45. Bölüm

45. Bölüm

feu
nicotesy

Selammm ballar, kimler bekledi bu bölümü bakalım??

 

 

...

"Ölülerin uykusu bile daha hafiftir omurgamı ezen bu yükten; demek hâlâ kurumamış anıların sıvası demek ertelenmiş sıkıntının sularındayız sıkıntının sağlam köklü sularındayız."

...

Bölüm 45: Bana ellerini ver, söz veriyorum seni sonsuz zamanın içinde de seveceğim.

Yazarın Ağzından

Her şey çok iyiydi.

Görünür öyleydi en azından dışarıdan. Taehyung derin bir karanlığın içinde sabahı ediyorken, bedeninde kol gezen ağırlık duysa da bazı şeyleri uyanmasına izin vermemişti. Jungkook'un yanaklarına olan dokunuşunu hissediyordu ama onunla uyudukları o yataktan kaldıramıyordu kafasını. Çok zorladı kendisini, yüreği derin bir yırtık almışçasına kendisinden uzaklaşan küçüğüne doğru uzanırken, yüzünde sersem bir ifade vardı. Onu endişelendirmek istemiyordu. Endişesi onu daha da mahvettiğindendir belki de.

Ardından omegasının o kokusu, kendisini iyi hissetmesini sağladı her anlamda.

O yanaklarının kırmızılığı sanki vücudunda gezinen kan görevi görüyordu. Nefes alırcasına solurken onun dudaklarını, kesinlikle bu kurdunu ve kendisini fena halde sakinleştiriyordu. Ruhunda bir kırık varsa da ona dokundukça, okşanmış yüreğine bir bakış kazanınca anlam buluyor ve kemiklerinin içten içe kırmaya başlayan zorlukla zor nefes alıyordu.

Bunu pasta yapımında baş başa kaldığında, zorlanmaya başladığında anladı.

Neden böyle olmaya başladığını anlayamıyordu? Kurdu neden sürekli baskı yapıyordu. Onunla zihninde bir kavga ediyor, karşılığında zayıflıyor ve vücudu karıncalanıyordu. Bu sabırsız tavrını, Jungkook'u mühürlemek istediğinden ancak buna şimdilik kendisi izin vermediğinden mi oluyor diye düşünüyordu en son. Buraya geldiğinin ertesi günü başkan aramasaydı, daha küçüğünün tenine dokunduğunda çırılçıplakken kesinlikle o dişlerini boynuna saplardı ve sonsuza denk bozulmayacak bu bağı oyla kendisi arasında gerçek kılardı.

Ancak bu büyük bir sorumluluk isterdi.

Nitekim, uzun bir döneme girecekti. Jungkook'u bir aydan fazla süre göremeyebilirdi ve işler tehlikeliydi. Ülkeler arası politika duruşu durmaksızın değişiyordu ve hızlı alınan kararla, elçilikte korunmalı bir halde dursa bile tehlikedeydi. Artık sadece kurtların kast sistemi için silahlar değil, duyularını da köreltmek için teknolojiler ilerliyordu. Kurtboğan sadece bunu yasadışı görünen adıydı.

Şimdi tüm bunları bilirken, ardında bırakacağı eşinin herhangi bir yarasıyla bile burada kendisini beklerken acı çekmesini istemiyordu. Oradayken kendisinden haber alamayacaktı ve bu yaşadıklarını hissederse, kan revan içinde yataklara düşmesini istemiyordu. Kendi yüreğinde şimdiden bile bir hasret baş göstermişti. Öylece yüzünde un kalıntıları varken, üst katta olan aşkını düşünürken yüreği sızlıyordu.

Bilmiyordu da ruhundan bir parça olduğunu... Efsanelerin alıntılarını yaşadıklarını. Keza ilk kez aralarında bir cinsellik yaşanmış, bunun beraberinde açığa çıkan duygular çok fazlaydı. Nadir oluşundan ve Taehyung'un bir Delta olmasından ötürü kimse bilmezdi bunu. Çünkü ruh eşleri sanıldığının aksine bir ufak temasla çiçekler açan ve kaderleri birbirine geçen yoldan ibaret değildi.

Ruhları ayrık olan bedenler, bedenen bütün olduklarında keşfedilirdi bu.

Bu neredeyse bir mucizeydi. Sık rastlanılmazdı. Bu nedenle efsane olarak anılırdı. Taehyung ise bu durumu çok sonra keşfedecekti, tıpkı Jungkook gibi. Kasıklarının üzerinde hafifçe oluşmaya başlayan yıldızlarla yavaş yavaş çözecek ve ruhları gibi, kavuşmuş olmanın cilvesiydi bu gam dolu başlangıç hikayeleri.

Bu ağır kaslarıyla tezgâha ellerini yasladığında, geçici süre önünün karardığını ve duyularının çok açık olduklarını hissetti. Tehlike anında büzüşmeye başlayan elleri titrerken pişmeye bıraktığı keke sürecek olduğu malzemelerin zıttı yönünde ilerleyip, Bayan Geong'dan aldığı kahveyi suyla karıştırıp hızlıca içti. Evden ayrılmadan öncesinde istediği ilaçların hepsini kahveye karıştırdığını söylediğinde, bu kendisini aciz gösteren el titremeleri için bile olsa almıştı yanına. Şimdi ise kahvaltı da Jungkook'un hazırladığını içmiş ve bir kez daha sakinleşeceğini umduğu şekilde, ilaç yerine kendisini daha da mahvedecek son zehrin kırıntılılarının da boğazından akıp gitmesini sağlıyordu.

Aynı zamanda kendi ilaçları da vardı içinde ve bu psikolojik olarak da onu kısa süre rahatlatmıştı.

Sonra derin bir nefes aldı ve verdi. Bugünü, sonunda yüreğinde hayatı boyunca yaşamadığı şu güzel anlarına vererek kendisini büyülemek istediği küçüğünün pastasıyla uğraşmaya adadı. Bu konuda el becerisi olduğunu küçük yaşta anlamıştı. Halasının ona kattığı tek iyi özellik çocuk yaşta ceza olsun diye yolladığı mutfak olmuş olabilirdi. Hizmetlilere yardım etmek zorundayken bunu kendisi içinde güzel bir uğraş olarak görmüş ve el becerisi kazanmıştı. Tabi yine de yıllardır hiç mutfağa girip özenle bir şeyler hazırlamış değildi.

Elinde özenlice bitirdiği pastasına bakarken tek eksik olan mumu da Choi az önce içeriye girmeden pencereden uzatmıştı. Adam halen bundan iki gün önce ödünü koparan Delta'nın kendisi değilmiş şimdi kendisine göz kırparak baktığı arkadaşına ürpererek baktı. Aşk böyle bir şeydi, zamanında Jennie karşı bu duyguları taşırken de öyleydi. Şu an kızın kendisine olan bir ilgisini yakalasa külleriyle ovuşturduğu kalbini açmaya hazırdı. Ama, arada zamanında Delta'dan fena dayak yediğinden bu konuda hayal etmeye bile cesaret edemiyordu açıkçası.

Taehyung mumu yakmaya çalışıyordu çünkü parmakları aşırı nemlenmiş gibi bir türlü sert gücünü bulamıyor, gözlerinin önü buğulanır gibi oluyordu. Sonunda yaktığında, başarmış bir insanın zaferi vardı. Kokusu burnuna kadar dolan Jungkook'un olduğu yere bakarken, yüzünde saf bir gülüş ortaya çıktı. Hayatında ilk kez birinin doğum günü kutluyordu. Bu ufak heyecanından ötürü kalbi çarptı.

Çarptı... çarpıntı büyüdü. Tüm bedenini sarmaya başladığında, gülüşünü acemi bir zorlukla toparlamaya çalıştı. Fakat nafile, sanki beyni haşlanıyordu. Vücut ısısı çok yüksekti ve kurdunun tehlikede olduğunu hissettiği anda ortaya çıkan parlak kırmızı gözleri, tıpkı basınçtan dolayı burnundan akan kanın kırmızılığı kadar doygun bir hale geldi.

Sonrasında dengesini bulamadığı muhakkak bir karanlık.

İlaç ve zehir.

İki karışım onun vücudunu tüketmişti. Üst üste ve uzun bir zaman süre. Şu anda küçüğünün gözlerindeki dehşeti seçiyor olmasına rağmen yığıldığında, son hatırasında olan şeyler çığlıktı. Oysa gözleri dolarak kapanmıştı Taehyung'un. Hayatında ilk kez bu kadar çok sevdiği birine armağan edeceği şeyin yerde öylece bir çöpe dönüşmesinin kırgınlığını yaşıyordu. Kendisini yenilmiş ve bitmiş hissediyordu. Hem de her şeye karşı.

(Jungkook ile acılarımızı göğüslemeye devam)

Çaresizlik... Benim sanki hayat boyunca sahipleneceğim tek mutlak kelime buymuş gibi.

Düşmüş dizlerimin hangi yarasından sakınarak tutmaya çalışıyordum, bilmiyordum. Hangi telinden tutarak adını sayıklıyordum, bilmiyordum. Ben yine bilmiyordum, göz yaşlarımla kanının öptüğüm bu dudaklarına bu şekil leke kalmış olmasının canımı bu denli yakıyor olmasını. İmdatlar diye bağırıyordum. Biri duymalı diye. Kapıda o kişilerden çok vardı. Biri gelecekti. Gitmem gerekirken, daha az öncesinde sıcak avuçlarına avuç edindiğim ellerimi onun ellerinden çekemeyerek sesleniyordum. Sıcaklığı tenimi yakmıştı bu sabah, şimdi ise soğukluğu ile titriyordum.

Belki olur da sabahki gibi kısılıp duran gözleri açılır ve hiçbir şey olmamış gibi devam ederiz biz diye umut ettiklerim teker teker ben umut ettikçe solup gidiyordu.

Birileri benim şu avazı çıkmış kadar haykırmış olmalarımı duymuş olacak ki kapı açıldı. Gözlerim orada değildi. Gözlerim gözleri açılsın ve bana baksın diye direndiğim adamın üzerindeydi. Başımın üzerinde hissettiğim, sonrasında telaşla elimden çekmeye çalıştıkları Taehyung'u cesaret ederek veremiyordum kendisine.

"Ne oldu burada," diye soran adamın telaşıyla göz yaşlarımı silmeye çalışıyordum. Çünkü böyle yaparak ben sadece onu kaybediyormuşum gibi hissediyordum. Taehyung'un bileğindeki nabzını hissetmeye çalışan Choi'ye muhtaç gözlerle bakıyordum. "Bir anda, bir anda yere yığıldı." Dehşetle kıstırılmış sesimi toparlayamıyordum. "Ayaktaydı, bana pasta hazırlamıştı." Dedim ve kalbim bunu diyerek daha çok ikiye ayrıldı. Gülüşü asılı kalmış dudaklarının nasılda üşüyerek solduklarına şahit olduğum o anı dönüp duruyordu zihnimde. "Burnu kanadı ve şimdi," dediğimde yine ağlama krizine girdim. "Çok korkuyorum... Ona bir şey olmadı değil mi?"

"Sakinleşin lütfen," diyerek beni teskin ederken, eliyle telefonla uğraşıyordu. Anlamadığımdan, "Onu hastaneye götürmemiz gerekiyor, neyi bekliyoruz?" diye sordum Taehyung'un elini sıkıca tutmaya başladım. Beni hissederse, iyi olur sanıyordum.

"Seokjin Bey'i aramam gerekiyor. Kimseye güvenerek Taehyung'u teslim edemem. Kendisi de bunu istemez. Kendine geldiğinde bile ilk işi beni öldürmek olur."

"O zaman çabuk ara," diye bağırırken buldum kendimi. Sinirlerim bozulmuştu. O burada belki ölüyordu ve biz onu kurtarmamız gerekiyorken bununla çok vakit kaybediyorduk. En azından o sandığımdan daha hızlı şekilde telefonunu kulağına yaslıyor ve "Açmasını bekliyorum, bir dakika," diyerek benim korkudan sararmış yüzümü renk veriyordu, sakinleştirici bir üslupla.

"Bay Kim," diyerek acele ile konuşacakken kaşlarını çattı ve yumruklarını sıkıyordu. Sadece on saniye dinlemiş ve konuşmada belli ki öne atılmıştı. "İlk önce beni dinleyin, cidden durumu çok kötü." Diyordu sesini yükselterek.

"Ne oluyor," diyerek bana bakması için seslendim. Telefondan uzaklaştı. "Yardım etmeyeceğini söylüyor," dediği anda kan beynime sıçradı. Oysa o benim tanıdığım en iyi insanlardan biriydi. Choi'yi umursamadan elindeki telefonu çekiştirip kendi kulağıma yasladım.

"Hyung... lütfen ona yardım et." Diye ağlayarak konuşuyordum. "O çok kötü. Yerde öylece yatıyor. Bir şeyler yapılması lazım. Sana yalvarıyorum," dediğimde, sıkıntıyla nefes alıp verdi. "Tamam daha fazla ağlama," diyerek beni rahatlatacak şekilde konuşuyordu. Ama ona güvendiğimden, onun yanına gidersek Taehyung'un iyi olacağını da biliyordum. "Bunu onun için değil, senin için yapacağım. Hemen getirin onu buraya ve sen de bana neler olduğunu anlat, neyle karşı karşıya kaldığımızı bilelim."

Acele ile onu onayladım ve ayağa fırladım.

Ondan sonrası benim için çok hızlı olduğu kadar yavaştı. Zamanın parmak uçlarıma teğet geçecek kadar yavaş akıp gidiyordu.

Arabanın arka koltuğunda, dizlerimde duran başına yaslıyordum elimi, saçlarını okşuyordum durmadan. Böyle olmamalıydı, böyle olmamalıydı diye ağlamaya devam ediyordum. Onun hareketsizce böylece ağzı yüzü kan olmuş halde durması canımı yakıyordu. Durmaksızın kendimi metanetli olmaya davet ettim. Fakat sonsuz bir zamanın acısı varken tüm yüreğimde, bununla nasıl baş edebilirdim ki?

Bu görüntüyü ondan almak istercesine, "Islak mendil var mı?" diye sordum. Bu garip davranışımı bile sorgulamadılar. Choi, "Şurada," diyerek yanındaki adama torpido gözünü işaret etti. Bana uzatılan ıslak mendili alarak, Taehyung'un yüzünü nazikçe temizledim.

"Sana hiç yakışmıyor kan ama sen inatla bunu üzerinde taşımaya devam ediyorsun." Diyerek sessizce kızıyordum, onun bu kadar sessiz durmasından nem kaparcasına. "Uyanacaksın ve ben, bana verdiğin bu sözü tutmadın diye seni cezalandıracağım."

Bu onunla yan yana olduğum sayılı diyaloglarımdan biri oldu.

Ardından hastanedeydik.

Onun girdiği acil müdahale odasının kapısında gezinip duruyor ve elim yüreğimde yaslı beklerken, her şeyin iyi olması için dua ediyordum. İnsanların bana vah vah ederek bakıyor olmalarını umursayamıyordum. Tek düşünebildiğim, seviyor olduğuma emin olduğum o adamın yine her şeye rağmen o odadan sağ salim çıkacağını görmekti. O çatık kaşlarıyla bana bakması bile umurumda olmazdı. Yeter ki beni yine çaresizce canının peşinden koşturmasın istiyordum.

Çünkü onun hayatımda olmayacağının düşüncesi nefesimi kesiyordu.

Ya sandığımdan daha vahimse diye ödüm kopuyordu. Nefes alıyor olmak, yaşamak değildi nasıl olsa.

Bitap düşmüş bedenimi düz duvara yasladım. Choi'de en az benim kadar gergin duruyordu. Tek fark benim gibi durmadan ağlayarak sarsıldığını çok belli etmiyordu. Ama yüzünden okunan endişesiyle, onu önemsediğini görmek iyiydi. Taehyung'un en azından az da olsa çevresinde onu önemseyen birileri vardı demek oluyordu bu.

Seokjin yanındaki bir diğer kadın doktorla çıktığında, ilk olarak benim yanıma doğru geldi. Aynı anda kasılmış bacaklarım, onun vereceği tepkiler karşısında korkunç senaryolar üretmeye devam ediyordu.

"Endişelenme," dedi usturuplu bir sesle. Ama bu sesi beni daha çok gerdi. Çünkü yüzündeki huzursuz ifadeyi saklayamıyordu bile. Alnı karışıyor ve bir hasta yakınıymışım gibi bana açıklama yapmaya çalışıyordu. "Tüm testlerini bizzat kendim yaptım. Tepkileri zehirlenmiş birinin hareketlerini gösteriyor ama kanı tertemiz."

Bu cümleleri anlayamamıştım bile. Bu ne demekti tam olarak?

"Anlayamıyorum..." diyerek artık ağrıdan sızlayan göz kapaklarıma ellerimi bastırdım. Bunu yapmamla, aklımı çelen kırmızı gözleri geldi gözümün önüne. "Kurdu ile mi alakalı acaba?" dedim, başka bir şey düşünemiyordum. Eğer insan formunda bir sıkıntı yoksa o zaman onu bu hale düşüren, baskılamaya çalışan kurdunun ona acımasız görünen davranışları olabilir mi? Ama onunla anlaşıyor olmalıydı. Bu sadece fiziksel acı bile değildi. Bu neredeyse onun bilincinin yitirmesi ile alakalıydı.

Seokjin hyung kullandığım sözlerden ötürü gözlerini kısmış ve düşünceleri bunu birkaç saniye irdeleyerek kaşlarının bununla çatılı olmasını sağlamıştı. "Neden öyle düşünüyorsun?" diye sorgularcasına sorduğunda, hemen beni bu düşünceye iten etmeni bir çırpıda söyledim. "Bilmiyorum, sabah uyandığında ve bayılmadan önce de gözleri kırmızıydı."

"Peki son zamanlarda ilgini çeken farklı şeyler yaşandı mı?"

"Elleri..." dedim ve derin bir nefes aldım. "Elleri çok titriyordu. Bunu ilaçlardan dolayı olduğunu söylemişti bana sorduğumda."

"Kullandığı şu ilaçlar mı?" dedi, bildiğini belli ederken. Kafamı sallayarak onayladım onu. "Sanırım aynı şeylerden bahsediyoruz hyung."

Ama bu durumdan rahatsızdı. "Böyle bir durum daha öncesinde hiç olmadı. Böyle tepki verseydi yıllardır onun olası sağlık sorunlarıyla ben ilgilendiğim için bilirdim veya mutlaka fark ederdim." Diye konuştuğunda, açıklanamayan bu durum karşısında ne düşüneceğimi veya neye yorumlamam gerektiğini kestiremiyordum bile.

"Bilmiyorum hyung... Zehirlenmiş diyorsun, aklım almıyor." Dedim ve bu durum sinirlerimi yıprattı. Akmak isteyen gözlerimi tavana kaldırarak az da olsa sakinleşmeye çalıştım. "Onunla aynı şeyleri yiyip içiyoruz biz. Yani genellikle öyle ve ben, ne diyeceğimi bilmiyorum. O iyi olmayacak mı?"

Kolumdan tuttu ve kendisine bakmam için bekledi. Yumuşak ifadeleri bana iyi geliyordu. Güvenli bir yüzü vardı ve onu bir ağabey olarak görüyordum. "Benim elimden bu zamana kadar ölen kimse olmadı. Merak etme içerideki o hıyarla yarım kalan bir kavgamız var ve ben onu her şekilde yaşatacağım." Sonlara doğru gülümsediğinde, aynı kırgın gülümseme benim yüzümde de vardı.

Sonrasında tek kaşı kalktı. Belli ki beni sakinleştirmek için konuşurken bile aklında sürekli olarak bu duruma karşı bir çözüm arayışındaydı. Bulmuşçasına, "Bekle, aklımda bir şey var. Hemşireyi çağıracağım," diyerek kollarını üzerimden çekti ve acelesi varmış gibi hızlı hareket etmeye başladı. Odaya tekrar girecekken, durdu ve bana baktı. "Sen burada kal. Ne olur ne olmaz. Kendine gelme ihtimali de var ve eminim sen ona iyi geleceksindir."

Bu sözü neye göre söyledi bilmiyorum ama, sanırım ya boynumdaki morluklardan anlaşıyor olduğumuza emindi ya da halen buram buram Taehyung'un kokusunu taşıyor olduğumdan. Normalde bununla utancımdan asla yüzüne bakamayacakken, sadece Taehyung'un iyi olmasından başka bir şey düşünemediğimden, "Yeter ki kendine gelsin," diyerek onu olduğum yerde yine dakikalar boyunca bekledim.

Bu sırada beni bir sandalyeye oturmaya ikna eden Choi ile garip bir ortama sahiptik. Bana su ve kahve getirdi. Pek sevmesem de kahve gördüğümde bana Taehyung'u hatırlattığından daha çok ağlamak istedim. Ve içemeyeceğimi söyleyerek yan tarafıma koydum, anlayışla alıp onu çöpe attı.

Sadece Seokjin tekrar gelmesini ve iyi şeyler söylemesine ihtiyacım vardı. Tıpkı o uyandı gibisinden.

Ama onun yerine bir şeyler bulmuş biri olarak yanıma geldi. Hemen karşısına dikildim. Şimdi daha yorgun bir yüze sahipti. Konuşurken boğuk çıkan sesi de buna şahitti. Sahi havanın kararmasından epey bir zaman geçmişti ve saat hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

"Tahmin ettiğim gibi olmuş." Diyerek söze girdi. "Eğer şüphelenip bu testi yapmasaydım bunu anlayamazdım." Sinirle konuşmaya devam etti. Her an birini azarlayacakmış gibi davranıyordu. "Bunu ona kim yaptı ve her kim ise bunu ona düzenli olarak nasıl verebildi, anlamış değilim? Taehyung çok dikkat ederdi normalde böyle şeylere."

Onun kendi içinde kurduğu bu söylemleri anlayamıyordum.

"Biraz daha açıklayıcı konuşur musun?" diyerek, anlamak için bakıyordum ona.

Karşısında duran beni gözleri yoklamış ve sonunda benim az da olsa anlayacağım birkaç cümle ifade edebilmişti. "Ben karaciğerdeki toksik değerlerini ölçtürdüm. Ve çok yüksekti. Bu da onu daha huysuz ve daha aksi biri yapmış olmalı. Sanki, onu delirtmeye çalışmışlar gibi."

Sözlerinin altında onun son zamanlarını düşünüyordum. Halası ile olduğu günü saymazsak, sakindi. Özellikle onunla yaşadığım bir gün ise bambaşka bir adamdı. Aşıktı, hayat doluydu, uslanmazdı. Özellikle o gülüşleri... Bunlar nasıl da olurdu bir deli insan halleri.

"Ama o iyiydi." Dedim, bunun doğru olmadığını düşünerek.

"Değildi." Diyerek bana karşı gelmeye devam etti. Sonrasında söyledikleriyle gözüm halen bedenini benim görüşümden kısıtlayan kapıya doğru gitti. İçim çok acıyordu. Onun bana karşı göstermiş olduğu aşkın savaşının altında eziliyordum. "Muhtemelen sana karşı iyi olmaya zorlamış kendisini. Bu da patlama noktası olmuş olabilir. Kurdu, bedenine tamamen hükmetmeye çalışıyordur bu olaylar yaşandığında. Beyninin kontrol etme yerindeki gri hücre sayısı azalmış. Bu zehir eğer birden verilmiş olsaydı, ani karaciğer yetmezliğinden ölürdü."

Kalbim durma noktasına geldi. Nefesim kesildi.

"Ama amaç onu öldürmek değildi. Ölüden farkı olmayan bir kimlik edinmesini sağlamaktı." Dedi emin bir şekilde konuşuyor ve ben kafamı duvarlara sürterek bu yaşanan olayların içinde hiç olmamışçasına kaybolmak istiyordum. Çünkü söylediği şeylerin ağırlığı çok acımasızca ve adiceydi. "Amaç onun tamamen bir Delta formunda kalmasını sağlamaktı. Böylece canice öldürülecekti. Çünkü Taehyung olmayacaktı içinde. Sadece herkesi öldürmeyi isteyen bir katil kurt kalacaktı."

Nefesimi bulmak adına göğsümü hafifçe yumrukladım. Ama boğazımdaki o birikmiş yumru inemiyordu aşağıya. "Bu çok, çok acımasızca." Diyordum, ona bunu yapanı ölmesini istiyordum. Bunu yapabilen kişi saf kötülükten başka ne olabilirdi ki? "Bu kötülüğü ona kim yapmak ister ki?" diyerek, sanki bana o anda isim verebilecekmiş gibi görünen hyunga bakıyordum.

Ama o benden daha bilgiliydi. Ben yeni öğreniyor olduğum onun dünyasında, o her şeyi çok iyi biliyordu.

"Onun çevresinde güveneceği kimse yok Jungkook. Herkes onun gücünü ve konumunu kıskanıyor. Bunu korumaya çalışırken neler oluyor, hiç bilmiyorsun. Artık ayrılmasını istiyorum bu işlerden. Ama ayrılsa bile devletin onu kolay kolay bırakacağını sanmıyorum."

"Onu zehirleyen şeyi veya kişiyi bulmalıyız hyung." Diye söze atıldım. Aklım bana tehlikeli çanlarını çalıyordu. "O iyileşse bile, kendine gelse bile biz farkında olmadan onun zehirlenmesine ve mahvolmasına şahit olacağız."

"Haklısın bu konuda. Düşün..." dedi ve sözleri kullandıkça aklıma bir şeyler getirmeye çalışıyordum. "Bu sadece dışarda almış olacağı bir şey değil. Evinde de güveneceği biri yok. Malum erkek kardeşleri boktan heriflerin teki. Yediği veya içtiği bir şeylere de karıştırıyor olabilir."

Sanki tehlikeli olanı gözümle görebilecekmişim gibi etrafıma baktım. O sırada Choi'nin bizi biraz uzaktan izlese bile dinlediğini fark ettim. Sonrasında gözüm onun çaprazında duran çöp kovasına yönlendi. Cevap o zaman yüreğime bir binek gibi oturup kalmıştı.

"Kahvesi..." dedim, zihnimde bu kelime yankılanıyordu. Sesli söyleyip söylemediğimden bile emin değildim. "Ne?" diyerek duymaya çalışan hyunguma tüm gözlerimin aydınlığı ile baktım. Sanki yakalanması gereken bir zanlıyı yakalayacakmışım gibi hezeyan doluydu sesim. "Kahve hyung. Taehyung düzenli olarak içtiği tek şey o. İçinde sakinleştiricisi var. Ondan kaynaklı olabilir mi?"

"Hemen incelememiz lazım." Dedi ve dişlerini sıkıp bıraktı. "Birini eve yollatalım ve aldırtalım. Ama kimse bunu da fark etmemeli."

"Eve." Diye düşündüm. Ama buna gerek yoktu. Bunu da hemen belirttim. Bu konu hakkında daha fazla zaman kaybetmeyi istemiyordum. "Eve gitmelerine gerek yok. Bay Choi güvenilir biri gibi duruyor. Kaldığımız evde daha bu sabah yaptım ona. Halen orada. Ondan isteyelim."

Bu fikre sıcak baktı ve hemen arkamızda duran Choi'yi kendisine doğru çağırarak, istediği şeyi bir çırpıda söyledi. Bunun önemli olduğunu söylemesine gerek bile yoktu. Resmen koşarak bizden uzaklaştı ve Seokjin hyung, Taehyung'u yoğun bakım ünitesine alacağını söyledi. Onu görmeme şu anlık izin vermiyordu ancak uzaktan izleyecek olmak bile kafiydi. Gözlerim saatlerdir onu görmüyordu. Oysa ben ne kadar zamandır uzun uzun bakıyordum ki şimdi bin yıllık bir hasretlikle, onun beyaz çarşafların arasında duran kavruk tenine yana yakıla bakıyordum.

Uyanmasını ve ona sarılmayı... Bu istek değildi, bir ihtiyaçtı benim için.

Ama o kadar yorgun düşmeye başlamıştım ki, kafamı cama yaslayıp ona bakarak gözlerimi zorla açıp kapatıyordum. Belki Seokjin hyung yanıma gelmeseydi, orda ayakta uyuklamaya başlayacaktım.

Çünkü tam olarak yanıma geldiğinde, benim şu anki halime nazaran çok güçlü bir ses vardı. "Haklıymışsın Jungkook. Bunun içindeki zehirden başka bir şey değil, içinde bir sürü kristaller ve maddeler bulduk."

Onun güç bulduğu sesle değil, kendi dehşetimle ben sıçradım yerimde.

Ne demek, o içtiği bu kahvede zehir vardı. Tüm bedenim bir rüzgâra karşı savaş veriyormuş gibi bedenim bir ileri bir geri savrulacak gibi oldu. "Ve ben, ona kendi ellerimle yapıp verdim." Çatallaşan sesim, bedenimin yere çökmesine sebep oldu. Yüreğimde ve aklımda bir tutulma vardı. Aydınlansın diye yüzüne baktığım adamın kararmasına sebep olan ben olduğumdan. Pelesenk olmuş dilimden sıyrılan, üst üste firar eden şeyler kendimde bulduğum suçumdu. Oysa biliyor olmalıydım. Ama o kadar akılsızdım ki ön göremedim. Devamı olacak olan bu kötülüğü ben bilemedim. "Onun bu halde olmasına sebep oldum."

"Kendini suçlama sakın. Bunu nerden bilebilirsin ki?" diyerek beni kaldırmaya çalıştı yerimden. Ama kaldırdığında, kendime olan öfkemle eş değerdi bunu yapana olan duyduğum öfke. Gözlerim kan çanağı gibi olsa da o adamın şerefsizce olduğu yerden sırıtan halini unutamıyordum. "Ama bunu ona kim yaptı çok iyi biliyorum," diyordum omuzlarım sarsıla sarsıla.

"Kim?" diye sorduğunda, yüzüne açık açık bakarak verdim bu ismi. "Namjoon."

Şaşırmamıştı bile. Küfrederken bile, belliydi o kıskanç götün böyle bir şey yapacağı gibisinden küfrediyordu. İçim alev alevdi ve ben şimdi yüreğimi yakan bu acıyla, öfke ve kin kusuyordum. O adamı kendi ellerimle yok etmek istiyordum. Biliyordum, böyle insanların yaşamaya hakkı olmamalı. O bir tek abisinin değil, herkesin canını çok fena yaktı.

Bu can yakıcı olan isimlerden birisi de bize doğru geliyordu.

Yoongi bize doğru geliyordu.

Neden, niçin ve artık ne demeli bir insan bile diyemiyordum. Sadece artık bulanmış olan bu suyun kolay kolay durulamayacağını çok iyi biliyordum ben.

 

 

Bölümün sonu.

-hadi biraz gerçekleri hortlatalım ve birilerinin ağzına sıçalım...

Namjoon'a bir ölüm sahnesi bulun, nasıl tatmin olursunuz kestiremiyorum da.

Ben Nicotesy, son beş bölüm.

Bölüm : 11.09.2024 13:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...