bana bu saraydayken sürekli yardımcı olan Sangsu ile karşı karşıya gelmek uzun zamandan sonra çok iyi hissettirdi. Tabi biraz perişan halimden dolayı bana iki saat evham içeren bir konuşma yaptı. Ardından küveti hazırlayıp, hali hazırda durmaya devam eden odamın içinden bana kıyafetler getirdi.

Açıkçası bunların halen burada duruyor olması şaşırtmıştı beni. Boşanmanın üzerinden bir hayli zaman geçti. O olayın ardından tek bir çöpüm bile geriye kalmaz diye düşünürken, demek ki halen bize kıymet verenler varmış. Kaynanam gibi. Elbette ben böyle düşündüm, sonra Sangsu bana, "Efendim ortalığı tozu dumana kattıktan sonra kimsenin aklına gelmedi buradaki eşyalarınızı toplamak," deyince, biraz onu çimdikleyip, "Aferin ne güzel de teselli veriyorsun bana," diyerek azarladım onu.

Neyse ki duştan sonra gönlümü almayı başardı. En azından Taehyung'u sabaha kadar bekleme durumundan can sıkıntısı olarak içimi sıkan huzursuzluğu çenesiyle yormayla başardı. O kadar çok konuştuk ki, aklımda kalan durumları en uzun haliyle söyleyeceğim size.

Bu arada söylemeliyim ki, kendi odamda değil Taehyung'un odasında kalıyordum. Çünkü benim çiçek kokulu çarşaflarımdan ziyade onun odaya sinmiş sert kokusunu alıyor olmam çok daha güzeldi. Sangsu ilk biraz baygınlık geçirecek gibi oldu ama onu da hallettik bir şekilde. Pencereleri açtık.

Taehyung bu odaya kimsenin girmesine izin vermiyormuş. Ve kırışık çarşaflarına bakacak olursak onun da benim gibi uyurken bir mücadele içinde olduğu belliydi. Çok özledim onu. Keşke şu anda onunla şu yatakta sarılarak uyuyor olsaydım. Beni kucağına alsaydı. Saçlarımı okşasaydı. O hemencecik yokken çok duygusal olmaya başladığımı fark ettim.

Özellikle Taehyung'un ben yokken sürekli arayış içinde olmasını, hastalanmasını ve babasıyla olan kavgasını. Sangsu bunun hakkında bana pek bir şey söylemedi. Söylentilerden ibaret olduğunu düşündürtse de bu kısa zamanda dengeler bir hayli bozulmuş. Kısacası Taehyung'un üzerindeki iftiralar kalkmış olmasına rağmen halen eski konumda değildi. Sadece prensti ve Sehun iblisinin adını geçirince, midem bulanarak koşar adım tuvalete gitmek zorunda kaldım.

Ondan sonra uyumak istediğimi söyledim. Elbette bu büyük bir yalandı. Taehyung olmadan bazı şeylerin anlamı yoktu. Karnımın içinde artık ona ait olduğunu bildiğim bebeğimle yalnız hissediyordum. Sanırım ağlamak için yine bahaneler arıyordum. Kendi ailemi aramaya çekindiğim kadar bahaneler.

Ve Kralın neden acilen çağırdığını da anlamak istiyordum. Taehyung endişeliydi. Bir şeyler yolunda gitmiyordu muhakkak. Aksi olsaydı beni asla yalnız bırakmazdı. Burada üçümüzün geçireceği ilk gece bilhassa.

Yine de en sonunda gözlerim düşünmekten ve yorgunluktan kendini kaybettiğinde, bunu uyandığımda fark etmiştim. Bir an hiç uyumayacağım sandım. Ancak keşke uyanmasaydım diyeceğim kadar yalnızdım. Yatağımın yan tarafı halen boştu. Ama sanki Taehyung orada duruyormuş gibi elim orada hafifçe gezindi.

"Gelmemişsin," diye söyleniyordum lakin bu hayıflanmaktan dolayı değil, endişe dolu olmaktandı. "Bana karşı verdiğin sözü tutamayacak kadar neler mücadele etmek zorunda kaldın kim bilir."

Yataktan sersemleyerek kalktım ve kafamın içinde geceden bir tepişme yaşanmış gibi bir ağrı vardı. Çok kızdım kaybetmiş olduğum telefonuma. Şimdi onu arayıp iyi olup olmadığını sormak istiyordum. Ezbere bilmediğim numarası için ayrı küfür doluydum. Ben daha kendi telefon numarasını üç ayda ezberlemiş biriydim. Taehyung'unkini nasıl ezberleyebilirdim ki?

Ama elbette sarayın içi dedikodu kazanı olduğundan, duş alıp üzerimi giyinecek ve aşkını bekleyen o kişi olarak ortalıkta onu soracaktım. Elbette sorabileceğim, rahatlıkla en azından, bir tek Sangsu olduğundan onu bulmaya çalışacaktım.

Bir planımın olması beni harekete geçirdi. Ve bunları sırasıyla yaparken zaman kaybetmemek için özen gösterdim. Sabahın biraz erken saatleri de olsa, bu Taehyung'un halen neden gelmediğine dair önemli nedeni olmadığını göstermezdi. Başına bir şey geldiğinin korkusu dahi vardı yüreğimde. Çünkü üzerimde bir ağırlık vardı. Beni ağlattırmak isteyen bir ağırlık.

Bamya'ma kızdım. Yoksa sen mi yapıyorsun bunu diye. Onun yerine omegam bana kızdı. Ona öyle sesleniyorum diye. Hayır uzun zamandır piyasada yoktu ve bu çocuğu doğuracak olan bendim gelip şimdi bana ebeveynlik taslıyordu. Şaka şaka, bence sonunda ikimizde kafayı yedik. Son on dakikadır alfamız nerede diye birbirimizle komplo teorileri kuruyorduk.

Galip olan ben çıktığım için odadan da aynı galibiyetin merakıyla parmak uçlarımda hareket ediyordum. Sangsu'ya seslendim ama onun yerine başka biri bana baktı. İlk beni gördüğünde şaşırdı sonrasında tepkisini toplayarak bir arzumun olup olmadığını sordu. Vardı ama o bana bunu veremezdi. Yok dedim sadece.

Balkona çıktım bende. Terastaki koltuğa oturup Taehyung'un buraya doğru geldiği anda ona koşarak gidip sarılma gibi bir planım olduğundan, beklemeye koyuldum. Fakat oturmaktan kramp girmeye başlayınca yerimden kalkıp, balkonu boydan boya tavaf ederek gidip geldim. Eğilip kalkıyor, bahçede koşturarak gidip gelen saray çalışanların neden bu kadar garip davrandıklarını anlamaya çalışıyordum. Oysa bunlar hep oklava sırtındaymış gibi yürürlerdi.

Huzursuz olmaya devam etmek için bir sebep daha.

O uğursuz hissin büyümesi için bir sebep daha kendi belli etti. Kurdum, Jungkook korkuyorum, o geliyor... diyerek kuyruğunu sıkıştırarak en ücra bir yerde saklanmaya başladığında, buz kesildim. O sessiz küçük iniltileri, sadece orospu çocuğunun kokusunu almamla ve gözümü kapatmamla bana olup biten her şeyi hatırlamamda yardımcı oldu.

Üzerime baskın gelen karanlığı, ağzımın içinden damlayan köpürttüler, Taehyung'un canımı yakmaya devam eden can çekişleri. Sehun'un bundan duyduğu kıkırtıları. Parmak uçlarının soğuk esintisi mührümün izlerinde dolaşıyordu. Tırnaklarının o hissiz batmaları sıcaktı. Oraya bir şey sürüyordu ama ne olduğunu bilmiyordum. Çok keskin ve mide bulandırıcı kokuyordu. Kurdumun gözlerine bakıyordu, dönüşmüş gözleri. Beni tehdit ediyor ve canımı yakacağını söyleyerek ona doğru feromlarını dayatıyordu. Üzerime doğru eğildiğinde, zihnimdeki fısıltısı beni daha çok karanlığa itiyordu. "Ama hala sana dokunamayacak kadar seviyorum. Çünkü günün sonunda sende kendini bana ait bulacaksın."

Hatırladığım ve ona karşı haddi hesabı olmayan nefretimle arkamı döndüğümde, bana doğru nasılda sinsi sinsi yaklaştığını yakalamış oldum. Halbuki ona dönerek, "Senin ne işin var burada," derken ellerim titriyordu. Sanırım kendimi bu denli çaresiz durumda göstermemekte zorlanmamın sebebi halen içten içe ona ve onun artık tanımadığım yönünde gösterecek olduğu karanlık yönüydü. Artık bu bedenden bir tek ben değil, bebeğim de vardı.

Halbuki onun bir şekilde hayatımızdan siktir olup gideceğini sanmam fazlaca erdemli bir düşünceydi.

İşte erdem bulamadığım ve onun bu özenle taranmış saçlarıyla uyumlu duran siyah takım elbisesi, elleri ceplerinde dururken duran rahatlığı, ilk zamanlar için onu fazlasıyla havalı bulacağım bir görüntüyken şimdi midemin burkulmasına sebep oluyordu. Tüm bunların arasında elimi karnıma götürüp karnıma sarmamak için zorluyordum kendimi.

Eğer bunu anlarsa diye korkuyordum. Korkumun gizlendiği yüzümde ona tiksinerek bakarken, o sırıtarak etrafa bakıyor ve sonrasında bana baştan aşağı inceliyordu. "Yakında burası bana ait olacağı için, hatta çok yakın zamanda... belki bugün bile, şu saatlerde, kim bilir şu dakikalar içerisinde benim olmuştur." Diyor, tek kaşını kaldırıyordu. "Senin de bana ait olduğun yerde olduğunu öğrendiğimde bunu kendi gözlerimle görmeye geldim."

Delirmişti bu manyak. Arşa çıkmış egosundan dolayı zırvalıyordu. Ona acıyordum. Sahiden de benimle değil de elde edemediği her şey için aklını kaçırmıştı. "Ne saçmalıyorsun sen... ne içiyorsan arada bana da getir. Seni görünce kafamın ayık olması aklımla oynamama sebep oluyor" diyor, gülüyordum. Ancak o bu sözlerime kahkaha atarak karşılık verince sinirden gözlerimin önü buğulandı.

Açtım ağzımı avazım çıktığı kadar bağırdım ona. "Bana bak adi köpek, daha senin anandan emdiğin sütü burnundan getireceğim. Hazır buradayken, malum sen kaçırmayı insanların mührünü bozmayı seversin. Ama merak etme Taehyung bunun bedelini senin ait olduğun çöplüğe postalayarak gönderecek. Fakat benim senin için tercihim cenazenle gitmen."

"Ah evet," dedi, dudaklarını ısırdı. Bir çeşit büzüşüveriyordu bu it karşımda. "Bugün bir cenaze töreni olacak." Sonra adım adım bana yaklaşınca, gözüm her an bu lanet herifin bana yaklaştığı anda kafasına geçirebileceğim bir şeyi aramakla geçirdi. Hemen yanımdaki çiçek saksısı iş görürdü. Ama tam alacakken, "Kral öldü bundan bir saat önce. Muhtemelen bir iki saat sonra da vasiyetname okunacak, işte o zaman sende benim kafamı yaşarsın. Ama sende daha güzel olur. Sen her halinle çok güzelsin."

Şaşkınlıktan ve ne hissedeceğimi bilemedim o sırada.

Aklımı toparlamaya çalışıyor ve Taehyung'un şu anda nasıl acı çektiğini düşünerek kafayı yiyecek oluyordum. Kral ile sadece düğünde bir kez de bir yemekte karşı karşıya geldim. Kendisini pek tanımıyor olsam da o âşık olduğum adamın babasıydı. Ve ölmüştü, bu piçi de ardımızdan Kral yapmayacaktı değil mi? Öz oğluna yapamazdı bunu değil mi?

Ama Sehun'un pişkin duruşu o kadar sinir bozucuydu ki, yas bile tutamıyordum. Taehyung'un yanına gitmek istiyordum. Fakat ilk önce onun ağzına sıçmaktı niyetim.

"Senin gibi adi bir insanı kral yapacaklarını mı sanıyorsun sahiden de? Senin yerin hapishane. Ama o da olacak ve sende o tahtın hakkı olan Taehyung'un Kral olduğunu göreceksin. Ağlayarak günlüğüne yazarsın ya da deli bir orospu çocuğu olduğun için tımarhaneye yatarsın. Annende yakında yanında yer alır. Malum tüm bu bokların ardında o da var da."

Sözlerim onu sinir etmeye yetmişti bile. Üzerime doğru gelince elime aldığım hızlıca saksıyı her an ona atacağımı gösterircesine havaya kaldırdım. "Yemin ederim bunu kafanda kırarım. Zevkle de senin buradaki bahçeye gömerim. Eminim kimse de bana karşı gelmez," diye çemkirdiğimde, olduğu yerde kaldı.

Korktuğundan değildi kesinlikle. Çünkü ağzından çıkan sözlerden sonra amacı beni korkutmaktı. O kadar kendinden emin konuşmaya devam ediyordu ki, korkmamak elde değildi. "Sen öyle sanıyor olabilirsin, benim asla Kral olmayacağıma dair senaryolar kurmaya devam edebilirsin. Ama sana bu haberi yine ben ilk vereyim Jungkook. Eski güzel günlerimizin hatırına en azından. Vasiyetnameyi bizzat kendi ellerimle hazırladım, Krala okutup imzalatarak avukatına verdim. Şimdi ne düşünüyorsun bu konuda?"

Sırıtışı büyüdü. Gözümün önünde bir şeytan vardı ve ben nefes alamıyormuşum gibi hissettim. Ayaklarım buz kesmişti, "Hatta orada senin benimle evleneceğine dair bir yasa bile var. Çünkü sen benim hakkımsın, bunu biliyorsun zaten. Kralın son dakikalarını bana karşı göstermiş olduğu vefa borcunu asla ödeyemeyeceğim sanırım," dedi ve sahtekarca üzgünmüş gibi dudaklarını büzdü.

Böyle bir şey mümkün müydü? Kısa süreliğine inanarak, "Ne," dedim ama bu halen inandığım bir şey değildi. Bir babanın evladına yapacağı kötülüğün bu kadar büyük olacağını sanmıyordum. Saçmaydı.

Ve Sehun ona inanmadığımı anlayarak, "Seni neden orada öylece bıraktım sanıyorsun?" deyince kaşlarımı çattım. Aklımı en çok kurcalayan soruyu şimdi bana soruyor ve cevabını iştahı kabarmış bir akbaba gibi cevaplıyordu. "Taehyung'un bizim düğünümüzü görmesini istiyordum, çünkü sen uzun zamandır aklımda olan ve planladığım tek şeysin Jungkook."

"Siktir sen kafayı yemişsin," diyerek sinirden gülmeye başladım. Ama sonra benim havaya uçuşan saçlarım, hedefi doğru tutturmak için çaba harcadığım saksıyı onun tam olarak şeyine doğru uçarken, "Senin ağzına sıçacağım," diye bağırıyordum. Ve önüme ne geldiyse onun kafasına atmaya çalışıyordum. Buna masanın üzerinde duran antika sürahi ve bardakları da dahildi.

Bir yerleri çizilse veya geberse çok da sorun değildi.

Ama bu herif arsız bir şekilde, kendini hem darbelerden korumaya çalışıyor hem de car car konuşuyordu. "Müstakbel eşine böyle davranmamalısın, ilerde seni bundan dolayı pişman ederim."

Sabır... sabır... sabır...

"Lan sen kafayı mı yedin, bu neyin cesareti yavşak?" diye sinir krizine giriyor ve içimdeki iniltili kıyametler kopuyordu. "Kral olacağını mı sanıyorsun? Kimse buna izin vermez. Hakkın yok. Benim üzerimde de."

Ama sonra aklımı tuzla buz eden ve imkânsız gördüğüm şeyleri imkânı olacakmışçasına imkân dolu kılacak o zehir dolu sözler çıktı. Sanki canına okumamışım gibi, egosu ve kozuyla beni mahvetmişti. Sanki ona fırlattığım her şey onun sözcükleriyle üzerime doğru bir yük bindiriyordu. "Ondan bu kadar emin olma. Eminim Taehyung, abisi olduğumu öğrendiğinde Kral olması gereken kişinin ben olduğumu zaten anlamış olacak."

Saray değil, kerhane mübarek.

"Ne?" diyerek üzerimdeki ağırlığı atmaya çalıştım. Ama o gamsız it çalan telefonunu eline alarak sırıtarak bakıyor, bana göz kırpıyordu. Oysa ben ağlamak üzereydim. "Bekle Jungkook... sadece benim olacağın günü bekle." Diyerek uzaklaşıyordu, ama sesi keyifle ötüyordu. Annesi aramıştı belli ki.

Peki benim en çok aramak istediğim kişi neredeydi? Ben neden tüm bu saçmalıkları yaşamak üzereydim.

Aklımı kaybetmiştim. Çünkü bu durumun mümkün olabilme ihtimali yüzünden. Yalın ayakmışım gibi, kendimi bu zehirli sarayın duvarlarından dışarıya atmak istiyordum. Benim tek güvenli yerim ise, Taehyung'un yanıydı. O gelene kadar, o bana gerçeği söyleyene kadar tüm bunların doğru olmadığını düşünecektim.

Ama insan sadece düşünüyor ve bunu eyleme geçirmekte güçlük çekiyordu.

Keza Sangsu koşarak, "Kralımız," diyor ve ben ona susması için elimi kaldırıyordum. Çünkü birazdan bayılacakmışım gibi hissediyordum. Yetişemediğim ruh hallerimden ötürü ise midem ağzıma geldi. Zaten daha bu düşünceye kapılmadan Sangsu'nun kollarında yığılmıştım.

Ama uyandığım kollar Taehyung'a aitti.

 

....

Sizce ne olacak? Bana ne kadar güveniyorsunuz.

Diğer bölüm görüşürüz.

Ben Nicotesy, gözünüzü seveyim Taehyung'a stream kasın.

Bölüm : 25.10.2024 12:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...