28. Bölüm

24| Dide

Nathalie Pall
nathaliepall

 

 


Hepiniz hoş geldiniz, yenidenn!

Nasılsınız? Umarım iyisinizdir, umarım her şey yolundadır, umarım keyfinizi biraz daha yerine getirebilecek bir bölüm okutabilirim size.

Oylarınızı ve satır aralarında yorumlarınızı bekliyorum. Her zamanki gibi yazım yanlışlarım olursa diye affınıza sığınıyorum.

Keyifli okumalar diliyorum, umarım beğenirsiniz.

***

***


***

"Sen kendini seçtiğin zaman,
etrafındaki her şey de seni seçer."

***

 

Bir şeyin günü olmak... Sana ait, ya da senin sayende bir gün olmak... Babalar günü işin sonunda evlada ihtiyaç duyuyor. Kutlamak da aradaki o hoş bağı, ince ama kuvvetli o kırmızı ipi gerektiriyor.

Her evladı olan da baba olmuyor. Büyük işçilik gerektiriyor. Anne olmak, baba olmak, bir tecrübesiz bebeğe yol gösterip kendin kadar yapmak... Hayat hakkında senin kadar çok şey görmemiş, bilgisi olmayan yerlerde bir kılavuz arayan evlada doğru kitap olmak zor iş. İlmek ilmek işlemek, duygularında yanında olmak, 'en mutlu anın ne' diye sorduklarında içinden geçirdiği belki de onlarca anının içinde en az bir kez var olmak zor ama zorunlu.

İşte o gün geldiğinde de ayrı güzel oluyor. Bir minik cümle yeri göğü inletiyor.

'Babalar günün kutlu olsun baba!'

Baba olmak için can atanların unutmadığı, beklediği o gün.

Cezaevi kalabalıktı. İçeride suçlu suçsuz, baba olan olmayan herkes yanında bir baba görüyordu. Ziyaretçilerin çoğu bu kez çocuklar olmuştu. Kimileri minik minik şekerler, kimisi de koca delikanlı-genç kız...

Aslan da çıkmıştı görüşe. Onun beklediği küçük bir çocuk değil koca bir delikanlıydı. Ne kadar öyle beklense de, dışarıdan öyle gözükse de her babanın gözünde evlat biraz daha kucak kadar, minik gelirdi. Alperen öylece geliyordu babasına.

Aslan gözleri Gökhan'ı da aradı ama göremedi. Kendisi için de değil belki İskender'i görmesi içindi. Alperen karşısında dikilince ayağa kalktı. Sarıldı oğluna. "Hoş geldin."

"Babalar günün kutlu olsun!" Babasına her zamankinden fazla sarıldı bu kez.

"Sen olmasan bugün benim günüm olmazdı." Alperen'in sırtına nazikçe birkaç kez vurdu. Karşısına alıp oturdu. "O ne lan elindeki?"

"Hediye. İçeri sokana kadar canım çıktı. Paketini galan söktüler hep baktılar içine ama yine bir şeyler yapmaya çalıştım." Elindeki paketi babasına uzattı. "Jilet gibi olursun." Bunu söylerken gözleri babasının üstüne kaydı, genelde gömlek giyerdi ama ikidir onu tişörtle görüyordu. İçeride giyinmesi normaldi, havalar da artık sıcaktı ama Aslan ne olursa olsun her seferinde Alperen'in karşısına özenerek, temiz bir gömlek ve pantolonla çıkıyorken ikidir bunun olmayışı Alperen'i rahatsız etmişti.

Aslan paketi açıp içinden iki gömlek çıkarttı. "Sağ ol." Gülümsedi.

"Sen niye gömlek giymiyorsun artık?" Biraz şakayla karışık sorarsa belki cevabı daha rahat alır diye yumuşatarak sordu sorusunu. "Bir dahaki geldiğimde birini üstünde görmek istiyorum."

"Söz en güzel günde bunu giyeceğim." Aslan bunu derken gülümsüyordu.

"O ne demek şimdi baba?" Alperen'in ifadesi Aslan'ın tam tersiydi. Biraz şüpheci, biraz sinirli, biraz panikti.

"Ben her boku sana söylemek zorunda mıyım lan! Bir şey demek değil. Bir sonraki gelişinde görürsün üstümde birini." Gömlekleri önünde tutuyordu hala. "Paran var değil mi lan senin? Yoksa böyle boş boş şeylere harcama yapma."

"Var param baba. İskender'le aynı koğuşta olduğunuzu biliyorum. Siz dalaştınız mı, gömlekten belli olur diye mi böyle koyu koyu tişörtler giyip çıkıyorsun karşıma?" Tutamadı içindeki endişesini. Dili döndü, ağzı açıldı.

"Onun benim karşıma geçmesi için kırk fırın ekmek yemesi lazım. Fino köpeği gibi yatağında takılıyor." Yalan söylemiyordu, Aslan hali hazırda burada olması, onun sonradan gelmesi yüzünden pek ses çıkartmıyordu. Kendine her ne kadar yediremese de, Aslan'dan ne kadar nefret etse de hiçbir şey yapamıyordu. "Tişört yeni tercihim, beğenmedin mi?"

"Beğenmedim." Alperen'in bu cevabına güldü. "Bir dahakine gömlekle görürsün." Durakladı. "Gökhan yok mu?"

"Sınavda o."

"Ne sınavı?"

"Üniversite okuyacakmış. Dün de girdi."

"Çalışmadan öyle giriliyor mu?"

"Çalıştı. Savcım evdeyken çalıştırdı. Dünkü güzel geçmiş bakalım. Çözüyor ya şerefsiz. Zeki." Gökhan'la hala dalga geçiyordu, hala zorbalıyordu ama dışarıda değil. Babasının yanında bile alay etmeyecekti.

Gökhan'ın bir şeylere hala umutlu olduğunu duymak sevindirdi. "Savcı nasıl?"

"İyi o da toparlandı. Rahat rahat yürüyebiliyor artık."

"Her şey yolunda yani?"

"Dışarıda her şey yolunda şu an baba." Mahkumlar dışarı çıkmak isterdi ama kestiremezlerdir ki dışarısı işlenen tüm o suçların asıl mekanlarıdır. Özgürlük bazen haddinden fazla olur. Birinin canını alacak kadar özgürdür dışarısı.

Dışarıda olan bir sürü suçlu, suçsuz bir sürü mahkum vardır korkan. Yaşamak dışarıda daha zordur, hayatta kalmak, cana yetişmek, yetiştirmek. İçerideki gibi her gün tekrar edilen o sayımlar yoktur dışarıda, olsa da sabit bir sayı yoktur hiçbir zaman.

"İskender dedi..." durakladı. İçi yandı aklına gelince. "Gökhan'ın annesinin mezarı," Gökhan'ın annesinin nerede olduğunu bile bilmediği, İskender'in asla izin vermediği o annenin yeri Aslan'daydı artık. "O bilir. Deponun arkasında duran çınar ağacının dibindeymiş..."

Gökhan'ın annesinin bir mezarı olduğunu ama onun bilmediğini düşündüğü gerçek aslında öyle değildi. Neslihan için bir mezar bile açılmamıştı. Kemikleri gelişi güzel, örtülsün diye bir ağacın dibinde senelerdir duruyordu. Bunu duymak da, Alperen'e de söylemek zordu Aslan için ama en zoru Alperen'de olacaktı. Gökhan'a söyleyecek kişi oydu.

"Nasıl yani? Mezarı var mı?"

Başını iki yana salladı. "Savcıya söyleyin. Gökhan'a da dikkat edin."

"Ederiz..." Diyecek başka kelimesi yoktu. Annesizlik zordu, kendi de biliyordu ama en azından gittiği, isminin yazılı olduğu bir taş vardı Alperen'in. Gökhan bunca senedir nerede olduğunu bile bilmemiş öylece göğe konuşmuştu. Bulamamasının sebebi de buydu; Neslihan adına yapılmış bir taş, toprak açıklığı yoktu.







***







 

Demir yine Sarp'a dosya işlerini kitlemişti. "İşin bitince çıkarsın. Şu Mejder'in sorgusunu da alırız, sonra izinlisin zaten." Düğün yüzünden tim izni almıştı.

"İşim biterse çıkarım demek daha doğru aslında da..." Sarp'ın mırıltısını duydu Demir. Sarp'a döndü. "Bir şey mi dedin?"

"Yok komutanım, hallederim hemen dedim. Ne diyebilirim ki başka?" Gözlerini Demir'in gözlerinden çekti. Dosyalara baktı ama bu içinden sövmeye engel değildi.

"Kolay gelsin oğlum." Demir duymuştu, gülerek çıktı. Elinde telefonuyla çok oyalanmadan 'Kızım' yazısına bastı, telefonu kulağına dayadı hemen. "Alo?" diyen sese neşelendi. "Kızım." Kelimesi çıktı tüm kalbiyle.

"Efendim baba?" Diyen ses, baba kelimesi hoşuna gidiyordu. Saatine baktı, Ahsen'in aldığını her hatırladığında içinde bir sıcaklık oluşuyordu. Baba olmayı sevmişti. "Neredesin?"

"Hastaneden dönüyorum."

"Neden bana haber vermedin? Neredesin şimdi?" Adımları hızlandı, kontrolü olduğunu bilmiyordu, Ahsen söylememişti. Arabaya koştura koştura bindi.

"Taksi bekliyorum."

"Tek mi gittin? Binme taksiye bekle ben geliyorum." Hastane yakındı karargaha.

"Gökhan ve Alperen vardı yanımda ama gönderdim onları." Güneşin altında duruyordu, esen sıcak rüzgara sinirlendi. Esen birbirine çoktan karışmış saçlarını ittirdi geriye. "Ben taksiye biner giderim eve şimdi gelmene gerek yok." Telefon suratına kapanınca şaşırdı, kendi yanlışlıkla kapattığını sanıp öylece ekrana bakarken korna çalınca kafasını kaldırdı.

Demir çoktan gelmiş önünde durmuştu. "Geldim bile."

"Ne çabuk?"

Kaldığı kadar geç kalmıştı, artık bir yerlere, özellikle de kızına geç kalmak istemiyordu. İnsan yaş almayı umursamazdı, bunca zaman Demir de bunu düşünüyordu ama artık fikri değişmişti. Yaşlanmak artık zoruna gidiyordu, Ahsen'le geçirmek istediği çok zaman vardı, unutulmaz bir baba-kız anısına ihtiyacı vardı. Küçük bir kızken yapması gereken yüzlerce şeyi geride bırakmışlardı çoktan. Yaş alan sadece o da değildi, Ahsen de artık küçük bir kız değil bir kadındı. "Arabayı çekeyim biraz yürüyelim mi?"

"Olur."

Demir, Ahsen'in gözünden kaybolmadan hızlıca bulduğu boş yere arabasını park edip indi. "Ne dedi doktor? İyi miymişsin? Bana neden haber vermedin? Ben de gelirdim seninle. Ama bir sorun yokmuş değil mi?"

"İyiyim, hiçbir şeyim yok. Hastaneye ihtiyacı olan benim, bekleyecektin boşu boşuna, Gökhan'la Alperen'i de sokmadım zaten hastaneye." Morali biraz bozuktu, başka bir şeyler de vardı ama içinde saklamayı tercih etti. Zaten kendisinden başka birini ilgilendirecek pek bir şey yoktu, belki biraz da ileriye dönük, Sarp'ı da belki ilgilendirecek bir şey vardı.

"Niye yüzün asık? Bir şey mi dediler?" Demir'in elleri Ahsen'in yanaklarını kavradı.

"Yok. Hava sıcak ya, güneşten... Bir şeyim yok, iyiyim." Geri çekilmek istemedi, biraz daha rahattı bu dokunuşla ama biraz daha Demir ona böyle bakarsa ağlardı. Ağlayacak bir şey yoksa bile bakışları insanı yakıyordu. "Yürüyelim hadi."

Demir de yürümeye başladığında parka girdiler. "Araban hala tamirde mi?" Sorusunun cevabını almadan yine konuştu. "Benim arabayı al."

"Yok arabam tamirde değil. Sağ ol ama araba sürmek istemiyorum bir süre." Olabildiğince az biniyordu arabaya, bir Sarp'ın yanındayken umursamazdı, endişesi yoktu. Onun yanında olan kazada yine de Sarp'ın yanındayken sakindi.

"Kusurlu olan sen değildin." Biliyordu, ama belki de kendine olan güveni kırılmıştı, belki tek başına binerse biraz daha cesaretli olurdu ama birinin daha bindiği arabayı sürmek istemiyordu. Şu an iki seçenek de ona uzaktı.

"Evden çıkmıyorum bile artık. İki aydır evin içinde ya da lojmanın parkında turluyorum kendi kendime. Çok gerekmiyor yani..."

"Arabaya da mı binmek istemiyorsun?"

"Zorunda kalıyorum." Alperen'in sürdüğüne, Sarp'ın sürdüğüne binmişti sadece. Taksiyle dönmek bile fazla düşündürmüştü ama gerek kalmamıştı.

"Senin canın sıkkın."

"Hayır, iyiyim. Sağlığımla alakalı sorun yok, gerçekten." Banka oturdu. "Sana bir şey sorsam?"

"Ne istersen?" Demir de merakla yanına çöktü.

"Sen," Babasını inceledi. "Ve annem, nasıl birlikte olup ayrıldınız merak ediyorum." Nihayet soracak ve kendini rahat hissettiği bir andı.

"Anneni tanıyordum, biz lise zamanlarımızda sevgiliydik, Ali'yle evlenmeden önce, Mete olmadan çok önce. Biz aynı mahallede büyüdük. Ben askerlik için fazla hevesliydim, o da kendi işi için. Biz biraz öylesine ayrıldık o dönem. Kendisi daha sonra Ali'yle evlenmek istemiş, Aylin'in babası pek istememiş, o da kaçmış. Ben o zamanlar İstanbul'da bile değildim. Boşanmış, boşandığında elinde Mete'yle mahalleye geldi, Atilla amcayla tartışınca gördüm anneni."

Ahsen durdu. "Atilla? Dedem mi?"

Başını salladı Demir. "Ali'yle evlenmesini desteklemiyordu, Aylin de boşanıp geri dönünce kendini haklı görüp daha çok sinirlendi. Aylin'i alıp bize götürdüm, Mete de küçüktü, annen de ne yapacağını pek bilmiyordu. Ben seviyordum anneni, çok seviyordum. Onu alıp buraya getirdim, burada," Elleriyle ilerde bir yeri gösterdi temsili. "Fizik öğretmenliği yaptı. Ben bir süre sonra evlenmek istedim. O sadece imam nikahı istedi. Nedeni bilmiyorum ama onu zorlamadım, biraz korkar gibiydi ama anneni biliyorsun susacaksa sonsuza kadar susar, ağzından o istemedikçe tek kelime alamazsın."

Gözleri doldu Ahsen'in başını salladı. Ali'den gördüğü şiddeti de göstermemek için yırtınırdı, tek kelime etmezdi. Gören sadece gördüğü kadarını anlardı.

"Ben askerim kızım. Peşime o kadar çok adam doluştu ki... Ne annen, ne Mete zarar görsün istemedim. Aramızda bir olay yoktu, sadece o an oradan ayrılmam gerekiyordu, onları kimse bilmeden, öğrenemeden gitmem gerekiyordu. Bir mektup bırakıp gittim ama geri dönmek üzere gittim, yemin ederim." Yutkundu Demir. O anları yeniden yaşıyor gibi hissediyordu, o his boğazında bir düğüm oluşuyordu.

Devam etti. "Döndüm de. Ama annen yoktu. Mete de. Aradım, buldum da; İstanbul'da, Ali'nin yanında." Demir'in de gözleri doldu. "Ali zorla çekti yanına sandım, Ali'yle kavga edecektim neredeyse ama Aylin'i karnı burnunda gördüm, bir kez de kucağında sen varken. Dedim ki kendime 'geri dönmüş, mutlu olmuş demek ki...' benim tek hatam bu ihtimali düşünememekti, senin benim kızım olduğun ihtimalini düşünemedim."

"Annem, Ali'yi sevmiyordu. En azından benim gördüğüm zamanlarda. Sen ona göz bebeğim dermişsin, evde mektup var, sana yazmış." Demir öylece bakınca Ahsen devam etti. "Bir şeyler olmuş, isteyerek dönmemiş, beni sana anlatmaya çalışmış, haber vermeye çalışmış, emanet etmek istemiş, sanki öleceğinden eminmiş gibi..."

Ne diyeceğini bilemedi Demir. Ahsen'in kolyesine takıldı gözleri. "Annene ben yaptırmıştım. Ahsen Dide'nin baş harfleri diye takıyormuşsun, Aylin vermiş, Azra söyledi ama öyle değil. Bizim baş harflerimizdi. Senin boynunda olmasına sevindim." Bir eli gözlerinden akan yaşları sildi.

"Ölmeden bir hafta önce hediye etmişti. Sanki hissedermiş gibi. O bana hiç Ahsen demezdi, Ali hep kullanırdı Ahsen'i. Annem hep Dide derdi, niye dediğini o mektubu okuyunca anladım. Dide'nin anlamı göz bebeği demek." Bu konuşmadan sonra Demir'in gözleri yeniden doğdu, Ahsen'i kendine çekti. "Sen benim Dide'msin." Saçlarından öptü Ahsen'i.

"Çok istedim biliyor musun?" dedi bir anda Ahsen.

"Neyi Dide'm?" İkisinin de hoşuna gitmişti bu isim. Demir söylemekten, Ahsen duymaktan hoşlanıyordu.

"16 yaşıma kadar her doğum günümde diledim; babam beni sevsin, dokunuşu acıtmasın diye... Ne kadar bana vursa da dilemeye devam etmiştim, taa ki annem gidene kadar. O an Ali'nin bana olan nefretini tam olarak gördüm, bana hiç verecek sevgisi yoktu, onun yerine annemden aldığım sevgi de anneme olan sevgisini almış demek ki. Anladım beni hiçbir zaman sevmediğini ve sevmeyeceğini, dileğim bitti. Ama sorun dilekte ya da ben de değilmiş, ben dileği babam için dilemiştim, olmaması normalmiş. Şimdi dileğimin kabul olduğunun farkındayım." Ahsen, Demir'in nasırlı ellerini tuttu, parmakları nasırların üstünde tek tek gezindi. "Sert ellerin var, sert bir suratın ama bana değil. Acı vermiyorsun. Sanki bana bursan bile acımayacak gibi."

Demir atıldı, elleri yine yanaklarına çıktı, sonra saçlarına. "Ben sana asla vurmam. Asla." Aylin'e fazlasıyla benzeyen kızının yüzünü inceledi, yanağındaki gamzeler Demir'den bir parçaydı, Aylin'in koyu saçlarına karşılık açık kahve saçları da, teninin rengi de Demir'dendi. Ama kıvırcıkları, küçük burnu, dudakları, kaşları, yanaklarındaki o kendiliğinden olan kırmızılıklar, uzun kirpikler Aylin'dendi. Küçüklüğünde Ahsen'in yanında olmayı, onu büyüdüğü şeklin tam tersi pamuklar içinde büyütmeyi çok isterdi. Önünde duran salıncağa baktı, gülümsedi. "Bir şey yapabilir miyim?"

"Ne gibi bir şey?"

"Kalk hadi!" Kalktığı banktan Ahsen'i de kaldırmak için çekiştirdi. "Seni sallayacağım."

"Ne demek sallayacağım?" Elleriyle kendini gösterdi, takımları vardı. "Binmem ben salıncağa falan!" Huysuzlandı.

Demir kahkaha attı. "Bu da bir şey. Binmek için can atman gerekirdi, yani küçük çocuklar böyle yapar ama sesin yetti." Salıncağın zincirini tuttu, gözleriyle işaret etti. "Hadi. Bir şey olmaz seni sallayacağım. Küçükken yanında olamadım bari bir iki şeyin tadını çıkarayım, çocuğumu sallamak istiyorum."

"Çocuğum? O çocuğun 28 yaşında." Yine üstüne baktı. "Takım var üstümde." Durumun ciddiyetini belirtmeye çalıştı ama işe yaramadı.

Demir tek bir hamleyle Ahsen'i salıncağa oturtmuştu bile. "Kaldır ayaklarını, çok büyümüşsün." Ahsen de gülmeye başladı, ayaklarını kaldırdığı an Demir sallamaya başlamıştı. Ahsen de kabullenmiş gibi duruyordu. Ne Ahsen kendi yaşını umursuyordu ne de Demir kendi yaşını görmeden sanki küçük bir çocuğu sallar gibi olan halini umursuyordu artık.

Boş olan park yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Çocuklar yaşlı bir adamın koca bir kadını salıncakta salladığını görüyordu, komik bir görüntüydü ama o hissin yarasını bilen sallayan ve sallanandı. Ahsen çocukları gördü. "Bana mı gülüyorsunuz siz?" Hepsi başlarını salladılar, hala gülüyorlardı bu nedenle hiçbirinin sesi çıkmıyordu gülmekten. "Nesi komik? Ben sallanamaz mıyım?"

"Sallanmayı bilmiyor musun abla? Dedeye sallatıyorsun kendini." İçlerinden biri gülerek konuşmayı başarmıştı diğerleri de gülmeye sessizce devam ediyorlardı. Biri yan salıncağa geçip kendi kendine sallanmaya başlamış sanki Ahsen'e gösteriş yapıyor gibiydi.

"Dede kimmiş?" Demir de alınmıştı. Çocukların parmakları bir bir havalanıp Demir'i buldu. Sonra konuşan çocuk Ahsen'in sallandığı salıncağın dibinde duran demire sarıldı. "Abla hadi kalk da biraz da biz sallanalım." Ahsen kendi önüne döndü. "Abla! On beş dakikamız var, eve gideceğiz."

Yine umursamadı, Demir'e döndü. İnadına konuştu. "On altı dakika daha sallar mısın beni baba?" Demir güldü Ahsen'in sorusuna ama başını salladı. Kendi aralarında çoktan söylenir oflayan çocuklara baktı Ahsen. "Ağlamayın." Yanındaki salıncağı gösterdi. "Kaldırın onu sallanın orada işte." Bu fikir ilgilerini çekmemiş olacak ki Ahsen'in başında öylece dikilmeye devam ettiler. "On beşi beşe bölün." Çocuklar hala Ahsen'in suratına bakıyorlardı. Kendisine laf atan çocuğa baktı Ahsen. "Ne oldu, bölmeyi bilmiyor musun?" Gülümsedi. "Üç eder. Üç dakika sallanın hepiniz işte o salıncakta." Çocuklar yarın da gelirdi, sonraki günler de ya da kalktıklarında tekrar rahatça binebilirlerdi ama Ahsen bu salıncaktan kalktığı an binmek istemeyecekti.

"Üç dakika ne abla ya? Çok az." Sinirlendi çocuk. "Hem sen niye biniyorsun ki salıncağa, sana göre değil o?"

"Sana ne çocuk? Bak taşıyor, kırmadım," Ayakları havada sallandı. "Sallanabiliyorum işte."

İn diye tutturmayan da vardı, Ahsen'i izliyordu. "Senin işin ne?" diye sorarak mesleğini merak ettiğini belli etti. Ahsen'le göz göze geldi, konuşmak istiyor gibiydi.

"Sen ne düşünüyorsun?" diye sordu Ahsen. Üstünde duran takımlarıyla tahmin edilebilir bir durumdaydı. "Öğretmen misin?" diye soran çocuğa karşılık başını iki yana salladı. "Doktor musun?" Yine iki yana salladı başını. Bakışları beline kaydı, tabancayı gördü. "Sen kötü biri misin?"

Bakışları anladı Ahsen, çocukların gözlerinde yavaş yavaş artan korkuyu da. "Hayır, savcıyım ben." Hızlı bir cevapla korkularını gidermeyi planladı ama gitmedi. "O ne?" diye sorulan soruya nasıl cevap vereceğini düşündü. "Kötü dediklerinizi yakalıyorum ben işte."

"Yalan söylüyorsun polis yakalıyor onları."

"Tamam işte onlar yakalıyorlar ben de içeriye attırıyorum."

"Onu da hakim atıyor."

"Hakimi duydun da savcıyı duymadın mı?" Çocuk başını iki yana salladı. "Hakimin karşısına o kötüyü ben çıkarıyorum." Hala korkular devam edince aklına gelen tek şeyi söyledi. "Babam da asker."

Çocukların ilgisini çekmeyen savcılık mesleği gözleri Ahsen'den, ilgisini çeken askerliğe, Demir'e geçti. Bir minik kırıldı kendi içinde ama çok üstelemedi. Kendi işini seviyordu. Askerlik onun da ilgisini ilk çeken şey olmuştu, çabuk kabullendi.

Çocuklar salıncak derdinde de değildi, Demir'in yanına doluştular. "Ben de asker olacağım!" diyen çocukların sesine Ahsen ironik bir şekilde göz devirdi. İçinden konuştu, 'Takma Dide bunlar cahil, senin işin iyi...' Kendi gururunu kendisi okşadı.

"Silahlarınız var değil mi sizin?" Az önce tabanca görüp korkan çocuklar bir askere silahları heyecanla soruyordu. Silahın sahibi önemliydi, yabancı birinde duran bir yastık bile korku sebebiyken bir askere bomba sormak güvenli kalıyordu. "Silahlar oyuncak değil, büyüyünce olursanız görürsünüz şimdi bunlarla ilgilenmeyin, salıncaklarda sallanın, kaydıraktan kayın." Demir çocukların şimdiden bu kadar hevesli olmasını pek istemiyordu. Onlar daha çocuktu, büyümek gerekiyordu, büyümek için de her çocuğun çocukluğunu yaşaması gerekiyordu.

Çocuklar soru sormaya devam ettiğinde Ahsen sıkıldı, salıncaktan indi. Babasının etrafında bu kadar çok çocuğun doluşmasında masum bir kıskançlık oluştu. "İndim hadi sallanın, bırakın babamı!"

Demir'in de hoşuna gitti, Ahsen'in yanına ilerledi, kolunun altına aldı, boyu boyuna denk kızının saçlarını öptü. "Çocuklar işte... Çocuktan mı kıskandın sen beni? Torunlar daha çok seviliyormuş haberin olsun, gerçi erken hala bence..."

"Senin zaten bir torunun var." dedi Ahsen konuyu kendi üstünden atarak. "Duru." Demir başını salladı hemen. "Aynı sana benziyor. Mete küçüklük fotoğrafından birini vermişti, çok tatlıymışsın." Cüzdanını çıkarıp bir kez daha baktı o minik fotoğrafa. Güldüğünde çekilmiş nadir fotoğraflardan biriydi, yanağındaki gamze, ağzında iki ön dişi çıkmış olmasına rağmen sırıtan bir minik Dide.







***







 

"Baba oraya geri dönmeni istemiyorum, bırak ben halledeyim işini!" diyen Alaz babası Türkiye dönmesini istemiyor ama söz de geçiremiyordu. Asi ve Aren de babalarının eşyalarını toplayışını izlemekten ileriye gidemiyordu. Sadri çok bile beklediğimi düşünüyordu.

"Kardeşim uzun zamandır orada, bir şey olmadan onu alıp geleceğim, bir de birkaç işim var. Kimse beni yakalamayacak, söylenmeyi kesin." Sadri KORKMAZ yola çıkmak için hazırlığını tamamlamak üzereydi. 13 yıl olmuştu Türkiye'yi görmeyeli ama eli kolu Türkiye'ye oldukça kolay uzanıyordu. Bu kez abisi için gelmesi gerekiyordu, öylece çıkıp gittiğinden beri etrafta dört dönmüştü, o uzanan eller abisini bulamamıştı.

Küçük ikizler bir şey diyemezken Alaz konuşmaya devam etti. "Belki biri senin ismini öttü, belki seni arıyorlar. Amcamı ben getiririm senin gitmene gerek yok." Bir anlığına uzanıp babasını durdurmaya yeltendi ama yapamadı.

"Alaz! Kes sesini, bir şey olacağı yok. Kendi gözümle görmem gereken şeyler var uzun zaman oldu. Aylin denen orospu öldü, kim ötebilir?" Ali ve Mete'yi de görmek istiyordu. Ahsen'in Pamir'le o yangın gecesinde öldüğüne ikna edilmişti, Ahsen ve Aylin'in mezarını da görmeyi kaçıramazdı.

Babasının son sözünden sonra daha söyleyecek çokça şeyi varken sustu Alaz, korkan kız kardeşi Asi'yi yanına çekerek Sadri'nin yanından uzaklaştırdı. İlgili bir baba olmadığı için Alaz'ın görevi daha fazlaydı. Aren ve Asi ikizlerdi, Alaz'ın bildiği cinayet olayını sadece onlara anlatıldığı gibi, Ali yapmamış gibi, sanki suçlu Aylin'miş gibi anlatmış Sadri'nin nefretini onlara da aşılamışlardı.

Sadri'nin eşi Serra da eşinin gitmesini istemiyordu ama o da susuyordu. Sadri hiçbir aile üyesiyle görüşmedi bile, kapıdan çıkıp onun için hazırlanan arabaya binip havaalanına gitti.

İstanbul'a geldiğinde ilk gideceği yeri biliyordu. Aylin'in mezarının yanına gitti. Sonra yandaki mezara baktı, tam tahmin ettiği gibi Ahsen'in de mezarı burada duruyordu.

ŞEHİT CUMHURİYET SAVCISI
AHSEN DİDE KORKMAZ
D.T. 01.01.1996
Ş.T. 01.01.2024

Tarihi görünce sekteye uğradı. 2017 yazmıyordu 2024 yazıyordu. Dişlerini sıktı, Pamir'in yalanı ortaya çıkmıştı. Ahsen'in o tarihte ölmediğini, üstelik hayatında bir meslek bile edindiğini öğrendiğinde küplere bindi. Ama en azında bir mezarı olduğunu, ölü olduğunu görmek sessiz kalmasını sağlamıştı. Ahsen ve Aylin'in mezarlarının arasındaki o yerde durdu, Ahsen'in mezar taşına oturmayı tercih etti.

"İşte şimdi sana her şeyi anlatabilirim." Şehit yazısıyla yeniden bakıştı. "Babana layık gebermişsin, demek ki mesele baba değilmiş, senmişsin. Demir baban hala yaşarken senin burada yattığını biliyor mu?" Aylin'in mezarına döndü ama sanki Ahsen'e konuşuyor gibi itiraflara başladı. "Anneni geri getirdim, babana kaçmasına rağmen. Ali abime baktım, aptalca maddeye bağlanmasın diye. Sonra seni öğrendik hepimiz, babanın abim olduğunu düşündük ama ben gerçekleri öğrendim..."

Ali'nin kendi rızasıyla içtiği maddeler yüzünden boşanmışlardı, o ana kadar Sadri de Aylin'e hak veriyordu ama Aylin'in bir askerin, Demir'in yanına gidip gayet mutlu bir hayat yaşaması Ali'den çok Sadri'yi sinirlendirmişti.

Mahalleye gelen Sadri, Aylin'in Mete'yi de alıp Demir'le birlikte Diyarbakır'a gitmesine köpürmüştü. Aylin'e ulaşması zaman almış, Aylin'den önce de Demir'i bulmuştu. Peşine düşmüştü ikisinin de.

Mektupla bırakılan Aylin'in gitmeye niyeti yoktu, bekleyecekti Demir'i. Gündüzleri Mete'ye yetmeye geceleri Mete'yi korumaya çalışıyordu. Bu sürede de hamileydi Dide'ye ama henüz karnına düşen minik tohumdan haberi yoktu. Çok sürmeden, Dide annesinin karnında henüz bir aylıkken Sadri Aylin'i bulmayı başarmıştı. Yüz yüze değildi tüm bunlar ama Demir ve Aylin'in ailesi üzerinden büyük bir tehdit oluşturup Aylin'i İstanbul'a geri getirecek kadar büyük bir iş başarmıştı.

Aylin tüm bu beklentinin ardında eline geçen Demir'in türlü esir fotoğraflarına, Ailesinin elinden yazılmış çağrılı mektuptan sonra İstanbul'a geri dönmüştü. Kendisi de bilmiyordu hamile olduğunu, Sadri'nin tehditleri uzaktan bu denliyken yakından daha fazlaydı. Aylin o nefret ettiği eve, artık sevmediği adama geri dönmek zorunda kalmıştı.

Dide'nin Ali'den olduğunu sanan herkese karşılık gerçeği Aylin'in annesinin cenazesinde babasıyla yine tartışırken, Atilla yine Ali'den bir çocuğu olduğuna sinirlenince Aylin'in gerçeği söylemeye çalıştığı an duymuştu Sadri gerçeği. Artık elinde büyük bir tehdit vardı. İstediği an patlatacağı değerli, büyük bir bomba. Dide o zamanlar üç yaşına yeni yeni girmişti, bir baba acısı yaşayacağından habersiz, olaysız olan son günlerini yaşamıştı.

Ali maddelerden o kadar uyuşuktu ki Aylin'in hamileliğinden bir kez bile şüphe etmemişti, Aylin de Dide'ye zarar gelmesin diye gerçeği söyleyememişti ilk başlarda. Ali günden güne azalttı madde kullanmayı ama bu sefer gerçekler Sadri'yi fazla sıkıştırıyordu.

Her gün Ali'yle konuşurdu, Ali'nin haberi olmadan Ali'ye madde vermeye devam etmiş günden güne de arttırıyordu, sürekli konuşup Ali'yi o gece döneceği eve karşı dolduruyordu. Ali de artık Dide'den Sadri kadar nefret eder hale gelmişti.

Kimse o an bilmese de Dide, Aylin'in bitmesi için yaşamasına izin verilen bir projeydi sadece. Ve kimse o an bilmese de Dide bir-iki yıl daha erken ya da daha geç, her türlü annesiz büyüyecekti. Bu doğmadan önce çoktan karar verilmiş ve belirlenmişti. Sadece ilk üç yılı ödül olan Dide'nin hayatı geri kalan ömründe hep derin yaralara sahip olan bir yaşam olarak devam edecekti.

Birileri o daha doğmadan onun adına sert, acımasız kararları almış, faaliyete geçirecek kadar güç kazanmıştı.

Ali'nin madde kullanımı ne zaman yinelendiyse o gün Aylin nedenini anlamamış, korkmaya başlamıştı. Yine çekip gitmek istemişti, gerekirse Demir'e onu yanına alması için yalvaracaktı. Sadri her yere burnunu soktuğu gibi bu ana da dalmıştı. Bir köşede duran Aylin'e duyduklarını anlattığı an Aylin daha çok korktu. Ali bilmeden kızına zarar verirken gerçekleri bilirse daha çok mahvolacak kızını düşündü. Yalvarma kısmı gerçekleşmişti ama yanlış kişiye; Sadri'ye yalvardı.

'Benim için çalışırsan neden olmasın?' diye Sadri'nin sözleri kafasında dönüp durdu. Sadri fazla güçlüydü, Aylin'in arkasında duran bir babası bile yoktu, anne kanadı çoktan kırılmıştı.

Hiç istemese de elinden gelen bir şey yoktu. Demir'in hala nerede olduğunu, nasıl olduğunu bile bilmiyordu. Bu şekilde kimseyi arayamazdı. "Çocuklarıma bir şey olmasını engelleyeceksin." Ali'den korumasını istemişti ama bilmiyordu ki Ali'yi yöneten kişi de Sadri'nin ta kendisiydi.

"Anlaştık." Daha fazla bir şey söylemedi. Dide'yi korumak için yaptığı işlerin hiçbiri işe yaramadı, aksine Dide daha büyük yaralar aldı. Her seferinde kızına geç kaldı Aylin ama işin içinden de çıkamadı, küçük kartopunun bir çığa dönüşünü izledi sadece.

Sadri sözünü tutmamıştı. Şimdi de tüm bunları iki mezara rahatça anlatıyordu. İçini dökmüş gibi uzun uzun konuştuktan sonra derin bir nefes verdi. O da zorlanmıştı ama şu an fazla rahattı.

"Zor oldu ama oldu be!" Aylin'e söyledikten sonra Ahsen'in mezarına döndü. "Bir piçin kızı olmak da seni aldı..." Demir'den bahsediyordu.

Adamlarına döndü. "Bana Pamir'i bulun. Pamir Kurt. Yaşıyor mu, ölü mü, nerede, nasıl? Her şeyini dökün önüme!"







***







 

AHSEN DİDE YÜCEL

 

 

"Baban ebemi..." Devamı getirememişti. Geç gelmişti, söylediğine göre babam tüm işleri gider ayak ona kitlemişti.

Odamdaydık, işe dönmeden Azra'nın düğününe yetişmek, rahat olmak iyi denk gelmişti. Kıyafetlerimi hazırlıyordum, yatağımda yatan Sarp beni izliyordu. İstanbul'a gidecektik. "Hayır anlamıyorum İstanbul'da bok mu var? Burada kıyardık şip şak nikahı."

"Öyle istemişler öyle yapıyorlar haşin surat, sen kendi düğününü öyle yaparsın." Elbiselerimi koyuyordum valize. "Bu nasıl?"

"O... Giysene bi öyle bakayım." Deniyordu yine bir şeyler. Dolaba geri koydum. "Al al niye koydun geri?"

"Oradan bir elbise alırım ya. Çok bir şey almaya gerek yok." Sadece gerekli ne varsa o kadar eşyamı topladım valize.

"Sen ne yaptın bugün güzelim?" Yatağın ucuna kadar sürünmüş bana bakıyordu. Bir elinde nereden, ne ara aldığını bilmediğim sütyenini döndürüyordu. Çekip elinden aldım. "Oyuncak değil bu..." Gayet yerinde bir cevap aldım karşılığında. "Emin ol biliyorum."

"Hastaneye gittim." O an tüm şaklabanlığı bitti, yatakta uzanan hali sona erdi, dikildi başıma. "Sebep? Ve neden bana haber vermedin?"

"Sadece kontrol için gittim." İçimde tuttuğum bir şey daha vardı ki aklıma gelişi Sarp'ın anlamadına sebep oldu. "Ama suratın asıldı. Bir şey olmuş. Pamir'i mi gördün?"

"Pamir değil sorun, gitmedim yanına. Kemiklerimde de bir sorun yok."

"Kemiklerim diye belirttiğine göre başka bir yerinde bir sorun var?"

"Pcos'muşum..." Adetim bir ay gecikmişti, tüm bunları strestendir diye düşünmekten önemsememiştim ama bana yazılan doğum kontrol hapıyla karşı karşıya kalınca şaşırmıştım. 'Gebeliği zorlaştırır.' Cümlesine takılmam gerekiyor mu pek bilmiyordum, anne olmak benim için hoş değildi, hazır hissetmiyordum, bunun uzun süre böyle süreceğini de düşünmüyordum ama onun önüne çıkan bir engel olduğunu öğrenmek yine de sinirimi bozmuştu.

"O neymiş?" Kolumdan çekip yatağın ucuna, yanına oturttu. Saçlarıma dolandı elleri, geriye atıp beni daha açık görebilmek için dikkatle baktı. "Ne yani sorun?"

"Bir şey değil. Doğum kontrol hapı kullanacağım. Adet düzenli olsun diye."

"Düzensiz mi ki?"

"Bir ay gecikti. Yani iki aydır olmuyorum." En kötü şeydi, adet olmak kötüydü ama olmamak çok daha kötüydü.

"Geçen bir şey mi?"

"Tıp henüz buna kafa yormamış... Yani kesin bir tedavisi yokmuş, doğum kontrol hapı verdi doktor ama başka bir doktora gideceğim." Bir ilaçta olmamadı gereken ne kadar yan etki varsa hepsi doğum kontrol hapında vardı. Reçete yerine küçük bir kitapçık görmek çok üzücüydü. Yeterince düşünülmemiş bir hastalığa sahip olmak, bir çare olarak insanı mahvedecek bir ilaç almak berbattı.

"Bu pcos mudur nedir, ne yapıyor?" O da biraz endişelenmişti.

"Yumurtalıklarım çalışmıyor işte... Gebeliğe engel bir şeymiş. Kist oluşması, büyümesi... Öyle işte." İsteyerek çocuk yapmamak farklı bir durumdu, çocuk yapamamak çok farklı bir durumdu. Vücudumda bir şeylerin yanlış olması, düzelmesi için kesin bir tedavinin olmaması, tedavi diye tutuşturulan zımbırtıların bir kesinliği bile olmadan vücudumu daha fazla etkileyecek olmasıydı moralimi bozan.

Sarp'ın ifadesi de değişti. Onun da suratındaki düşüşü gördüm. Benim için miydi ya da bu gebelik konusundan mıydı pek anlamamıştım ama o da memnun değildi bu durumdan. "Bir şey olmaz bir tanem. Sana zarar vermesin hiçbir şey gerisi önemli değil. Kistler tehdit mi şu an?" Başımı iki yana salladım. Şu an ortada pek bir şey yoktu. "Tamam bir doktora daha randevu alırız, iyi bir kadın doğum uzmanı bulurum ben, birlikte gideriz. Sıkma canını sen tamam mı?"

"Ortada bir şey yok, belki bir süre kullanırım hapı, sonra giderim doktora." Canımı sıkmıyordum, ya da öyle olmaya çalıştığım için kendimi kandırıyordum. Hep hastaneye girip sağlam çıkmayı yaşadığım için sağlam girip bir olumsuz haberle çıkmak değişik hissettiriyordu.

"Tamam ben Sena'ya da Doruk'a da söylerim. En iyisi neredeyse oraya gideriz. İstanbul'da vardır oraya gideriz." Yine beni yumuşatmaya başlamıştı, öpmeye başlamıştı çoktan. "Ama bana da bir şey olduğunda, bir yere gittiğinde söyle, ekmek alacaksan bile söyle bana Ahsen lütfen. Haberim olsun."

"İyiyim ben. Hem de hazırım." Valizimi kapattım. O hala bana bakmaya devam ederken konuştum. "Bundan sonra haber vereceğim sana. Ama sen de ortalığı telaşa verme, iyiyim ben." Kendimi doktorun benimle gayet sakince konuştuğu için rahatlatıyordum. Büyük bir sorun olsa söylerdi, bir şey dememişti. Demek ki o kadar da vahim değildi durum.

Kendi kendime düşünürken ayaklarım yerden kesildi. Dünyam tersime döndüğünde önüme gelen tek şey Sarp'ın beliydi, omzuna almıştı, çuval taşır gibi odadan çıkarttı. "Sen yemek yememişsin, bir hafif geldin." Mutfağa girdiğimizde dolabı açtı, hala omzundaydım. "Ne var evde?"

"Zıkkımın kökü var, sever misin?" Soruma cevap vermeden önce eğildi buzdolabının içine baktı. Biber dolması yapmıştım onun için, gördü. "En sevdiğim zıkkımın kökü." Ocağa ilerledik.

"İndirecek misin artık beni?"

"Yok seni de pişirip yiyeceğim. Yemekten sonra tatlı niyetine..." Gerçekten de indirmiyordu. Kıpırdandım, inmek için. "Çırpınma. Önce yemek yemem lazım biraz daha beklemen gerekiyor." Ben durmayınca sanki düşürür gibi yüzüstü kaydırmıştı, pantolonuna tutundum. "Ne oluyor?"

"Sana ne oluyor?" Kalçasını avuçlamıştım, olduğum konuma geri gelsem de ellerim hala aynı yerdeydi.

"Şaka yaptım, sen de beni avuçlamaya yer arıyormuşsun..." Şakasına sövecektim ki durdum. "Belim!" dediğim an ayaklarım yere yine değmemişti ama omzunda da değildim artık. Oturtmuştu beni. "Özür dilerim, çok mu acıdı? Neresi?"

"Şaka!" Güldüm. "Şaka öyle değil böyle yapılır akıllım!" Yanağından makas aldım, hala şok olmuş duruyordu. Sevinç gösterisi olarak bir minik dans ettim. "Şakaladım seni..."

"Ahsen, şöyle yapma. Bir gün kalpten giderim bak." Rollendi, eli kalbine gitti.

"Saçmalama. Sen yapınca hiç komik olmuyor sen yapma şaka falan. Ben yaparım ikimiz için de." Oturduğum yerden kalktım. "Hadi yine ballısın sen otur ben hallederim yemeği." Zaten olmuş yemeği ısıtıp önüne koymuştum.

Biber dolmasına bayılıyordu. Annemin bana yaptığı gibi yanına yoğurtta koydum. Karşısına oturdum. Ben şu an oturduğum yerde bulunacağımı bile düşünmezken burada kendime ait bir evde, karşımda sevdiğim adamı izliyordum. En garibi de onun ağzından çıkan Ahsen ismi, ismimden ne kadar nefret etsem de hoşuma gidiyordu. O söyleyişi, ses tonu öyle güzel geliyordu ki kulağıma eriyordum. Bunca zaman duyduğum Ahsen ismi hep ciddi ya da sertti.

Onun da bana baktığını, baktığı an yeşillerini azaltacak kadar göz bebeklerinin büyüdüğünü gördüm. Bende de durumlar aynıydı. Gerçekten sevmek ve sevilmek insana hissettiriyordu. Kalbimin ritmi değişiyordu. Elim çenemde onun yemek yiyişini izliyordum. "Sen yedin mi güzelim?"

Başımı salladım. "Beğendin mi?"

Hızlı bitmişti yemek, ağzını sildi. "Ellerine sağlık." Ellerime uzandı, ellerinin içinde kaybolduğum an ellerimi kendine çekip dudaklarına götürdü. "Bayıldım." Efendi gibi kalkıp dağıttığı masayı topladı, bana dönüp sırıttığı an anladım ama sabah beşte yola çıkacaktık uyuması gerekiyordu.

"Uyuman gerekiyor." Omzu dinimdeydi omzundan öptüm minikçe.

"Sebep?"

"Sabah beşte yola çıkacağız ya? Arabayı sen süreceksin, uyuman gerekiyor."

"Daha beş saat var..." Kaldırıp tezgaha oturttu, bacaklarımın arasına girdi. "Beş saat uzun bir süre. Dolu dolu geçebilecek bir süre." Tek kaşı havalandı.

"Ben seni biliyorum, bu bakışı da biliyorum. Sen o beş saatin beşini de dolu dolu geçirirsin zaten sorun da bu. Bu ne demek, sen uyumazsan ben de uyumayacağım. Yolculuk sırasında başının etini yerim sonra?"

"Sen benim başımın etini hep ye sorun yok. Sen istemiyorsan şimdi gidip hemen uyuyabiliriz." Mesele istememek değildi, sonrasında yaşanacak afetin yolda geçecek olmasıydı.

Ne olurdu bilmiyordum, bizim sonumuzu, sonramızı kestiremiyordum. Kesinlikle pasif değildi, ben de öyle. "İstememek değil, doğru zamanı kestirmek diyelim sevgilim..." Bacaklarımı beline sardım, tezgahtan tamamen koptum, kollarım boynunu doladı.

"Uyuyalım o zaman." Elleri kalçamın üstündeydi. Bir eli tişörtümün içinden belime çıktı. "Uyuyalım." Parmakları gezindi tenimde. "Hemen uyuyalım hem de." İnadına konuşuyordu.

"Sarp!" Bir elim çenesini tuttu, çekip dudağından öptüm. Alnımı alnına dayadım. "Şu an uyumak zorundayız, buna bir kez daha emin oldum." Bizim birbirimizle ilgilenip toparlanmamız uzun sürerdi. Fazla dağıtırdık ortalığı.

Elleri sütyenimi açtı. "Uyurken sütyen takmak çok zararlıymış." Ben hala bacaklarımla onun üstünde tutunurken tişörtümü çıkarttı, sonra sütyenimi.

"Sen nereden biliyorsun?" Üstüm tamamen çıplakken sarıldım ona. Omzumu öptü.

"Bilmiyorum, kendimce öyle olduğunu savunuyorum. Belki gerçektir belki değildir ama benim senin için düşündüğüm şey bu." Sırtım yatağa değdi.

"Ee Uzman Sarp böyle mi yatmak sağlıklı diyor?" Üstümde hiçbir şey yokken yatmam benim için değil de Sarp için mental olarak iyi olmazdı. Bana öylece bakarken yutkundu.

Dolabıma ilerleyip bir pijama seçmeye çalıştı. "Kapalı ama açık olmalı. Havalar sıcak biraz açık olsun, yanında ben yatıyorum biraz kapalı olsun. Şu sıralar biraz fazla doluyum bir şeyler giyersin şimdi, sonrası serbest..." Üstüme askılı bir pijama geçirdi. "Bu hem senin için hem benim için makul."

Yanıma yatmadan kendi üstünü çıkarttı, pantolonunu da çıkarıp sadece üstünde boxerla yanıma uzandı. "Şartlar eşit değil."

"Şartlar eşit değil haklısın, Ahsen bana değdiğin an tetikleniyorum. Kötü durumda olan yine benim emin ol." Her ne kadar o daha soyunuk, sadece çamaşırıyla dursa da şu an o benden daha hassas durumdaydı.

Çok oynaşmadım, ben de o hassas duruma geçmek istemiyordum, sadece arkamı dönüp gözlerimi kapattım, bu işleri daha kötü yapmıştı. Başımı çevirip ona omzumun üstünden baktığımda öylece durup gözlerini kırpıştırdığını gördüm. Güldüm. "Dön sırtını kapat gözlerini yoksa şimdi bayıltacağım seni." Dediğimi hemen yaptı, sırtını bana döndüğünde ben de döndüm önüme. Onun da yapması gerektiği gibi benim de yapmam gerekiyordu; uyumalıydık. "Alarm kurdun mu?" Aklıma takılan şeyi sormalıydım, fısıldadım.

"Uyanırım ben, ses etme sen bana."

Gülümsedim. "İyi geceler..."

"İyi geceler ile iyi uykular arasında o kadar fark var ki Ahsen. İyi uykular..."













***










 

"Sadri Bey, Pamir'i bulduk. Diyarbakır'da bir hastanedeymiş, bir de şey var..." Sadri'nin adamı bakışlarını yere indirdi. "Ne var? Geveleme!" Sadri sinirden adamına bağırırken adam hala başını eğmiş kaldıramamıştı, ama konuşmaya devam etti. "Abiniz Ali Bey. Ona ait bir telefon varmış, sinyal Diyarbakır'da bir inşaat alanında gözüküyor ve iki aydır."

"Bizimkilerden kim varsa oraya yakın, hepsini gönder baksınlar. Gerekirse Diyarbakır'ın altını üstüne getirin ama bana abimi bulun!" Ali'ye bir şey olduğunu anlamıştı, Pamir'in hastanede olduğunu duymak kafasını çok karıştırmıştı. Pamir mi Ali'ye üstün gelmişti yoksa Ali mi Pamir'e üstün gelip hastanede yatmasına sebep olmuştu onu anlamıyordu. "Pamir'i de oradan alıp bana getirin."

Kafası fazla karışıkken iki ayrı işini yürütmeye çalışıyordu. Telefonunu çıkarıp herkesten ayrı bir köşede oturarak bir isme tıkladı ama o telefon çalmadı bile. Sinirlendi. "Sizin gibi adamların ben soyunu sikeyim!" Telefonunu fırlattığında tüm adamları öylece izledi, biri çıkıp Sadri'ye telefonunu geri verdiğinde Sadri adamını gözüne kestirdi. "Mejder'e ulaşın," Başını eğip onaylayan adamı tuttu, lafı bitmemişti. "Ben konuşacağım."




***




 

Sadri'nin ulaşmaya çalıştığı Mejder'e ulaşılamamıştı. Sarp'ın yakaladığından habersizlerdi. Dağdaki o yoğunluğun baskına uğradığının, adamlarının çoğunun öldüğünün haberini onlara verecek diğerleri henüz baskın yerine gitmediğinden bilmiyordu, bunu Sadri'ye haber verecek bilen tek kişi yoktu şu an.

Ama belirtilmişti, şimdi o bölgede neler olduğunu kontrol etmek isteyen bir grup terörist yola çıkmıştı. İçlerinden biri Pamir için şehrin içine inmişti. Bir grup Ali'yi aramak için inmişti. Ahsen'in İskender olayında öldüğünü bilen sadece Mejder vardı, diğerleri Ahsen'in varlığını bile bilmiyordu. Sarp'ın yüzünü net bir şekilde gören tek biri vardı; Fırat, içerideydi.

Biri varacağı yere ulaşmıştı, hastaneye girdi. Pamir'in hangi odada olduğunu öğrenmişti önce adam, katına çıktığı an asansörden bile inmeden polis dolu olan koridora giremedi, hiç inmeden aşağı kata geri döndü. Sessiz sessiz dolaştığı hastanede bulduğu scrubsları giyindi, Pamir'in katına geri çıktı.

Sakin sakin polislerin önünden geçti, kapının önünde yazan numarayı fark ettiğinde hala sakindi. Pamir'in odasını geçti, onun yanındaki odayı da geçti, bir sonraki odanın kapısını hafifçe açtı, içeride kimseyi görmeyince içeri girdi. Hızlı bir şekilde cama çıktı. Sakin olan etrafına karşılık camdan diğer cama geçti, bir cam daha vardı Pamir'in odasına. Pamir olduğu için kat boş bırakılmıştı, işine yaradı. Katta yatan tek kişi Pamir'di. Pamir'in odasına geldiğinde yatakta yatan adamı görünce kaşlarını çattı. Ona gösterilen fotoğraftaki hali Pamir'in kusursuz yüzünün olduğu fotoğraftı, yatakta yatan adamın görüntüsü farklıydı, yarısı yanık yüzünü gördü, üstten açık olan camı uzun uğraşlarıyla açmış sessizce içeriye girmişti.

Pamir'in başına dikildiği an ağzıyla burnunu kapatmış yakasına yapışık kaldırmaya çalışmıştı ama sadece gözlerini açan Pamir kendini tutamıyordu. Adam sarsıp kendine gelmesi için burnunu açtı ama eli hala ağzını kapatmış sıkıca tutuyordu. Pamir'in bağırmaya çalışmadığını duyduğu an elini çekti, Pamir'i bıraktığı gibi yatağa geri yattığını gördü. Bunlar Ahsen'in verdiği Talyum zehrinin Pamir'in üstünde bıraktığı hafif hasarlardan birkaçıydı. Felçli, ve konuşamayan bir Pamir vardı. Sadece nefes alabilen ve gözlerini kırpan bir adamdı artık. Adam fısıldadı. "Konuşsana lan!" Cevap alamadı. "Ne oldu lan sana?" Yine bir cevap gelmeyince test etmek istedi, Pamir'in boğazına sarıldı, sıkabildiği kadar sıktı ama Pamir'den bir tepki alamadı.

"Sikeyim seni de, dilini de! Ne diyeceğim ben Sadri Bey'e?" Ama duyuyordu Pamir, cevap veremedi. Bulunduğu durumdan yeterince tırsıyorken Sadri ismini duymak onu daha da çaresiz hissettirdi. Sadri onu bulmuştu, kaçacak halde değildi. Adam ne yapacağını bilemiyordu, Pamir'i bu şekilde çıkarıp götüremezdi, ne yapacağını da bilemediği için Pamir'i öldürmeden geldiği gibi cama çıkıp girdiği odaya geri döndü. Elinde telefonuyla Sadri'nin yanında olan bir adamı aradı. "Alo? Müco, Pamir denen herif bitik."

"Nasıl bitik?"

"Bildiğin ağzı var dili yok, eli ayağı var hareket yok. Bitirmişler lan adamı, bir nefes alıyor bir bakıyor o kadar." Nefes nefese kalmış odadan çıkmadan bir cevap istiyordu. "Ne yapayım?"

Mücahit denen Sadri'nin adamı Sadri'ye durumu anlatınca Sadri'den tek bir kelime çıktı. "Öldürsün!"

"Tamam." Pamir'in odasına dönmek için fazla efor harcıyordu. Tam camın önündeyken ses duydu. "Bu camı kim açtı lan!" Mutlu'nun sesiydi, adam geri çekildi. İşi kalmıştı, Pamir'in yanına ne kadar beklese de giremedi, içeride olan Mutlu dışarı çıkmıyordu, daha fazla kalırsa şüphe oluşacaktı. Odadan çıktı.

Suratı kıpkırmızı olmuştu, polislerin ona bakışını gördü. "Oda... Toplaması zor oluyor, çarşaflar falan." Soluklandı.

Mutlu hala Pamir'in odasındaydı. Sinan erkenden geldiğini anlamasın diye boş boş başında bekliyordu. Canı sıkıldı, Pamir'in sesini duymayacaktı rahatça konuştu. "Nasıl böyle dilsiz olmak?" Cevap gelmeyince keyiflendi, oturduğu yerde yayıldı. "Benim kim olduğumu anlamışsındır sen, Dide'nin verdiği çorbayı beğendin mi?" Normalde sorulara cevap alamamak sinir bozucu olsa da bu durum farklıydı. İlk defa sessizlik Mutlu'yu mutlu ediyordu.

"Bak şimdi o içtiğin vitaminli çorbanın içinde talyum vardı, senin önüne alerjisi tutsun diye mantar koyduğun gibi senin çorbana da talyum koyduk. Tatsız bir şey, tadını almamışsındır. Adamı mum ediyor o şey. Aşamaları var." Pamir'in aşamalarını saydı. "Önce göğsün yanıyor, kalp krizi gibi... Sonra yavaş yavaş vücudun felç olmaya başlıyor, sonra konuşman gidiyor, sonra vücuduna giren o madde senin bağışıklık sistemini paramparça edecek, ve son olarak da öleceksin. Şu saatten sonra hiçbir şey seni eskiye getiremez. Bunun bir tedavisi yok."

Sadece bakabiliyordu Pamir, Mutlu'yu tam göremiyordu. "Bu arada adım Tekin değil, Mutlu. MİT'ten ama doktorum da. Kim olduğunu, ne sik yediğini, her bokunu biliyorum. Sen bunca zamandır ölüm emri aldığımız, peşine düştüğümüz adamlar kadar varsın. Kanımca ölmeyi hak ediyorsun, ki öleceksin de. Ama bana da sürpriz olacak. Belki yarın, belki yarından da yakın?"

Oturduğu yerden kalktı. "Neyse geçmiş olsun." Odadan çıktı.

 

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

AHSEN DİDE YÜCEL

 

 

İstanbul'a fazla kalabalık, konvoy eşliğinde gelmiştik. Herkes otele giderken Sarp beni mezarlığa getirmişti. Ben burada yaşadığım sürede bile sık sık uğrayamıyordum, yüzüm yoktu anneme bakacak ama o her seferinde buradan annemi görmeden dönmemi istemiyordu. Görev sonu geldiğimiz gibi yine Sarp'la birlikte girmiştik mezarlığa.

Ne ara aldığını bilmiyordum ama elinde bir demet gülle ilerledik annemin mezarına. Birini kendine ayırıp diğer gülleri bana verdi. Her geldiğimde aynı duygu, her seferinde aynı düşünce, aynı gariplik vardı içimde. O hiç aklımdan silinmeyen lanet gün, sel götüren hava bu sefer inadına güneş açmış gibiydi. Zaten toprağında dikili olan gülerin yanına koydum elimdeki gülleri, toprağı ıslaktı, taşları tertemizdi.

Sarp'la birlikte buraya ikinci gelişimizdi. Değişen bir şey yoktu, yanımdaki kişi de, topraktaki kişi de hala aynıydı. Biri hiç değişmeyecek ebedi evindeydi, diğeri de değişmesini hiç istemediğim sol yanımda... Kenarda duran minik rüzgargülü dönmeye başladığında gülümsedim. Abimin dediğine göre Duru'nun yeni mutluluğuydu. Annemin mezarına soru sorup döndükçe eğleniyormuş. Rüzgargülü hala dönmeye devam edince Sarp'a döndüm. "Seni sevdi bence." Elimi sıkıca tuttu.

"Bizim aramız iyi, bence de beni seviyor. Aylin anneyi önceden görmüştüm zaten Ahsen. Ama sen görevdeyken ben hem seninle hem de Aylin anneyle çok dertleştim. O bana kendi gözünden seni anlatamadı belki ama benim gözümden seni anlattığım her anı dinlediğine eminim. Ben senin küçüklüğünü görmedim, o senin yetişkinliğini göremedi. Eminim seninle gurur duyardı," Rüzgargülü hızlıca dönmeye başladı. "Her şeye rağmen olduğun kişiyi sevmeye devam ederdi bence." Anneme anne demesi hoşuma gitmişti.

"Babamı buldum anne." Buraya en son geldiğimde hala bilmiyordum gerçek babamın kim olduğunu, ama şimdi biliyordum, aramız iyiydi. Beni emanet etmek için çabaladığı kişi etmeye değer biri çıkmıştı. Dilediğim tüm baba özelliklerine sahip birisiydi. "Bul dedin buldum. Kolyeni gördü, seni anlattım, seni anlattı." Ellerimle gözlerimden süzülen yaşları silmeye çalıştım. "Ama hala neden gittiğini öğrenemedim. Babamı neden beklemediğini, neden Ali'ye geri döndüğünü, neden bu kadar şeye katlandığını anlamadım, onun nedenini bulamadım. Babam da bilmiyor, Ali de, bir sen varsın bilen sen de yoksun..." Cevap yoktu tabii ki. "Üzgün müsün?" Rüzgargülüne baktım duruyordu. "Mutlu musun?" Küçük bir hareketin sonunda durdu yine. "Değer miydi?" Hızlı hızlı döndü. Duru'yu kandıran şey beni daha fazla kandırıyordu ya da annem benimle konuşuyordu. İkincisi olsun isterdim ama gerçeği hiç bilemezdim.

Toprağındaki taşları temizledim, güllerinin sararmış yapraklarını koparttım. "Azra evleniyor, o yüzden geldik buraya." Dudaklarım titredi. "Nedime yaptı beni..." Beste teyzemin hem nedimesi hem de şahidi olmuştu annem de. Yakın iki arkadaşın kızları büyümüş, tıpkı onların birbirlerine destek oldukları gibi destek olmaya çalışıyordu. Azra bana annemden bir hediyeydi. Son kez baktım, Sarp sadece yanımda benim elimin bir an olsun bırakmıyor öylece duruyordu.

Hiç söylenmeden, öylece sakin sakin bir beni, bir annemin mezarını, bir rüzgargülünü izliyordu. Oflama, iç çekiş, sıkılma yoktu. "Gidelim." dedim elini hafifçe sıkarak. "Sen nasıl istersen." dedi bana bakarak. Anneme döndü. "Yine getireceğim sana Dide'yi Aylin anne." İlk defa bana Dide demişti. Artık herkesten duymaya başladığım için alıştığımı sansam da babamın ağzından çıktığında olduğu gibi Sarp'ın ağzından çıkan da garip bir şekilde daha hoştu. Annemin söyleyişi gibi içli. Abimi söyleyişi gibi sevgi dolu. Sadece gözlerim doldu, aniden ona sarıldım, başımı göğsüne saklayıp ağladım.

"Ne oldu?" Beni göğsünden çekip suratıma bakmaya çalıştığında daha da sarıldım ona. "Dide dedin..."

"Üzdüm mü?" diye sorduğunda başımı iki yana salladım. "Hoşuma gitti."

"O zaman neden ağlıyorsun bir tanem?" Saçlarıma dudakları değdi. "İnsan sadece üzüntüden ağlamaz ki..." Yüzüne baktım. "Üzgün değilim, hiç." Omzunu öptüm. "Hoşuma gitti, çok hoşuma gitti." Ahsen ismini ne kadar sevmesem de onun demesi beni üzmüyordu ama bana Dide demesi benim için daha hoştu, belki bana annem sürekli öyle dediği içindi bilmiyordum ama Dide kulağıma daha güzel geliyordu. Gerçekten sevildiğimi hissediyormuşum gibi, hoş bir melodi gibi.

"Madem bu kadar hoşuna gitti neden demedin bana? Ben hep Dide derim sana."

"Fark etmiyordu ki, yani ağzından duyana kadar öyle sanıyordum. Öyle bir anda çıkınca mutlu oldum." Öylece yüzüme bakıp parmaklarıyla gözlerimi sildi. "Annem Dide derdi, Ali de Ahsen. Annemin ağzından hiç Ahsen çıkmamıştı, Ali'nin de Dide. Annem hep Dide diye sevdi, Ali hep Ahsen diye dövdü. Sevmezdim ben Ahsen'i," Duraksadım. "Senden duyana kadar, ama Dide her zaman daha çok hoşuma gidiyor, gidecek."

"Neyi seviyorsan söyle bana. Ben seni seviyorum, sen de sevdiğin ne varsa söyle bana seni öyle de seveyim." Bir kolunu omzuma attı, ağrılığını vermeden beni kendine yakın tuttu, arabaya böyle ilerledik.

"Seni sevdiğim bir yere götüreyim mi?" Aklımda gitmek istediğim ve gitmem gereken bir yer vardı. "Yürüyerek gidelim, yakın buraya." Başını salladı, güldü. "Nereye gidiyoruz?"

"Taylan'la benim sık sık ziyaret ettiğimiz bir yere gidiyoruz..." Tabii eskisi kadar sık ziyaret edemiyorduk ama hep bir kulağım, bir ayağım buraya bağlıydı.

"Taylan'la senin?"

Başımı salladım. Ben hem anne hem baba acısı çekmiştim, Taylan da yetiştirme yurdunda oldukça eksiklik çekerek yetişmişti. Bizim gibi acı çeken bir sürü çocuk vardı. Daha ben ilk istihbarata girdiğim an ikimiz de birbirimizin hayatını öğrendiğimiz o dakikada bizim acımıza ortak miniklerin acısının biraz daha hafif olması için bir sevgi evi yaptırmak istemiştik. Bir yıl boyunca uğraşıp o bir yıl içinde çocuklara sıcak bir yuva oluşturmayı başarmıştık.

Yürüyüşümüz bir süre sonra yavaşladı. "Geldik mi?" dediğinde Sarp'a ilerideki binayı gösterdim, aynı anda elimi nazikçe sıktı. "'Aylin'in Sevgi Evi' yazıyordu koca tabloda. Bu ismi de Taylan istemişti. 'Ben annemi de babamı da hiç görmedim, belki iyilerdi belki kötü bilmiyorum. Ama Aylin teyzenin iyi bir anne olduğuna eminiz. Senin annenin sevgisi büyük, belki bu çocuklara da iyi gelir?' demişti.

"İçeride 56 çocuk var, hepsi kardeşim gibi, çocuğum gibi... Tanışmak ister misin?" Tanışmalarını en çok istediğim biriydi Sarp. Ege, Berkin, Zeynep, abim hepsi tanışmıştı. Geliyorlardı onlar da sık sık. Duru buradaki çocukların hepsinin arkadaşıydı.

"Senin çocuğun benim çocuğum..." Kurduğu cümleye gülümsedim. "Gidelim de tanışalım hadi. Heyecanlandım." Mutluydum, gerçekten bana iyi geliyordu, hala yara alıyordum ama ondan gelmiyordu, beni iyileştiren ilacımdı. Sanki her gün almam gereken, benim için önemli bir ilaçtı ve o olmadan yaşayamaz halde gibiydim. Onun sürekli temas halinde olması beni rahatsız etmiyordu, artık sürekli bir elim ona dokunsun istiyordum.

Öğrendiğim en güzel şey buydu sanırım, yanıldığıma pişman olmadığım şeylerden en güzeliydi; aşk kötü bir şey değildi, doğru kişiyi bulduğun taktirde. Sevgi bir savaşta en güçlü silahtı. Hala korkunç olsa da vazgeçemediğin ve vazgeçmek istemediğin bir şeydi. Ömrünün sonuna kadar sıkılmayacağın birini bulmak bu hayatında yapabileceğin en büyük, en güzel yatırımdı.

Ben bana doğru olanı, diğer yarımı, hayatımın sonuna kadar yanında durmak istediğim o eşimi bulmuştum.

 

 

***

Bölüm sonumuz.

Nasıldı? Umarım beğenmişsinizdir. Aklınıza takılan bir şey varsa whatsapp kanalına link bırakacağım, anonim olarak soru sorabilirsiniz. Bu bölüm gerçekleri bir taraftan biraz çıtlattık çünkü.

Yorumlarınız için ve o güzel parmaklarınızla yıldıza bastığınız için çoook teşekkür ederim.

Sizleri seviyorum, kendinize iyi bakın, dikkat edin.

Bölüm : 01.06.2025 21:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...