16. Bölüm

12| Memento Mori

Nathalie Pall
nathaliepall

Selamm!
Ben geldimm.
Nasılsınız? İyi misiniz? Umarım iyisinizdir, umarım hayatınızda her şey yokunda gidiyordur ve gidecektir.

Profilimde instagram hesabımın adı yazıyor, instagram biyografimde Whatsapp kanalının linki var katılmak isteyen olursa link orada ballarım.

Aklınıza bir şey takılırsa hem tiktok hem de instagramdan bana yazabilirsiniz.

Ben yine sizi çoook özledim...
🥹🥰🫂

Size yeni bölüm getirdim, satırlar aradı bol bol yorum yapmaktan çekinmeyin lütfen.
Hepsini tek tek okuyorum ve çok mutlu oluyorum.

Başlamadan da hemencecik yıldıza basalım mı lütfen?
-Teşekkürler.

Yazım yanlışlarım olursa şimdiden çok özür dilerim. Sizlere keyifli okumalar diliyorum.

İkinci şarkı Sarp'ı birebir anlatacak şarkı,
yiyin spoiler...

•••

~ • ~


~ • ~

Bir Fırtına Tuttu Bizi 🎵
Tanrıdan Diledim 🎵
~ • ~

"Bazen hissedersin,
bu bilmekten öte bir şeydir."

~ • ~

 

01.01.1999

'Ahsen Dide'nin Üçüncü Yaşı' yazılı bir duvar. Önünde büyükçe bir masa, üstünde kocaman bir pasta. Çeşit çeşit yemek masalara dolmuş...

Dide etrafta koşuşturuyor, Mete onu kovalıyor. Üstünde kırmızı bir elbise, saçları kıvır kıvır, tombul yanaklı Dide koşarak babasının yanına gidiyor, uzun bacakların arkasına girerek abisinden saklanıyor. Ali'nin bacaklarının arasında duran minik boşluktan abisine gülerek, büyük bir heyecanla bakıyor.

Mete'nin ona attığı her adımda heyecandan kahkaha atıyor. Babasının paçasına tutunuyor. Mete iyice yaklaşıyor, Dide'nin çıkardığı heyecanlı çığlığın hemen ardından Ali, arkasında duran Dide'yi kucaklamaya çalıştı. "Gel bakalım... Pastanı üfleyeceğiz."

Dide henüz hiçbir kötülük başlamadan, Ali henüz sinirli yanını göstermeden babasından rahatsız oluyor. Bir köşede duran annesini görüyor.

Aylin, Dide'nin kucağına alınmamak için çırpındığı adama bakıyor. Ali'ye ilerliyor, istemesine gerek kalmıyor. Dide, Aylin'in ona olan yakınlığını her gördüğünde tercih ettiği kişi hep annesi oluyor. "Niye aldın?" Tam o an zil çalıyor.

"Almadım, geldi. Kapıyı aç, ailen geldi." Ali bir şey demeden kapıya gitti. Aylin kucağındaki kızını iyice sinesine çekti. Mete'yi de kendi dibinde tuttu.

Ali kapıyı açıp kendi ailesini içeriye aldı. Ali'nin annesi Zümra, babası Kenan, erkek kardeşi Sadri, Sadri'nin eşi Serra ve çiftin yeni doğan minik oğulları Alaz girdi içeri.

Dide kalabalığı görünce korkmaya başlayınca kalabalığa arkasını çevirip annesine yaslandı. Mete de gelenlerden çekinip Aylin'in arkasına saklandı.

"Nerede doğum günü kızı?" diyen Kenan, Dide'ye ilerledi. Dide kendi kendine oyun oynayarak tombul elleriyle gözlerini kapattı, dedesinden saklanır gibi yaptı, güldü. "Nasılsın kızım?" diyen Kenan, Aylin'e soruyordu.

"İyiyim Kenan Amca, sen?" Ailede arasının iyi olduğu tek kişiydi Kenan. Asık suratla iki oğlunu yanına alan Zümra, Kenan ve Aylin'e ters ters bakıyordu.

"Ben de iyiyim. Şu balımı alayım mı ben?" Dide'nin saçlarını okşadı. Ellerini yüzünden çeken Dide, Kenan'a boynunu büktü. "Gel bakalım dedeye..." Dide, Kenan'ın kucağına atladı. Minik işaret parmağıyla abisini gösterdi. "Abi!" Gülmeye başladı.

"Paşam sen de gel bana!" Kenan öbür eliyle de Mete'yi kucakladı. İki torununu da öptü.

Aylin gelenlerden yalnızca Kenan ile görüşmüştü. Zümra da, Sadri de, Sadri'nin eşi Serra da görüşme yanlısı değildi. Ali, Aylin'in yanına gelip kendi yanına çekti. "Baba Ahsen'i ver bana, mumunu üflesin." Ali, kızına uzandı ama Dide gitmek istemedi. "Gel hadi, bak mumlara. Üç tane var artık, kocaman oluyorsun, üfleyelim." Ali ne dese de Dide, babasına uzanmadı bile. Öylece söylenen şeyleri dinledi.

Onun için hazırlanmış pembe büyük pastaya içi giderek baktı. Üstünde duran süslemelere gözleri parlayarak baktı, mum üflemek en sevdiği şeydi, yeniden ona uzanan kolların sahibine, babasına baktı. Saniyeler içinde kollarını annesine uzattı, mumu üflemek istiyordu ama annesinin kucağında.

Aylin ona atılan Dide'yi aldı. Minik parmağı mumlara uzandı. "Üfleyelim miniğim, mumlarımızı yakalım önce." Ali, ona gelmeyen kızıyla sarsıldı, Mete'ye yöneldi. "Gel oğlum sen de." Ortaya geçtiler.

"Abi de! Abi de!" Mete de yanan mumlara yaklaştı. Dide'yi tutan Aylin dikkatlice kızını mumlara yaklaştırdı. Mete'yle birlikte mumlara üflediklerinde Dide'nin gözleri herkeste gezdi. Onu alkışlayan Kenan, Mete ve Ali'ye baktı, gülerek kendini alkışladı. Diğer tarafta sert bakan üç kişi, zorla alkışlıyor gibi, mimiksiz öylece duruyordu, Dide'nin gülüşü soldu.

Ciddiyete karşı alkışlayan elleri durdu, gözleri dolduğunda Aylin'e dönerek korkuyla annesinin omzuna yaslandı. Aylin sinirlendi ama bir şey demedi. Mete'ye döndü. "Mete, anneciğim hadi Dide'yle oynayın siz."

Yedi yaşında Mete, kardeşine uzandı. "Gel Dide oyuncaklarla oynayalım." Dide'nin başı Aylin'den kalktı. Mete'ye beklemeden atıldı. Abisinin kucağına geçti. "Ağırlaşmışsın." diyen abisine güldü.

"Abi, aç!" Hediye paketlerini gördü. Mete'nin kucağından aşağıya kaydı. "Benim hediyemi açalım mı önce?"

"Ebet. Bunu aç! Abi bunu aç!" Mete biriktirdiği paralar ile Dide'ye hediye almıştı. Paketi açarken bağlı olan kurdeleyi çözdü, kenara attı.

Dide yerde gördüğü kurdeleye koştu. "Atma abi! Benim." Kurdeleyi aldı, elbisesinin minik cebine sokuşturmaya çalıştı. tam girmeyen kurdele cebinden sarktı, Dide güldü. "Ne o? Oyumcak mı ki?"

"Oyuncak aldım sana..." Paket nihayet açılmıştı. Dide, Mete'nin hemen önüne çöktü, meraklı gözlerle hediyesine baktı, elleri elbisesinden sarkıp yere değen kurdelede oyalandı."

"Oyumcak! Bebek, bebek! Abi, bebek!" Dide'nin boyu kadar bir bez bebek vardı. Dide zıplamaya başladı, oyuncağını almadan önce Mete'ye atladı. Yanağını Mete'nin yanağına yapıştırdı. "Teşeküler..." Bebeğini kucakladı.

"Beğendin mi?" Mete de gülerek baktı Dide'ye. Beğendiği belliydi, anlamıştı ama ondan duymak, Dide'nin eksik ya da yanlış harflerle konuşmasını seviyordu.

"Beyedim." Bebeğine sarılarak kendi kendine dönmeye başladı. Etrafta duran balonlara bastı Dide, birini basarak patlattı, diğerinin de üstüne düştü, o da patladı. Çıkan ses onu korkutmuşken tek korkan o değildi. Yeni doğmuş, uyuyan bebek Alaz da korkup sese uyanmış, çoktan ağlamaya başlamıştı.

Geldiği andan beri patlamaya yer arayan Sadri, oğlunun ağlayışıyla sinirlendi. "Aptal mısın sen!" Hala düştükten sonra kalkmayan Dide'nin elinden bebeğini çekti aldı. "Oyuncaklarınla nasıl oynanır bilmiyor musun?"

Dide yerden kalktı. "Bebek! Ver!" Amcasına bakarken kafasını kaldırdı. Aylin sinirle koşup Dide'nin yanına geldi, kucakladığı an Sadri'ye döndü. "Neye bağırıyorsun? Bana bak Sadri, çocuklarıma bir daha hakaret edersen seni gebertirim." Karşısında ona sinirlenen Sadri'ye diklendi. "Senin çocuğun aptal mı? Nasıl uyunur bilmiyor mu?"

"Aylin, bence o sesini kes!" Sadri'nin bu sözlerinden sonra Ali geldi bu sefer yanlarına. "Sadri, sınırı aşma!"

"Ne oldu? Evlat ince çizgi değil mi? Benimki de öyle! Yanına yaklaşmayı bırak tek kelime bile etme çocuklarıma!" Aylin'in öfkesi dinmemişti.

"Aylin tamam sen de devam ettirme kavgayı." Ali ortamı sakinleştirmeye çalışırken bile taraf tutuyor gibiydi.

"Sen karışma Ali! Ağzın çıkan kelimelere dikkat etsin kardeşin." Sadri'ye iyice yaklaştı, yüz yüze geldi. "Bunca zamandır sesimi çıkartmadım, çıkartırım, beni delirtmeyin!"

Çenesi gerilen Sadri başını sallayarak tehditkar bir şekilde Aylin'den uzaklaştı. "O bebeği bırak da git!" Sadri, elinde sıktığı oyuncak bebeği yere fırlattı.

Ali yerdeki oyuncağı aldı, Dide'ye uzattı. "Uslu uslu oyna sen de şu oyuncaklarını Ahsen."

"Çocuk zaten düzgünce oynuyor Ali! Yere düştü farkındaysan, gıkı çıkmadı. Bilerek yapmadı, o da korktu!" Aylin, Ali'ye de söylendi.

Dide çekinerek oyuncağını aldı. Aylin'in kucağından inip Mete'nin yanına oturdu. "Bir şey olmaz abim, oyna sen. Bugün senin günün..." diyen Mete'ye cevap vermedi. Bebeğiyle oynamadı, yalnızca elinde tuttu.

Önüne gelen pastasından yemek istemedi. Oturduğu yerden evdekiler gidene kadar kalkmadı. Ona sorulan sorulara yalnızca başını sallayarak cevap verdi. 'Evet' için başını aşağı yukarı, 'hayır' için iki yana salladı.

Diğer hediyeleri açmak içinden gelmiyordu. "Oynayalım mı bebeğinle?" diyen Mete, Dide ile konuşmayı yeniden denemişti. Dide cevap vermedi, başını iki yana salladı. Odadaki herkes Dide'nin üstüne gitmek istemedi. Kaçan keyfinin geri geleceğini düşünüyorlardı, yalan değil Dide de unutacağı anın gelmesini bekliyordu ama bugünden itibaren tamamen değişecek olan babasını beklemiyordu.

Son günüydü, babasının onu kucağına aldığı, sevdiği, mavi gözlerin kızarmadan sevgiyle bakışının son günüydü. Bugün onun günüydü, bir daha gelmeyecek bir gündü. Çıkan kavgada yine arada kalan Ali, lanet ettiği maddeye başladı, Sadri'nin tarafındaydı. Dide'den uzaklaştı.

Doğum günleri mutlu geçmeliydi, son mutlu sanılan doğum günü de mutlu geçmemişti. Dide üçüncü yaşında dilek dilememişti. Ne o zamanlar buna aklı eriyordu ne de dilek dileyecek bir eksiklik hissediyordu.

Bundan sonra gelen tüm doğum günlerinde artık günden güne büyümüş olmanın gerçekliğiyle ve yanında babasının olmayışıyla, ona bakan mavi gözlerin yumuşak değil de sert olduğunu anladığı an dilek dilemeye başlamıştı. Hepsi babası hakkındaydı. 'Babam beni sevsin, babam bana sarılsın, babam bana vurmasın, babam bu sene beni sevmeye başlasın, babam da beni parka götürsün, babam abimle beni eşit sevsin, babam artık canımı acıtmasın, babam odamı dağıtmasın, babam beni acıtmasın, babam beni görmesin, babam sesimi duymasın.'

Her yıl babasına olan dilekleri daha gerçekçi ve daha acı hale geliyordu. Artık sevgi beklemiyordu, sadece canının acısı vardı. Üstünde tanıdığı morluklar geçiyordu da içinde biriken acı, hissedilen nefret yakıyordu canını.

Bugünün son olduğunu bilmeden geçirdi küçük Dide. Sondu mutluluk, başlangıçtı nefret. Aydınlık yerini karanlığa bıraktı. Kimse bilmeden geçirdi bugününü, Aylin ölümün başlangıcını sessizce geçirdi. Dide, Ahsen'e dönüşeceği o ölüme yakın acıların başlangıcından habersiz üçüncü yaşını kutladı. Mete nefret görmeden yıpranmanın nasıl bir şey olduğuna şahit olacak, öğrenecekti. Yarın büyük bir karanlığın küçük bir başlangıcı vardı.

Ölüm dört harfti, dördüncü yaşı beklemedi, dördüncü yaşta olacaktı.

Bir gün yirmi dört saatti, aksi yoktu, her gün için geçerliydi. İyi geçen günler hep hızlı geçerdi, gün yirmi dört saat sürse bile, mesele zamanda değildi, mesele o anın hızla akıp gittiği hissine kapılmaktı. Öyle ki gün bittiğinde insan bunu dile getirirdi, çünkü güzel geçen günde bunu düşünmek için bir sebep yoktu.

Kötü günler de tam tersiydi. O yirmi dört saat o kadar ağır ilerlerdi ki, akrep yelkovanı daha fazla beklerdi, yelkovanın acelesi yoktu, sanki yorulmuş gibi yavaştı. Siz ne kadar yalvarsanız da geçmezdi. Güzel günün aksine her an bitmesini beklerdiniz zamanın, saate bakardınız, sürekli takip ettiğiniz için bir türlü geçmezdi. Zaman daha kıymetli olurdu ama iş işten geçmiştir. Anı yaşamaya, acıyı yaşamaya mecbur hale gelirsiniz. Bir gün bir ömre bedel olurdu, zor da olsa geçerdi, geçerdi ama bir tarih kalırdı aklınızda.

Ahsen'in hatırlamadığı iyi günleri vardı, hatırladığı, aklından çıkaramadığı o kötü günlere yakın olmayacak kadar az iyi günler. Küçüktü... Kötü günler geldiğinde o her gün zamanın yavaş geçmesine şahit oluyordu. Her kötü gününün içine serpiştirilmiş anne ve abisinin odasına girdiği zaman bir saniye kadar kısa geçiyordu. Yelkovan koşuşturuyordu, akrep yelkovanı beklemiyordu sanki. Aylin ve Mete odadan çıktığında zaman yoruluyordu. O küçük, dört duvar dar geliyordu.

Yirmi dört saatler katlandı, günler haftaları oluşturdu, haftalar ayları, aylar yılları. Alışamamıştı, ta ki on altı yaşında son geçmek bilmeyen o güne gelene kadar. Aylin öldükten sonra Ahsen'e zaman ne hızlı geçti ne de yavaş. Her gün olması gerektiği hızda aktı. Rutin işler gününü alıp gitti. Okul, okul bittikten sonra iş, yeni bir sınav, kıdem atlama, savcılık...

Ölmekten korkan kız büyüdü, önce genç oldu kendini öldürmeyi denedi. Olmadı. Büyüdü, bir kadın olmayı başardı, tekrar denedi. Olmadı. Ölüm onun kaderinde yok diye aklının bir köşesine kazıdı. Ali'nin tonla denediği yolda hayatta kalmıştı, kendi kendini öldürmeye çalışmıştı. İlk seferinde ona engel olan tüm antidepresanları içmişti, Mete yetişmişti. İkinci kez denedi, kimse yanında yokken, daha sağlam bir argümanla, kendi tabancasını dayamıştı kafasına. Hiç düşünmeden bastığı tetikle ölmeyi beklemişti, tabancının tutukluk yaptığını, kurşunun patlamadığını görünce bir daha denememeye karar vermişti.

Annesi henüz Ahsen'i yanında istemiyordu. Duruldu...















***















 

AHSEN DİDE KORKMAZ

Kış ayında, sabahın erken saatinde tam yüzüme vuran güneşin bir sebebi vardı. çeriden gelen Duru'nun kahkahasına, çekiç seslerine tepkim yalnızca odamdan çıkmak olmuştu. Salonun ortasında duran koca bir kitaplık vardı. Anlamadığım için belli belirsiz çattığım kaşlarımla abime baktım. "Günaydın?"

"Günaydın abim." Bana bakmadan kitaplıkla uğraşmaya devam ediyordu. Duru, abimin etrafında dönüp yanıma yanaşıyordu.

"Bak halam! Beğendin mi?" İki küçük elini boyundan büyük kitaplığa tutmuş bana bakıyordu. Güzeldi kitaplık.

Duru'yu kucakladım. "Beğendim, çok güzel." Sabah sabah şekerlenmiş yeğenimin yanaklarını öpmek daha makul bir tercihti, öyle de yaptım. "Bu yanaklarını bala mı yatırdın sen?" Abim kitaplığı itecekken Duru kucağımdan inmeye çalıştı.

"Baba dur, halam görmedi." Bir elimi tutup kitaplığın arkasına sürükledi. İki büyük, aralarında bir küçük el izi vardı. "Biz boyadık..." Gülümsedim. "İtebilirsin baba." Abime izin verilmişti.

Ellerini birbirine vurarak yorulduğunu belli eden abime döndüm. "Ne o, yaşlandın mı sen abi? Yoruldun gibi?" Güldüm.

"Ben değil canım, sen yaşlandın." Tarihe baktım, doğum günümden bahsettiğini anlamıştım, henüz gelmemişti. Hala yaşlanmak için iki günüm daha vardı. "Hatırlamıyorsun..." dediğinde anlamadığım şeyi hatırlamadığımı anlayınca başımı salladım.

"Neyi? İki gün önce mi doğmuşum da haberim yok?" Bunu söyleyince gülerek kurduğu kitaplığa baktı, ben de baktım. Kaşlarım havalandı. "Ne?"

Cebinden çıkan katlı bir kağıdı uzattı. Aldım. Kağıdı açtığımda karşımda duran kitaplığı gördüm kağıtta. Abimin çizdiğini düşündüm ilk ama bir mimara göre düzensiz ve eski duruyordu. "Sakladım, sen çizmiştin." diyen abimin sesiyle tozlanmış anılar yüklendi. Ben çizmiştim, abim saklamak için almıştı, beğenmişti. Eğer almazsa benim odamda parçalanacağını ya da kaybolacağını biliyordu.

"Hatırladım..." Bu resmin bugüne gelmesi için yine abimin bunu saklaması gerektiğini anlamıştım, tıpkı beni sakladığı gibi. "Yaptırmışsın."

"Her yıl klasik hediyeler vermekten sıkılmıştım. Bunu buldum evde, Duru'nun çizdiklerinin yanında senin bana çizdiklerini de saklıyordum." Gülümsedim. Bu eski evden çıkması imkansız beni bile aşmış, ben burada kalmaya devam ederken abimle birlikte İzmir'e gitmişti. Benim kendime çok gördüğüm şeyler abime az geliyor olacak ki, benim düşünmeden atacağım şeylere dokunmaya kıyamıyor gibi saklamıştı. "Şiir kitaplarını diz buraya, en sevdiklerini..."

Abime sarıldım. "Teşekkür ederim." Beni anladığını biliyordum. Bu teşekkür hediyeden fazlası içindi, her şey içindi. Biliyordu. Boynumda hissettiğim bir damla ıslakla daha da sokuldum abime. Fiziksel acının geçtiğini, içeride kalan acının daha kalıcı olduğunu biliyordum. Ali ona bir kere bile vurmamıştı ama bana vuruşları en çok onun canını yakardı bilirdim. Benden daha duygusaldı, ben gamsızdım. Onun canı hala aynı yanıyordu.

"İyi ki doğdun. Ne yaşarsak yaşayalım, iyi ki varsın. Nefes alman bana yetiyor..." Dolu gözlerimle bir köşede duvara dayanmış bizim ne yaşadığımızı çözmeye çalışan Duru'ya gözlerimi kırptım. Aramıza yeni katılan Leyla'ya koştu. Annesine sarıldı o da.

"Yeterince duygusallaştığımıza göre ben yine işe gidiyorum?" Abimden ayrıldım. Ağlayan biri değildi, bir bana ağlamıştı, bir de Duru doğduğunda. Biri üzüntü, biri sevinçti.

"Erken gel bugün. Yarın sabah biz yola çıkacağız. İşlerden boş vakit anca bu kadardı." Başımı salladım.




***




 

Alperen'le birlikte her zamanki gibi emniyete giriş yapmıştık. Kesilmiş bir hesabın sorgusuna gidiyordum. Defteri tamamen kapatmak için Fırat'ın sorgusuna girecektim. Yanımda başka biri daha olacaktı ama, çoktan buradaydı. "Albayım, hoş geldiniz."

"Hoş buldum kızım. Sorguya geçelim mi?" Başımı salladım. Alperen benim odama giderken ben de, Demir Bey'le Fırat'ın yanına gidiyorduk. Kısa sürede bana kızım diyecek kadar büyük bir yürekli yaklaşıyorken bundan önce, kaybettiği şehitlerinin hesabını soracaktı. Onu durdurmaya niyetim yoktu, durduramazdım.

Kapı açılır açılmaz Fırat'ın tek odağı yine bendim. Sinirli bir ifade bekledim ama yoktu. Sanki yaptığı hatadan daha önceden haberi varmış da bile isteye yine de tüm işlerini hiçe saymış gibi bir hali vardı. Biraz da onun bana açık olması yüzündendi davanın hızlı kapanması. Dokuz yıldır yakalanmayan adam bana bu kadar hızlı yakalanmazdı. Bazı şeyleri göze almıştı.

Konuştuğumuz zamanlarda ne kadar yüzüne gülsem de bir soğukluğum olurdu, bugün ilk defa karşısında beni tam anlamıyla gerçek duygularımla ona bakarken görmüştü. Ciddiydim, herkese olduğum gibi değil, daha çok nefret dolu. Fırat'a ve kişiliğine karşı yumuşak olmam mümkün değildi. Masadan çıkan sert, tok sesle sıçradı Fırat. Bende olan gözleri Demir Bey'e yöneldi.

"Ona bakmayı kes de bana bak!" Demir Bey odağı kendine çektiğinde benim yaptığım tek şey Demir Bey'in yanına, Fırat'ın karşısına bir sandalye çekip oturmak olmuştu. Sessizce Fırat'ı izlemeye devam ettim.

"Nazım... Dokuz yıldır peşinde koşturuyoruz, biliyorsun. İçimizdeydin!" Demir Bey'in sesinden anladığım kadarıyla Fırat bu kapıdan çıkarken girdiği halini geride bu odada bırakarak çıkacaktı. Hak ediyordu.

"Yakaladınız işte." Gözleri yine bana değdi.

"Bana bakmayı kes, senin faturanı ben en son baş başa keseceğim." İlişki durumundan dolayı bana söylemek isteyeceği şeyler vardı, biliyordum. Benim de söyleyeceklerim, verecek cevaplarım vardı. Bunun için Demir Bey'in işinden sonrasını beklemem gerektiğini biliyordum. "Planları daha detaylı anlat, ses kayıtlarında sadece illeri söylemiştin."

Konuşmadı. Ben devam ettim. "İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya? İlleri biliyoruz, icraat?" Kendi sorgu tarzımı kullanmamaya karar verdim ama Demir Bey de benim kadar sabırsızdı bu konularda. Yıllarını bu işleri yapmak için veren bir albaydı, silah tutmaktan nasır tutmuş ellerinden biri masaya çarptı. Diğeri Fırat'ın çenesini kavradı.

"Bana tek tek planlanmış her şeyini döküleceksin! Her yeri, her şeyi..." Fırat'ın üstüne atlayacak kadar yakın, mesafesini koruyacak kadar uzaktı. Gözleri bana döndü. "İstersen sen dışarıda bekle."

Benim için ince bir düşünceydi ama başımı iki yana salladım. "Her şey çok iyi görünüyor, inanın hiç sorun yok." Bana dokunmak için çabaladığı her an içimde baltaladığım şiddettin, öfkenin yansımasını izlemek güzel olacaktı. Bu görüntüden mahrum kalmak büyük aptallık olurdu. Fırat'ın dağılacağına emin olduğum her parçasını izlemekten büyük keyif alacaktım. Bunu da en çok cenazesine katıldığım Kerim savcı ve eşinin minik bebekleri için yapacaktım. Hiç bir dağılışı kaçırmayacaktım.

Beklenen şey gecikmeden geldi. Sert bir darbe Fırat'ın yüzüne indi. Şiddet tavsiye edilen bir değildi, ama vardı. Birinden korunmak için şimdi düşünülen ilk seçenek bir dövüş dersi almaktı, yanında biber gazı taşımak, silahlanmak... Korumak için gerekilen yerde başvurulan bir durumdu, boşu boşuna uygulanmadığı sürece oldukça işe yarar bir seçimdi.

Karşımda oturan adam eğer kendini koruyamayan, buna ihtiyaç duyan, suçsuz birisi olsa burada bunu izlememek için, onu o durumdan almak için çırpınırdım. Fırat yediği her darbenin kat kat fazlasını hak ediyordu. Biz de hak edenlere hakkını vermek için elimizden geleni yapıyorduk.

Düzenin sağlanması için bazen güçlü olanın gücünü göstermesi gerekiyordu. Hak ve hukuk çerçevesinde olabildiğince insanların hakkıyla bir ceza almasını sağlamaktı işimiz. Karşımda oturan haysiyetsiz piçin aldığı canların karşılığı kesinlikle dağılmış bir yüz bile değil, ölüm olmadı gerekiyordu. Elimizden gelen en büyük güç hakkımız kadarını uygulamaktı. Demir Bey de bundan geri durmayacaktı.

"Kaldır o siktiğimin başını!" Fırat'ın düşmüş başına karşı konuşuyordu Demir Bey. Fırat'ın başını kaldıramayacağını üçümüz de biliyorduk, bilerek yapıyordu. O kafa kalkmazsa Demir Bey daha çok sinirlenecekti. Sinirlenmek için güzel bir taktikti. Kalkmayan başa karşı sinirleri büyüyen Demir Bey bu sefer de tamamen ayakta olarak Fırat'ın vücuduna uyguladı tüm gücünü.

"Kimseye hiçbir işin haberini vermedim. Veremedim." Son cümlesini bana vurgulayarak söyledi. Başı yerde bana bakmaya çalışıyordu. İşleri benimle yapmak gibi planları vardı.

Demir Bey bağırdı. "Siktir lan!" Milim kalkan başı yine yere temas etmek için sert bir darbe aldı. Bir terör örgüt başkanını ağırlıyorduk, bu kadarı olabilirdi. Fırat'ın ağzından ve kaşından akan kanla ayaklarımı yere sürterek sandalyeden kalkmadan geriye kaydım.

"Adamlarımın bildiği ne varsa o da bastığınız yerlere malları geri götürmek olacaktı." dedi. Bunu bana zaten söylemişti. Bu yüzden doğruluğuna emindik. Ses kaydında geçen her şey açık ve kesin ifadelerdi. "İllerde olacak olan faaliyetlerin malları da hala sınır dışında."

Demir Bey bana döndü. Kaşlarım havalandı. "Zaten elimizde... Önce boşalttığınız yerlere bakarsınız. İllerdeki güvenliği arttırmak kadar büyük bir gücüm yok ama yanı başımda olanın yakasını sıkar, gerekeni alırım." Fırat artık bizdeydi. Aranan yakalanmıştı. Kökü kurutmak için başını elimizde tutuyorduk.

"Bizimkilerin hakkını savunmak gibi aptallıkları vardı, ben de kendi menfaatim için bunu düşündüm. Kendimi burada görmekten ziyade bir Türk olarak görüyorum. Onlar güç isterler, ben de onları kandıracak bir icadı yönetiyorum." Fırat olacakları az çok tahmin edebilirdi, kıvama gelmek için safını değiştirmeye çalışıyordu. Biliyordu, hukukçuydu, ona olacakların her bir adımını çok iyi hesap ederdi.

"Kendini Türk olarak görmeye kalkma, ecdadını sikerim senin! Sen ne anlarsın lan Türklükten, vatandan, insanlıktan." Her ne kadar duyduğum şeylere ses etmek istesem, sinirlensem de Demir Bey'in oluşuna sessiz kaldım. Burada konuşma sırası ondaydı. Gereken cevapları zaten hakkıyla veriyordu. Benden çok daha deneyimliydi, bu işin içinde uzun yıllar vardı. Benim arada gelen dosyamdan ziyade onun işinin asıl amacı buydu.

"Devlet bana el versin durdurayım herkesi, bir şey diyeyim herkes yapar. Beyinlerini yıkamak kolay oluyor, 'şunu yap' diyeyim hemen yaparlar. Büyük balık küçük balığı yer. Çoğunluk bana uyar, uymayanı da uyan ezer. Siz benim için devlete aracı olun. İşi kökünden bitireyim. Türkiye Cumhuriyeti'ne büyük bir hizmet sunayım. Vatan için." İkimiz de bu sözlerden sonra daha çok sinirlendik. Durdurmaktan bahsettiği adamlara en başında bir ülke vaat eden oydu. Şimdi durdurmak için onun eline ipleri vereceğimizi düşünmesi aptallıktı. Bir teröristten medet ummak büyük aptallıktı.

Onu öne sunarak bir şeylerin durdurulacağını düşünmek salakların düşüneceği türeden bir hayaldi. Türkler affetmezdi, kin tutardı. İhanetin affı olmazdı, vatan kaybedilecek kadar basit değildi. Vatana yapılan ihanet her bir ferde yapılmış büyük haksızlıktı, kin herkesin kiniydi. Bu vatan, alınan her toprak gibi kaybedilmemek üzere kazanılmıştı. Aralarda çıkan yılanın başını ezmek de ülkenin her bir ferdinin göreviydi.

Bu durumda yapılacak tek şey vardı; vatanı korumaya devam etmek, korurken can verenlerin intikamını almak... Elinde bulunan değere sahip çıkmaktı.

"Devlet bir hainin yanında olmaz. Seni çöpüm olarak kullanmam lan ben! Hangi işten bahsediyorsun sen? Kendi başlattığın savaşı durdurman için döktüğün dile mi inanacağım? Altına sığındığın, yıllardır ekmeğini yediğin vatana yaptığın ihanetten sonra kaç vatandaşım, canım, kanım şehit oldu biliyor musun?" Demir Bey'in postalı Fırat'ın başını ezdi. "Ayağımın altında duran bir toprak parçası için seni ezerim böyle Fırat, paramparça yaptığını her bir evin, ateş düşürdüğünüz her bir ailenin hatırı için seve seve ezerim bu başı!"

"Tamam kötü şeylerim oldu ama kendi gücümün farkındayım diyorum. Sınırdaki ülkelerle de aramızda bir kavga var. Devlete verdiğim zararın kat kat fazlasını size yarayacak şekilde uygulayayım diyorum. Benim dış ilişkilerle de sınırlarım bellidir." Tam anlamıyla korku paçalarından akarken herkesi satmaya yeminliydi. Korkak bir kurucunun gerçek yüzü devlete yakalanınca çıkıyordu. Bunca zamandır yarattığı, savunduğu, savaştığı ne varsa kendi hayatı üzerine satmıştı.

Yan çizmek hainlikti, Fırat bir haindi, tabii ki yan çizecekti. İçini kemiriyor olan korkudan dolayı şu yediği darbelerin acısını hissetmediğine emindim. Demir Bey sinirle geri çekildi. "Görüşeceğiz Fırat..." Odadan çıkmakla çıkamamak arasında kalan bir ifadeyle bana baktı.

Benim için burada kalıp kalmaması gerektiğini sorguluyordu. "Sorun yok albayım." Demir Bey odadan çıktığı an Fırat'la baş başa kalmıştık. "Kalk şu yerden de karşıma otur." Zorlandı ama kalktı.

"İyi oynadın. İnanmıştım." Eliyle suratının dağılmış kısmından akan kanları sildi. Bana karşı sakin davranıyordu.

"Neye?" Sırasıyla patlamış dudağına, yarılmış kaşına, saçlarının arasından şakaklarına akan kanlara baktım. Bir elin durduramayacağı kadar çoktu ama onun yüzünden dökülmüş onca kanın yanında bir hiçti.

"Bana aşık olduğuna... Kandırdığında kurduğun cümlelere, sana." İnanmayı seçmek kişiseldi. Kandırmak hoş muydu? Hayır. Ama karşılığı bir çoğunluğa yararlı bir hizmet veriyordu. Benim işim buydu; kandırmak değil, suç teşkil etmiş kişileri yakalamak. Yardımcı unsurlar bazen bir mermi, bazen bir çift sözdü.

"İnanmayı seçen sendin. Bu işlerle uğraşan biri olarak devlete çalışan birine bu kadar fazla bağlanmak cesaret ister. Risk aldın. Alınan riskin kesinliği yoktur. Battın Fırat, bittin." Kişisel meselesini konuşuyordu, içine oturmuştu bu durum.

"Ahsen bak ben seni hala seviyorum, eğer beni buradan çıkarırsan hatanı görmezden gelirim. Tekrar yanımda olursun." Ne konuştuğuna dair bir fikrim yoktu. Kaşlarım havalandığında içimde tutamadığım kahkaha dudaklarımın arasından kaçtı.

"Hatamı görmezden gelmek? Her lafın birbiriyle çok çelişiyor Fırat. Her lafında başka bir hayal kuruyorsun. Devlet seninle işbirliği yapmayacak, sen içeriden çıkmayacaksın." Duraksadım. "Haa... Olur da torba zamanın gelirse çıkabilirsin." Ciddileştim. "Beni de sevme lütfen. İlk defa birinden bunu rica ediyorum..."

"Sık... Sık kafama Ahsen! Ne bilmek istiyorsun sor soru?" Bir insanın bu denli saniyeler içinde isteklerinin değişiyor olması hayret ediciydi.

"Şizofreni hastalığı, neydi bir de kafada olmayan şeyleri kurma hastalığı... Geçmiş olsun Fırat, diyeceğim ama içeride iyileşmene mümkün yok." Bir zamanlar bana deli olduğumu söyleyen bakışlarla şimdi Fırat'a bakıyordum. Sinirlendi. "Derya'nın evine niye bomba gönderdin?"

"Kolay ulaşabildiğim bir sen vardın bir de o, zaten okulda yaptığımız baskından elini kolunu sallayarak kurtulmuşlardı. Seni seviyordum sana zarar veremezdim, ben de hem timin canını yakacağını düşündüm hem de o okul olayının intikamını alacaktım, adamlarımdan birini gönderdim. Sana mı zarar verseydim?" Tam cevap verecekken konuşmaya devam edince bekledim. "Yeliz'e yapsam ya da Kutay'a ben olduğum fazla ortada olurdu. Time de aynı şekilde. Kendimi gizlemek için işlerin içinde kalıp uzağa zarar veriyordum."

"Derya'ya bir şey olmadı Fırat. Biliyorsun zaten, bir savcıya zarar verdin ama hangisi olduğunu bilmiyorsun. Hepsinin tek tek odasına girdin değil mi?" Odama girdiğimde kapalı bırakıp açık bulduğum dosya geldi aklıma. "Davayı hangi savcı aldı diye araştırdın değil mi?"

Başını salladı. "Senin odana daha çok girdim, sana güvenmek için daha fazla sebebim vardı." Sevdiği birinin ona düşman olup olmadığını, öldürmek zorunda kalıp kalmayacağını düşünmesi, araştırması gerekiyordu.

"Ama bulamadın... Yaralan savcıyı bulamadığın gibi." Yaralanın ben olduğum sır gibi saklanmıştı. Erkin başsavcının söylediği gibi kimse davası hakkında bilgi vermiyordu. Ne diğer savcılar ne de ben hiçbir şeyden haberimiz yok gibiydik.

İfadesi sekteye uğradı. Ne demek istediğimi şimdi anlamıştı. "Ne?"

"İçeride ben vardım Fırat. Adamın ile ikimizdik o evde, patlama oldu. Ben ölmedim ama yaralandım, adamın da içeride bin parçaya ayrıldı." Vücuduma bir iz daha eklenmişti. İş için feda edilen bir duruma üzülmezdim ama, bu yara izini taşımamın üzücü bir tarafı yoktu.

Aldığı cevaba inanmak istemiyordu. "Yalan söylüyorsun, yaralanan savcı bir başkası, sana kıyamadım dedim diye senmişsin gibi davranıyorsun."

"Neden böyle bir şey yapayım? Sen bu şekilde karşımda otururken, artık iplerin elimizdeyken sana neyi inandırmaya çalışayım Fırat?"

"Ben sana zarar vermiş olamam Ahsen." Büyük bir psikolojik sıkıntısı vardı ya da deli rolünü iyi yapıyordu.

"İyi oynuyorsun Fırat ama bu işler raporla toparlanmaz haberin olsun. O kadar planı bu kafayla yapmadığını herkes bilir." Ben de oturduğum yerden kalktım. Daha fazla vaktimi boş konuşmayla harcayamazdım.
















***
















 

"Azra bu akşam Dide'nin doğum günü için bir yer buldum, oraya gelirsin değil mi?" Mete, Azra'yı çağırırken yanında bunları duyan Doruk da gülümsedi.

"Bugün değil ki... Bugün ayın otuzu Mete Abi?" Azra, Ahsen'in doğum gününü biliyordu. Şaşırmıştı.

"Biliyorum, işlerim yüzünden iznim bitti, ben de gitmeden kutlayacağım." İki gün olması bir şeyi değiştirmiyordu Mete için. Elinde olsa Ahsen'in her gününü kutlardı.

"Doruk'la birlikte geliriz." diyen Mete'nin suratı düşmemişti ama aklına gelen bir isimle suratı düştü.

"O zibidi abisi de arkadaşı mı Dide'nin?" diye sordu. Cevabın 'evet' olmasını istemiyor ama farklı bir şekilde olursa diye de 'evet' olarak duymak istiyordu.

Azra'nın gözleri yanındaki nişanlısına döndü. Doruk'un abisiydi, onun yanında Sarp'a laf etmez ettirmezdi. Kendisi de severdi Sarp'ı. "Onun doğum gününde Dide vardı, çağırmazsan ayıp olur Mete Abi." Doruk bir yandan Azra'ya başını sallayarak durumu onaylıyordu. Abisinin Ahsen'e olan ilgisinden sadece kendisinin haberi vardı.

"Öyle mi? Dide birinin doğum gününe katıldı yani?" Şaşırmıştı. Ahsen'in belli çevresini bilirdi, verdiği değeri de bilirdi. Dışarıya nasıl davrandığını da... İçi sıkıla sıkıla ofladı. "İyi, sen nişanlına söyle o haber versin. Benim çağırmaya dilim varmaz."

Azra güldü. "Tamam Mete Abi. Söylerim çağırır." Doruk'a gülerek baktı.

"Ama ısrar etmesin. Söylesin yeter." Çağırmıştı ama gelmesini istediği anlamına gelmiyordu.

"Gelir o Mete Abi." Doruk arkadan telefonu konuştu. Azra konuştu. "Hep birlikte geliriz."

"Tamamdır. Hadi dikkat et kendine. Görüşürüz abim." Mete, Azra ile olan konuşmasını kapattı.

Doruk içten içe Mete'nin duyduğu seslere gülüyordu. Abisinin işinin ne kadar zor olduğunun farkındaydı. "Ne oldu? Abisi, abimi sevmiyor herhalde?" Hala gülüyordu.

"Bence hiç gülme canım. Abinle alakalı bir durum değil. O hep böyle, biraz kıskanç. Dide'yi alacak adama sabır diliyorum sadece." Azra'nın aklına Mete'nin eski halleri geldi. Azra ve Ahsen'in yan yana yürürken, onlara bakan çocukların hepsine sadece bir bakışla yollarından çevirdiğini hatırladı. Küçük sıcak bir gülümseme kondu yüzüne. Ailenin büyük çocuğu diye bilinirdi ama değildi. Üçüncü çocuktu. Mete abisi vardı, Ahsen de ondan iki yaş büyüktü.

"Neye gülüyorsun sen sevgilim?" Doruk bir elini Azra'nın omzuna atarak başını kendine yaklaştırdı. Sıcak gülüşün üstünden öptü.

"Sen de dua et, eğer biz bağımızı kopartmasaydık senin işin de zordu. Mete Abi geldiğinde çoktan evlenme teklifini kapmıştım." Azra'da yanındaki vücuda tutundu.

"Onun farkındayım, hatta Dide'nin bize daha çok sıkıntı olacağını da düşünüyordum. İlk geldiği günü hatırlıyor musun? Adımı söylemeden suratıma bakıp adımı söylemişti." O günkü şaşkınlığı yeniden aklına gelince suratı değişti.

"Araştırmış seni işte..." İçten içe Ahsen'in ona uzak olmasına rağmen onu düşündüğünü öğrenince mutlu oluyordu Azra. Aklına her geldiğinde kendini eskisi gibi güvende hissediyordu.

Başını salladı Doruk. "Gözü tutmasa topuğuma sıkardı değil mi?" diye sordu. Cevabını biliyordu. Sıkardı.

"Sıkardı..."

Doruk cebinden telefonunu çıkardı. Abisine yazdı.

DORUK: Abi? Boş musun bu akşam?

SARP: Hayırdır Doruk. Benden küfür yemeyi mi özledin?

DORUK: Boş musun değil misin?

SARP: Hem boş hem de dolu gibiyim. Sebep?

DORUK: Dide'nin doğum gününü kutlayacakmışız. Seni de davet ettirdi abisi.

SARP: Ahsen'in doğum günü mü? Bugün mü? Oğlum bu şimdi mi söylenir?

DORUK: Abi birincisi benim de yeni haberim oldu, ikincisi erken öğrensen de bir bok yapamazsın, abisi seni pek sevmiyor.

SARP: Abisi beni davet ettirmiş ya oğlum?

DORUK: Evet sana söylemeye dili varmazmış, bana söylettiriyor.

SARP: Seni kendisi davet etti, sen orada isteniyorsun ama ben istenmiyorum öyle mi?

DORUK: Kıskandın değil mi benim ortamımı?

SARP: Siktir lan oradan! Akşam ben de geliyorum.

DORUK: Kesin değil ama değil mi abi? Hem boş hem dolu gibisin?

SARP: Gün boyu o güzel kulaklarının çınlamasını istemiyorsan kes sesini. Eyleme beni, yazma daha.

DORUK: Eyvallah.

Yanında olmasına rağmen mesajları okumayan, yalnızca önüne bakan Azra'ya döndü. "Gelirmiş abim de." Aklında sadece bu akşam abisinin onunla uğraştığı gibi uğraşılacağı geldi. Mete'nin Sarp'a davranışları Doruk'un tatlı intikamı olacaktı.

"Umarım Dide ile kavga etmezler, gerçi alıştılar artık. Etmezler ya..." Azra, Doruk'a döndü. Olur da bir şey olursa diye durduracak kişi belliydi. "Etmezler değil mi?"

"Edemezler bir tanem. Ne abim artık böyle bir şey yapar, ne de Mete Abi böyle bir ortama müsaade eder." Başını sallayarak rahatladı Azra.




***




 

Ruhi ile arası iyiydi Mete'nin, sevmişti Ruhi'yi. Dide ile timin yakın olduğunu da biliyordu, aradı. "Alo? Mete Abi?" Tüm tim şu an bir aradaydı. Bu demek oluyordu ki Sarp da bu aramayı duyuyordu. Bozuldu ama ses etmedi.

"Akşam müsait misiniz?" diye sordu Mete. Ahsen'in burada olmayan arkadaşlarının yerini dolduramazdı ama kalabalık bir kutlamanın onu mutlu edeceğini biliyordu. Ne kadar yalnız kalmayı sevdiğini söylese de yalandı. Ahsen kalabalığı severdi, yalnızlığa alışık olduğu için kalabalığa uyum sağlayamaz, yumuşak tarafını gösterir diye korkardı.

Ruhi tüm time döndü. "Bu akşam müsait miyiz?" Bir an duraksayarak Mete'ye sordu. "Hepimiz mi?"

Mete cevapladı. "Hepiniz bu akşam müsait misiniz?"

Ruhi arkadaşlarına döndü. "Hepimiz müsait miyiz?" Herkes başını salladı, Sarp hariç. Bir köşede sadece kendi haline duruyordu. Ruhi'ye bakıyor, Ruhi de ona bakıyor ama bir türlü başını sallamıyordu. "Sarp komutanım hariç müsaitmişiz Mete Abi?"

Mete'nin keyfi yerine geldi. "İyi iyi. Bu akşam Dide'nin doğum gününe gelebilirsiniz o zaman?"

"Geliriz Mete abi, ayıp ediyorsun. Sen yeri ve saati yaz biz damlarız oraya." Ruhi konuşurken diğerleri ne hakkında konuşulduğunun farkında değildi ama başlarını salladılar. Telefon kapandığında Ruhi, Sarp'a döndü. "Komutanım, Ahsen savcımın doğum günüymüş, bizi de çağırmıştı."

"İyi Ruhi." dedi Sarp sadece. Bizzat Mete'den alınmış bir davet yoktu ama sonuç olarak çoktan davet edilmişti. Gidip gitmeyeceği konusunu da burada herkese açıklama gereği duymuyordu.

"Gelmiyorsunuz yani komutanım?" diye diretti Ruhi.

Sarp'tan gelmeyen cevapla Onat, Ruhi'yi dürttü. "Sorgulama işte oğlum, şimdi patlayacak."

"Çok iyi bir noktaya değindin Onat." Sarp herkesin yanından ayrıldı. "Ben çıkıyorum." Onunla beraber de herkes ayaklandı.




***




 

Mete sıradaki kişiye geçti; Alperen. Ahsen'in yanında olduğunu bildiğinden aramadı. Mesaj attı.

METE: İşiniz bitti mi?

Alperen gelen mesaja şaşırdı. Ahsen'e abisinden ona gelen mesajı söyleyecekti ki durdu. Ahsen'e ulaşamadığı için yazdı sandı ama ona özel olarak yazılmıştı.

METE: Dide'ye söyleme. Doğum günü için erken gelin.

ALPEREN: Savcımın doğum günü mü?

METE: Çaktırma. Sen erken geç attığım yere. İşiniz bittiyse de çıkın artık.

ALPEREN: Ne yapayım?

METE: İşin bitmesini sağla, ne bileyim oğlum.

ALPEREN: Onu nasıl yapayım abi? Yapabilsem savcı olurdum.

METE: Ne zeki bir şeysin sen öyle. Yanında değil misin?

ALPEREN: Yanındayım abi.

METE: Ne kadar kalmış işi bilmiyor musun?

ALPEREN: Abi savcım ne iş yapıyor ben anlamıyorum ki, arada bir gidiyor ben odada bekliyorum. Şimdi dosyalara bakıyor. Biter herhalde birazdan.

METE: Çıkın oradan da gelin artık. Sen erkenden ayrıl, attığım konuma geç olur mu?

ALPEREN: Olur abi.

"Neye bakıyorsun sabahtan beri Alpo?" Ahsen'in sesiyle telefonu kapattı.

"Neye savcım?" Kaşları havalandı, afallamış ifadesiyle Ahsen'e bakmaya devam etti.

"Bir bana bakıyorsun, bir telefona. Kime benim hakkımda ne diyorsun?" Ahsen hala önündeki dosyalara bakıyordu. Bir şeylerin döndüğünü sezmişti, tahmini de vardı ama bir şey demedi.

"Yok savcım, işiniz bitecek gibi duruyor da ona baktım." Ellerini birbirine kenetleyerek Ahsen'e bakmaya devam etti, dosyalara göz gezdirdi, ne olduklarına dair bir fikri yoktu.

"Bitti Alpo." diyen Ahsen dosyayı kapatıp çekmecesine koyduğunda Alperen ayağa kalktı.

"Ben şimdi çıksam olur mu savcım?" Ani fırlamaya Ahsen şaşırdı.

"Hayırdır? Benim bildiğim korumalar savcılarını eve kadar bırakırlar ama... Git Alpo." Toparlandı.

"Yok savcım, acelem yok." Zaten Ahsen'i bırakan o değildi, işini henüz tam icraat edemiyordu. Bu kadar kaçar gibi gözükmek yanlış bir hareket olmuştu.

"Abim yazdı değil mi sana?" Alperen'in sabahtan beri ona bakıp durduğu, bilgi vereceği tek kişi Mete'yi. Ahsen biliyordu. Alperen'in buralarda arkadaşlarının olmadığını da biliyordu. Bir yere gidilecekti, anlamıştı.

"Yok! Yok abiniz yazmadı." Panik bir ifadeyle Ahsen'in peşinde koşuşturdu.

"Erken gel dedi bana, son günü, bugün hediye verdi. Nereyi ayarlamış yine?" diye sordu. Her şeyi çözmüştü.

"Bilmiyorum savcım da anlamamış gibi yapar mısınız? Batırdım tüm planı..." Alperen kendisini suçlu hissettiği an Ahsen konuştu.

"Sen batırmadın Alpo. Ben anladım, diğer yıllar olduğu gibi. Seni de çağırmasına sevindim, sen erkenden git. Gerisi bende, merak etme artık ustası oldum bu olayın." Alperen'in bir şeyi batırmadığını anlatmaya çalışıyordu. Neyse ki artık Alperen ona karşı açık konuşan Ahsen'in konuşmasına inanıyordu, bir abla yerine geçmişti.

"Ben sizi bırakayım savcım..." Ahsen elini kaldırdı. Kovar gibi salladı.

"Git düzgünce hazırlan doğum günüme. Özensiz gelme sakın." Alperen başını sallayarak aceleyle Ahsen'in yanından ayrıldı.

Gülen Ahsen kendi arabasına bindi. Alperen'i evine bırakmak isterdi ama yapmak istediği, planladığı başka şeyler vardı...




***




 

Sarp sıktığı parfüm ile hazırdı. Doruk ve Azra hazırdı. Onlar çoktan gitmişlerdi. Sarp hızlıca ceketini aldı.

Giyindi, son kez aynanın karşısına geçti


Giyindi, son kez aynanın karşısına geçti. Kısa saçlarına bir şey yapmasına gerek yoktu. Evden çıktı.

Ahsen'in arabasını gördü, onu bekleyip beraber gitmek gibi istekleri olsa da bastırdı tüm isteklerini. Arabasına binip konuma ilerledi.

Bir mekanda timi, timin eşleri, kardeşi ve Azra vardı. Mete daha gelmemişti. O Ahsen'le birlikte gelecekti. Alperen de geldi. Sarp bir yer bulup oturduğu an Alperen de Sarp'ın yanına oturdu. "Naber?"

"İyi Sarp Abi, sen?" Alperen'in herkesle arası iyiydi. Rahat rahat konuşmaya başlamıştı. Çevresindeki yeni insanlara alışmıştı.

"Ben de iyiyim koçum." Ona ilerleyen Mert'e baktı. Mert gülüyordu. "Neye gülüyorsun lan?" Kendi kıyafet özenine olduğunu düşündü ama herkes gayet onun gibi giyinmişti.

"Gelmeyecektiniz komutanım?" Mert de Sarp'ın hemen karşısına oturdu.

"Benim gelmem sizin gelmenizde daha olası olmalı. Sonuçta benim doğum günümde vardı." Bunun gayet olası olduğunu düşünüyordu. İstifini bozmadan oturmaya devam etti.

"Biz çağırmıştık, sürprizdi." dedi Mert.

"Ben de kim sürpriz yaptıysa o kişi tarafından çağırıldım demek ki!" Çağırılmamıştı... Yani o kişi tarafından, Mete tarafından değildi davet. Her na kadar bozulsa da Mete'nin onu kıskandığı için bu davranışları sergiliyor olmasına keyiflenmiyor değildi.

Mert bu lafın üzerine bir şey diyemedi. Başını sallayıp geçiştirdi.

"Bugün albayım geldi mi?" diye sordu Sarp, Alperen'e.

Alperen başını salladı. "Fırat'ın sorgusuna savcımla birlikte girdiler." diye cevap verdi. Devam etti. "Sanırım size görev çıktı."

"Çıksın." Görev olması artık alışılagelmiş bir durumdu. Görev çıkması timin hiçbirini üzmezdi, sadece bazı ayrılıklar bitirirdi. Neyse ki şu an tim sapasağlam ilerliyordu.

***

 

"Ee abi? Bekle de giyineyim!" Ahsen işlerini halletmiş eve gelmiş. Hazır olan ailesine bakıyordu.

"Leyla senin için seçti bir elbise. Git hazırlan hadi." Ahsen'in inatla özenmeden giyineceğini hissediyordu Mete. O yüzden Ahsen gelmeden Leyla onun için bir elbise seçmişti.

Odasına giren Ahsen gördüğü elbiseyi giymem istemedi. Genelde çok dert etmezdi ama bugün içinden bu sırtı açık elbiseyi giymek gelmiyordu. "Ben bunu giymem!" dediğinde odaya Leyla girdi.

"Niye, gayet güzel?" Sırtı fazla açıktı, bu demek oluyordu ki sırtındaki büyük iz baştan sona herkese görünecekti.

Sırtını gösterdi. "Bunu bu şekilde giymek istemiyorum." Leyla anladığında Ahsen'in yanına adımladı.

"Kendinle barışık olduğunu biliyorum Dide. Sırtındaki yara izi kötü durmuyor, emin ol çok güzelsin." Büyük yara Ali'den değildi. Mete de Leyla da öyle sanıyordu...

İlk defa yara izinden bu kadar rahatsız olmuştu. Onu öldürmek için açılan yara ile bugün doğum gününü kutlamak istemiyordu. Yutkundu.

"Bunca zaman hiçbir iz seni rahatsız etmedi, şu an neden rahatsız oldun bilmiyorum ama eminim iki saat sonra bu yara izine bu kadar takıldığın için kendine sinirleneceksin." Doğru söylüyordu Leyla. Şu an aynadan bunu görmek rahatsız etse de, bundan rahatsız olmak onu daha da sinirlendirecekti.

"Hadi giyin, çıkalım." Leyla odadan çıktığı an Ahsen yine baktı elbiseye. Birkaç dakika sonra giyidi elbiseyi. Hazırlanması için ona çoktan hazırlanmış her şeyi taktı üstüne. Sırtına baktı, belli olan büyük kesik izine ve izin üstünde duran ince eğik font ile yazılmış dövmeye. 'Memento Mori' Ölümü Hatırla demekti. Bu yarayı açan kişiden duyduğu son cümleydi. İz ile birlikte oraya kazınmıştı.

 

 Hazırlanması için ona çoktan hazırlanmış her şeyi taktı üstüne


Odadan çıktığı an ayaklandılar. Duru da üstünde beyaz bir elbiseyle gülerek bakıyordu halasına. Doğum günü konusunu anlayan Ahsen'den habersiz büyük bir sır tutmaya devam ediyordu. Heyecanlı bir şekilde Ahsen'e ilerleyip halasının elini tuttu. Evden hep beraber çıktılar. "Halacım sen asansörle in."

"Sen de in asansörle, o topuklularla inme öyle." Mete'nin cümlesine başını iki yana sallayarak cevap verdi. Henüz asansöre yeniden binmek gibi bir düşüncesi yoktu. "İyi bekle ben geleyim yanında."

"İn asansörle abi, aşağıya atlamıyorum, hala ayaklarım var. Merdivenlerden ineceğim ben." Başına buyruk merdivenlerden çoktan hızlıca inmeye başlamıştı. Yavaş hareket eden asansöre karşı aşağıda bekleyeceğini bile bile hızlı hızlı indi.

 

 

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

AHSEN DİDE KORKMAZ

 

Beni beklediğini bildiğim Alperen ve haberinin olduğu bir kişi daha, Azra olduğunu düşündüğüm yerde herkesin burada olması şaşırtmıştı beni. Bir sürpriz bekliyordum, her seneki gibi yanımda olan arkadaşlarımın olmadığını biliyordum bu sefer ama beklediğim kişi sayısı bu kadar kalabalık değildi. Tim yalnız değildi, yanlarında onlarla birlikte sırf beni kutlamak için gelmişlerdi.

Bildiğim şeyi beklenmedik bulmak her zaman benim için değişik bir duyguydu. Gülümsedim. "Hoş geldiniz?" Alperen'in suratında kocaman bir gülümsemeyle konfeti patlatmasına güldüm.

"Asıl siz hoş geldiniz savcım." diyen Ruhi'ye döndüm. Hala timin burada olması benim için garipti. Etrafta dolaşan gözüm birine daha çarptı. Sarp da buradaydı. Aynı anda abimle fark etmiş olacağız ki mırıltısını duydum. "Bu da gelmiş."

Abime döndüm. "Ne demek gelmiş abi? Kim ayarladı bunu?"

"Ben ayarladım." dediğinde bu rahatsızlığın sebebini merak ettim.

"Yani sen çağırdın?" Sarp'ın burada olmasının başka bir açıklaması olamazdı. Ne kadar inatçı biri ve kendi kafasına göre davranan biri olsa da davet edilmediği yere gelmeyeceğine emindim.

"Ben çağırmadım, çağırttırdım. Sen onun doğum gününe gitmişsin, ayıp olur diye... Mecburiyetten yani." Göz devirdim.

"Allah aşkına rahat dur. Bari bugün kargaşa çıkmasın. Yemin ederim aramızda hiçbir şey yok, bulaşma adama." Abimin bana olan bakışlarından bu söylediklerime uyacağına dair bir kesinlik olmadığını anlayınca ofladım. "Tek dileğim bu abi..."

"Tamam ya tamam. Geç otur şu başa." Masanın başında duran sandalyeyi gösterdiğinde ilerledim. "Ya da..." dediğinde neye dediğini anlamak için yanıma baktım, yanımda duran sandalyelerden birinde oturan Sarp'ı görünce abimin beni farklı bir yere sürükleyeceğini anlamıştım.

Doruk çıktı karşıma. "Otur sen Dide. Boş ver." Oturdum.

Bir fısıltı duydum. "Bugün doğum günün olduğunu bilmiyordum." Kimden geldiğini anlamak için kafamı çevirdim. Suratıma bakan Sarp'ın gözleri bir cevap bekler gibiydi.

"Bugün değil zaten. Abim gitmeden kutlamak için yapıyor işte..." Onun fısıldayışına karşılık normal bir sesle konuştum.

Kaşları havalandı, gözleri parladı. "Gidiyor mu?" diye sorduğunda başımı salladım.

"Hayırdır, abimi çok sevdiysen sen de onunla beraber gidebilirsin. Hem şu uzaktan sevme işini de usulüne göre yapmış olursun. Bu uzaklık hiç uzak değil çünkü..." O konuşmadan sonra her şey daha farklıydı. Ben uzaktan severim dediğinde gerçekten uzak duracak sanmıştım. Biraz rahatlamıştım ama o durduğu mesafeden daha yakınıma girmişti.

"Yanlış anlama ama şu an abinin benim tarafımdan sevilecek tek iyi tarafı sana iyi bakıyor olması." abimi sevmeyen birini duymak şaşırtmıştı ama abimin Sarp'a olan abartılı davranışının karşılığı bu olmalıydı. Abim beni daha çok şaşırtmıştı.

"Haklısın, bir şey diyemem." Önüme döndüm. Büyük bir masada başa oturmak garipti, odamda duran üç sandalyeye alışmıştım, evde de tektim. Masada sayamayacağım kadar fazla sandalye vardı, hepsi doluydu. Oturan herkes mutluydu. Burada istediğim zaman çıkmak mümkündü, burası odam değildi.

"Ne zaman doğum günün?" dediğini duydum Sarp'ın.

"1 Ocak."

Cevabıma gülümsedi. Uzatarak konuştu. "Yeni yıl hediyesi gibi..."

"Ne hediye ama!" O doğum gününü kutlamadığını söylemişti. Ben de normalde kutlamak istemezdim. Her yıl doğum günümde neden hala hayatta olduğumu sorgulardım ama önüme dayatılan pastayı her seferinde üflerdim. Dileksizdim.

Bu söylemimden sonra sessizleşti. Bazı şeyleri duymak konuşmanın önünü kapatıyordu.

Önüme gelen koca patayla görüş açım kapandı. Herkesin beni önemsediği o doğum günü şarkısı söylenmeye başlandı. Yaptığım ilk şey Alperen'i yanıma çağırmaktı. "Savcım?" diyen sesini duydum.

"Bugün ne senin ne de benim doğum günüm. Önemli olan niyetmiş. İkimiz de bugün doğum günümüzü kutlayalım. Sen benim için geldin, ben de senin için geldim say. Herkes sadece benim için değil de ikimiz için toplanmış say. Onların hayatında da senden daha fazla yer almadım." Bir kolundan tutup yanıma çektim.

Bana baktığında şaşkınlığını anladım, güldüm. "Alperen mumlar erimeden üfleyelim." Çenesinden tutup pastaya çevirdim yüzünü. Gülümseyerek fısıldadım. "1... 2... 3..." İkimiz de aynı anda eğilip mumları üfledik. Ben dilek dilememiştim, Alperen'in de dilemediğine emindim ama emin olduğum bir şey varsa o da şu an Alperen'in bu durumdan mutlu olduğunu görmekti.

Odamda geçen, hatırladığım her doğum günümde babam hakkında dilekler dilerdim. Bunların hepsi önemsenmekle ilgiliydi. Karşılığını Ali'den alamamıştım ama şu an birilerinden bunu görmek de güzel bir histi. Alperen'e de aynısını yaşatmak güzeldi.

Abimin beni düşündüğünü, beni mutlu ettiğini düşünüp bundan keyif alıp almadığını merak ederdim. Bir abla olmak bana bunu hissettirebilirdi ancak, farkında değildim Azra'ya her ablalık yaptığımda bundan keyif aldığımı bilmiyordum, bunu fark etmem Alperen'e kısmetti. Yanımda kardeşim olarak gördüğüm Alperen'in güldüğünü görmek benim için en iyi hediyeydi.

Herkese döndüm. "Bugün benim doğum günüm değil. Hepinize teşekkür ederim, abim çağırmış gelmişsiniz. Alperen'in de iki gün önce doğum günüydü. Teknik olarak ikimiz de gününde kutlayamadık, o yüzden günü benimle birlikte Alperen'le de paylaşırsanız çok sevinirim." İlk yanımdaki Alperen'e sarıldım.

Sonra diğerlerine, yanımda duran bir başka isim Sarp'tı. Sarılacakken abimin bana sarılmasıyla tüm her şey kesildi. Sonra Duru geldi, Sonra Leyla, Azra, Doruk, tim ve yanlarında eşleri... En sona Sarp kaldığında kısa bir sarılmayla atlattık.

Geri kalan her şey normaldi, herkes benimle birlikte günü Alperen'e de seve seve paylaşmıştı. Sarp'ın sürekli bana baktığını hissediyordum ama karşılığında bir şey diyemiyordum. Rahatsız olduğum bir bakış değildi ama tuhaf hissettiriyordu.

"Gerçek doğum gününü kutlamak istiyorum." dediğinde döndüm.

"Yılda bir kafi." Fazlasına gerek yoktu, onun gibi dilemek istediğim üç dileğim yoktu. Gerçi onun da iki dileği varmış ama ben de o da yoktu. Ne dilenirdi ki? Sağlık mı? Benim için çok önemli değildi. Sağlığım olduğu gibiydi. Para mı? Yeterince vardı. Aşk mı? Saçmalıktı. Aile mi? Yanımdakilerdi.

"Dilek diledin mi?" diye yeni bir soru sorduğunda düşündüğüm olası dilekleri susturdum.

Başımı iki yana sallayarak dürüst oldum.

"Neden?" diye sorduğunda yine dürüst olmayı tercih ettim.

"Bir isteğim yok. Olması gerekenin beni bulacağını biliyorum. Olmaması gereken de buluyor gerçi." Ne dediğimi anlamaya çalışınca güldüm. "Daha önce çok diledim, gerçekleşmiyor. Senin de hayallerini kırmak istemem ama dileklerin çöp olabilir, üzülme."

Bu dediklerimi kabul etmedi. "Olacağını düşündüğün, inandığın şeyleri dilemen gerekiyor. Ben yeterince inanıyorum. Olunca sana haber veririm."

Başımı salladım. "Dileğini de söyle bari."

"Dileğimi de söyleyeyim bari."

Azra yanıma yaklaşınca elindeki minik hediye paketini gördüm. Bana uzattı. "Gününde verecektim ama bugün vermem gerekiyormuş." Kutuyu aldım.

"Teşekkür ederim." Kutunun üstünde duran kurdeleyi dikkatlice çözdüm. İçini açtığımda karşıma çıkan minik kolyeyi görünce şaşırdım. Manevi hediyelerin gelme yılıydı bu yıl. Bu hediye de geçmişten bugüne düşünülmüş bir hediyeydi. Koptuğuna üzüldüğüm kolyem on beş yıl sonra bana geri dönmüştü. Birebir aynısıydı modeli.

"Bulmak için aramamıştım çünkü olduğunu düşünmüyordum. Gezinirken gördüm, önce hatırlamadım ama önünden de ayrılamayınca biraz daha zaman harcadım. Koptuğu için üzülmüştün, aynısını bulunca yeniden vermek istedim. Koparttığım için de özür dilerim."

Bilerek kopartmadığını defalarca söylemiştim. Ama benim onun için geçerli kıldığım kural onun benim için de geçerli kıldığı kuraldı. Birbirimizin üzülmesine dayanamazdık, üzen kişi de biz olunca daha da dayanılmaz bir hal alırdı.

"Bilerek olmamıştı..." Sarıldım Azra'ya. Benim unuttuğum şeyler hala bazı insanların beyninin bir köşesinde yaşıyordu.

"Alperen'in doğum gününü de bilmiyordum, bilseydim ona da bir şeyler alırdım." Benim tahmin ettiğim şey de buydu.

"Azra arabada iki paket var, birini abim Alperen'e versin, diğerini de sen ver." Ona aldığım takımdan sonra vereceğim küçük çöpü bile kabul etmezdi. Takımı zor kabul etmişti şimdi sana doğum günü hediyesi aldım desem istemeyeceğine emindim.

Azra'ya arabanın anahtarını verdim. Aslında birini abim birini Leyla verir diye düşünmüştüm ama Azra daha mantıklı bir seçenekti. Bir süre sonra Azra ve abim, Alperen'e hediyeleri verince rahatladım. Benim günümün sona ermemesi için düşüneceğim bir işim kalmamıştı.

"Ben de hediye vereceğim... Sanırım gününde vereceğim." Sarp'a döndüm.

"Bir hediye istemiyorum."

"Hediye istenilmez zaten. Günü gelince karşılıksız alınır." Ben de bir hediye almamıştım ona. Ona göre her şey karşılıksız olabilirmiş gibiydi. Bende durum farklıydı, ben her şeye hak edildiği gibi karşılık verirdim. Bu duruma uyum sağlayamadığım tek kişi de Sarp'tı.

Onun karşılığı benim ona verdiğimden çok daha fazlasıydı ama bunu yapmamıştım. Bundan şikayetçi olup benden uzaklaşmasını beklemek de yangına körükle gitmek gibiydi çünkü Sarp ısrarla, tam anlamıyla karşılıksız yanımda durmaya devam ediyordu. Bu söylediğine de karşılık vermem gerekiyordu ama veremedim.

 

 

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

Gün geçip gitmişken, her şey yolundayken üç yolcu vardı. Gece saat beşte Ahsen sabahı görmeleri için ısrar etse de kalkan bir Mete vardı. Mete hep böyleydi, bir yere yola çıkılacağı zaman beşte, altıda çıkardı. Akşam değil sabah giderdi hep.

Esneyerek uyanan Ahsen de kalktığı için şikayetçiydi. "Ne olurdu bir saat sonra çıksaydın yola? Kargalar bokunu yemeden..." Söyleniyordu. Duru'yu gördü, hala uyukluyordu. "Şuna bak, çocuk baygın hala."

"Kızım sanki bilmiyorsun, yola çıkınca ben bu saatlerde kalkıyorum. Saat dokuzda da çıksak yine beşte uyanacağım. Ayrıca o arabada uyur. Değil mi miniğim?" Duru cevap vermiyordu babasına. Ayakta durarak uyumanın büyük zahmeti içindeydi. Vücudu dik duruyor ama beyni uykuya yenik düşüyordu.

"Bir şey demiyorum abi. Ne desem boş çünkü." Leyla ile birlikte mutfağa girdiler. Duru'nun başında dırdır yaparak Duru'yu uyandırmaya çalışan Mete'nin sesinden Ahsen rahatsız olunca Duru'yu kucaklayıp mutfağa girdi. "Günah günah, sus da uyusun biraz daha." Bir eliyle Duru'yu taşıyor bir eliyle Leyla ile kahvaltı hazırlıyordu.

Kahvaltı hazır olduktan sonra bile Ahsen ve Duru uykuluydu. İkisi de uyuşuk bir şekilde kahvaltı yaparken Mete, Duru'ya konuştu. "Babacığım halan evde kalacak o uyur da senin uyanıp kahvaltı yapman gerekiyor." Duru hiç ayılma taraftarı değildi. Ağır ağır kırptığı gözleriyle çatalındaki salatalığı ağzına attı. Çiğnemeden yanağında tuttu.

Her şey bittiğinde Leyla ayaklandı. "Ben toplarım sonra, hiç elleme." Hazırlanan Abisine baktı. Sarıldı. "Gidince bana yazın."

Mete de sarıldı Ahsen'e "Sen de her gün beni ara artık, duydun mu? Kendine dikkat et, bir şey olursa bana söyle."

"Hı-hı..." Abisinden ayrılan Ahsen, Leyla'ya geçti. "Yolda dikkat edin. Sonra da dikkat edin."

"Sen de kendine dikkat et."

Küçük Duru sıranın onda olduğunu biliyordu. Kollarını yukarıya kaldırıp kucak istedi. Ahsen, Duru'nun isteğini gerçekleştirdi. Kucağına alarak sıkıca kendisine bastırdı. "Miniğim... Seni çok seviyorum. Kendine dikkat et olur mu?"

Başını salladı Duru, Ahsen'in yanaklarından öptü. "Ben de seni seviyorum halam."

Mete, ailesini alıp kapından çıktı. Ardında bıraktığı kardeşini hala gözüyle görse de şimdiden onun için olan endişesi başlamıştı.

İçeriye giren Ahsen bu sefer işi için hazırlanacaktı. Gelen aramaya şaşırdı, açtı. "Başsavcım, günaydın?"

"Günaydın Ahsen savcım. Neredesin?" Erkin başsavcının sesi aceleci geliyordu.

Ahsen bir an kendi gördüğü saatten şüphe etti. "Evdeyim başsavcım?"

"Fırat işi uzun, senin başka bir işin daha var. İstanbul'a gidiyorsun." Net konuşmuştu.

"İstanbul mu?" Buradan bir anda İstanbul'a gitmek için mantıklı bir sebep düşündü Ahsen ama bulamadı. İskender oradaydı, bu bir sebepti ama mantıklı değildi.

"Evet. Üç, dört saate havaalanına git. Sana bilet getirecekler, İskender'e gideceksin." Hala şaşkınlığını koruyan Ahsen sadece onaylamakla yetindi. İskender olayını tahmin etmişti ama 'neden' sorusu hala kafasında dönüyordu.

"Tabii başsavcım." Telefonu kapattığı an aklına bir şeyler gelse de bunu söyleyen kişinin Erkin başsavcı olmasını durumuna karşın bir anlam veremedi. Yaptığı tek şey bir valiz hazırlamak oldu. Mutfağın dağınık kalan kısmına zamanı kalmayınca elinden geldiğince toparlamaya çalıştı. Tam toplu olmasa da ev düzgündü. Ayakkabılarını almak için ayakkabılığa ilerledi, çalan kapıyla beklemeden kapıyı açtı.

"Sarp?" Elinde bir paketle duran Sarp'ı görünce bir kez daha şaşırdı.

"Nereye? Araban burada diye izinlisin sanmıştım, değil misin?" Sarp da şaşkındı, Ahsen'in topladığı ayakkabıları görünce şaşkınlığı arttı.

"İzinliyim ama işim var." dedi Ahsen. Toparlanmak için zamanı yoktu, hızlı hareket etti.

"O nasıl oluyor?" İçeriye sormadan girmişti.

"Hiç girme Sarp çünkü hiç zamanım yok. İstanbul'a gidiyorum." Valizini de yanına çekti, diğer eşyalarını da kapının önüne aldı.

"Ne?" Ahsen ile birlikte hareket ediyordu.

"İş gereği, ben de tam bilmiyorum." Kapıyı kilitledi..

"Koskoca İstanbul'da savcı mı bitmiş, niye sen gidiyorsun?" Sarp sinirli bir tavırla konuşmuş bir yandan da Ahsen'in eşyalarını taşımaya başlamıştı. Ahsen daha yönelmeden merdivenlere ilerlemişti. Ahsen'le birlikte indiler.

"İş işte, sen nereye?" Ahsen onunla beraber inen Sarp'a şaşırdı.

"Seni bırakmaya, nereye olacak?" Durmamıştı, inmeye devam ediyordu.

"O elindeki ne? Her şeyi sen niye aldın versene bana da birkaç bir şey?" Sarp'ın elinden çekmeye çalıştı çantaları ama başarılı olamadı.

"Hediyen. Arabada açarsın." Aşağıya indiklerinde Ahsen kendi arabasına ilerledi.

"Beni bırakmana gerek yok." Sarp pek umursamamıştı bu sözleri.

"Senin arabayla mı gideceğiz? Ver bana anahtarları." Ahsen artık Sarp'ı gönderemeyeceğini anladığından anahtarları sıkıla sıkıla vermişti. Kendini yan koltuğa atarken Sarp'ın eşyaları bagaja yerleştirmesini sonra da arabaya binmesini bekledi.

Kucağına konan koca pakete baktı Ahsen. "Bu ne?"

"Hediyen. En sevdiklerim gül değil dedin ama bu hiç yardımcı olmadı inan. Geri binlerce tür çiçek kalıyor..." Sarp arabayı çalıştırırken Ahsen paketi özenle açtı.

Koca bir kutuda zambak çiçeğinin legosunu görmek şaşırttı. Bir şey diyemeden Sarp konuştu. "En azından solmayan bir hediye..."

"Eee nereden öğrendin peki?" diye sordu kutuyu inceleyen Ahsen.

"Neyi?" Sarp'ın heyecanlı bakışları Ahsen'e döndü.

"En sevdiklerimin zambak olduğunu?" Gülerek pakete bakıyordu Ahsen. Güzel bir hediyeydi, solmaması ve el emeği isteyen bir hediye olması da onun için güzel bir detaydı.

"Zambak mı? Ben lilyum aldım?" Ahsen bunu duyunca gülmeye başladı.

"Evet işte, ikisi de aynı şey zaten Sarp."

Sarp aldığı kutuya baktı. "Bu zambak mı?" Başını salladı Ahsen. En sevdiği çiçekti zambak, bunu Sarp'ın tahmin etmesine şaşırdı.

"Nereden tahmin ettin?"

"Valla ne yalan söyleyeyim verdiğin kitapta geçen çiçeği gördüğüm gibi aldım. Belki bir işarettir diye, öyleymiş." Ahsen ona verdiği kitabı düşündü. 'Kırmızı Zambak'

"Senin gitmemek gibi bir seçeneğin var mı?" Sarp, İskender olayını bilmiyordu. Ahsen de söylemek istemedi. Önemli bir durum olmasa oraya gitmezdi, gitmesi gerekiyordu.

"Gidiyorum işte. Çok kalmam." Geçiştirmek için konuştu öyle.

"Çok kalmayacağın bir yere bu kadar eşya götürmene ne demeliyim Ahsen?" Ahsen durakladı.

"Kadınlarız işte, her şeyi kullanmasak da götürürüz, sorgulamasana." Onun pek götürmeye ihtiyacı yoktu, hala kurulu bir evi vardı orada ama bunu bilmeyen Sarp'tan bir bilgiyi daha saklamaya karar verdi.

"Niye kötü bir his var içimde?" diye sordu, hala yola bakıyordu ama dalgındı Sarp.

"Ne gibi?" diye sordu Ahsen. Sarp'ın ne demek istediğini anlamıyordu.

"Bilmem, Bir anda İstanbul'a gitmen çok saçma." Ahsen'in bildiği bilgilere rağmen Ahsen'e de saçma geliyordu bu olaya, bu yüzden kafasını salladı.

"Bir şey olduğu yok."

"Alperen niye gelmiyor?" diye sordu.

İskender'i almaya giderken yanında Alperen'i götürmek saçmalık olurdu. İskender, Alperen'i tanıyordu. Ahsen'in yanında olduğunu, Ahsen'i bilmese bile Alperen'e saldırmak için beklemezdi. "Demek ki gerek yokmuş."

Derin bir iç çekti Sarp. "İyi bari bana haber ver varınca?" Sarp'ın panik hallerini duyunca Ahsen daha da geriliyordu.

"Veririm Sarp." Sakin bir sesle Sarp'a cevap verdi. Ahsen'in sakinliği de Sarp'ın gerginliğini arttırıyordu.

Araba yavaşladı, Sarp ve Ahsen varması gereken o yere vardılar. "Hemen mi gidiyorsun?"

"Bilmiyorum, biletimi verecekler." Arabadan indi Ahsen. Peşinden Sarp da indi. Ahsen'in eşyalarını yine kendisi kaptı.

İçeriye doğru ilerlediler, bir adam onları bekliyordu, Ahsen'i gördüğü an yanlarına gitti. "Başsavcım gönderdi, Taylan ben." Ahsen'e uzatılmış eli Sarp sıktı. Aynı anda yere düşen çantanın çıkardığı ses yankılandı. Sarp, adamın elini aceleyle sıkmak için Ahsen'in ayakkabılarının olduğu çantayı elinden bırakmıştı.

"Sarp!" diyen sinirli sesle Sarp, Ahsen'e döndü.

"Efendim." Attığı çantanın hala farkında değildi, Ahsen'e olan bakış kısa sürmüştü, Taylan'a sert bakmaya geri döndü.

"Yere ne attın sen?" Ahsen yine sinirli ses tonuyla Sarp'a söylendi.

O an Sarp'ın bakışları yere değdi. Çantaya. "Bir şey olmamıştır ya?" Yere uzanıp çantayı aldı. Durumun gerginliğini almaya çalışıyordu. Sırıttı.

"Elin el değil ki? Kim bilir kaç metreden düştü..." Çantanın içini açıp bakmak dahi istemiyordu Ahsen. Karşısında duran adama döndü. Elindeki bileti gördü. "Ver kardeşim sen de biletimi!" Adamı kovar gibi kaçırdı.

Sarp'ın elindeki çantalara ve valizine uzandı. "Ne yapıyorsun?" sorusuna karşılık verdi. "Gidiyorum."

"Benimle görüşmeyecek misin?" Gerçekten Ahsen'le görüşmeyi bekliyordu Sarp.

"Aaa doğru." Ahsen, Sarp'a yaklaştı. Elini cebine attı, ev anahtarını verdi. "Bunu Azra'ya ver, arabanın anahtarını da Alperen'e..." Geri çekileceği sırada uzattığı kolunu çeken Sarp, Ahsen'i kendisine çekti.

"Gel buraya!" Ahsen tam olarak Sarp'ın göğsüne sinmişti. Sarp'ın sırtına dolanan ellerine karşı Ahsen'in elleri hala aşağıdaydı. Sarp biraz daha sıktı kollarının arasındaki Ahsen'i. Ahsen de ellerini kaldırdı, Sarp'ın sırtında kavuşturdu. "Söz ver!" dedi Sarp bir anda gelen panikle.

"Neye?" Ahsen'in kaşları çatıldı, Sarp'ın yüzüne bakmak için geri çekilmek istedi ama Sarp izin vermedi. Ahsen'i hala sıkıca tutuyordu.

"Çabucak geri döneceğine?"

"Sarp niye böyle konuşuyorsun? İyi misin?"

Sarp'ın içindeki his katlanarak büyüdü. Aklında koca bir yeri kapladı. "Söz ver Ahsen, kendini tehlikeye atmadan işini bitirip geri döneceğine söz ver."

Ahsen de Sarp'ın henüz bitmemiş, diri tuttuğu endişesinin farkına vardı. "Söz. İşim biter bitmez döneceğim."

Uçak saatinin yaklaştığını düşünen Ahsen'in gitmesi gerekiyordu. "Gitmem gerekiyor." Sarp'ın kolları hala Ahsen'in sırtındaydı, öylece bekliyordu. "Planın bu mu? Bana sarılarak uçağımı kaçırtacaksın."

Ahsen'in konusu Sarp'ın burnuna geliyordu, bırakmaya niyeti olamazdı, şu an ki endişesiyle de hiç bunu yapmak istemiyordu. "Mantıklı bir fikir olduğunu düşünüyorum... Bu anı biraz daha ezberlemem şart, kaçtaydı şu uçak saatin?"

Bilmiyordu, ona verilen bileti daha yeni almıştı, bakmamıştı ama en yakın zamana alındığını biliyordu. Vedaları sevmezdi, ona vedalar hep ansızın denk gelirdi. "Şimdi gitmem gerekiyor." diye mırıldandı.

Sarp son kez sıktı kollarını, ağır ağır çekti Ahsen'in sırtından. Sarılmayı bırakmışlardı. "Çabuk dön!" dedi.

Ahsen gülümseyerek eşyalarını aldı. "Dilek dileme sırası bende miydi?" Sarp buna karşılık gülerek başını salladı.

"Dileğimi boşu boşuna harcamayacağım kusura bakma." İşi bitince geri döneceğini biliyordu, çabuk ya da geç olması dert değildi.

"Canın sağ olsun..." Ahsen eşyalarıyla ilerlerken Sarp onu gözünün önünden kaybedene kadar beklemeye devam etti.

Ahsen bir an durdu, Sarp'a baktı. "Ben dönmeden ölme!"

Sarp gülümsedi. "Emredersin. Sen de..."

Ahsen yine ilerlemeden konuştu. "Anahtarı Azra'ya vermeden önce..." Bunu söylemekle söylememek arasında kaldı ama söyledi. "Dolapta tiramisu var. Yersen."

"Şimdi yemeye gidiyorum o zaman?" Ahsen başını salladı. "Hediyeni aldın mı?" diye bağırdı Sarp. Ahsen yine başını salladı. Havaalanının içinde kayboldu.

Sarp döndüğünde önce Ahsen'in evine gitti. Huzurluydu. Hayatında yaşadığı en iyi anlardan biriydi Ahsen'e sarılmak, kokusunu içine çekmek. İlk başta sarılmayan ama sonra onun ellerinin de Sarp'ı sarması ayrı bir duyguydu Sarp için.

Ama huzursuzluk da vardı. O çok merak ettiği hikayeyi duymuştu. Kötü olduğu için konu kapanmıştı ama Sarp biliyordu ki bundan çok daha fazlasını yaşamıştı. Bunları düşünmek, Ahsen'in iş içinde belayı çekiyor oluşu huzursuzluğunun büyük kaynağıydı.

Buzdolabını açıp içindeki dolu tatlıyı görmek biraz olsun bu huzursuzluğu hafifletecek türdendi. Tatlıyı aldığı gibi evine çıktı. Aynur, Sarp'ı görünce şaşırdı. "Erken döndün." Ahsen'in yanında olduklarını bilmiyorlardı, dışarıya çıktığını biliyorlardı. Sarp da Ahsen'le daha fazla vakit geçireceğini düşünmüştü.

Oğullarının elindeki tatlıyı gören Aynur ve Bekir "Hayırdır oğlum bu tatlı ne?" deyince Sarp tıkandı.

"Eve gelirken Ahsen verdi. İş için İstanbul'a gidiyormuş bozulmasın yiyin dedi." Odasına ilerleyecekken babasının sesi ile durdu.

"İyi kap bir tabak, bir çatal da yiyelim." Bekir'in dediklerine önce tepki veremedi.

Bu tatlının hepsini kendi yemeyi planlıyordu. "Baba sen kahveli tatlı sevmezsin?"

Bekir oğluna döndü. Gözlerini kısarak baktığında "Git bir tabak bir çatal getir."

Sarp söylene söylene mutfağa gitti. Tatlıyı tezgaha koyduktan sonra iki tabak çıkardı. Birine koca bir dilim koydu. Bu kendisi içindi. Diğerine de tadımlık iki çatala anca gelecek şekilde kestiği tiramisuyu koydu. Salona gittiğinde elindeki minik dilimli pastayla bir çatalı babasına uzattı. "Bu ne lan?" Bekir şaşırmıştı kendine verilen tabağa.

"Baba tadımlık, beğenmezsen boşa mı gitsin?"

Bekir tadına baktığı tatlıyı beğenmişti. "Beğendim, ver bana bir dilim?" Sarp sıkıntılı bir iç çekerek babasına bir dilim koydu. "Güzelmiş."

Sarp da biliyordu güzel olduğunu.

 

*** 

 

Aradan geçen iki saatin arasından ona gelen mesajla daha da keyiflendi.

AHSEN: Ben indim uçaktan.

SARP: Tamamdır, bir şey olursa yaz desem şimdi ne dersin?

AHSEN: Eşeğin gözü derim Sarp.

 

 

 

***

 

 

 

Ertesi gün timle beraber albay konuşma yaparken saatler 15.42'yi gösteriyordu. Fırat hakkında konuşulan konuyu Demir, tim ile konuşuyordu.

Bir anda yükselen, koridordan gelen bağırış sesleriyle hepsi şaşkındı. Albay da koltuğundan kalkıp koridora çıktığında tim hala içeride bekliyordu. Albay hızla içeriye girdiğinde yüzündeki ifadeyle tüm tim albaya odaklanmış yüzüne bakıyordu, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

Ağlayanın sesi susmuyordu, giderek yaklaşan sesin kime ait olduğunu tim anlamıştı. Ağlayış sesleri, acı çığlıklar Azra'dan geliyordu.

Sarp ayaklandı. Azra'nın yanına gittiğinde yanında Doruk da vardı. "Ne oldu?" Doruk'a baktı, bir cevap bekledi ama Doruk'un da gözleri sulanmıştı.

Azra'nın telefonu Demir'deydi. Haberi önce Azra, sonra Doruk, sonra da Demir öğrenmişti. Demir'in de suratı düşünce Sarp sinirlendi. "Biri bir şey desin! Ne oldu?"

"Savcıya suikast kurulmuş." diyen Demir sustu.

"Ne olmuş Ahsen'e?" Başı ağrımaya başlarken aynı anda tüm vücudu uyuşmaya başlamıştı.

Kimse cevap vermedi, bu soruya karşılık Azra'nın ağlayışları daha da büyüyünce herkes anlayacağını anladı. Sarp kendi kendine düşündü. Ondan haber alalı daha yeni olmuştu. Bir şeyi yoktu. "Kim ne yapmış? Ne suikastı? Başsavcı bilerek mi göndermiş onu oraya?" İçindeki huzursuzluğun kokusunun bu kadar erken çıkacağını ve bu denli iç yakıcı olacağını düşünmemişti Sarp.

"Organize suçtan... İskender Atay." diye konuştu Demir albay. "Bindiği arabayı taramışlar. Abisine de haber gitmiş."

"Kim verdi haberi?" diye sordu Sarp. Her an gidecek kadar kötü hissediyordu kendini ama her şeyi bilme isteği ile direniyordu. İnanamadı. Bu kadar ani olmasını aklı almıyordu.

Tüm timin sessiz gözyaşları çoktan süzülmeye başlamıştı. Demir de kendini sor tutuyordu. "Başsavcı."

Hala olayın tam olarak farkına varamayan, varmak istemeyen Sarp kendini parçalayarak ağlayan Azra'yı gördüğünde kafası yerine gelmişti. Artık Ahsen yoktu. Ölmemişti de, şehit olmuştu.

Azra'ya vereceği anahtarı vermedi. Gitmeyi planladığı yere doğru hareketlendi. Bir umut yolda Ahsen'i aradı ama yanıt alamadı.

RUHİ: Yarın İstanbul'da annesinin yanına gömülecekmiş komutanım. Albayım söyledi.

Gözyaşlarını tutmak için çabalamadı, ağlamaya başladı. İçi yanıyordu. Bir anda hayatına giren kadın ile birlikte olmak için çabalıyordu, dün biraz da olsa yaklaşmıştı ama aynı gelişi gibi gidişi de bir anda olmuştu.

RUHİ: Albayım gitmeyeceğiz dedi.

Gözyaşları arasında ekranı ve yazıları zor seçiyordu.

SARP: O ne demek?

RUHİ: Şu adam, İskender Atay cenazeye gelen yakınlarına da bir şey yapar gerekçesiyle gitmeyecekmiş kimse, albayın kesin kararı cenazeye katılmayacağız.

SARP: Ben özel olarak giderim o zaman Ruhi!

RUHİ: Abisini bile göndermeyeceklermiş komutanım.

Sarp oraya ne olursa olsun gitmeye kararlıydı, Mete'nin gönderilmemesinin inadına yine geleceğini de biliyordu. O da gidecekti. Zaten yalnız büyüdüğünü öğrendiği kadını yalnız bırakmak gibi bir düşüncesi yoktu.

Ahsen'in evine yine girdi. Gittiği yer bu sefer sıradan bir yer değildi, odasına girdi, yatağına uzandı, saatlerce ağlayacağını biliyordu, tutmadı içinde. Her şeyini döktü...

Günlerden 1 Ocak'tı... Ahsen'in doğduğu gün, ölüm haberini almak Sarp için ölümden beterdi.

Doğduğu andan beri ölümü planlanan bir kadına yakışır bir tarihti. Ahsen bunun için mutlu olurdu... Herkesi üzüntüye boğduğundan haberi yoktu.

 

 

***

 

Bölüm sonu...

Nasıl buldunuz bölümü? Umarım beğenmişsinizdir.

Kendinize cici bakın sizleri seviyorum.

Yazım yanlışlarım için özür dilerimmm.

Şimdiden oy ve yorum atan, beğenen herkese çok teşekkür ederim...

Bölüm : 10.01.2025 23:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...