50. Bölüm

Kaybolan Yıllar| Final

mutlu sonsuz
mutlusonsuz222

🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, son kez keyifli okumalar dilerim...

🖇️ Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...

🖇️ Bölüme başlamadan önce lütfen yarım bırakmadan en azından ortalarına kadar okuyun derim... Ve en aşağıda vedalaşalım istiyorum..

Bir de açıklamak istiyorum, biliyorsunuz 46. Bölüm geçen hafta geldi. Yani yangın fikri çok önceden aklıma gelmişti aynı finalde yazacağım sahnelerde olduğu gibi. Bölümün ilk sahnelerinde yazdığım şeyleri yangın haberlerinden evvel yazdım. Amacım kesinlikle acımızı deşmek, yaramızı kanatmak değil. Bu konuda linç yemek istemiyorum. Ne hikmetse benim yazdığım sahnelerle gerçek hayat bir şekilde çakışıyor. Hepimizin başı sağ olsun:(

Bölüm şarkılarımız; Melek Mosso-Keklik gibi

Cem Adrian-Kül

Sezen Aksu- Son Bakış

Esmeray- Unutama beni

Final

“Hikâyenin sonunu biliyordum, canımın yanacağını da. Gene de seni yaşamak istedim. Bazen hikâyenin sonunu bilmen onu tekrar okumayacağın anlamına gelmez. -Birakval”

Yazarın anlatımından,

Ciğerlerini yakan dumandan sonra şimdi burnunun deliklerinden iyodoform yani hastanenin o keskin kokusu geçip ciğerlerine ulaşırken gözlerini araladı Pamir. Zihni karmakarışıktı. Neredeydi, ne olmuştu? Hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Beyni son yaşadıklarını unutmasını istercesine zonkluyordu. Bembeyaz hastane tavanıyla bakışırken gözlerinin önüne gelen görüntülerle yattığı yerden doğruldu. Doğrulduğu anda kaburgalarında acı hissetti ancak umurunda değildi. Umurunda olan tek bir şey vardı; “Devrim!”

Dumanın yaktığı ciğeri kendini hatırlatırken alevleri, Nadya’nın sözlerini, çabasını, yakarışlarını hatırladı. Neredeydi Devrim? İyi miydi, iyiler miydi? İçeride miydi? İçerideyse kurtulmuşlar mıydı? Yoksa neredelerdi?

Kolundaki serumu sertçe çıkarttı. Yataktan ayağa kalkarken kalbindeki panik duygusu acı hissetmesini bile engelliyordu sanki. Kapıya doğru yaklaşırken kapının aniden açılmasıyla birlikte adımları duraksadı. Hakan’ı gördüğü anda hızla konuştu. “Devrim nerede? Hangi odada? İyiler mi?” O kadar emindi ki arkadaşlarının onu kurtardığına. Kendisi bilincini kaybetmişti ama burada olduklarına göre gelmişlerdi ve ikisini de hatta üçünü de kurtarmışlardı. Aklı o kadar doluydu ki Hakan’ın perişan halini görmüyordu bile.

“Pamir…” Zorlukla yutkundu Hakan. Yutkundu yutkunmasına ama boğazındaki düğümleri geçiremedi. “Hakan söylesene, yanına gideyim. İhtiyacı vardır bana. Bacağındaki yara ne durumdaymış? Oğlum iyi mi? Üşümüşlerdir biraz ama evimize gittiğimizde ben çok iyi bakarım onlara. Acıkmışlardır, eve geçerken de bir şeyler alırız.” Pamir sanki uyurken tüm bunları düşünmüş gibi hızlı hızlı sözcüklerini sıraladı. Zira kalbinden geçen, hayal ettiği şeylerdi bunlar. Devrim’in yanına gitmek ve sıkıca sarılmak. Kardeşinin sözleri ile Hakan dişlerini sıktı.

“Kardeşim…” Hakan telkin edercesine konuşmaya çalışırken Pamir kaşlarını çattı. “Çok mu ağır durumu, yoğun bakımda mı? Tamam sorun değil, ben gideyim. Elini tutayım. Beni hissetsin kendine gelir. Beni bekliyordur Hakan.” Pamir kendi kendine konuşurken çok emindi her şeyin yoluna gireceğinden. “Tabi karbondioksite çok maruz kaldı, ondan.” Derken bile Hakan’ın bakışlarındaki acıyı göremiyordu. Çünkü en kötüsünü aklının ucuna bile getirmiyordu. En iyi ihtimaldi kalbindeki de zikrindeki de.

“Pamir, başımız sağ olsun…” Hakan o gözlerini dolduran, içini yakan cümleleri içinden söküp atarken nasıl söyleyeceğini bilememişti. O sustukça Pamir hevesle konuşmaya devam edecekti bunu bildiği için bir çırpıda söyleyivermişti. Yumuşatamazdı bunu, laflarını seçemezdi. Tek bir kelime ifade edebilirdi olanları. O da buydu işte: Başımız sağ olsun. Vermek istemedikleri en kötü haberi veriyordu. Kardeşine sevdiği kadının ve evladının ölüm haberini veriyordu.

Pamir algılayamadı ilk önce. Kaşlarını çattı anlamaya çalışarak. Başını iki yana sallarken gözleri dolmaya başladı. Zihni kabullenememişti belki ama kalbi beyninin algılamaya çalıştığı şeyi çok iyi anlamıştı ve acıdan kavrulmaya başlamıştı. Gözlerinin önünde alev alev yanan depo gözlerinin önüne gelirken kalbi aynı o depo gibi cayır cayır yanmaya başlamıştı. “Hayır…” sesi içine kaçarken itiraz etti. Karşısında dikilen Hakan’ı bulanık görürken bir yere tutunma ihtiyacı hissetti.

Hakan onu kolundan tutarken can havliyle tekrar mırıldandı. “Yanlış duydum, hayır.” Hiçbir şeyi anlamlandıramazken koridordan içi yanan abinin yakarışlarını duydu. “O değildir! O değildir Soner! Kardeşim değildir! Hayır!”

Tim çok uzun süre çatışmadan çıkamamıştı. Her yerden terörist türemişti. Zaten amaçları da buydu. Timi oyalamak, Pamir’i yalnız bırakmak ve Devrim’in ölmesine neden olmak… Havadan müdahale gerçekleştirememişlerdi. Ekip isteseler 2 saat sonra gelmişti. Her şekilde saatler sonra varmışlardı o depoya. Vardıklarında Pamir baygındı. Depo kül olmak üzereydi. Gerekli yangın söndürme işlemleri tamamlandığında içeri girebilmişlerdi. İçeride hiçbir şey sağlam kalmamıştı. Devrim’de yoktu. O an kaçma ihtimalini düşünmüşlerdi. Ancak Pamir bir an için bilincini kazandığında telefonu işaret etmişti.

Telefondan kaydedilen telefon konuşmasını dinlediklerinde Devrim’in içeride olduğu ihtimali ağır basmıştı ancak yoktu işte. Etrafta sadece bir sandalyeye ait parçalar ve onun etrafında beden parçası olduğunu düşündükleri dokular vardı. Bir de alyans… İçinde Pamir’in isminin yazılı bulunduğu alyans ve baget bir yüzük. O an hepsi aklını kaybedecek gibi olmuştu. O dokuların Devrim’e ait olma ihtimali özellikle Bora’nın aklını oynatmasına neden olmuştu.

Olay yeri inceleme gerekli parçaları alıp DNA’sına bakmak üzere incelemeye göndermişti. Uzun süren çalışmalar sonucunda da DNA sonucu çıkmıştı. Şimdi koridorda açtıkları o kağıt parçasında gördükleri olumlu sonuç herkesi kahretmişti. Ne kadar inkâr edilse de gerçek buydu işte. Oradaki DNA’lar Devrim’e aitti.

Bora kendisinin DNA’sıyla karşılaştırılan sonuç kağıdını tekrar tekrar okurken deli gibi başını iki yana salladı. “Hayır, hayır, hayır. Yanılmışlardır, tekrar yapılsın test! Tekrar edilsin!” Elleri titrerken bakışları karşısında dikilen Işık’a kaydı. Işık şu yaşadıklarını kabullenmekte zorlanıyordu. Elini ağzına yaslamış hıçkırarak ağlamamak için kendini zor tutarken Bora titreyen sesiyle mırıldandı. “Tekrar yapılsın! Hata vardır.” Bora çaresizce konuşsa da aslında hepsi biliyordu hata olmadığını.

“Çok genç o daha, çok genç…” Konuşuyordu ama içinin yangını nefesini kesecek kadar acı veriyordu. Nefes alamadığını hissediyordu. İlk önce annesine veda etmişti, şimdi kardeşine veda etmeyi yüreği kaldırmazdı. Hele ki bu şekilde. Ayakları bedenini taşımazken yere doğru bıraktı kendini. Yere doğru bakarken yaşadığı şoku atlatamıyordu. Gözyaşları yanaklarına iz yapıp yeri boylarken Işık sevdiği adama doğru koştu. Tam onun önünde dizlerinin üzerine çökerken Bora’yla birlikte ağladı.

“Ben babama nasıl derim bunu… Kardeşimi koruyamadım, her yere uzanan elim ona uzanamadı. Nasıl derim ben onu da yeğenimi de annemin yanına gönderdik nasıl derim?” Bitmiş bir halde duvara bakarken acıyla dile getiriyordu sözlerini. O sırada Pamir’in kaldığı odanın kapısı açıldı.

Pamir odadan çıkarken bakışları ilk yerde dizlerinin üzerine çökmüş Bora’ya takıldı. Sonra elinde kağıtla Bora’nın önünde bekleyen Soner’e, ardından kolunu duvara başını da koluna yaslamış sarsıla sarsıla ağlayan Batuhan’a. En sonda sandalyelerden birine çökmüş boş boş etrafa bakan Taner’e.

“Kâğıdı ver!” Sert çıkartmaya çalışsa da sesi perişanlığını ifade ediyordu. Soner itiraz etmeden kağıdı verirken Pamir göz gezdirdi. Olumlu sonucu gördüğünde hayal gördüğüne kendini inandırdı. Sesli bir şekilde güldü. “Rüya bu, çok kötü bir kâbus.” Gülüşüyle herkesin bakışları ona dönerken Pamir tekrar kağıdı okudu. Yine aynı sonucu gördüğünde yine inanmadı. Elini kaldırıp kendine tokat atarken mırıldandı. “Uyan, kabus bu Pamir. Kabus. Gerçek değil. Şimdi uyanacaksın. Devrim uyandıracak yine seni.”

Her kabustan onun güzel sesiyle kendine gelirken bu sefer de öyle olmasını istedi. İstemek az kalırdı, yalvardı bunun için.

Hakan hızla Pamir’in kollarını tutarken Pamir kurtulmak için çabaladı. “Kabus bu! Hakan vur bana, uyandır beni! Gerçek olamaz!” Onun bu delirmiş hallerine karşılık tim daha büyük bir azap yaşarken bu saatten sonra Pamir’in nasıl kendine geleceği de akıllarının bir köşesindeydi. “Gitmemişlerdir, gitmemişlerdir Hakan. Bırakmazlar beni!” Hakan hala büyük bir umutla vazgeçmeyen ve çırpınan arkadaşına dayanamayıp ağlarken bir yandan da sıkıca onu tutmaya devam etti.

Koridorda ağlayan herkesin gözyaşı umutlarının akıp gitmesine neden olurken kendisi de onlardan farksız değildi zaten. Ağlıyordu, gözyaşları akın akın yanağına damlıyordu ama kendisi farkında değildi. Ne yaşadığını da bilmiyordu ki, algıları kapanmıştı. İnsan bunu nasıl kabullenirdi?

“Ben her zaman yanında olacağım, biz yaşadığımız şeylerin üzerinden birlikte geleceğiz.”

Devrim’in sesi kulağında yankı yaparken gerçekler yüzüne sertçe vurdu. Ben senin her zaman yanında olacağım demişti ama şimdi yoktu. Ayaklarındaki tüm kuvvet çekilirken diz çöktü yere doğru. “Aynı senin bana yaptığın gibi düşersen seni kaldırırım.” Ses kulağında yankı yaparken nefes alamadığını hissetti. Düşmüştü işte, dünyanın yükü omuzlarına inmişti, beli doğrulamıyordu, ayakları onu taşımıyordu ama onu kaldıracak kişi yoktu. “Yaslanacağın omuz olurum, bazı şeylerle baş edemiyor musun onlarla ben baş ederim. Yeter ki sen iyi ol, benimle ol.”

Aldığı nefes ciğerlerine ulaşmazken gözleri tek bir noktaya takılı kaldı. Orada da zihninin ona oynadığı oyun vardı; Devrim vardı. Gözlerini zorlukla açıp kapamaya çalışırken gözlerinin önüne Hakan’ın geçtiğini gördü. “Pamir nefes al, nefes al kardeşim.” Panik olmuş ses uzaktan bir yerden kulağına çalınırken bakışları aynı noktada, Devrim’in gülümseyen yüzünde takılı kalmaya devam etti.

Kulakları çınlamaya başladı. Şu andan itibaren dünya dönmeyi bırakmıştı. “Şehit.” Zihninden tek bir kelime geçerken havada kaldı, yakıştıramazdı, konduramazdı.

“Kaldırın! Odaya alın çabuk! Nefes alamıyor! Pamir nefes al!” Işık’ın panik dolu sesi kulağında bir yerlerde yankılanırken başına toplanan kalabalığı da hissediyordu ama artık görmüyordu. Gözleri karanlığa hapsolmuştu, gözlerinin önündeyse sadece tek bir yüz vardı. Bir daha göremeyeceği o yüz…

*****

Hangisi daha zordur: Al bayrağa sarılı tabuta bakmak mı, al bayrağa sarılı tabutta yatmak mı?’

Al bayrağa sarılı tabuta bakarken Pamir’in aklından geçen cümle tam olarak buydu. Giden için mi zordu, kalan için mi? İsteyerek gitse belki giden için kolaydı ama hiçbir şey isteyerek olmamıştı. Devrim’de, yavrusu da ondan koparılmıştı. Bunu düşünmek, o tabuta bakmak o kadar acı veriyordu ki kelimelerle anlatılmazdı.

Artık hiçbir şeyin anlamı yoktu. Sözler boştu, teselliler soğuktu. Devrim’in yokluğunu hafifletecek bir cümle yoktu. Pamir, Devrim’siz bir hayatı düşünürken bile nefesinin kesildiğini hissederdi şimdi bu gerçekle yaşamak zorundaydı. Nasıl yaşayacağını o da bilmiyordu ama yaşıyordu işte. O al bayraklı tabuta baka baka nefes alıp veriyordu zorunlulukla.

Gökyüzü griydi, kuşlar uçmuyordu. Pamir’in ve burada toplanan herkesin matemini anlatırcasına hava kapalıydı. Pamir’in içindeki tüm renklerin soluşu gibi o gökyüzü de solmuştu sanki ve aynı onlar gibi ağlıyordu. Yağmur damlaları usul usul damlarken her bir damla bir bıçak gibi Pamir’in kalbine saplanıyordu. Tabuta baktıkça esen rüzgâr tenini kavuruyordu.

Çevredeki insanların hıçkırıkları duyuluyordu. Bir de konuşma yapan başsavcının sesi. Ama hiçbirini duymuyordu Pamir. Gözleri, Devrim’in tabutuna kilitlenmişti. O anda bile hatıraları birer birer gözlerinin önünde beliriyordu. İlk tanıştıkları an, ilk buluştukları an, yedikleri yemekler, ettikleri sohbetler, evlenmeleri, birlikte geçirdikleri her an. Şimdi hepsi birer hatıraydı onlar için. Bir daha gerçekleşmeyecek olan hatıralar…

“Bu kadar kolay mı?” diye düşündü. Bir avuç toprakla bir ömür son bulacaktı. Bir avuç toprak sevdiği kadını alacaktı, oğlunu alacaktı. Boğazında büyük bir düğüm vardı. Ama ağlamıyordu. Bunu onlara yapan kişi izliyordu, onu sevindirmezdi. İçi kan ağlıyordu ama gözleri ağlamıyordu. O gözyaşlarını bugünlük hastanede bırakmıştı. Ama eve gittiğinde içinde kopacak olan fırtınaları biliyordu.

Gencecik bir kadın, bir bebek. “Daha çok küçük.” Diye geçirdi içinden oğlu için. O an cümlesinin devamı zihninden hiç çıkmayan Devrim’in cümleleri oldu: “Büyüyecek babası.” Öyle bir ihtimal yoktu. Pamir bebeğini hiçbir zaman kucağına alamayacaktı, sevemeyecekti, kokusunu soluyamayacaktı. Ona kalan sadece sevdiği kadının ve oğlunun arkasından hiç geçmeyecek bir acıydı..

Etrafta ağlayan yüzler vardı. Sinem, özellikle en çok ağlayanlardan biriydi. Bu acıyla nasıl başa çıkması gerektiğini bilmiyordu. İlk defa bu kadar büyük bir acımasızlığa şahit olmuştu ve bu acımasızlık ondan kardeşini almıştı. Sonra Burçe, giden ablasına ve yeğenine mi ağlasın yoksa abisinin bitmiş haline mi ağlasın bilemiyordu. İçi yanıyordu. Işık, sevdiği adama destek olmaya çalışıyordu ama Bora’nın şu an yanında dikilen onu bile seçip seçmediğinden emin değildi. Ağlamıyordu ama bakışları çektiği acıyı 10 metre öteden bile anlatıyordu.

Devrim’in babası, Serhat bey ve Gökhan beyin kolları arasında ayakta zor duruyordu. O da ağlamıyordu ama acısı içinden taşıyordu. Serhat beyin yanında duran Halide hanım hem pişmanlıkla kavrulurken hem Devrim’e ağlıyordu için için. Bir de oğlu vardı tabii, Devrim’in yokluğunda ne yapacağını bilmeyen oğlu. Devrim’e bir şey olsa bir saniye bile düşünmem kafama sıkarım diyen oğlunun bir delilik yapmasından korkarcasına bakıyordu.

Herkes saygı duruşundaydı. Birçok savcı, hakim, üst yetkili ve TSK’dan rütbeli askerler vardı. Çok kalabalıktı. Herkesin içi yanıyordu. Herkesin acısı gerçekti ama Pamir’in acısı kadar ağır değildi. Onun yüreğindeki yangını kimse hissedemezdi. Büyük bir vicdan azabı çekiyordu. Nadya’yı, Devrim’in peşine takan kendisiydi. Koruyamamıştı karısını da oğlunu da. Elinden hiçbir şey gelmemişti. Bu yükü tek başına taşıyordu bir ceza gibi.

Tabuta yaklaştığında ilk önce fotoğrafa baktı uzun uzun. Fotoğrafın altında yazan yazı ve tarihlerle yutkundu ama boğazındaki yumru asla geçmedi; Şehit Cumhuriyet Savcısı Devrim Akyol Arslan, 1998-2025. Bu 27 yılın sadece 2.5 yılı yan yana olabilmişlerdi. Birlikte olacakları o üç yılı çalmıştı. Pişman değildi ama bir gün ona tam anlamıyla doyamadan kaybedeceğini bilse bu ayrılığın olmaması için elinden geleni yapardı. Şimdi aralarına hiç kapanmayacak bir mesafe girmişti. Ancak mahşerde birbirlerine kavuşabileceklerdi.

Elini tabuta yasladığı an hissettiği gerçeklikle sarsıldı. Gözlerini sıkıca kapattı. O an bir rüzgâr esti, Devrim’in kokusu burnuna dolarken çok küçük bir tebessüm oluştu dudaklarında. “Ben sana nasıl veda ederim, o toprağa nasıl koyarım…” kendi kendine çaresizce mırıldanırken başını tabuta yasladı. Aslına bakıldığında toprağa koyulacak bir bedende yoktu ortada.

“Geleceğim yanınıza, en kısa sürede geleceğim. Ben sözlerimi tutamıyorum biliyorum, sizi koruyacağıma söz vermiştim. Tutamadım sözümü. Affet. Ama bu sefer tutacağım, yanınıza geleceğim…” Kelimeler boğazında düğümlenirken tek bir damla aktı gözlerinden onu da hızla temizleyerek başını tabuttan kaldırdı. Titreyen elleriyle bir kez daha sevdi tabutu. Gördüğü rüyalardan hep çok korkmuştu ama bu sefer o kâbusu yaşıyordu. Rüya değildi.

Tüm kalbini orada bırakarak yerine geri döndüğünde bir kolundan babası tuttu, diğer kolundan ise komutanı. “Gurur duy aslanım. Şehit eşi oldun.” Babasının sesi kulaklarına çınlayarak ulaşırken ilk defa nefret etti bu duygudan. O gurur omuzlarına ağır geliyordu. Boş boş tabuta bakmaya devam ederken içi sökülmüş gibiydi.

Bu acıyla nasıl baş etmesi gerektiğini bilmiyordu. Buradaki kimse bilmiyordu. Bora canının yarısını kaybetmişti. Kardeşinin son sözleri kulağında yankılanıyordu. Gurur duyun demişti. Gurur duyuyordu ama bu acı başa çıkamadığı bir acıydı. Yanı başında dikilen sevdiği kadının tesellileri bile işe yaramıyordu. Kimsenin söylediği sözler işe yaramayacaktı çünkü bu yara kapanmayacaktı. Sürekli sızlayacaktı. Babasının suratına bakamıyordu. Şırnak’tan buraya kardeşinin yanında olmak için gelmişti ama koruyamamıştı. Bu acısını daha da harlıyordu.

Turan bey ise ne oğluna kızgındı ne oğlu gibi gördüğü damadına. Üçü de askerdi ama bu şehitlik mertebesi kızına ve torununa nasip olmuştu. Çok acıydı, kimse ne demek olduğunu anlamazdı ama içi gurur doluydu aynı kızının istediği gibi. Başı dikti. Al bayrağa sarılı tabuta bakan kan çanağına dönmüş gözleri acısını belli etmek için çabalıyordu ama nafileydi.

Sinem, Hakan’ın kolları arasında ayakta zor duruyordu. Bununla nasıl baş edeceğini bilmiyordu. Bu adliye koridorlarında çok anıları vardı. Duruşma salonlarında çok kez yan yana bulunmuşlardı. Şimdi onlar yaşanmamış gibi nasıl geçip gidecekti. Odasına nasıl gidecekti. Aynı evde birçok anıları vardı. Baş edemezdi.

Cenk’te, Serkan’da, Alper’de aynı garip duygular içerisinde bakıyorlardı tabuta. Daha dün yan yana operasyon yaptıkları kadın bugün yanlarında değildi. Ama Cenk için daha farklıydı. Tanıştıkları gün daha dün gibiydi ve gözyaşlarını tutamıyordu. Haksızlık gibi geliyordu. Daha hayatının baharında çocuğunu büyütüp eşiyle vakit geçirmesi gerekirken şimdi her şey yarım kalmıştı. Bu ülkedeki birçok kişi gibi Devrim ve Pamir’in sevdası da mahşere kalmıştı, bir aile daha yarım kalmıştı…

Engin yarasını umursamayıp gelmişti koşa koşa. Son görevini yapmak istemişti. Bunca zaman yan yanalardı ve alışmışlardı birbirlerine. Onun da içi kan ağlıyordu. Kadir amca ve Muazzez teyze bile buradaydı. Sonra ta Diyarbakır’dan Hazan ve Alparslan’da gelmişti. Daha yeni tanışmışlardı ama hissettikleri yakınlıktan olsa gerek haberi aldıkları andan itibaren mateme girmişti onlar da.

Hayatlarından bir Devrim geçmişti…

◔◔◔

Allah, der ki; “Kimi benden çok seversen onu senden alırım...” ve ekler, “onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım... ve mevsimler geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar, canından saydığın yar bile bir gün el olur, aklın şaşar, dostun düşmana dönüşür, düşman kalkar dost olur, öyle garip bir dünya işte… Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur... Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın… En garibi de budur ya, öldüm der durur, yine de yaşarsın."

Çok sevmişti Pamir, onsuz yaşayamam diyecek kadar çok sevmişti. Sevgisinin bir sınırı olmamıştı. Ama şimdi yaşıyordu, yaşayan bir ölü de olsa yaşıyordu. Doğruydu, onsuz olmaz diyordu ama onsuzlukla sınanıyordu. Korktuğu ne varsa başına gelmişti.

Her saniyesi asır gibi hissettiren 3 hafta geçmişti Devrim’in kaybının üzerinden. 21 gün, 504 saat, 30240 dakika, 1814400 salise... Dile kolaydı bunu söylemesi ama yaşayanlar için ölümdü, her salisesi ayrı bir azaptı. Bu geçen sürenin her salisesi Pamir için ızdıraptı. Gözüne uyku girmiyordu, kendini yiyip bitirmişti. Suçluluk bir el gibi boğazına yapışmış sıkıyordu ve nefesini kesiyordu. İlk günler o kadar çok ağlamıştı ki, gözyaşları artık kurumuştu. Üşüyordu, ruhu bir çiçek gibi solmuştu, bedeni günlerce yemek yemediğini belli edercesine zayıflamıştı. Gözleri uykusuzluktan ve ağlamaktan kanlanmış, göz altları çökmüştü. Sakalları uzamıştı.

Aynaya bakarken hep kulağında Devrim’in sözleri yankılanıyordu. "Balayında sakallarını kesmesen olur mu?" Kendine her baktığında, Devrim’in sesi her kulağında yankılandığında gözleri yaşarıyordu. Kendinden nefret ediyordu. Hayatın anlamı kalmamıştı. Kalbinin yarısını kaybetmişti. Nefes almak bile ciğerlerine acı veriyordu. Yaşamak için tek bir sebebi vardı, o da karısını ve evladını feda ettiği vatanıydı. Kalbinden de dudaklarının arasından da çıkan tek dua ise şehit olup onların yanına gitmekti. Canına kıymıyorsa yaşamayı sevdiğinden değil, Allah korkusundandı. Zaten yaşamıyordu da yaşayan bir ölüydü.

Evin her yerinde anıları vardı. Mutfaktaki sandalyenin kenarına asılı duran hırka, antredeki portmantoda bulunan çanta, salondaki masanın üzerine bırakılan yarım kitap... Eşyalarda, odaların her bir köşesinde anılar vardı. Salona doğru baktı Pamir. Oturup film izledikleri anlar gözlerinin önüne geldi. Ettikleri sohbetler, karşılıklı içtikleri kahve, kurdukları hayaller, bu evi tutup yerleştirirken içlerindeki heyecan, umut. Şimdi hepsi geçmiş zamanda kalmıştı.

Adımları salondan bebek odasına doğru ilerlerken derin bir nefes almak istedi ama alamadı. O bile yarıda kesiliyordu. Artık hiçbir şey tam değildi. Diğer yarısı, nefesim dediği yanında değildi ki. O yüzden bir daha hiçbir şey tam olmayacaktı.

Odanın kapısında dikilirken gözleri sevdiği kadını aradı. Allah'ın her günü bıkmadan, usanmadan odalara teker teker bakıyordu. Kabullenemiyordu ki. Devrim odalardan birinden çıkacaktı. Tüm kalbiyle buna inanmak istiyordu. Ama her seferinde hayal kırıklığı daha da büyüyordu, acısı artıyordu. Bu odayı hazırlarken nasıl eğlendikleri gözünün önüne geldiğinde dudaklarında tebessüm oluştu. Zaten bir tek onları hatırladığında keyfi yerine geliyordu. Sonra gerçeklik mıh gibi yüreğine saplanıp ruhunu her gün biraz daha öldürüyordu.

Evlat acısına söylenecek bir söz bile bulunamazken bir insanın hem evladını hem karısını kaybettiğinde verecek tesellisi hiç olmuyordu. Pamir’de teselli istemiyordu zaten. Hayattan kendini koparmış kendi düşüncelerinde, kendi hayallerinde sürüklenip gidiyordu. Ne telefonları açıyordu ne çalan kapıya bakıyordu. Hiçbir şey umurunda değildi. Onun acısı kendine yetiyordu. Devrim’i üç yıl boyunca bu acıyla yaşattığı, onların ölümüne neden olduğu için asla kendini affetmeyecekti. Aldığı tüm nefesler haramdı bundan sonra.

Bebek odasının hemen yanındaki kendi yatak odalarına girdiğinde ciğerlerini zorladı derin bir nefes almak için. Devrim’in kokusu burnuna dolsun istedi ama dolmadı, kokusu da aynı kendisi gibi uçup gitmişti. Sadece dolaptaki kıyafetlerine sarıldığında kokusunu alıyordu ama onların da uçup gitmesi an meselesiydi. Sesi, kokusu birer birer siliniyordu evden. Ama Pamir’in kalbinden de beyninden de asla silinmeyecekti. Gözünü her kapattığında gülüşünü görüyordu, sesi kulaklarında yankılanıyordu. Uyuduğu birkaç saatlik uykuda rüyaları kabusa dönmeden önce görebiliyordu onu. Uyandığı andan itibaren koskocaman bir boşluk karşılıyordu onu.

Gardıroptan başka bir kazak çıkartıp bitik adımlarla yatağa doğru ilerledi. Her zaman yaptığı gibi kazağı Devrim’in bedenini sarıyormuş gibi sararak burnunu yasladı. Bacaklarını kendine çekerek cenin pozisyonu alırken mırıldandı acıyla. "Sizi koruyamadım..." Gözyaşları kurudu sanıyordu ama kurumamıştı. Yanaklarına doğru süzülmelerine engel olamadı. Zaten algılayamıyordu bile. Gerçeklik algısı uçup gitmişti. Odadaki, evdeki boğucu sessizlik kendini daha da kaybetmesine neden oluyordu.

Komodinin üzerindeki çerçeveye doğru bakarken bir yandan da kazağa sıkı sıkı sarıldı. "Affet beni, koruyamadım..." İçindeki azap büyürken sesine taştı. Pamir hiçbir zaman kendini affetmeyecekti ama Devrim affetsin istiyordu. Ama bilmiyordu ki Devrim onu hiçbir zaman suçlamamıştı. "Nasıl olacak Devrim...Sensiz nasıl olacak? Ben güçlü değilim. Hayat devam ediyor ama siz yoksunuz, ben nasıl devam edeceğim? Yokluğunla nasıl başa çıkacağım? Hayallerimiz kalbimden hiç çıkmazken ben nasıl dayanacağım buna?"

Fısıltısını sadece kendisi duyarken bir ses duymayı istedi. Ama sadece kulakları sağır eden bir sessizlik vardı. "Koruyamadım sizi, kurtaramadım. Canın çok yandı mı?" Çaresizce fısıldarken ağladığı için omuzları sarsılmaya başladı. Öyle bir acıydı ki içindeki ne yapsa geçmiyordu, geçmeyecekti de. Hep kalacaktı. Her seferinde acıyacaktı. Onun nasıl öldüğünü düşündükçe canı daha da çok acıyordu, yüreği yanıyordu. Hiç hak etmemişti bunu.

Şimdi yanında değildi. Yatağın diğer tarafı, ev bomboştu. Devrim bedenen yanında değildi ama kalbindeki yeri hiç değişmeyecekti. Hep orada olacaktı.

Komodinin bir köşesinde bulunan telefonunu eline alıp galeriye girdi. Herhangi bir fotoğrafa tıkladı. Bebeklerinin cinsiyetini öğrendikleri gün çekinmişlerdi bu fotoğrafı. Devrim’in eli karnındaydı, yüzünde güzel bir tebessüm vardı. Pamir’in elinde ise ultrason fotoğrafı, aynı Devrim gibi mutlulukla gülümsüyordu.

Bir daha böyle bir fotoğrafları olmayacaktı. Olamayacaktı. Fotoğrafa dalıp gitmişken ekranda Hakan’ın araması göründüğünde meşgule attı Pamir hiç beklemeden. Devrim’in gülüşünde kaybolurken o da gülümsemesine engel olamadı. Tam o sırada bu sefer ekrana mesaj düştü.

Gönderen; Hakan

"Kardeşim aç telefonu, önemli bir şey. Devrimle ilgili."

Pamir mesajı okurken telefon tekrar çalmaya başladı. Hiç beklemeden telefonu açıp kulağına götürdüğünde hiç ses çıkarmadı. Zaten Devrimle ilgili denmese açmazdı bile. Hakan’da bunu bildiği için öyle bir mesaj atmıştı. "Kardeşim, iyi misin?"

Hakan merakla Pamir’den bir cevap beklerken kastettiği şey ruhen iyi olup olmadığı değildi. İyi olmadığını biliyordu. Sadece kendisine bir şey yapmasından korkuyordu. "Devrimle ilgili ne oldu?" Hakan’ın sorusunu es geçerek bitkin bir halde konuşurken Hakan iç çekti. "Biraz önce haber geldi timlerden. Nadya imha edilmiş."

Bunu duyduğu an yattığı yerden aniden doğruldu Pamir. Nasıl imha edilmişti? Acı çekmeden, öylece öldürülmüş müydü? "Nasıl imha edilmiş?" siniri, intikam ateşi içinden taşıp dudaklarına dökülürken sesinin tınısı bir düşman için korkutucuydu. "Çatışma esnasında alnının çatından vurulmuş." Hakan, arkadaşının sesindeki kini çok net duymuştu. Ama elden bir şey gelmiyordu, öldürülmüştü. "Nerede şimdi?"

"Morgda, ülkesine teslim edilecek, gerekli yazışmalar yapılıyor. 2 kişi de sağ ele geçirildi." dediğinde Pamir alayla güldü. Bir de ülkesine teslim edilecekti. Bu nasıl işti? Karısını, oğlunu öldürmüştü. Nice askerin şehit olmasına neden olmuştu. Nice ailenin içine ateş düşürmüştü. Şimdi öylece ölüp ülkesine teslim edilecekti. Öldüğüne bile inanmıyordu Pamir. Her şeyi yapabilirlerdi. Oturduğu yerden doğruldu. "Sağ ol Hakan."

Başka hiçbir şey söylemeden telefonu kapattı. Üzerine hızlıca dolaptan çıkardığı kıyafetleri giydikten sonra evden çıktı. Gözleriyle görecekti. İçinde öyle büyük bir hırs, öfke ve nefret vardı ki kelimelere dökemiyordu. Nadya’nın telefonda söylediği sözler zihninde yankılanıyordu sürekli. İçindeki suçluluk duygusu bu sözlerle harlanırken öfkesi de doğru orantılı olarak artıyordu. Kendi elleriyle bulmak, acı çektire çektire öldürmek aklının bir köşesindeydi ama Baran Albay’ın emriyle zorla silahına el konmuştu her ihtimale karşı.

Tüm ekiplerin Nadya’yı aradığını biliyordu, özel kuvvetlere ek olarak savcılık da işin içindeydi. Hatta içişleri de. Geniş bir arama çalışması başlatılmıştı. Devrim’in, daha da önemlisi hamile bir savcının şehit edilmesi, ona ek olarak başka şehitlerinde olması, Nadya’nın Devrim’i kullanarak yaptığı sansasyon Türk haklı tarafından ilgiyle takip edilen bir konu olup çıkmıştı. Twitter, İnstagram gibi birçok sosyal medyada adı geçip başarıları konuşuluyordu ve ne kadar acı bir şekilde öldüğü...

Pamir sinirli bir şekilde aracını sürmeye devam etti. Bu kadar çabuk ölmesini hazmedemiyordu. Devrim nasıl acı çektiyse öyle acı çeksin istemişti ama şimdi her şey bir hiç olmuştu.

Nadya’nın bulunduğu hastaneye geldiğinde hızlıca aracından indi. Hızlı adımlarla hastaneye girdiğinde direkt olarak morga ilerledi. Morgun bulunduğu kata indikten sonra koridorda bulunan görevliye askeri kimliğini gösterdi. Görevli masasının üzerinde bulunan kağıda bakıp anında Pamir’i onaylarken Pamir bunu umursamadı. Şu an için tek isteği içerideki kadının gerçekten öldüğünü görmekti.

Birlikte morgdan içeri girdiklerinde odanın ortasında tezgah şeklindeki bir yerde üzeri kapalı cesedi gördü. Görevli cesedin üzerindeki örtüyü kaldırdığında Pamir ortaya çıkan yüze nefretle baktı. Oydu. Karısının ve oğlunun katiliydi orada yatan. Alnında bir kurşun deliği vardı. Yüzü bembeyazdı ölümün soğukluğunu yüzüne vururcasına. Dişlerini sıkarak baktı leşe. “Ateşin bol olsun. Devrim’i yaktığın gibi yan.”

Hiçbir şekilde içi rahatlamamıştı ama. Rahatlamayacaktı da. Yaptıkları yanına kar kalmıştı, karısını da oğlunu da ondan almıştı ve öylece ölmüştü. Acısız. Devrim’in canından can giderken tek bir kurşunla vermişti canını. Hak etmemişti.

Morgdan çıkarken içinde yanan ateşle birlikte tekrar arabasına bindi. Bu sefer ki adresi taburdu. Ele geçirilen teröristleri görmek istiyordu, onların da taburda olduğuna emindi. Hızını hiç kesmeden tabura ulaştığında kapıdaki nöbetçiler dahil herkes şaşkındı. Günler olmuştu Pamir buraya gelmeyeli. Normalde bir süre daha gelmezdi de ama içindeki intikam ateşiydi onu buraya sürükleyen.

Arabasını park edip hızlı adımlarla binaya girdiği anda koridordaki Ahmet ile karşılaştı. Kararlı ve sinirden kararmış bakışları onu bile görmezken Ahmet şaşkınlıkla mırıldandı. “Komutanım.” Devrim’e onlar da çok üzülmüşlerdi. Ama şimdi komutanlarının bu hali içlerindeki üzüntünün katlanarak artmasına neden olmuştu. “Teröristler nerede?” Pamir hiçbir şeyi umursamayıp zihnindeki tek düşünceye odaklanırken Ahmet cevap verdi. “Sorgu odasında, savcılar ifadesini alacak.”

Pamir hızlı ve sert adımlarla sorgu odasına doğru ilerlerken ellerini yumruk yaptı. Odaya ulaştığı anda içeride kimin olup olmadığını umursamayarak kapıyı açtı hiç çalmadan. Kapının açılmasıyla odada bulunan Soner ve Batuhan’ın bakışları Pamir’i bulurken ikisi de Ahmet gibi şaşırdı. “Komutanım?”

Pamir ona seslenen askerlerini umursamadan bakışlarını masanın başında oturan teröriste doğru çevirdi sonra da hiç beklemeden odaya daldı. Pamir’in içeri girmesiyle birlikte terörist şaşırırken karşısındakinin kim olduğunu biliyordu. Nadya’nın emrinde çalışırken Devrim’i kaçıranda, videoyu çekerken ona vuran da oydu. Pamir arkasından kapıyı kapatıp gözünü bir saniye bile kırpmadan teröriste odaklandı. Yavaş adımlarla ona doğru ilerlerken içindeki ateş gözlerine taşmıştı.

“Gücünüz sadece masumlara yetiyor değil mi?” derken sesi kendinden beklemediği şekilde sakin çıkmıştı. Sakin ama tehlikeli. Cebindeki telefonu çıkartıp kilidini açarken ekranda Devrim’in fotoğrafının belirmesiyle içindeki ateş daha da harlandı, hırs kalbinden taşıp ellerine ve ayaklarına kuvvet vermeye başladı. Telefonu masaya, teröristin görebileceği bir yere koyarken kulağına doğru eğildi. “Bak fotoğrafa.”

Terörist fotoğrafa birkaç saniye zorla bakıp gözlerini kaçırırken yutkundu. Nadya’nın bu kadar ileri gideceğini düşünmemişti hiç. Bir insanı yakmak, yakarak öldürmek çok acıydı. Bir insana verilebilecek en ağır cezalardan biriydi. En acı ölümlerden biriydi.

“Yüzündeki gülümsemeyi çaldınız onun. Benden karımı ve çocuğumu aldınız. Bak şu fotoğrafa piç kurusu!” Elini hırsla teröristin ensesine yerleştirirken sertçe başını masaya doğru vurdu. Vurmanın etkisiyle çıkan gürültü teröristin inlemesiyle karışırken Pamir aynı hamleyi defalarca tekrarladı. “Onun yüzüne vururken, bulunduğu depoyu yakarken bu kadar rahat mıydınız orospu çocukları!”

Hırsını alamayıp adamı yakasından tutup kaldırdı. Sırtını duvara sertçe yaslarken adamın kaburgalarından birkaçının hasar gördüğü çıkan sesten net bir şekilde anlaşılıyordu. “Böyle mi yaptınız?” dedikten sonra suratına sert bir yumruk geçirdi. “Böyle mi vurdunuz!?” Tekrar tekrar suratına vururken gözlerinin önüne gelen görüntüler, sesler içindeki isteği daha da artırıyordu.

Teröristin burnu kafasının masaya defalarca vurulmasıyla zaten kanamaya başlamıştı ama şimdi yumruklarla birlikte dudaklarının kenarından da kan akmaya ve kanayan burnundan daha fazla kan damlamaya başlamıştı. Art arta gelen darbelerle dengesini sağlayamayıp yere düşerken Pamir bu sefer üzerine çıktı. Defalarca kez vurdu yumruğunu adamın yüzüne. İçindeki öfke sona ermiyordu, ermeyecekti.

O sırada Soner ve Batuhan büyük bir zevkle izliyordu komutanını. Müdahale etmemeleri emrini almışlardı. Kubilay ve Barlas savcı Pamir’den birkaç dakika sonra odaya girmiş ve Pamir’i içerideki adamı döverken görmüşlerdi. İkisi de hiç sesini çıkarmamıştı. Pamir’in yaşadığı şeyin acısını, içindeki öfkeyi biliyorlardı. Soner ve Batuhan’a müdahale etmemeleri emrini vermişti Kubilay savcı. Bir süre bu görüntüyü izleyip daha fazla şahit olmamak için sorgu odasından çıkmışlardı. Ama her şeyi usulüne uyduracaklardı.

“Döl israfları!” Pamir yumruk atmayı kestiğinde adamın yüzü kandan tanınmayacak hale gelmişti. Adamın üzerinden kalkarken derin bir nefes verdi. Bu sefer sertçe tekme savururken yerde baygınca yatan adama pek bir etkisi olmamıştı. “Siktiğimin puştları!”

Bakışları eline doğru kayarken titrediğini gördü. Yumruk atmasının etkisiyle parmak boğumları kıpkırmızı olmuş hatta çatlayıp hafiften kanamaya başlamıştı. O an aklına Devrim geldiğinde burnunun direği sızladı. Volkan’ı dövdüğünde yumrukları kızardı diye şefkatle ilgilenmişti, şimdi bu yaraları saracak kadın yoktu. Pamir’in yaraları merhemsiz kalmıştı.

Odadan çıkarken askerlerine hiç bakmadı. Direkt olarak binanın dışına doğru ilerlemeye başladı. Birini dövmek bile işe yaramıyordu, geçirmiyordu acısını. Arabasına binerek tekrardan eve gitmek için yola koyuldu.

Devrim, beyninin her bir kıvrımını ele geçirmişken yolları ezbere geçiyordu. O kadar umurunda değildi ki hiçbir şey. Düşüncelerine odaklanmıştı. Refleksleri aniden ara yoldan aracının önüne çıkan ve yolu kesen siyah sedanla birlikte ani bir şekilde frene basmasını sağladı. Frenin etkisiyle savrulurken bakışları yolunu kesen araçta takılı kalmıştı.

Araçtan inen iki kişi gördüğünde yutkundu. Geri geri gidip kurtulabilirdi. Ama yapmadı. "Nihayet." dedi içinden. "Nihayet benim de canımı alacaklar." İntihar olduğunu bile bile ne aracından çıktı ne de geri gidip ellerinden kurtuldu. Arabadan çıkan iki kişinin silahlarını çıkartıp arabayı taramasını beklerken arabaya yaklaşmalarıyla her hareketlerini dikkatle izledi. Yanında silahı da yoktu, her açıdan tehlikedeydi. Ama umurunda değildi Pamir’in.

Arabanın kapısı açıldığında dikkatle baktı karşısındaki adama. Adam cebinden çıkardığı kimliği Pamir’e doğru uzatırken Pamir’in bakışları kimliğe kaydı, aynı zamanda da adamın sesi duyuldu. "MİT, bizimle gelmeniz gerekiyor Pamir Bey."

(MİT; Millî İstihbarat Teşkilâtı)

O an şaşırdı Pamir. Karşısındaki adamları terörist sanırken aslında MİT’çi olmalarını hiç beklemiyordu. "Neden?" dedi merakla. Biraz önce konuşan adamdan cevap gecikmedi. "Gittiğimizde başkanımız tarafından gerekli açıklamalar yapılacak.”

Kabullenerek aracından indiğinde içindeki merak duygusu ağır basmaya başlamıştı. MİT personelleriyle birlikte arabaya binmeden önce arabasını kilitledi. Araca bindiklerinde içi içini kemirmeye başladı. Yeni bir özel görev daha kaldıramazdı. Şu an bu mümkün değildi. Uzun sürede mümkün olmayacaktı. İçi soğumamıştı, acısı devam ediyordu. Asla da geçmeyecekti.

Yol akıp giderken düşüncelerine daldı Pamir. Nereye gittiği pek umurunda değildi ama merak da ediyordu. Bakışları arada sırada ön koltuklarda oturan adamlara kaydığında bir şey söylemedi. Alacağı cevabı biliyordu çünkü.

Şehrin içinde 2 katlı evlerin birinin önünde durduklarında merakla camdan dışarı baktı Pamir. Adamlar arabadan inip kapısını açtığında o da hiç beklemeden araçtan indi. Evin bahçesine gidip içeri girdikten sonra kapı açıldığında temkinli adımlarla ilerledi Pamir. Boş bir yer beklemişti ama girdiği ev dayalı döşeli bir yerdi. Merakla evin içini incelerken salon olduğunu tahmin ettikleri bir odaya girdiklerinde camın önünde dikilen adamı gördü. “Yüzbaşı’nı getirdik başkanım.”

“Siz çıkabilirsiniz.” Camın önünde dikilen adam bakışlarını adamlardan çekip Pamir’e çevirirken eliyle koltuklardan birini işaret etti. “Otur evlat.” Pamir dikkatle adamı incelerken adam devam etti sözlerine. “Millî İstihbarat Teşkilâtı Başkan’ı Hulusi Karasu, daha önce yüz yüze hiç tanışmadık. Ancak biz senin başarılarını biliyoruz.” Derken Pamir’in karşısına geçip oturdu. Pamir bu ismi duymuştu elbette ama adamın da dediği gibi hiç yüz yüze gelmemişlerdi.

“Benden ne istiyorsunuz?” hem meraklı hem tahammülsüz çıkmıştı sesi. Zira şu aralar hiçbir şeye tahammülü kalmamıştı zaten. Eve gidip karısına ve oğluna sığınmak istiyordu. Hulusi bey karşısındaki adamın sabırsızlığı karşısında hiç beklemeden cevap verdi. “Sana bir gerçeği söylemek için buraya getirttik. Nadya’nın ölüm haberini bugün aldık ve artık bazı şeylerin açığa çıkma zamanı geldi.”

Pamir anlamaz gözlerle karşısındaki adama bakarken Hulusi bey devam etti sözlerine. “Karın yaşıyor.” Hiç yumuşatmadan direkt söylemişti. Zaten bunu nasıl yumuşatırdı o da bilmiyordu. Karşısındaki adamın bitip tükendiğini görüyordu.

O an Pamir’in zihni allak bullak oldu. Duyduğunun doğrululuğunu kendi içinde tartarken bunun yine gördüğü rüyalardan biri olup olmadığına emin olamadı. Gözbebekleri titreyerek karşısındaki adama bakarken dudaklarının arasından tek bir kelime döküldü. “Ne?” Korkarak sormuştu bunu. Yanlış duyma ihtimali o kadar korkutuyordu ki onu. Günler önce Devrim’e veda etmişken şimdi yine aynı duyguları yaşamak istemiyordu.

“Nadya’nın durmayacağını biliyorduk. Devrim’i öldürmeden durmayacaktı. O yüzden böyle yapmak zorunda kaldık. Devrim 3 haftadır burada, güvenli evde. Oğlunuz da Devrim’de iyi. Şimdi Nadya öldüğüne göre tehlike de ortadan kalktı.” Hulusi bey anlatırken Pamir’in başı dönmeye başladı. Zihninde o kadar çok düşünce vardı ki hiçbirini dile gelmiyordu. Hala daha hayal görüp görmediğini sorguluyordu. Zihni bunu sorguluyordu belki ama kalbi kabullenmişti. Acısı, içinin yangını sanki bir bardak soğuk su içmişçesine azalıvermişti.

Hulusi bey başka bir şey söylemedi. Pamir’in şok içinde olduğunu görüyordu ve bu şoku geçirip onu gerçeklere inandıracak kişinin sevdiği kadın olduğunu bildiği içinde odadan çıkarak hemen kapının yanında bekleyen kadına başıyla içeri girmesini işaret etti.

Pamir bitmişti, tükenmişti, yaşayan bir ölüydü belki ama Devrim’de ondan farksız değildi. Uyandığı anda güvenliği için şehit olarak gösterildiğini öğrenmişti. O an içi yanmıştı, itiraz edememişti tehlikenin farkında olduğu için. Ama sevdiği adamı, sevdiklerini o halde görmek içinde çok büyük bir azap yaratmıştı. Pamir’in halini anlamıştı. İşin kötüsü Pamir’de Devrim’in yaşadıklarını anlamış, ölümün acısını tatmıştı. Ama ikisinin de ellerinden bir şey gelmemişti.

Devrim odadan adımını attığı anda günler sonra kahvelerle elalar bir anahtar kilit uyumu gibi birbirleriyle tamamlandı. Devrim karşısında gördüğü adama bakakaldı. Sevdiği adamın yitik halini görmek kalbini daha çok acıtırken yutkundu. Hasret dolu gözlerle Pamir’in bir şey söylemesini bekledi. Pamir ise karmakarışıktı. Ne hissedeceğini ne düşüneceğini bilmiyordu. Hala daha inanamıyordu bu duyduklarına ve şu an gördüğüne.

Günlerce Devrim’in hayalini görmüştü, rüyalarında buluşmuşlardı ve şimdi gerçekle hayali ayırt edebilecek bir psikolojide değildi. Gördüğü kahvelerin gerçekliğiyle gözleri buğulanmaya başladı. Bakışları sevdiği kadının gözlerinden yüzüne, sonra da yaşadıkları ayrılığı haykırırcasına daha da büyüyen oğluna kaydığında yutkunamadı. Oturduğu yerden ayağa kalkarken Devrim birkaç adım attı Pamir’e doğru. Sarılıp ölmediğini söylemek, sıkıca sarılmak, Pamir’i bittiği yerden toparlamak istedi.

“Devrim…” Titremesine engel olamadığı sesiyle cevap alamamaktan korkarcasına fısıldarken Devrim tam önünde durdu. Gözbebekleri titreyerek, Devrim’in gitmesinden korkarak yüzünün her bir tarafına itina ile baktı. “Sen… Sen?” Dili dönmezken Devrim onun ne demek istediğini anladı anında. “Buradayım sevgilim, buradayım canımın içi.”

"Buradayım sevgilim, gerçeğim." 1 yıl önce Pamir, Devrim’in karşısına çıktığında söylediği sözlerdi bunlar. Şimdi aynı anı tekrar yaşıyorlardı. Şartlar eşitlenmişti.

Yutkunamadı Pamir. Boğazındaki yumru büyüdü, soluğunu kesti. Gerçeklik tüm bedenini sarsarken elini Devrim’e doğru uzattı. Devrim anında sevdiği adamın elini tutarken Pamir bu sefer bir anda kaybolmayan kadınla ağzını araladı ama bir şey söyleyemedi. Söyleyemediği sözler gözyaşı olarak iki gözünden yanağına doğru süzülürken aynı anda Devrim’in de gözlerinden yaşlar aktı. Kocasının acısını o kadar iyi anlıyordu ki, yaşamaması için her şeyi yapardı ama elinden bir şey gelmemişti.

Elini Pamir’in yanağına yaslayarak gözyaşlarının sakallarına karışmasını engelledi. Pamir o an hissettiği sıcacık ellerle gözlerini kapattı. Bir dokunuşla bile içindeki huzursuzluğun uçup gittiğini hissetti. Öfkeyle, hırsla, intikam duygusuyla yanan bedeni ferahlamıştı tek bir dokunuşla. Dizleri bedenini taşımazken dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini yüzüne yaslarken hıçkırıkları sessizlik içinde yankılandı. “Allah’ım çok şükür.”

Sesindeki şükrü, rahatlamayı, sevinci anlatacak kelimeler yoktu. Ağladığı için omuzları sarsılırken bu sefer ki gözyaşları acıdan değil yaşadığı mutluluktandı. Devrim dikkatle onun gibi dizlerinin üzerine çökerken Pamir’i karşısında böyle görmenin acısıyla kıvranıyordu. İlk defa görüyordu bu halini. Bir daha da görmeyi asla istemiyordu. Kollarını sevdiği adamın bedenine sararken anında bedenine sarıldı sevdiği adamın kolları.

“Yaşıyorsun.” Pamir burnunu sevdiği kadının boynuna yaslarken hem ağlayıp hem güldü. Sevdiğinin kıyafetlerine sarıla sarıla ağladığı günlerden sonra kendisine sarılıyordu. Kokusunu derin derin içine çekerken kendine engel olamıyordu. Gözyaşları kendinden bağımsız akıp gidiyordu. “Ölüm gibiydi Devrim, öldüm ben. Sen yoktun, yaşam bitmişti sanki benim için, her şey bitmişti, dünya durmuştu.”

Devrim bu sözlerle daha da ağlarken Pamir bunu duymuyordu bile. O kadar anın içindeydi ki. Devrim’in yaşıyor olması tüm duygularını o kadar allak bullak etmişti ki. Daha sıkı sardı kollarını karısına. Öptü, kokladı, hasreti o kadar büyüktü ki uzun süre dinmeyecekti, bitmeyecekti. Saatler önce acıdan ölüyordu ama şimdi yaşadığını iliklerine kadar hissediyordu. Her zaman söylediği gibi Devrim olmadığında nefes bile alamamıştı ama şimdi nefesi yanındaydı…

◔◔◔

Devrim Akyol Arslan’ın anlatımından,

Her şey bitti dediğim anda mucizeye şahit olmuştum.

Nadya, Pamir ile konuştuktan sonra keyifle telefonu kapatmıştı ve beni korku dolu düşüncelerimle baş başa bırakmıştı. Pamir’in tek başına gelmesinden deli gibi korkuyordum. Gelirdi, bizi bırakmamak için her şeyi yapardı. Bu kendi canından vazgeçmek dahi olsa da. Sesindeki o kararlılığı duymuştum, gelmeyi kafasına koyduğunu anlamıştım.

Tüm bunları anlamıştım anlamasına ama Nadya’nın başka bir planı olduğunu anlamamıştım. Zaman kavramını yitirmiştim, bitkindim, halsizdim. Bacağımdaki yara tüm gücümü yitirmeme neden olmuştu. Kurşunu çıkarmışlardı ama dikiş bile atılmamıştı. Öylesine üzeri kapatılmıştı planlarından önce kan kaybından ölmeyeyim diye. Sonra da bu yarayı Pamir’e karşı kullanmışlardı. Tek bildikleri şey buydu zaten. Türk askeriyle başa çıkamayacaklarını bildikleri için onu en derinden vuruyorlardı.

Bulunduğum yerde hareketliliğin olmasıyla vaktin geldiğini anlamıştım. Ellerim, kollarım bağlı bir şekilde deponun ortasında otururken herkes çıkmıştı odadan. Bir kişi hariç. O da sandalyemin altına bir bomba yerleştirmişti. Sayacı 20 dakikaya ayarlamıştı. Takmadan önce görmüştüm. Beni öldürme ihtimalleri içime mıh gibi çökmüştü o anlarda. Kendim için üzülmüyordum. Ben Pamir ile çok güzel günler geçirmiştim ama oğlum babasını hiç tanıyamayacaktı. Onu geçtim, Pamir yıkılacaktı. Abim ve babam perişan olacaktı. Ama biliyordum onları gururlandıracaktım. Pamir’in benim için ölüşünü görmektense ölmeyi göze alırdım şerefimle.

Herkesin çıkmasıyla odaya Nadya girmişti. Odaya girer girmez bakışlarım direkt olarak elindeki kırmızı bidona kaymıştı. Ne olduğunu düşünürken Nadya deponun belli yerlerine elindekinden dökmeye başlamıştı ve benim onun ne olduğunu anlamama neden olmuştu. Benzindi. Özellikle benim üzerinde oturduğum sandalyeye, benim de üzerime gelecek şekilde dökmüştü. O an içimdeki duyguların tarifini yapamazdım. Hangi insan yanarak ölmek isterdi ki? Evet mantıken yanmayacaktım belki, muhtemelen yanmadan önce karbondioksit zehirlenmesinden ölecektim ama bedenimin bile tanınmayacak hale gelmesi çok ağır bir cezaydı. Sevdiklerim bunu kaldıramazdı. Ayrıca bomba vardı bir de işin içinde. Patlayarak ölürsem daha kötü olacaktı.

Hiç acımadan elindeki çakmağı yere attığında alevler tüm depoyu sarmıştı bir anda. Nadya’da kaçmıştı. Panikle kurtulmaya çalışmıştım iplerden ama kurtulamamıştım. Alevler bana doğru yaklaşırken var gücümle bağırmaya çalışmıştım. Ağlamıştım. Çıldıracak gibi olmuştum. Tükenen gücümün son damlalarını ellerimi çözmek için kullanmıştım ama çözememiştim. Aldığım nefes ciğerlerimi zorlarken orada öyle çaresizce ölmeyi beklemiştim. İşte mucize tam o anda gerçekleşmişti.

Zihnim soluduğum dumanın etkisiyle karışmıştı, öksürmekten adam akıllı nefes dahi alamazken bilincim kapanmaya başlamıştı. Alevler bedenime yaklaşmıştı, öyle ki bacaklarımın çoktan yanmaya başladığını bile hissetmiştim. Bacağımdaki yara ateşlerle dayanılmaz bir hal almıştı. Ağlayarak, inleyerek içimden son dualarımı etmeye başlamıştım. Çıldırmıştım. Çünkü ölmek istemiyordum. O sırada içeri biri girmişti. Bir çırpıda ellerimdeki, ayağımdaki ipleri çözmüştü. Beni kucaklayarak dışarı çıkarmıştı. Ne beni çıkaranı net bir şekilde görebilmiştim ne de beni nereye götürdüğünü. Burnuma temiz hava girdiği anda tek düşünebildiğim oğlum olmuştu, sonrası da karanlıktı benim için.

Uyandığımda başımda 3 kişi vardı. Biri babamdı. Diğer ikisini de tanımıyordum. Hiç tanımadığım bir odadaydım, hastanede değildim. İlk sorduğum soru bebeğim, sonrasında da Pamir olmuştu. İyi oldukları cevabını alıp rahatlamıştım. Sonra da odadaki diğer iki kişinin de MİT mensubu olduğunu öğrenmiştim. Beni kurtaran da o MİT mensuplarından biriydi. Benim bulunduğum konuma yakın bir yerde olduğundan Pamirlerden önce gelmişti ve beni o çıkarmıştı içeriden.

İlk işim Pamir’e gitmeyi istemek olmuştu ama aldığım cevap keskin bir hayır olmuştu. Nadya kaçmıştı ve o bulunmadığı sürece ben güvende olmayacaktım. Sonra elime bir telefon tutuşturmuşlardı. Ekranda büyük harflerle yazılmış bir manşet vardı: “HAKKARİ ADLİYESİNDE BÜYÜK YAS”

“Geçtiğimiz günlerde sosyal mecralarda yayınlandığı andan itibaren Türkiye gündemine bomba gibi düşen rehin alınma olayından kötü haber geldi. Cumhuriyet savcısı Devrim Akyol Arslan’ın naaşı tanınmaz bir halde bulundu.

Videoda sevdiklerine veda eden savcının kararlı ve dik duruşu tüm herkesi etkilemişti. Ayrıca hamile olması tüm Türkiye’yi etkilerken iki gün önce kötü haberi yüreklere ateş düşürdü. Alıkonduğu deponun yanmasıyla birlikte cesedine dahi ulaşılamadı. Yapılan DNA testinde cesedin Devrim Akyol Arslan’a ait olduğu tespit edildi.

Bugün Hakkâri Adliyesinde yapılan törenle kendisi de oğlu da ebedi hayatına uğurlandı. Törende eşinin ayakta durmakta zorlandığı ve silah arkadaşlarının desteğiyle dik durduğu görüldü. Babası, abisi ve birçok seveni son görevini yapmak üzere tören alanındalardı. Ayrıca Türk Silahlı Kuvvetlerinin değerli subayları, cumhuriyet savcıları ve hakimlerinde katıldığı cenaze töreninde gözler yetkili mercilerdeydi. Tüm Türkiye’yi yasa boğan bu olaydan sonra sadece sevdikleriyle mutlu günlerinden hatıra olan o fotoğraflar kaldı. Şehidimize Allah’tan rahmet, sevenlerine ve ailesine sabırlar diliyoruz.”

Haberi gördüğüm anda büyük bir şoka girmiştim. Al bayrağa sarılı bir tabut vardı. Tabutun önünde de cübbemle çektirdiğim fotoğrafım ve doğum-ölüm tarihim. O kadar korkunç bir görüntüydü ki tüylerim diken diken olmuştu. Ben bile şu an bu fotoğrafa dayanamazken orada olanlar nasıl dayanmıştı kim bilir?

Fotoğraflardan birinde Pamir tam olarak tabutun önündeydi. Elini tabuta yaslamıştı, ağlamıyordu ama bakışları ağlamaktan beter bir halde olduğunu gösteriyordu. Ağlamazdı, o şerefsizleri sevindirmek için ağlamazdı ama içinin kan ağladığını ben buradan bile görüyordum.

Sonra abim ve babam vardı fotoğraflardan birinde. Onlar da Pamir gibiydi. Abimde güçlü duruyordu ama gözleri kıpkırmızı olmuştu. Sonra Sinem, Işık, Neva, Seray abla, Ahsen, Dilek, Burçe, Halide teyze, Işık annesi Filiz hanım, Olcay teyze, Gökhan amca, Arzu teyze, Fulya teyze, Ahmet amca, Batuhan’ın anne ve babası Suzan hanım ve Kemal bey. Onlar tabutun başında değildi ama uzaktan tabuta bakarken ağladıklarını net bir şekilde görüyordum. Serhat babam Pamir’in koluna girmişti. Hepsinin göğsünde fotoğrafım takılıydı. Hepsi perişandı, hepsi ayakta zor duruyordu.

O an onların arasında kendimi görür gibi oldum. Pamir’in cenazesinde o tabuta sarılıp ağladığım gün dün gibi aklımdaydı. Şimdi bende sevdiklerime, Pamir’e aynı acıyı tattırmıştım. Tattırmak zorunda kalmıştım kendi canım ve oğlumun canı için. Mecbur kalmak ne demek o an anlamıştım. Aynı benim şimdi bu fotoğraflara baktığımda hissettiğim vicdan azabı ve can acısını o zaman Pamir’in de hissettiğini şimdi anlamıştım. İnsan bir şeyleri yaşamadan anlamıyordu.

Sonra korumalarımı sormuştum. Mesut’un ve Pamir’in görevlendirdiği askerlerden ikisinin şehit olduğunu öğrenmiştim. O an ikinci bir vicdan azabıyla yüzleşmek zorunda kalmıştım. Beni korumak için kendi canlarını feda etmişlerdi. Arkalarında bıraktıkları sevdikleri ne haldeydi hayal etmeme gerek dahi yoktu çünkü o acıyla yüzleşmiştim. Elimde olsa yanlarına gider ayaklarına kapanıp af dilerdim ama izin vermezlerdi. Ölmediğim ortaya çıktığı andan sonra ilk işim onlara gitmek olacaktı. Mesut’a ve diğer askerlere edemediğim teşekkürü onlara edecektim ve tabii yaralanan diğer korumalarımı da ziyaret edecektim.

Dayanamadığım bir anda bu evden çıkmak istemiştim ama çıkmamam gerektiği emri verilmişti. Abime, Pamir’e, sevdiklerimize söyleyelim istemiştim. Aldığım tek cevap şu olmuştu: Birden fazla kişi bilirse bu sır olmaz, hata yapmamız daha kolay olur. Zaten 3 kişi biliyor ve yeteri kadar taviz verdik. Başka bilen olmayacak, zamanı geldiğinde herkes öğrenecek.

Ta ki Nadya ölene kadar sır olarak saklanmıştı bu. Sevdiklerim acıdan ölmüştü, bende vicdan azabından ölmüştüm. Pamir’in halini düşündükçe kahrolmuştum. Söz konusu olan tek ben değildim. Evladını da kaybetmişti. Ve evladını kaybettiğinde birine verilecek teselli bile olmazdı çünkü kayıpların en büyüğüydü. Şu an ne halde olduğunu bilmek, onun yaşadıklarını bizzat yaşayan biri olarak içimi oyuyordu.

Ve bugün nihayet o an gelmişti. Nadya’nın ölüm haberi bir bayram havası yaratmıştı içimde. Üç hafta ölüm gibi geçerken nihayet bugün rahat bir nefes almıştım. İlk abim gelmişti. Pamir’e yapılan açıklama abime de yapılmıştı. Odaya girdiğim ilk anda görmeye alışık olmadığım gözyaşlarını görmüştüm. En son annem öldüğünde sarılıp ağlamıştık biz. Ondan sonra da ağladığını hiç görmemiştim ama beni gördüğü anda gözyaşları oluk oluk akıp gitmişti.

Kollarının arasına girdiğimde hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. “İçimde bir yerlerde senin ölmediğini biliyordum. Kardeşimsin sen benim, canımın içisin. Öldüğüne inanamadım, kabul edemedim, yediremedim, o gencecik yaşında toprak olacağına inanmadım.” Saatlerce teselli etmiştim onu. Sarılmıştık, özlem gidermiştik. Gerçekliğime inanmasını sağlamıştım. Babamın haberinin olmasına bozulmuştu ama o da biliyordu, anlıyordu. Geçip gitmişti demek istiyordum ama bu bizim için bir travma olarak kalacaktı bunu da biliyordum.

Abimden sonra Pamir getirilmişti. Onun gözlerinde de aynı acı vardı. İlk başta hayal gördüğünü sanmıştı. Sonra inanmıştı gerçekliğime. O benim gerçek olduğuma inanmaya çalışırken ben suçluluk duygusuyla baş etmeye çalışmıştım. Çok yıpranmıştık, nasıl geçecekti bilmiyordum ama tek bildiğim Pamir bununla baş etmeye çalışırken her anında yanında olmaya çalışacaktım. Yaralarını saracaktım.

Eve girdiğimiz anda değişik duygular sarmıştı bedenimi. Her şey yerli yerinde duruyordu mutfaktaki hırkama kadar. Yerini değiştirmeye bile kıyamamıştı. Bu evde çektiği ızdırabı düşündükçe ben üzülüyordum. Odamıza girdiğimde yatağın üzerindeki kazağım çekti dikkatimi. Hemen arkamdan gelen Pamir’in fısıltısını duydum. “Daha saatler önce şu yatakta kazağına sarılırken şimdi yanımdasın.”

Hala daha inanmakta zorlandığını anlıyordum. Arkamdan bedenime sarılıp ellerini karnımda birleştirdiğinde elimi elinin üzerine yasladım. Çenesini omzuma yaslayıp bedenlerimizi bir bütün haline getirirken sanki hayal olmamdan korkarcasına, gidecekmişim gibi sıkıca sarılıyordu. “Buradayım..” Aynı onun gibi fısıldarken Pamir cevap verdi anında. “İyi ki…iyi ki yanımdasınız.”

Kollarının arasında dönerek bakışlarımızı buluşturdum. Bitkindi, halsizdi, uykusuzluğu gözlerinden okunuyordu. Onu kaybettiğimde nasılsam o da şu anda benim gibiydi. Elleri belimde durmaya devam etti. Âşık olduğum gözleri kanlanmıştı, bedeni çökmüştü. Sakalları tam benim sevdiğim gibi uzamıştı. Elimi yanağına yaslayıp parmaklarımı sakallarında gezdirirken Pamir başını omzuna doğru eğip hasretle, derin derin baktı gözlerime. “Özür dilerim yaşattığım her şey için.”

Cıkladı anında. “Hayır, özür dileme. Senin suçun değildi bu. En başından beridir o kadını sana musallat eden bendim. Benim yapamadıklarımın bedeliydi bu ayrılık.” Acı çektiği sesinden bile belliyken gözleri buğulandı, gözyaşları pırıldamaya başladı. “Koruyamadım ben sizi, beceremedim.”

“Bu kadarını bilemezdik Pamir. Hiç kimse bilemezdi. Sende bilemezdin. Hem elinden geleni yaptın sen. Kendince önlemini aldın.” Dedim içini rahatlatmak için. Bu konuda asla onu suçlamadığımı bilmesini istiyordum. Onun suçu değildi. Bende rahat durmuyordum. “Sana söyleseydim bel-“ Kendini suçlayacak yeni bir cümle kurduğunda hızla sözünü kestim. “Bana söyleseydin de ben umursamazdım. Hiçbir tehdidi umursamadım. Bunu da umursamayacaktım. Yapılabilecek tek şeyi yapmışsın, korumalarımı artırmışsın. Benim de haberim olsa aynısını yapardım. Ama işe yaramazdı. Kendini suçlamanı istemiyorum Pamir.”

Tane tane olabilecekleri söylerken Pamir gözlerini kapattı. Tek damla gözyaşı yanağına akıp giderken hızla temizledim gözyaşını. O ağlayınca bende ağlıyordum. Hormonlarım zaten tavan yapmıştı. Ama Pamir’i bu halde görmek bile yeterdi ağlamama. Hiç kıyamıyordum.

Elimi bileğimden tutup avuç içimi öperken bu hissi ne kadar özlediğimi fark ettim. 2 hafta görev süresi, 3 hafta da zorunlu ayrılığımız derken 5 hafta olmuştu biz görüşmeyeli ve ben çok özlemiştim kocamı. Gözlerini aralayıp elalarına bakarken Pamir’in bakışları bacağıma kaydı. Sonra da karnıma. “Siz iyisiniz değil mi?”

“İyiyiz, bacağım iyileşti. Bir sorun yok. Oğlumuzda çok iyi. Kontrolleri yapıldı. Hiçbir sıkıntısı yok. Tek sıkıntımız senin özlemindi. Artık yanımızdasın.” Sevgiyle gözlerine bakarken Pamir ufacık bir tebessüm etti ama bu tebessümü ederken bile çok zorlanmıştı. Bitik bir haldeydi. Uyuması gerekiyordu, yemek yemesi gerekiyordu.

Belimde duran elini karnıma doğru kaydırırken usulca sevdi oğlumuzu. Oğlumuzda ona kendini hissettirmek için tekmelerini atıyordu. Artık daha da büyümüştü. Doğuma 3 ay kalmıştı ve hareketleri daha netti. Hatta dışarıdan bile görünüyordu. Onun hareketleri Pamir’in yüzünü daha da güldürürken hafifçe eğilerek dudaklarını karnıma bastırdı. “Bende sizi çok özledim babam.”

Tebessümle onu izlerken eğildiği yerden doğruldu. Bakışları tekrar beni bulduğunda elini enseme doğru yaslayarak başımı kendi omzuna doğru yaslayarak sıkıca sardı bedenimi. Saçlarımın arasına burnunu yaslayıp içli içli nefes alırken birkaç kere öptü saçımı. “Çok özledim güzelim benim, hem de çok özledim.” Aramızdaki oğlumuza rağmen sıkıca sardım bedenini. En ihtiyacı olan şeydi bu. Hem onun hem benim.

Birkaç dakika öylece orada sarıldıktan sonra başımı omzundan kaldırırken mırıldandım. “Uyuyalım mı?” Pamir yutkundu sorduğum soruyla. Birkaç dakika sessiz kalırken gözbebekleri titredi. “Uyandığımda yanımda olmazsan?” Aldığım cevap nefesimi boğazımda düğümlerken gözlerim dolmaya başladı.

Ellerimle yüzünü avuçlarımın arasına aldığımda mırıldandım. “Sıcaklığımı, beni, nefesimi hissediyorsun değil mi?” dedikten hemen sonra dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Sanki buna çok ihtiyacı varmış gibi o anda derin bir nefes alırken dudaklarından hafifçe ayrılıp mırıldandım. “Buradayım, rüya değil, hayal değil. Gitmeyeceğim, yanında olacağım.” Dudaklarımızı tekrar birleştirdiğimde bu sefer karşılığını almam gecikmedi. Özlediğim bu yakınlaşma içimi eritirken dudaklarımızın arasından tuzlu tat sızdı. İkimizde ağlıyorduk ama önemi yoktu. Acıyla karışık mutluluk gözyaşlarıydı bunlar.

Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında elinden tutup yatağa doğru çektim onu. O anda elinin üzeri çekti dikkatimi. Parmak boğumlarındaki kurumuş kan lekelerini gördüğümde hüzünle baktım. Hırsını kendinden çıkarmıştı, acısını böyle geçirmişti belki de. Daha doğrusu geçirmeye çalışmıştı. Onu yatağa oturturken odamızdan çıkıp banyodaki ilkyardım çantasını almaya gideceğim zaman bileğimdeki sıkı tutuş engel oldu. “Gitme.”

“İlkyardım çantası getireceğim, merhem sürelim.” Dediğimde başını iki yana salladı. “Öpsene, emin ol en etkili merhemden bile daha etkili olacaktır.” Masum bir erkek çocuğu gibi gözlerime bakarken yanaklarımı dişledim ağlamamak için. Onun bu haline ağlamamak çok zordu. Elini tutup dudaklarımı yaralarına bastırdığımda tebessüm etti. “Geçti bile.”

Yatakta kendi yerime doğru geçerek yan bir şekilde yattım. Hareket alanım biraz kısıtlıydı ama Pamir yanımdayken rahat hissetmemek imkansızdı. Birbirimize bakarken Pamir ellerimizi kenetleyerek ikimizin ortasına doğru koydu. Bakışları ellerimizde bir süre oyalandıktan sonra gözlerime kaydığında artık gerçekliğime inanır gibiydi.

“Beni o geceki gibi kollarında uyutur musun?” Fısıltısını işittiğimde dudaklarımı birbirine bastırdım ağlamamak için. Başımı olumlu anlamda sallarken sırt üzeri uzandım yatakta. Pamir anında başını göğsüme, burnunu boynuma doğru yaslarken koluyla bedenimi sardı. Derin nefesler alıp verirken elimi saçlarının arasına sokup narince sevdim her bir saç telini. Tenimde dudaklarını hissederken iç geçirdim.

Kısa bir süre sonra düzenli nefes alışverişini duyduğumda uyuduğunu anladım. Çok yorulmuştu, bedeni hem açlıktan hem uykusuzluktan yorgun düşmüştü. Halsizdi, tam olarak kendinde bile değildi. Ama düzelecekti. El birliği ile onu ayağa kaldıracaktık ve korkularını yenmesine yardımcı olacaktık.

Çok acılardan geçmiştik. İkimizde acıların en büyüğünü yaşamıştık. Birbirimizi kaybettik sanmıştık ama şimdi buradaydık. Yan yanaydık. Bize bunu yapan kişiden kurtulmuştuk. Hayatımızı tekrar düzene sokacaktık ve her zamankinden daha güçlü bir şekilde ayağa kalkacaktık. Birbirimizi sevgimizle iyileştirip oğlumuzla mutlu bir yuva kuracaktık…

◔◔◔

2 ay sonra…

Yazarın anlatımından Işık ve Bora,

Devrim’in yaşadığı ortaya çıktıktan sonra Bora sanki çok kötü bir kabustan uyanmış gibi olmuştu. Üzerindeki yük kalkmıştı. Düşük omuzları dikleşmişti. O kadar rahatlamıştı ki anlatamazdı. İlk işi Işık’ın yanına gitmek ve gerçekleri anlatmak olmuştu. Yaşadığı şoku sevdiği kadına da anlatmıştı. Şimdi her şey yolundaydı. Kardeşi, yeğeni yaşıyordu. Günler yaşadıkları kötü anların telafisini yapıyorcasına güzel geçiyordu.

Işık ve Bora, yaşadıkları kötü günlerden sonra biraz olsun dinlenmek ve tatil yapmak için Ayvalık’a gitmek istemişlerdi. Bir haftalık tatilleri vardı. İki gün önce gelmişlerdi buraya. İlk gün bir güzel dinlenmişlerdi. Sonraki gün de denize girmişlerdi ve akşam da etrafı gezmişlerdi. İki gün olmuştu ama çok güzel vakitler geçirmişlerdi.

Şimdi arabayla yolda ilerlerken Işık dikkatle etrafına bakıyordu. Bora ise keyifle arabayı sürüyordu. Aslına bakılırsa biraz gergindi. Yapacağı şeyden sonra alacağı cevaptan korkuyordu. Aslında korkmasına gerek dahi yoktu ama yaşadığı heyecan onu çok korkutuyordu.

“Aklını seveyim senin, ne güzel düşündün.” Işık sevinçli bir şekilde konuşurken Bora’ya doğru yaklaşıp yanağını öptü uzunca. “Düşünceli sevgilim benim.” Bora hem duyduğu sözlerle hem aldığı öpücükle gülümserken yamuk bir gülümsemeyle baktı sevdiği kadına. “Sen şöyle gül diye ben daha neler düşünürüm.”

Işık’ın yüzündeki gülümseme daha da büyüdü bu sözlerle. O kadar mutluydu ki. Bora’ya evet dediğinde bu şekilde mutlu günler geçireceğini biliyordu ve bildiğinden de yanılmamıştı. Bora her seferinde onu dünyanın en mutlu kadını yapıyordu.

“Şimdi nereye gidiyoruz, söylemeyecek misin?” dediğinde Bora başını iki yana salladı. “Sürpriz güzelim.” Sürprizdi sürpriz olmasına ama Işık az sonra gördüğü tabelalardan anlayacaktı nereye gittiklerini. Kendi görsün isteyerek sessiz kaldı Bora.

Dakikalar sonra Işık etrafına dikkatle bakındığı için Tekirdağ yazan tabelayı görerek gözlerini şaşkınlıkla araladı. “Tekirdağ’a mı gidiyoruz?” Hevesle Bora’ya baktığında Bora başını sallayarak onayladı. “Ya sana inanamıyorum.” Işık nasıl teşekkür edeceğini bilemeyerek Bora’ya duygu dolu gözlerle bakarken uzanarak tekrar tekrar öptü sevdiği adamı. Bora bu öpücükler her ne kadar hoşuna gitse de mırıldandı. “Dur dur bak şimdi kaza yapacağız.”

Işık geri çekilip yola bakarken yüzündeki gülümsemeye engel olamadı. Bora ise ekledi. “Arabadan inince öpücüklerin devamını isterim haberin olsun.” Dediğinde Işık onayladı. “Siz isteyin yeter ki Bora bey, istediğiniz öpücük olsun.” Artık birbirlerine karşı o kadar açık ve rahatlardı ki anlatılamazdı. İlk günlerine bakıldığında şu an çok yol katetmişlerdi.

Müzikler, sohbetler eşliğinde Tekirdağ il sınırı içine girdiklerinde Işık özlemle iç çekti. Çok uzun zaman olmuştu buraya gelmeyeli. Özlemişti. Dikkatle etrafına bakınmaya devam etti. Annesini de çok özlemişti, babasını da. Bora o kadar büyük ve güzel bir sürpriz yapmıştı ki gerçekten ne diyeceğini bilemez hale gelmişti.

“Annemin haberi var mı?” diye merakla Bora’ya baktığında Bora onayladı. “Evet, geleceğimizi biliyor.” İlk önce Filiz teyzesini aramış ve geleceklerinin haberini vermişti. Evinin adresini ve Işık’ın babasının mezarının adresini almıştı. “Ama eve gitmeden önce gitmemiz gereken başka bir yer var.” Diye ekledi Bora. Işık anlamaz gözlerle bakarken merakla konuştu. “Nereye gideceğiz?”

“Babana.” Dedi Bora yoldan gözlerini çekip kısaca sevdiği kadına bakarken. Işık ilk önce duyduğu kelime ile duraksadı. Algıladığı cümle ile gözleri hafiften dolmaya başlarken Bora bunu fark ederek sıkıca tuttu Işık’ın elini. Işık’ın Tekirdağ’ı özlediğini biliyordu ama asıl özlediği kişinin babası olduğunun da farkındaydı. Bu sürpriz aklına bu yüzden gelmişti zaten. Kendisi, Devrim babasıyla vakit geçirirken Işık’ın buruk bakışlarını görmüştü. Her ne kadar babası Işık’a da kendi evladı gibi davransa da öz babasının yerini tutmuyordu elbette.

“Bora…” deyip duraksadı Işık. Ne söyleyeceğini bilmiyordu. Bora’ya dolu dolu gözlerle bakarken Bora kızın elini dudaklarına götürüp uzunca öptü. “Bir şey söyleme güzelim.”

Kısa süren yolculuklarının ardından mezarlığa ulaştıklarında arabadan indiler. Işık tüyleri ürpererek mezarlara bakarken yutkundu. Çok uzun zaman olmuştu. Bora elini tuttuğu anda ürpertisi azaldı, bir güven duygusu tüm bedenini sardı. Heyecanlıydı. Babasıyla sevdiği adamı tanıştıracaktı.

El ele mezara doğru yaklaştıklarında gördükleri mezar taşıyla iç çekti. Şehit Korhan Altınel. Mezarın başında dalgalanan al bayrağa takıldı gözleri. Her şey bu bayrak dalgalansın, bu vatan sağ olsun diyeydi.

“Baba ben geldim…” deyip duraksadı Işık. Babasından bir cevap bekledi. Şimdi kollarını onun için açsın isterdi. Sıkıca sarılmak ve uzun süre ayrılmamak isterdi. Mezar taşına oturup üzerindeki toprağa elini değdi. “Yanımda birini getirdim.” Derken bakışları hemen arkasında dağ gibi duran adama kaydı. “Sevdiğim adamı getirdim. Senin kadar mert, vatanı için canını verecek olan, beni aynı senin gibi el üstünde tutan adam.”

Bora bu sözlerle gururunun okşandığını hissederken elini Işık’ın omzuna yasladı yanında olmak istediğini hissettirircesine. Işık ondan güç alarak devam etti sözlerine. “Çok özledim seni baba, her anımda keşke yanımda olsan diye geçiriyorum. Biliyorum gelemezsin ama bir yerlerden beni izlediğini ve mutlu olduğumu gördüğünü biliyorum.”

Çok küçük yaşta kaybetmişti babasını Işık. 29 yaşındaydı. Babasını 5 yaşındayken kaybetmişti. 24 yıldır onun hasretini çekiyordu. “Bora’nın sayesinde çok mutluyum…” diye ekledi. Elini Bora’nın elinin üzerine yaslarken iç geçirdi. İyi ki şu an yanımda diye düşündü. Bora burada olmasa yıkılırdı, güçlü duramazdı. Şimdi de güçlü sayılmazdı zaten. Gözyaşları kendiliğinden akmaya başlamıştı çoktan.

“Merhaba efendim Bora ben, Bora Akyol.” Diye sözlerine başladı Bora. “Sizinle tanıştığım için o kadar gururluyum ki anlatamam. Böyle kahraman bir Türk askerinin karşında olmaktan onur duyuyorum.” Hem de çok gururluydu. Dışından söylemiyordu ama karşısındaki adam bir asker için en büyük hayal olan şehitlik mertebesine ulaşmıştı.

“Kızınızla tanıştığım içinde bir o kadar gururluyum. Işık her anlamda mükemmel bir kadın. Her anımda yanımda olmasını istediğim, çok sevdiğim bir kadın.” Diye devam etti sözlerine. Işık küçük bir tebessümle onu dinlerken Bora ekledi. “Biz birbirimize kavuşmakta biraz oyalandık ama sonucu çok güzel oldu. Size söz veriyorum Işık’ı mutlu etmek için her şeyi yapacağım. Gözlerinden üzüntüden bir damla yaş bile akmasına izin vermeyeceğim.” Kendinden emin bir şekilde sanki karşısında gerçekten Işık’ın babası varmışçasına konuşuyordu.

“Sen zaten beni hep mutlu ediyorsun.” Dedi Işık Bora’ya doğru bakarken. Bora küçük bir gülümsemeyle sevdiği kadına baktıktan sonra tekrardan Korhan Altınel yazan mezar taşına baktı.

“Sizin de müsaadeniz olursa kızınızla evlenmek istiyorum.” Tereddütlü bir şekilde cümlesini dile getirdiğinde Işık duraksadı. Doğru anlayıp anlamadığını sorgularken omzunda duran elin çekilmesiyle bir soğukluk hissetti. Bakışlarını Bora’ya çevirdiğinde ilk gördüğü şey siyah kadife kutunun içindeki tektaş oldu. Şaşkınlıkla yüzüğe bakarken yutkunamadı. Asla böyle bir şey beklemiyordu.

Bora ise kızın tepkilerini izlemekle meşguldü. Nerede yapması gerektiğini düşünmüştü günlerce. Doğru yerin burası olduğuna inanmıştı. Işık’ın babasına olan düşkünlüğünü çok iyi bildiğinden onun huzurunda, ondan izin alarak yapmak istemişti. Işık oturduğu yerden kalkarken Bora dikkatle baktı kızın gözlerine.

“Seni çok seviyorum Işık. Öyle üç kelimelik cümleler dökülüyor dudaklarımın arasından ama şu kalbimi açıp baksan senin ismin yazıyor. Bu kalp senin için atıyor. İsmin gibi hayatıma Işık gibi doğdun, yolumu aydınlattın. Bana gerçek sevgi ne demekmiş sen öğrettin. Şimdi bu sevgimi, sevgimizi evlilikle taçlandıralım istiyorum. Uyandığımda ilk seni göreyim, akşam eve geldiğimde kapıyı sen aç, evimizin mutfağında birlikte yemek yapalım, bir aile olalım istiyorum.” Kalbinden geçen tüm cümleleri sıralarken sesi hafiften titriyordu. Yüzük kutusunu tutan eli terlemişti heyecandan. İlk defa böyle hissediyordu. Işık ona ilkleri yaşatan kadındı. “Benimle evlenir misin? Yuvam, kalbim, nefesim, her şeyim olur musun?”

Işık büyük bir dikkatle, kalbi yerinden çıkacakmış gibi Bora’yı dinlerken gözlerinin dolmasına engel olamamıştı. Bora’nın sözlerinden ziyade şu an burada yapma sebebini bilmesiydi asıl içini ezip geçen ve Bora’ya tekrar aşık olmasını sağlayan. Öyle düşünceli bir adam sevmişti ki bazen hangi iyiliğin karşılığı olduğunu düşünüyordu. Bora’nın tereddütlü bakışlarını da görüyordu. Ama yanılıyordu. Işık Bora ile evlenmeyi her şeyden çok istiyordu. Asla bir tereddüdü yoktu. Çok seviyordu onu.

“Evlenirim, seninle birbirimizin her şeyi oluruz. Yeter ki yan yana, birlikte olalım.” Ağlamaklı bir şekilde teklifi kabul ederken derin bir nefes vererek güldü Bora. Kutudaki yüzüğü çıkarttıktan sonra hiç beklemeden Işık’ın parmağına geçirdi. Işık yüzüğüne bakıp gülümserken hızla sarıldı sevdiği adama. O kadar mutluydu ki söyleyecek kelimeleri yoktu. O da Bora ile bir yuva kurmak için sabırsızdı. “Seni çok seviyorum.” Diye mırıldandı sevdiği adama sıkıca sarılırken.

Bora’da ona sarılırken gözlerini kapatıp huzurla cevap verdi. “Bende seni çok seviyorum.”

Birbirlerine sarılıp ayrıldıklarında ikisinin de yüzlerindeki gülümseme uzaktan görülecek tarzdaydı. Hikayeleri mutsuz başlamıştı. Bir hastane bahçesinde tanışmışlardı. Yavaş yavaş birbirlerinden hoşlanmışlardı. Korkuları, tereddütleri olmuştu ama şimdi o korku ve tereddüt namına bir şey kalmamıştı. Aşklarıyla tüm kötü duyguların üzerine çizik atmışlardı. Şimdiyse yeni bir maceraya atılıyorlardı, kendi yuvalarını kuruyorlardı. Hastanede başlayan hikayeleri, kendi evlerinde mutlu bir şekilde son bulacaktı…

◔◔◔

Yazarın anlatımından Taner ve Dilek,

Taner, elindeki telefona bakarak iç çekti. Dilek'i aramıştı ama ulaşamamıştı. Üstüne mesaj da atmış ve bir süre beklemişti ancak bir karşılık alamamıştı. Bugün buluşacaklardı. Taner buluşacakları yere gelmişti ancak saat gelmesine rağmen Dilek yoktu. Haber de vermemişti. Hastaları olduğunu düşünerek kendisini rahatlatmaya çalışmıştı ancak Devrim ile Pamir’in yaşadıkları o kadar travma olmuştu ki artık herkesin sinirleri yıpranmıştı. Herkes birbirinin üzerine titrer hale gelmişti.

O günler en büyük desteği Dilek'ten görmüştü Taner. Aynı Pamir yaralandığında onu teselli etmek istemesi gibi, Devrim’in kaybında da Taner’e elinden geldiğince destek olmaya çalışmıştı Dilek. Devrim’i çok fazla tanımıyordu, sadece birkaç kez görmesine rağmen haberi aldığında bile çok üzülmüştü. Üzüntüsünü Taner’e destek olarak geçirmeye çalışmıştı.

O anlardan sonra aralarındaki bağ daha da kuvvetlenmişti. Taner kendini daha yakın hissetmişti Dilek'e. Kendini onun yanında bulmuştu. Onunla konuşmak isterken, onunla görüşmek isterken bulmuştu. İyi olmasını her şeyden çok ister olmuştu. Yanında olmadığı zaman ne yaptığını düşünüyor, iyi olup olmadığını sorguluyordu mesela. Yüz yüze gelmek için her fırsatı değerlendiriyordu. Kendi içinde o da kabullenmişti bir şeyler hissettiğini. Dilek'in ilgisini en başında fark edip kendini uzak tutmak istese de ona kapılırken bulmuştu kendini ve sonra da bunu istediğini anlayıp ipleri bırakmıştı.

Şimdi hastaneden içeri girerken telaşlıydı. Teröristlerin sevmediği mesleklerden birini yapıyordu Dilek ve bu Taner’i korkutmaya yetiyordu. Hastanenin içinde güvenliydi belki ama neyin ne zaman olacağını bilmemekti onu korkutan. O yüzden aceleyle gözlerini hastane koridorunda gezdirdi. Yoğunluk vardı epey. Gözleri mavi gözlerle buluşmak için can atıyordu.

Yanından geçen hemşirelerden birine doğru konuştu. "Dilek hanım nerede biliyor musunuz?" Hemşire başını iki yana salladı. "Bilmiyorum."

Taner kaşlarını çattı duyduğu kelimelerle. Adımlarını acile doğru atarken içi içini yiyordu. Acile yaklaştıkça gördüğü kalabalıkla birlikte Dilek'in içeride ve yoğun olmasını istedi içinden.

Tam o sırada acil kapısından çıkan Dilek'i gördü. İçinde büyük bir rahatlama hissederken derin bir nefes verdi. Dilek dalgın bir biçimde kolundaki saate bakarken geç kaldığını fark ederek panik oldu. Arka arkaya gelen hastalarla ne yapacağını şaşırmıştı. Taner’i aramayı unutmuştu. Koşar adımlarla çantasının bulunduğu odaya giderken başını kaldırmasıyla Taner’i görmesi bir oldu.

O an kahverengi gözler mavilerle buluştuğunda Taner, Dilek'in ona gelmesini beklemeden hızlı ve büyük adımlarla kıza ulaştı. Dilek özür dilemek için mahcup bir şekilde konuşacağı sırada Taner hiç beklemeden kızı kollarının arasına aldı. Bir elini ensesine yaslayıp bir eliyle sıkıca beline sarılırken rahatça nefes aldı. Kızın saçlarının kokusu burnuna dolarken huzurlu bir nefes verdi. Yıllar sonra ilk defa birinin kollarında huzuru tadıyordu. Dilek ise çok şaşkındı. Elleri havada kalmıştı. Taner’den asla böyle bir hamle beklemediği için şaşırmıştı.

"Sana bir şey oldu sandım." Diye mırıldanırken daha sıkı sardı Dilek'i. O an anladı Dilek, Taner’in çok korktuğunu. O yüzden onu gördüğü an yüz ifadesinin gevşediğini. Kollarını sevdiği adama doğru sararken birkaç saniye o da huzura ulaştı. Taner kollarını hafifçe gevşetip aralarındaki teması kesmeden itinayla kızın yüzünün her bir noktasına bakarken ekledi. "İyisin değil mi?"

"İyiyim, kusura bakma haber veremedim. Kaza olmuş, çok yaralı vardı. Buluşmak için çıkmıştım ama aradılar, mecbur kaldım gelmeye. Sana da haber veremedim. Özür dilerim." Mahcup bir şekilde derdini dile getirirken Taner anında reddetti. "Özür dileme, ben sadece korktum. Sana ulaşamayınca bir şey oldu sandım. Çok şükür iyisin."

Dilek küçük bir tebessüm etti. Birileri tarafından merak edilmek daha doğrusu sevdiği adam tarafından böyle üstüne titrenmesi hoşuna gitmişti. Elini Taner’in koluna doğru yaslayıp güvence verdi. "Merak etme, ben telefonumu açmıyorsam mutlaka hastanın başındayımdır." Dilek hiçbir şeyden habersiz olduğu için böyle düşünmesi normaldi ama Taner bu işin içinde olduğu için rahat olamıyordu.

"İşin var mı şimdi?" dedi meraklı gözlerle kıza bakarken. Dilek başını iki yana sallayarak cevap verdi. "Hayır ama buradan ayrılamam, acilde olan hastalar var. Buluşmamız iptal oldu benim yüzümden." Yüzünü asarak üzüntüsünü belli ederken Taner kızın bu ifadesine gülümsedi. Elini kızın çenesine doğru götürüp gözlerine bakması için başını kaldırırken Dilek nefesini tutmuştu o an. Taner bu aralar fazla açıktı ve artık çekinmiyordu. "Üzülme, daha çok buluşuruz. Tüm günler bizim. Hadi gel, belki bir kafede buluşamadık ama kahvelerimizi burada da içeriz."

"Olur." Yan yana kafeteryaya doğru ilerlemeye başladılar. Dilek heyecanını bastırmak adına etrafına bakınırken Taner başka şeyler düşünmekle meşguldü. Mesela birinin yokluğundan neden bu kadar korktuğu gibi. Aslında cevabını o da vermişti kendi içinde. Dilek'e olan duygularını anlamıştı. Sadece ona bundan bahsetmesi gerekiyordu. Oturup söylemesi gerekiyordu ve aralarındaki şeye bir isim bulmaları gerekiyordu.

İlk önce kafeteryadan birer kahve aldılar daha sonra da havanın güzel olmasını fırsat bilerek dışarıdaki banklardan birinde oturdular. Dilek aklına gelen cümleleri söyleyemeden edemedi. “Benim yüzümden hastaneye tıkıldık yine.” Taner kahvesinden içerken direkt olarak Dilek’in gözlerine baktı. “Mekânın bir önemi yok bence, yine yan yanayız. Önemli olan bu değil mi?”

Belli belirsiz başını salladı Dilek. Öyleydi. Taner ile nerede olursa olsun onun için fark etmezdi. Taner’in de böyle düşünmesine sevindi Dilek. Herkes bu kadar anlayışlı olmuyordu çünkü.

“Ben buluşalım dediğimde aslında aklımda birkaç şey vardı. Yani onları söylemek istiyordum.” Dedi Taner. Evet mekânı daha farklı hayal etmişti ama ilk tanıştıkları yerde konuşmak daha doğruydu belki de. O yüzden bunu daha fazla kafasına takmayı istemedi. Dilek ise meraklı gözlerle izliyordu Taner’i.

“Dilek…” deyip tam anlamıyla kıza doğru döndüğünde Dilek aynı meraklı gözlerle onu dinlemeye devam etti. Taner ise devam etti. “İlk karşılaştığımız gün yani senin benim yanıma geldiğin o gün kim olduğunu, neden geldiğini sorguluyordum. Hani derler ya nereden nereye diye. O günden bugüne nasıl geldik bende bilmiyorum ama şimdi, daha birkaç dakika önce sana ulaşamadığımda ben bazı şeylerden emin oldum.”

Bodoslama girmişti Taner olaya. Aslında kafasında oturtmaya çalışmıştı nasıl konuşması gerektiğini. Ama şimdi tüm konuştukları uçup gitmişti. Taner’de samimi olmaya karar vermişti. Ne olursa olsun Dilek onu dinlerdi, anlardı. Bunun rahatlığı vardı.

Dilek nefesini tutmuş Taner’in söyleyeceklerini beklerken bayılacak gibi hissediyordu. Elindeki kahve bardağını zor tutuyor, Taner’den bakışlarını çekemiyordu. “Nasıl olması gerekiyor bilmiyorum. Yani şu an ne söylemem gerekiyor onu da bilmiyorum. Çıkma teklifi mi etmeyelim, yoksa başka bir şey mi? Bunu deneyimsizliğime ver lütfen.” Kendi kendine toparlamaya çalışırken birazcık laflarını dolandırmış ve karıştırmıştı ancak Dilek çıkma teklifini duyduğu an gözlerini şaşkınlıkla aralamıştı.

Taner ise genzini temizleyerek Dilek’in mavilerinde rahatlamaya çalışmış ve ardından devam ettirmişti sözlerini. “Yani aslında söylemek istediğim ben seni seviyorum.” Dedikten sonra yanlış anlaşılma düşüncesiyle hızla ekledi. “Yani arkadaş gibi değil, başka türlü. Bir ilişki gibi.” Çok çok küçükken birini sevmişti Taner, zaten ona da açılmamıştı. Üniversitedeyken falan bir sevgilisi olmamıştı. Ailesini kaybettikten sonra da kimseye o gözle bakmamıştı ta ki Dilek’e kadar.

Dikkatli gözlerle Dilek’in gözlerine bakıp bir tepki vermesini istedi. O sırada Dilek gözleri dolmuş bir biçimde bakıyordu Taner’e. Onun karşısına çıkıp ona desteğini hissettirmek isterken aklından asla böyle bir şey geçmemişti. Bir gün Taner’in de ona karşı bir şeyler hissedebileceğini düşünmemişti ama şimdi hayallerinin ötesindeki şeyi yaşıyordu. Sevdiği adam da ona duygularını açıyordu, onu sevdiğini söylüyordu.

“Dilek, ben yani.” Deyip duraksadı. Dilek’in gözyaşlarını yanlış anlamıştı ve müdahale etmek istiyordu. “Ben sadece bilmen gerekiyor diye düşündüm, eğer karşılığı yoksa so-“ Karşısındaki kadın onu sevmiyorsa zorlamazdı. Sadece söylemek istemişti ama yanlış anlamıştı. Sözleri Dilek tarafından kesildi. “Hayır.” Taner aldığı hayır cevabıyla hafifçe kaşlarını çatarken genzini temizledi.

Dilek ise hızla devam etti sözlerine. “Taner ben bu anı çok uzun zamandır bekliyorum.” Dedi hiç çekinmeden. Taner bu sözlerle şaşırmadı. Arkadaşlarının imalarını hatırladı ama Taner hepsini Dilek’in iyi niyetine yormuştu. “Senin yanına geldiğimde de öncesinde de benim duygularım vardı zaten” diye devam eden Dilek ile şaşırdı Taner. Öncesi hakkında hiçbir fikri yoktu.

“Nasıl yani?” diye şaşkınca kıza bakarken Dilek onun merakını gidermek adına konuştu. “Buraya geldiğim andan itibaren engelleyemediğim duygularım vardı sana karşı. Hep uzaktan sevdim, karşına çıkacak cesareti bulamadım. Ama o gün komutanının yaralandığı gün burada üzgün ve çaresiz otururken kayıtsız kalamadım sana. Yanına gelmek istedim. Amacım rahatsız etmek değildi, sana destek olmaktı. Ama hayat bu, zamanla senin gönlüne de beni düşürdü.”

Gözlerinden birkaç damla yaş akarken hızla temizledi onları ve yüzüne küçük bir tebessüm yerleştirdi. “Yani bende seni seviyorum, hem de çok seviyorum Taner.”

Taner duydukları karşısında şaşırmıştı bunu inkâr edemezdi. Keşke dedi içinden keşke daha önce görebilseydim. Ama o kadar etrafına kapalıydı ki görememişti. Yine de şükretti, sevgisi karşılıksız değildi. Önemli olan buydu Taner için. Tek üzüntüsü de Dilek ile daha önceden tanışmamasıydı.

“Nasıl bu kadar kör olabilmişim?” kendi kendine bu soruyu sorarken Dilek hızla Taner’in elinin üzerine elini yasladı. “Öyle söyleme, nereden bileceksin ki? Geç olsun, güç olmasın. Şimdi ikimizde buradayız.” Taner onayladı. Öyleydi. Şimdi yan yanalardı. Elindeki kahve bardağını yere doğru koyup elini Dilek’in elinin üzerine koydu ve kızın güzel gözlerine baktı derin derin. “İyi ki buradayız, iyi ki o gün yanıma geldin. Yoksa ben asla seni göremezdim.”

Dilek küçük bir tebessüm etti. Taner ise ekledi. “O zaman yani biz şimdi?” diye merakla bakarken Dilek cevap verdi. “Sen benim neyin olmamı istersen onun olurum Taner.” Bunu seve seve yapardı. Taner burukça tebessüm ederek baktı kızın gözlerine. “Her şeyimsin o zaman.” Dedi kendinden emin bir şekilde. Kimsesi yoktu Taner’in kardeşlerinden başka. Bir tek dedesi vardı. Ama şimdi Dilek’i de vardı.

O an Dilek kalakaldı. Taner kızın elini sıkıca tutarken Dilek hala daha o cümlenin ağırlığını hazmetmekle meşguldü. Birinin her şeyi olmak zordu. Ama seve seve yapardı bunu. Taner’in can yoldaşı, sevdiği kadın, ailesi, aşkı, her şeyi olurdu.

“Ömrümün sonuna kadar.” Dedi Dilek söz verircesine. Kısa bir an birbirlerinin gözlerinde kaybolurlarken Dilek başını Taner’in omzuna doğru yasladı. Taner’de onun başının üzerine yanağını yaslayarak huzurlu bir nefes alıp verdi.

Hastanede başlayan tanışmaları yine bir hastane bankında aşka ve bir ilişkiye dönüşmüştü. İkisi de bu hallerine şükrediyordu. Dilek beklediği onca zamanın karşılığını almıştı. Taner’de ona her şey olacak kadına kavuşmuştu. İkisi için bundan sonra her şey daha güzel olacaktı, birbirlerinde mutlu olup birbirlerinde ağlayacaklardı. Hayat onlar için mutlu bir son hazırlamıştı…

 

 

◔◔◔

Yazarın anlatımından Hakan ve Sinem,

Herkes mutluluğu tadarken Sinem ve Hakan’da ilişkilerini mutlu bir şekilde ilerleten çiftlerden biriydi. Aşkları dolu dizgin devam ediyordu. Araya kötü şeyler elbette girmişti ama hiçbiri aşklarını engellememişti.

Evlilik teklifi alıp nişanı yaptıktan sonra evlilik işini çok fazla uzatmak istememişlerdi ancak araya Devrim’in meselesi girdiğinde evlilik işini askıya almışlardı. En azından araya bir yıllık bir uzunluk girsin istemişlerdi. Çünkü Sinem, Devrim olmadan ne yapacağını bilememişti. Tabii ki bu süreçte en büyük destekçisi de sevdiği adam olmuştu.

Hakan hem Sinem’e hem Pamir’e hem Bora’ya destek olmaya çalışmıştı. Hepsine yetmeye çalışmıştı. Elinden gelen her şeyi yapmıştı ve üç haftalık süreci atlatmışlardı bir şekilde. Devrim’in gerçekten ölmediği ortaya çıktığında ise her şey yoluna girmişti. Sinem kendine gelmeye başlamıştı.

O günlerden sonra nihayet nikah tarihi almaya karar vermişlerdi.

“Tam yazın ortasında olmasın.” Sinem fikrini dile getirirken Hakan alaylı bir şekilde konuştu. “Güzelim zaten yazın ortasındayız, şu anda yapmaya kalksak yetiştirmemiz imkânsız.” Sinem başını omzuna eğip tip tip sevdiği adama baktı. Lafın gelişi öyle söylemişti ama Hakan ona takılmadan yapamadığı için yine olmuştu olan. “Yine formunuzdasınız Hakan bey.”

“Her zaman Sinem hanım.” Dedi Hakan egolu bir şekilde. Bu sefer Sinem yüzüne bir gülümse takınarak konuştu. “Ego çekil lütfen nişanlımı göremiyorum.” Hakan, Sinem’in söylediğine burnundan güler gibi bir ses çıkardı. Ardından da ekledi. “Ödeştik, tamam. Artık tarihi konuşalım.”

Sinem hak verircesine başını sallarken elindeki çaydan içti. “Eylül nasıl sence? Hava ne soğuk ne çok sıcak. Tam ideal” dediğinde Hakan onayladı. “İki ay kadar bir süre var, her ne kadar sana kavuşmak için günleri de saysam bana uyar. Annelerimiz ancak hazırlanır.”

Öyleydi. Olcay hanım ve Fulya hanım kafa kafaya vermiş düğün için birçok şey planlıyorlardı. Sinem ve Hakan’da onlara uyuyordu.

“O zaman Eylül’e alalım. 20 Eylül?” dedi Sinem merakla. Hafta sonu olması her açıdan daha iyiydi. Herkes kolaylıkla gelirdi ve bir sorun olmazdı. “Olur.” Dedi Hakan. Sinem ellerini birbirine vurarak hevesle konuştu. “Yapılacak daha çok şey var. Gelinlik seçilecek, damatlık alınacak, ev tutulacak, eşyalar, düğün salonu, davetiyeler… ohooo.”

Elini sallayarak çok işleri olduğunu belli ederken Hakan Sinem’in elini tuttu uzanıp. “Beraber olduktan sonra her şey hallolur sevgilim, merak etme.” Dedikten sonra ekledi. “Lojmanda oturmamız daha uygun olur. Sence?” dediğinde Sinem başını salladı. “Evet, ikimizin de meslekleri açısından daha iyi olur.”

“Yeni bir lojmana başvuru yaparız.” Dedi Hakan onaylayarak. Yeni bir başlangıç yapacaklardı, bir yuva kuracaklardı. O yüzden her şeye baştan başlamak en güzeliydi. Yeni bir ev, yeni eşyalar…

“Nikah tarihini aldıktan sonra davetiyelerimizi de seçelim bir an önce basılsın. Sonra göndeririz hemen.” Dedi Sinem heyecanla. Evliliğin en tatlı, en yorucu, en güzel kısımlarına gelmişlerdi artık. “Gelinlik bakmaya da Devrimle gideriz zaten, o da hallolur. Hem Devrim’e seçerken bende bir şeyler bakmıştım. Kafamda vardı.” Diye ekledi.

O anda tek kaşını kaldırdı Hakan. “Ha ta o zaman evlilik hayalleri kuruyordun.” Dediğinde Sinem alayla güldü. “Bir genç kızın hayalidir gelinlik giymek, üniversitede bile önüme geldiğinde model beğenirdim hayatım.” Sinem’in alayla söylediği şeyle Hakan bozulur gibi oldu. “Ha sana özel değil diyorsun yani.”

Sinem bunu anlarken küçük bir tebessüm etti. “Seninle evlenecek olmamın etkisi de var, kabul.” Diyerek elini Hakan’ın elinin üzerine yasladı. Ardından ekledi. “Sende damatlığını seçersin. Sonra eşyalarımızı seçeriz olur mu?”

“Olur güzelim, sen eşyaları seçmeye başlarsın istediğin zaman. Zevkine güveniyorum, ben olmasam da olur” Hakan’ın söylediklerine anında itiraz etti Sinem. “Olmaz, birlikte seçeceğiz. O ev ikimizin evi ve içimizde hiçbir şeyin ukde kalmasını istemiyorum.” Elbette zorunda kaldığında kendisi seçerdi ama şimdi Hakan buradayken onunla seçmek istiyordu. “Tamam asma hemen yüzünü, birlikte seçeriz.”

Hakan hızla olaya müdahale ettikten sonra aklını kurcalayan diğer mevzuyu dile getirdi. “Balayı?” dediğinde Sinem dudaklarını büzdü. Bunu hiç düşünmemişti. “O kadar hak ettik ki bir tatili, uzun bir süre dönmeyelim Hakkari’ye. Nasılsa sonra yine kapılıp gideceğiz, balayımızı güzel geçirelim. Gitmek istediğin bir yer var mı?” diye ekledi.

O an hak verdi Sinem. Gerçekten çok büyük badireler atlatmışlardı. Devrimle yaşadığı patlama, Devrim’i kaybettiğini sanması, kaçırılma olayları, baktığı davalar. Bir yıldır çok bunalmıştı. Hayatında tek iyi şey Hakan ile evlilik kararı alması olmuştu. O yüzden çok ihtiyaçları vardı böyle bir şeye. Ama aklında bir yer yoktu.

“Ege taraflarına mı gitsek?” diye bir fikir sunduğunda Hakan başını salladı. “Olur, bana fark etmez. Seninle olayım yeter bana.” Hakan’ın söylediği cümle ile büyükçe gülümsedi Sinem. Onun içinde önemli olan oydu. “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur mu diyorsun?” diye Hakan’a takıldı. Hakan tek kaşını kaldırıp baktı Sinem’e. “Olmaz mı?”

“Olur, sen yeter ki yanımda ol.” Dedi Sinem gülümseyerek. Öyle güzel seviyorlardı ki birbirlerini gerçekten gidecekleri, kalacakları hiçbir yer önemli değildi. Yeter ki birlikte olsunlardı.

Sohbetleri bittiğinde oturdukları kafeden kalkarak ilk iş olarak nikah dairesine ilerlediler. Hakan’ın tanıdığı olduğu için gerekli evrakları önceden öğrenmişlerdi ve hazırlamaya başlamışlardı. Her şey tamamlandığında yani bugün tarihe karar verdikten sonra nikah dairesine gitmeye karar vermişlerdi. Belirledikleri tarihi bildirip nikah tarihi aldıklarında içlerini büyük bir heyecan kaplamıştı. Evlilikleri için neredeyse son adım tamamlanmıştı.

20 Eylül 2025. Havaalanında kavgayla başlayan bir tanışmanın ardından gelen, evlenmek için aldıkları tarihti. Bu tarihten sonra sevgili değil de evli bir çift olacaklardı. Onlar da bir aile olacaklardı, mutluluğa adım adım ilerleyeceklerdi…

◔◔◔

Devrim Akyol Arslan’ın anlatımından,

Hatırlamak istemediğimiz o günlerin üzerinden 2.5 ay geçmişti. Haziran ayının sonlarına yaklaşmıştık. Çok zor günler geçirmiştik. Hiç hatırlamak istemediğimiz günler… Pamir çok zor kendine gelmişti, çok zor toparlanmıştı. Daha yeni yeni kendine geliyordu. O gün dahil bugüne kadar her gece kabuslarla uyanıyordu. Beni yanında göremediği an çıldırmış gibi oluyordu. Ama şu an iyiydi. Aşmıştı. Rahatlamıştı. Tabii aldığı yardımlarla. Her anında yanında olmaya çalışmıştım, her anında ona destek olmaya çalışmıştım ve el birliği ile bu sürecinde üzerinden gelmiştik.

“Devrim, neredesin güzelim?” Pamir’in hem merak dolu hem de endişeli sesi kulağıma dolarken elimdeki çerçeveyi rafa koyarak Pamir’e doğru seslendim. “Poyraz’ın odasındayım!”

O geçen sürede oğlumuzun adına da karar vermiştik. Ben Pamir’in ismine benzemesi konusunda ısrarcı olmuştum ve bulduğum bu ismi kocamla paylaşmıştım. Pamir’de araştırdığı ve karar veremediği isimlerin arasında bu ismin olduğunu söyleyerek kabul etmişti. Yaklaşık 1 aydır bu isimle sesleniyorduk yakışıklımıza; Poyraz Arslan.

Artık son aylara girmiş sayılırdık. 37. Haftaya dört gün önce giriş yapmıştık. Birkaç haftaya doğumu gerçekleşirse doğum günlerimizin aynı olma ihtimali vardı ancak şu an ki durum daha erken gelmek isteyebileceğini anlatıyordu bana. İki gündür ufak tefek kasılmalar yaşıyordum ama öyle rahatsız edici olmadığından pek takmıyordum. Ama bugün hissettiklerim biraz daha şiddetli sayılırdı ancak doğum sancısı gibi olup olmadığını da kestiremiyordum.

O yüzden oğlumuzun odasına girip her ihtimale karşılık odasını hazırlamak istemiştim. Pamir geçtiğimiz aylarda işine geri dönmüştü. Bende dönmüştüm, başsavcım itina ile en tehlikesiz olan davaları seçip bana gönderiyordu. Can’ın dosyasını da elimden almıştı. Nadya’nın söylediğini de onlara anlatmıştım. İşin iyi yanı o günden bugüne başka çocuk kaçırma haberi gelmemişti. O dosyayı da Kubilay savcı almıştı. Belli izler bulunmuştu ancak bu işi planlayan kişinin ölmesiyle de planlar suya düşmüştü muhtemelen.

“Burada ne yapıyorsun?” Kapıdan içeri girdiğinde meraklı gözlerle bana bakarken cevap verdim. “Artık son hazırlıkları yapıyorum, doğum çantasının içine falan baktım eksik var mı diye.” Cevaplarımı sıralarken Pamir gözlerini kısıp yüzüme doğru baktı. “İyi yapmışsın, iyi yapmışsın da neden ben bir hazırlık içinde olduğunu düşünüyorum?”

Bakışlarımdan bile beni çözmesi haksızlıktı. Ama Pamir’di bu. Şıp diye anlardı. “Küçük bir hazırlık diyelim.” Diye itiraf ettiğimde kaşları havalandı şaşkınlıkla. “Sancın var?” dedikten sonra panikle tekrar ekledi. “Çok mu var, hastaneye gidelim hadi.” Elimden tutup beni odanın kapısına doğru yönlendirirken durdurdum. “Dur, dur. Öyle çok büyük bir sancı değil. Arada gidip geliyor. Bunlar normal biliyorsun.”

“Aklım sende kalacak ama şimdi.” Dedi sıkıntılı bir nefes vererek. Bugün akşamüzeri tüm timin katıldığı bir toplantı yapacaklardı. Hafta sonu olmasına rağmen önemli olduğu için ertelememişlerdi. Bende Sinem’e gidecektim. Tüm tim aileleri olarak orada toplanacaktık. Beyler de toplantıdan sonra gelecekti. Yani güzel bir vakit geçirecektik uzun süre sonra. “Sevgilim, kızların yanında olacağım. Hem öyle çok değil dedim ya.”

Pamir eliyle yüzümü avuçlarının arasına aldı. Direkt olarak gözlerimin içine bakarken sevgisini iliklerime kadar hissettim. Bakışlarıyla bile bunu başarıyordu. “İster az olsun ister çok olsun, benim aklımın da kalbimin de sende kalmaması için bir sebep yok.” Dediğinde istemsizce gülümsedim. Pamir ise bir elini karnıma doğru yaslayıp oğlumuza doğru eğildi. “Sizde kalmaması için.” Üzerimdeki tişörtü hafifçe sıyırarak açıkta bıraktığı karnımı öptü.

“Sende anneni üzme tamam mı oğlum?” Oğlumuza doğru seslenirken aldığı karşılıkla birlikte gülümseyerek yerinde doğruldu ve tekrar bana doğru baktı.

Yüzüme yaklaşarak şakağımı öptükten sonra kolunu omzuma doğru sararak beni odadan çıkarttı. “Sütün hazır.” Her gün istisnasız bir şekilde sütümü hazırlıyordu. “Bugün içmesem.” Diye gözlerimi kırpıştırarak yüzüne baktığımda güldü. “Öyle baksan da işe yaramayacak içmek zorundasın.” Aldığım cevapla kabullenerek mutfağa ilerledim kocamla birlikte.

Tezgahın üzerindeki sütü alıp içerken Pamir konuştu. “Giderken seni de bırakayım Sinem’e.” Dediğinde cevap verdim. “İki adımlık yer, kendim giderim. Hem yürümek iyi gelir.” Dediğimde Pamir başını salladı. “Tamam, yürüyerek bırakırım seni. Sonra arabayla giderim.”

“Pamir.” Diye itiraz edeceğim sırada gözlerime baktı baskın bir şekilde. “İçim rahat etmez Devrim. Biliyorsun.” Dediğinde iç geçirdim. Asla yalnız bırakmıyordu beni. İki adım yere bile benimle geliyordu. Adliyeden çıkıp özellikle emniyete gideceğim zaman yanıma gelemiyordu ama telefonla konuşuyorduk. Sağ salim bir şekilde emniyete ulaştığıma emin olunca telefonu kapatıyordu. Adliyeye bizzat kendisi bırakıp alıyordu. İçi öyle rahat ediyordu. “Tamam.” Dedim itiraz etmeden.

Sütümü içmeye devam ederken Pamir bakışlarını benden çekerek yere başka tarafa doğru baktı. Aklına o kötü günler gelmişti bundan adım gibi emindim. Gözleri buğulanmıştı, durgunlaşmıştı anında. Sütümü hızla bitirip yanına doğru yaklaştım. Kolumu beline doğru sararken sesimi keyifli çıkarmaya çalışarak konuştum. “Sevgilim…”

Bakışlarını bana doğru çevirerek elini belime sararken beni dinlediğine emin olarak mırıldandım. “Önümüzdeki hafta sonu için planın var mı?” dediğimde Pamir hafifçe kaşlarını çattı. “Hayır…” diye cevap verirken sırıttım. “Güzel, seni kaçırmak istiyorum.” Dediğimde Pamir dişlerini göstererek güldü. “Kaçırın Devrim hanım, canıma sefa.”

Çok zor günlerden geçmiştik. Yaz gelmişti ancak tatile gitmek söz konusu değildi ne yazık ki. Uzun süren araba yolculukları yapamazdım. Ama yine de buradan biraz uzaklaşmak için Pamir’in daha evlenmeden önce bizim için kiraladığı, çok güzel anlar geçirdiğimiz o kulübeye gitmeyi planlamıştım. Hafta içi arayıp kiralayacaktım.

“Felekten iki gün çalalım.” Derken ellerimi ensesinde birleştirdim. Pamir bundan çok memnun olduğunu belirten bir gülümsemeyle ilk önce yüzüme sonra dudaklarıma baktı. “Çalalım güzel karım, sen iste yeter ki.” Gülümseyerek dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Nazik, sevgimizi birbirimize hissettirerek öpüşümüze devam ettik.

Birbirimizden ayrıldığımızda sarılmak için başımı omzuna yasladım. Biraz zor olmuştu ama başarmıştım. “Bu oğlan daha şimdiden aramıza girdi. Ben doğduktan sonrasını düşünemiyorum. Karımıza sarılamıyoruz şaka gibi.” Diye şikayet ederek konuşurken sesli bir şekilde güldüm. Pamir ise daha kolay sarılmamız için pozisyonumuzu değiştirerek arkama doğru geçti ve bedenimi sıkıca sardı. Dudakları boynumda dolaşırken itinayla her bir noktasını öptü.

“Hadi çıkalım o zaman, sende geç kalma.” Diyerek kollarının arasından ayrıldım. Pamir beni onaylarken masanın üzerindeki keki alarak mutfaktan çıktım. O sırada Pamir çoktan hazırdı. Bende ayağıma spor ayakkabılarımı giyerek onunla evden çıktım.

El ele Sinem’in oturduğu binaya ilerledikten sonra apartmanın kapısında duraksamıştık. “O zaman ben geçiyorum.” Dediğimde Pamir onayladı. “İyi eğlenceler güzelim, kendini çok yorma ve keyfini çıkart.” Sıkı sıkı beni tembihlerken yaklaşarak kısaca yanağını öptüm. “Merak etme, kızlar zaten bana gözü gibi bakar. Sende dikkatli git. Akşam görüşürüz.”

“Görüşelim.” Pamir küçük bir tebessümle beni onaylarken apartmana ilerledim. İçeri girerken Pamir’e el salladım. Ondan da aynı şekilde karşılık aldıktan sonra eskiden oturduğum daireye ilerledim. Şu binada o kadar çok anımız vardı ki. Şimdi bir çocuğumuz olacaktı. Çok garipti.

Tam kapıya doğru ilerlerken kasıklarımda hissettiğim sancı ile iki büklüm olarak duraksadım. Hafifçe eğilerek elimi karnıma yasladım. Birkaç saniyelik sancının ardından rahatlarken tekrar doğruldum. Bu şekilde saniyelik sancılar yaşıyordum. Sonra da geçiyordu ve uzun süre gelmiyordu ama bu sabah yaşadığım sancıyla arasındaki mesafe kısalmıştı sanki. Yine de tekrar bir sancı gelinceye kadar bir sorun yoktu.

Kapının önüne geldiğimde zili çalarak beklemeye koyuldum. Ayakkabılar vardı. Gelmişlerdi sanırım. Kapı anında açılırken Sinem’in enerjik ve neşeli sesini duydum. “Ooo savcım hanım da teşrif ettiler sonunda. Kocandan ayrılamadın mı kız?”

Sinem benim yaşadığımı öğrendiğinde çok kızmıştı yaşadığı kandırılmışlığa. Bunu nasıl yaparsın diye sinirlenmişti ancak yapmak zorunda olduğumu bildiğinden kızgınlığı az sürmüştü. Hemen kolları arasına almıştı beni ve sıkı sıkı sarmıştı. Birbirimize sarılıp ağlamıştık bir süre.

“Ayrılamadım, sen kolay ayrılmışsın belli.” Dedim takılırcasına. Elimdeki kek tabağını uzatırken konuştum. “Geç kalmamı telafi eder diye düşünüyorum.” Dediğimde Sinem kekin bulunduğu borcamı eline aldı. “Islak kek mi yaptın? Çoktan telafi ettin bile.” Sevinçle keki tutarken ekledi. “Keşke yormasaydın kendini.”

“Pastada tuzumuz olsun dedim.” Dedikten sonra içeri girdim. Sinem kapıyı açtığında yapması gereken şeyi yaparak konuştu. “Hoş geldin.” Yanaklarımızı birbirine değdirerek öpüşürken Sinem elini karnıma yaslayıp sevdi. “Sende hoş geldin teyzecim, hadi geç içeri. Bizimkiler geldi. Bende şunu bırakıp geleyim.”

Sinem’i onaylayarak salona geçtiğimde ekibin tamamlandığını gördüm. “Hoş geldin canım.” Seray abla beni kapıda karşılarken cevap verdim. “Hoş buldum.” Sırayla Seray ablayla, Ahsenle, Işıkla, Nevayla, Dilekle sarıldıktan sonra Seray ablaların kızları Azra ve Hira ile de sarılarak boş olan koltuklardan birine geçip oturdum. Artık ayakta durmak bile zordu.

“Artık son zamanlara girdin ha Devrim?” Ahsen merakla bana bakarken onayladım. “Öyle oldu. Yavaştan sona yaklaşıyoruz.” Dedim hevesle. Seray abla araya girdi. “Asıl doğduktan sonra başlıyor maraton, şimdi tadını çıkartın. Yazık Ahmet kaç gece uykusuz gitti işe, görevlere.”

“Tabi sizin iki taneydi bir de.” Dedi Neva. Seray abla onayladı. “Öyle ama bak sonra büyüyorlar.” Dediğinde gülümseyerek baktım kızlara. Çok tatlılardı.

“Sen nasılsın Dilek?” dedim merakla. Biraz sessizdi. Utanıyordu belli ki. Aramıza yeni katılmıştı. Taner’le yeni başlamıştı her şey ama hemen kaynaşmıştık. İyi kızdı. Umarım hep mutlu olurlardı. “İyiyim ne olsun öyle hastaneye gidip geliyorum.” Tatlı bir tebessümle cevap verdiğinde bende ona gülümseyerek baktım.

“Ee Işık, sizin nişanı ne zaman yapıyoruz?” Sinem imayla Işık’a bakarken Işık başını iki yana salladı. “Bilmiyorum ki, Borayla tam olarak konuşmadık. Tekirdağ’dan yeni geldik sayılır. İzin alamayız. Annem ben gelirim dedi. Turan amcada gelir. Öyle evde kendi halimizde bir nişan yaparız.” Dediğinde onayladım. “Babam siz ne zaman derseniz hemen gelir. El birliği ile hallederiz.”

Onlara da çok seviniyordum. Abim mutlu olmayı çok hak ediyordu. Kötü bir deneyim yaşamıştı ama karşısında Işık gibi birini bulmuştu. Çok güzellerdi. Işık beni onaylarken kasıklarıma giren sancıyla nefesim kesilir gibi oldu. Araları kısalıyor muydu yoksa bana mı öyle geliyordu bilmiyordum ama ufak bir telaş hissediyordum. Elimi karnıma yaslayıp yerimde kıpırdandım.

“Ee sizin düğün tarihi ne zaman?” dedi Işık’ta Sinem’e karşılık. Sinem ise hevesle konuştu. “Eylül’de. 20 Eylül 2025’e tarih aldık. Davetiyeleri basıma verdik. Geldiği an elinizde olacak.”

Onların bu hali kendimizi hatırlamama neden olurken yüzümde büyük bir gülümseme oluştu. Nihayet Sinem’de sevdiği adamla yuvasını kuruyordu. Nereden nereye gelmiştik. Daha Hakanla tanıştıkları dün gibiydi. Ama şimdi evleniyorlardı.

“O günü heyecanla bekliyoruz.” Dedi Neva sevinçle.

“E Neva hanım siz anlatın.” Dedi Ahsen. Neva ise omuz silkti. “Ne anlatayım, her şey iyi. Yolunda.” Dedi gülümseyerek. Onlarda çok güzeldi.

Tüm tim mutluluğu buluyordu sırayla. Aralarında bir tek Soner kalmıştı. Ona da hayırlısıyla birisini bulurduk inşallah. Çok zorluklar atlatmıştık ama şu an o zorlukları unutmuş ve güzel günler yaşıyorduk. Bunu çok hak etmiştik.

Kasıklarıma tekrar bir sancı girerken bu sefer belimde de bir ağrı hissediyordum. Yüzümü buruştururken oturduğum yerden ayağa kalktım yavaşça. “Ben bir lavabo-“ daha sözcüklerimi tamamlayamadan bacaklarımın arasından akıp giden su ile şaşkınlıkla bakakaldım. “Devrim!” Sinem şok olmuş bir biçimde ayağa kalkarken Işık hızla konuştu. “Suyu geldi, hemen hastaneye gidelim!”

“Doğum çantası.” Dedim aklıma gelen şeyle birlikte. Ahsen hızla konuştu. “Ben alırım, siz gidin.” Telaşla konuşurken onayladım. “Anahtar antrede, doğum çantası Poyraz’ın odasında.” Acı içinde konuşurken Ahsen onayladı beni.

Seray abla ve Sinem koluma girerken Işık önden ilerledi. Neva ve Dilek, Hira ve Azra’yı alıp peşimizden ilerlediler. Hepimiz panik haldeydik. Ben daha beterdim. Hem canım yanıyordu, hem korkuyordum, hem heyecanlıydım.

"Pamir’i arayın." dedim can havliyle. Korkuyordum, onun yanımda olmasına ihtiyacım vardı. Seray abla hızla onayladı beni. "Ararız canım, sen merak etme." Yavaş yavaş beni merdivenlerden indirirken Dilek'in sesini duydum. "Aradım ben ama açmıyor, Taner’i arayacağım şimdi."

Toplantıdalardı. Telefonunu sessize almış olmalıydı. Sorun değildi. Her şey yolunda olduktan sonra hallederdim.

Işık’ın binanın önüne getirdiği araca bindiğimde serin birkaç nefes alıp vermeye çalıştım. Işık bir yandan arabayı sürüp bir yandan da doktorumu arayarak durumu bildirirken içimden her şeyin yolunda gitmesi için dua ettim. İyi ki yanımızda bir doktor vardı. Yoksa ben bu kadar sakin kalamazdım.

Kaç dakikada hastaneye gelmiştik bilmiyordum ama beni hemen kapıda karşılamışlardı. İlk önce odaya alınmıştım. Gerekli açıklığın sağlanıp sağlanamadığı kontrol edildikten sonra direkt olarak doğumhaneye götürmüşlerdi. Pamir’e ulaşılamadıkları için Işık benimle doğuma girmişti. Korkuyordum, ilk defa böyle bir şey yaşayacağım için tecrübesizdim ve ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ama yaşayacağım zorlukların sonucunda bebeğimi kucağıma alacağımı bilmek beni biraz olsun rahatlatıyordu...

*****

Yazarın anlatımından,

Devrim’in doğuma alınmasıyla birlikte Dilek, Neva, Seray ve Sinem kapıda kalmışlardı. Ahsen evden doğum çantasını alıp hastaneye öyle gelmişti. Tim toplantıda olduğu için ilk önce kimsenin telefonuna ulaşamamışlardı. Herkesi dakikalar boyunca birer birer aramışlar ve yine ulaşamayınca Ahsen zorunlukla babasını aramıştı. Böylece ulaşabilmişlerdi. Baran Albay vermişti haberi Pamir’e.

O an Pamir hem heyecan hem endişe hem telaş her bir duyguyu aynı anda yaşamaya başlamıştı. Aceleyle taburdan çıkmıştı ve soluğu hastanede almıştı. Doğumhanenin önünde bekleyen ekiple karşılaştığında telaşla konuşmuştu. “Ne zaman girdi? Bir şey söylediler mi?”

“Sakin ol, bir saat oldu gireli. Işık yanında.” Dedi Sinem tebessümle. Ama Pamir sakin olamıyordu. Olamazdı da. 37 haftalıktı ve belirlenenden erken bir zaman diliminde doğuma alınmıştı. Tam olarak erken değildi ama miadında da sayılmazdı. O yüzden herhangi bir problem çıkmasından tedirgindi. Elini saçlarının arasından geçirip bir sağa bir sola ilerlerken Bora alaylı bir şekilde konuştu. “Başımızı döndürüyorsun bir sakin ol.”

“Seni de göreceğiz.” Dedi Pamir sakince. O an yaşadıklarını bir tek Ahmet anlardı bir baba olarak. Ardından tekrar mırıldandı. “Bir şey olmaz değil mi?” Sorduğu soruya Seray cevap verdi. “Bir şey olmaz, Allah’ın izniyle ikisi de sağ salim çıkacaklar.”

İnşallah dedi Pamir içinden. Öyle olması gerekiyordu ama yaşadığı travmalar her zaman iyi düşüncelerinin önüne geçip kötü düşünceleri zihnine dolduruyordu. Bu yüzden tedirgindi. Yine de sakin olmaya çalıştı. Bir sağa bir sola ilerlemeye devam ederken korkusunu atmaya çalıştı.

Kah ayakta, kah oturarak, kah gezerek yaklaşık bir saati geçirdi Pamir. İçeriden haber gelmedikçe tedirginliği büyürken doğumhanenin kapısının açılmasıyla birlikte hızla içeriden çıkan Işık’a ulaştı. İyi olduklarını duymaya ihtiyacı olduğunu bakışlarından bile belli ederken Işık konuştu. “Çok güzel bir oğlunuz oldu.”

“Heyt be!” Batuhan sevinçle konuşurken Pamir tam olarak istediği cevabı alabilmiş değildi. “Devrim iyi mi?” dedi korkarak. Işık ise yüzündeki gülümsemeyle onayladı. “Çok iyi, şimdi odaya alacağız.” O an derin bir nefes verdi Pamir. Tüm endişesi uçup gitmişti ve şimdi geriye sadece büyük bir heyecan, mutluluk, sevinç kalmıştı. Baba olmuştu…

Devrim doğumhaneden çıkartılırken bitkin bir halde sedyede uzanıyordu. Beklediğinden biraz daha zor bir doğum olmuştu. Bebekleri yaklaşık 3250 gram ağırlığında, 51 cm boyundaydı. Her şeyi normaldi. Zorlanmıştı ama oğlunu kucağına aldığı anda tüm zorlukları aşmıştı. Tüm acıları son bulmuştu, sonsuz bir mutluluk hissetmişti. Annelik duygusu tüm bedenini sarmıştı.

Gözleri hafif kapalı bir şekilde kapıda bekleyen Pamir’i gördüğünde onun endişesini gidermek için elini uzattı. Pamir anında onun elini kavrarken bu sefer bebek sedyesinde oğulları çıktı içeriden. “Biz bebeğinizin kontrollerini yapıp getiriyoruz.” Hemşire bebeği alıp giderken timden Soner ve Yiğit bebeğin peşinden ilerlediler. Artık her şeyden korkar olmuşlardı.

Pamir, Devrimle içeri girdiğinde herkes içeri girmek istememişti. Bir tek Bora girmişti onlarla. Pamir direkt olarak Devrim’in saçlarını geriye doğru itip saçlarını severken mırıldandı. “Güzelim benim.” Devrim kısık gözlerle kocasını izlerken Bora meraklı bir biçimde baktı kardeşine. “Ağrın var mı Devrim?”

“Yok abicim, merak etmeyin.” Hem Pamir’e hitaben hem abisine hitaben söylemişti bunu. Sadece yorgun ve bitkindi. Onun dışında tüm acısı geçmişti. Kapı hafifçe çalındığında Işık ve Sinem içeri girdiler. Sinem direkt Devrim’in yanına giderken mırıldandı. “Benim canım arkadaşım anne mi oldu?”

“Oldu ya, daha dün peşinde koştururken şimdi peşinde koşacağımız sıpanın annesi oldu.” Bora duygu dolu sözlerini söyleyerek kardeşine bakarken Devrim güldü. Haklıydı abisi, Nereden nereyeydi. Doğmuştu, büyümüştü ve şimdi anne olmuştu. Bu hayatta bir hitap daha kazanmıştı.

“Babayı da tebrik etmek lazım.” Dedi Işık gülerek. Ardından Pamir’e baktı. “Hayırlı olsun Pamir.” Pamir tebessümle Işık’a bakarken Bora’da ekledi. “Hayırlı olsun damat, analı babalı büyütün inşallah.” Dediğinde Pamir sırıttı. “Sağ ol kayınçom, darısı başınıza olsun inşallah.” Derken hem Işık’a hem Bora’ya baktı. Işık hafiften utanarak başını eğse de Bora içten bir şekilde cevap verdi. “İnşallah.”

“Bizimkiler girmek istemediler sen yorgunsun diye. Ama eve geçtiğinde mutlaka gelecekler.” Dedi Sinem. Şimdi Devrim’in yorgun olduğunu hepsi biliyordu. Işık muhtemelen bugün akşam taburcu olacağını söylediği için eve gidip tebrik etmeye karar vermişlerdi.

Odanın kapısı çalındığında hepsinin bakışları kapıya doğru döndü. Kapı açılıp içeri ebeyle birlikte oğulları girdiğinde Devrim gülümsedi. “Bebeğimiz ailesiyle tanışmak istiyor.” Ebe küçük bir tebessümle yanlarına yaklaşırken Devrim mırıldandı. “Babasına verin.” Kendisi doğumhanede kucaklamıştı bebeğini. Pamir ilk defa görüyordu.

Ebe, Devrim’in isteği üzerine Poyraz’ı Pamir’e doğru uzatırken Pamir mırıldandı. “Ben canını yakarsam ya?” Bir yandan ebeye bir yandan Devrim’e bakarken Devrim güven verircesine baktı kocasına. “Yakmazsın, sen daha karnımdayken üzerine titriyordun. Şimdi onun canını asla yakmazsın.” Pamir tereddütlü gözlerle oğluna bakarken ebe kucağına doğru uzattı.

Pamir itinayla sanki kırılacak bir şeyi tutuyormuş gibi bebeğini kucaklarken hayranca baktı oğluna. Kolları arasında minicik kalmıştı. Küçücük burnu, ağzı, şapkanın altında görünen seyrek saç telleriyle muazzam bir şeydi. Küçük bir mucizeydi. Devrim ve Pamir’in mucizesi. “Babacım hayatımıza hoş geldin.” Pamir dolu gözleriyle oğluna bakarken içli bir nefes aldı. Bu duygu çok başkaydı. Ne rütbe alırken ne evlenirken böyle hissetmişti. Çok garip ve güzel bir duyguydu baba olmak.

Burnunu oğlunun boynuna doğru sokup cennet kokusunu solurken gözlerinden bir iki damla yaş akmasına engel olamadı. Yaşadıkları o kaybetme olayından sonra Pamir artık Devrim ve oğlu söz konusu olduğunda gözyaşlarını tutamaz hale gelmişti.

“Bebeğimizin ilk beslenmesini de yapalım müsaadenizle.” Ebe odadaki diğer kişilere hitaben konuşurken Bora hayran bakışlarını yeğeninden çekip Devrim’e baktı. “Biz kapıdayız abicim.”

Devrim bakışlarını oğlu ve eşinden çekemezken onayladı abisini. Pamir’i çok güzel bir baba olarak hayal etmişti ama bu görüntü hayallerinin ötesindeydi. Mükemmeldi. Pamir başını oğlunun boynundan kaldırdığında bakışları gülümseyerek onları izleyen karısına takıldı. Buruk bir gülümsemeyle ona karşılık verirken oğlunu ebeye doğru verdi.

Ebe bebeği Devrim’e uzattığında Devrim sıkıca kollarının arasına aldı. O kadar güzel bir duyguydu ki hiçbir şeye değişmezdi bunu. “Çıkayım mı bende?” Pamir düşünceli bir sesle eşine baktı. Aralarında gizli saklı yoktu elbette ama Devrim’in rahatsız olma ihtimaline karşılık sormuştu bunu. Devrimse hızla reddetti. “Beni yalnız bırakma.”

Pamir onu onaylarken dikkatle emzirme pozisyonuna geçildi. Poyraz memeyi dudaklarının arasından ağzına alıp emmeye başladığında Devrim’de Pamir’de gülümseyerek izlediler oğullarını. O kadar güzel bir görüntüydü ki bu. Hayal ettiklerinin ötesindeydi. Anne baba olmuşlardı. Bundan aylar evvel Devrim’in hiçbir umudu kalmamışken şimdi sevdiği adamdan bir oğlu olmuştu. Pamir dağda kurduğu hayalleri yaşıyordu. Oğullarıyla birlikte geçirecekleri mutlu günler onları bekliyordu…

◔◔◔

Yazarın anlatımından Neva ve Yiğit,

İkili hastaneden birlikte çıkmıştı. İkisi de gördükleri bebek karşısında hayran kalmışlardı. Neva zaten bir öğretmen olarak çocukları çok seviyordu ama Yiğit’in sevgisi de apayrıydı. Her zaman çocukları çok sevip onlara hayran olmuştu. O yüzden Poyraz bebek onları mest etmişti.

Şimdi el ele Hakkâri sokaklarındayken ikisinin aklı da oradaydı.

“Çok tatlı bir bebek değil mi?” Neva sevecen bir şekilde konuşurken Yiğit onayladı. “Hem de çok tatlı, ayrıca şanslı da.” Dediğinde Neva onayladı. Öyleydi. Annesi ve babası onu sabırsızlıkla beklemişti. Ayrıca güçlü de bir bebekti. Çok fazla badire atlatmıştı ancak sağlıkla doğmuştu.

“Devrim’in suyu geldiğinde epey endişelendik ama iyi ki yanımızda iki doktor vardı.” Dedi Neva gülerek. O an panik olmuşlardı. Devrim’in suyu geldiği ilk an hepsi şaşkınlıkla birbirlerine bakmıştı. Şimdi düşününce komik bir andı ama yaşarken zor olmuştu. “Deneyimlemiş oldun.” Dedi Yiğit bıyık altından gülerek. Ardından ekledi. “Bu ekip bir arada olduğu sürece sürekli bu tarz olaylara denk geleceksin.”

Neva’da güldü Yiğit’in söylediğine. Haklıydı. “Olsun, çok eğlenceliler.” Demeden edemedi Neva. Seviyordu onlarla vakit geçirmeyi. Bir ailesi yoktu ama Yiğit’te, onun arkadaşları da ona çok güzel aile olmuştu.

"Bizimkiler bir yerlere gitmek için plan yapıyor, biz de mi gitsek? Sonuçta hepimİz zor zamanlar geçirdik. Sende.." Yiğit günlerdir aklını kurcalayan soruyu dile getirdi. Neva’da kaçırılmıştı, bir süre psikolojisini toparlayamamıştı. Yiğit ekledi. "Hem Ayşe'ye de uğrarız ne dersin?"

Neva, Yiğit’in son söylediği şeyle hevesle konuştu. "Uğrar mıyız gerçekten. Çok güzel olur." Yiğit kızın heyecanla çıkan sesine güldü. "Uğrarız tabi güzelim, sen iste her yere uğrarız."

Neva aldığı cevapla gülümseyerek başını Yiğit'in omzuna yasladı. Yiğit’in bu kadar düşünceli oluşunu seviyordu. Yiğit kızın ona yaslanmasıyla birlikte uzanıp saçlarını öperken iç geçirdi. Kimin aklına gelirdi ki bir gün böyle olacakları.

"O zaman ayarlarız, birkaç gün kaçarız seninle buralardan... Kafa nereye biz oraya.” Yiğit’in hevesli bir biçimde söylediği ve şarkı sözüne uyarladığı cümle ile güldü Neva. “Kafa nereye biz oraya.. Sevdim bunu, kabul.” Diyerek onayladı.

El ele sokaklarda yürümeye devam ederken Neva heyecanlıydı. Ayşe'yi özlemişti. Ayrıca Yiğit ile tanışmalarını da çok istiyordu. Sevdiği adamı tanıştırabileceği bir tek o vardı çünkü. Yiğit’in bunu bilerek yaptığı teklif içine oturmuş, ona olan sevgisinin daha da artmasına neden olmuştu.

"Murat bey tekrar rahatsız ett mi seni?" Okulların kapandığı gün çocukların karne alışının üzerine küçük bir organizasyon yapılmıştı velilerin ve öğrencilerin isteğiyle. Neva'da öğretmenleri olarak kabul etmişti ve Yiğit’i de davet etmişti sevgilisi olarak. Ancak Neva sonuna yetişmişti işi olduğu için.

Okula geldiğinde Murat beyi her zamanki gibi Neva’nın yanında bulmuştu. Neva’nın memnuniyetsiz tavrını gördüğü an müdahale etmekten çekinmemiş ve direkt yanlarına ilerlemişti. Zaten Murat denen adamda Yiğit’in gelişiyle yanlarından uzaklaşmıştı. Ancak uzaktan Neva’ya olan bakışları Yiğit’i rahatsız etmeye yetmişti. Neva’da Yiğit’in rahatsız olduğunu anlayarak kendini rahatsız hissetmişti. O yüzden soruyordu Yiğit bu soruyu.

Merakla Neva’ya bakarken Neva başını iki yana salladı. "Hayır, şimdi okul tatil ya arayacak bahanesi de olmuyor." dediğinde Yiğit kendi kafasında çıkardığı sonuçla içinden küfretti. "Bahanesi olsa arayacak yavşak." Neva, Yiğit'in ağzından duyduğu cümle ile şaşkınca ona bakarken Yiğit hızla kendini açıkladı. "Adamın tavrı beni o kadar sinir ediyor ki ağzımı tutamadım."

"Haklısın. Ben gerekli şeyleri söylediğimi düşünüyorum ama işe yaramıyor." dedi Neva bıkkınlıkla. Bir kadın hayır diyorsa hayırdı. Üzerine gitmeye gerek yoktu ancak bazı insanlar bunu anlamıyordu ne yazık ki. Neva bunu bir kere yaşamış biri olarak tedirgindi. Yine de bir şey olması durumunda Yiğit’in onu koruyacağını bildiği için kendini güvende hissediyordu.

"Bir daha saçma bir sebepten arasın ya da bakışlarını yakalayayım ben yapacağımı biliyorum." dedi Yiğit sertçe. Neva onun önüne doğru geçerek adımlarının durmasına neden olurken hızla konuştu. "Başını derde sokmanı istemiyorum, evet rahatsız oluyoruz ama hallediyorum bir şekilde." derken eliyle Yiğit’in elini tutmaya devam etti.

Yiğit ise elini kızın yanağına götürüp gözlerini gözlerine kenetledi. "Korkma güzelim, başım derde falan girmeyecek. Sadece küçük bir uyarı. Hem elim kaşınıyordu bir süre." Yiğit’in iması ile Neva başını omzuna doğru eğdi. "Yiğit."

"Tamam, bir şey yapmayacağım." derken kendisi de Neva’da buna inanmamıştı elbette. Neva inanmadığını belli edercesine Yiğit’e bakarken Yiğit bu sefer iki eliyle kızın yüzünü avuçlayarak gözlerinin içine baktı. "Gerçekten sadece konuşurum ama öyle dikime dikime giderse benimde elim armut toplamaz." Yiğit’in açıklamasıyla Neva kabullendi. Murat saçma salak konuşurken Yiğit sakin olmazdı biliyordu bunu. "Hem gelmiş sevdiğimiz kadına yürüyor, böyle yalı kazığı gibi dikileyim mi?"

Yiğit sinirle konuşurken Neva söylediği tek bir şeye takılmıştı. Sevdiğim kadın. Birbirlerinden hoşlanarak başlamışlardı bu ilişkiye. Şimdi birbirlerini seviyorlardı. Ama bunu daha önce dile getirmemişlerdi. O yüzden Yiğit böyle bir şey söylemişken Neva hem Yiğit’in zihnini dağıtmak için hem de duygularını paylaşmak adına konuştu.

"Bende seni seviyorum..." Yiğit duyduğu cümle ile afalladı. Birkaç saniye algılamaya çalıştıktan sonra doğru anladığını kavrayarak küçük bir tebessüm etti. "Bende seni çok seviyorum." diye karşılık verdi Neva’ya.

Birbirlerine derin derin bakarlarken Yiğit yapacağı şey için ilk önce etrafına baktı. Kimsenin olmadığına emin olduktan sonra bakışları Neva’ya kaydı. Kızın dudaklarına doğru bakıp yutkunurken Neva, Yiğit’in izin alırcasına gözlerine bakma sebebini anlayarak aralarındaki mesafeyi kapattı bir onay niteliğinde. Dudakları birbiriyle buluşurken ikisi de gözlerini kapattılar anı yaşamak için. İlk kez gerçekleşen bu olay ikisinin içinde de heyecanın bir volkan gibi patlamasına neden olurken nazik ve tutkulu öpüşleri devam etti.

Neva ve Yiğit, ilişkilerini mutlu bir şekilde devam ettirecek diğer çiftlerden biriydi. İsimleri mutlu olarak tarihe geçecekti. Neva, kimsesizliğini Yiğitle kurduğu ailesiyle dolduracaktı. Yiğit ise Neva ile olmanın kıymetini her daim bilerek mutlu bir yuvanın başrollerinden biri olacaktı...

◔◔◔

Günler sonra…

Yazarın anlatımından Batuhan ve Burçe

Nihayet o gün gelip çatmıştı… Burçe’nin mezuniyet günü gelmişti. Bölüm ikincisi olarak okulunu tamamlamıştı ve artık bir avukattı. Hukuk fakültesini kazandığı gün daha dün gibi aklındaydı. Şimdi mezun olmuştu. Heyecanla giyeceği cübbeyi ve diplomasını bekliyordu.

Yanında sevdiği adam, ailesi, abisi, yengesi, yeğeni, sevdiği adamın ailesi, Turan amcası, Bora abisi ve Işık yengesi vardı. Onlarla mutluğunu paylaşıyordu. Üniversite sınavının açıklandığı gün abisiyle bakma gibi bir hayali varken o hayalini gerçekleştirememişti. Ama şimdi abisi mezuniyetinde yanındaydı. Bir an için yengesi mezuniyetine gelemeyecek diye korkmuştu ancak her şey yoluna girmişti.

“Bölüm ikincimiz Burçe Arslan.” İsmi okunduğunda heyecanla sahneye doğru ilerledi. Yengesine bir sürprizi vardı. Onun isminin ardından sürprizi için adım atıldı. “Cübbesini giydirmek üzere eski mezunumuz Cumhuriyet Savcısı Devrim Akyol Arslan’ı sahneye davet ediyoruz.”

Devrim kendi ismi okunduğu an çok şaşırmıştı. İlk önce Pamir’e doğru bakmıştı. Pamir bu durumdan haberdar olduğu için tek gözünü kırpıp eliyle onu sahneye doğru yönlendirirken Devrim heyecanla sahneye çıkmıştı. Cübbeyi alıp Burçe’ye büyük bir gururla giydirdikten sonra diplomasını da teslim etmişti. “Tebrik ederim canım benim.”

“Teşekkür ederim yengecim.” Burçe büyük bir gülümseme ile yengesine sarılıp tebriğini kabul ederken bulundukları mekanda birçok alkış sesi duyulmaya başladı. Batuhan bu anların her saniyesini video çekerken Burçe konuşmasını yapmak üzere kürsüye çıktı. Devrim merdivenlerin ucunda onu bekleyen kocasına yaklaşıp ona doğru uzatılan eli tutarak oğlunun yanına ilerlerken Burçe konuşmaya başladı.

Öğretmenlerine ettiği teşekkürle sözlerine başlarken birkaç güncel konuya da değindikten sonra konuşmasına devam etti. “Hukuk fakültesini kazındığım andan itibaren örnek aldığım tek bir insan vardı. O da bu cübbeyi bana giydiren ablamdı. İsmini duyanlarınız mutlaka vardır. Kendisi önemli savcılarımızdan birisi, bende onun gibi cevval bir savcı olmak için çok çalışacağım. Aileme ve tüm sevdiklerime beni yalnız bırakmadıkları için çok teşekkür ederim.”

Burçe konuşmasını bitirdiğinde alkışlar yankılanmaya devam etti. Devrim duyduğu sözlerle mutluluk ve gurur gözyaşları dökerken yine en büyük destekçisi sevdiği adam olmuştu. Pamir karısının gözyaşını temizleyip öperken salondaki birçok göz onların üzerindeydi.

Burçe kürsüden inerken onu hemen kürsünün önünde bekleyen Batuhan ilk önce elini uzatarak Burçe’nin inişine yardımcı oldu. Sonra da elindeki çiçek buketini sevdiği kadına doğru uzattı. Burçe yüzünde büyük bir gülümsemeyle çiçeği aldıktan sonra sıkıca sarıldı sevdiği adama. İkisinin de mutluluğuna diyecek söz yoktu.

Birbirlerinden ayrıldıktan sonra ailelerinin yanına ilerlediler. Burçe direkt olarak abisine sarıldı. “Tebrik ederim fıstığım, üniversiteyi kazandığında belki yanında değildim ama şu an o kadar gururluyum ki.” Burçe abisinin sözleriyle duygulansa da çaktırmadan sıkıca sarılmaya devam etti. “iyi ki yanımdasın abi.”

Abisinden sonra anne ve babasıyla da sarıldıktan sonra Turan, Bora ve Işıkla sarılıp tebriklerini kabul etti. En sonra Batuhan’ın annesi Suzan hanım ve babası Kemal beyle sarılıp tebriklerini kabul etti.

En son bebek arabasında uyuyan yeğenine yaklaşıp baktı. Poyraz derin bir uykudayken halasını göremedi ancak Burçe için en büyük hediye onun burada sağlıklı bir biçimde olmasıydı.

“Hep birlikte yemek yiyelim sonra Batuhan ve Burçe mezuniyet partisine katılacaklar.” Halide hanım kızına ve damadına bakarken Burçe, Batuhan’a doğru baktı. Batuhan onu onaylarken Pamir hafifçe yüzünü buruşturarak konuştu. “Ne yani kardeşimle ben gidemeyecek miyim?”

Batuhan gözlerini kırpıştırarak abisine doğru bakarken mırıldandı. “Eğer istiyorsan abi..” tam olarak ne diyeceğini bilemeyip Pamir’in çatık kaşlarına bakarken Pamir güldü. “Şaka yapıyorum, gidin eğlenin güzelce.”

“Abi ya!” Burçe elini kalbine yaslayıp sitemle abisine bakarken Pamir sırıttı. “Ben karımla, oğlumla vakit geçireceğim. Gençler arasında olmak olmaz.” Derken Serhat bey alayla konuştu. “Bizimki de sanki 50 yaşında, baba olunca bir ağırlık geldi.”

Serhat beyin söylediği cümleye hepsi gülerken Halide hanım oğlunu korudu. “Öyle demeyin çok yakıştı benim oğluma baba olmak.” Öyleydi, kimsenin bir şüphesi yoktu zaten çok iyi bir baba olacağına. Devrim kolunu Pamir’in beline doğru atıp kocasına doğru bakarken Pamir’de tebessümle baktı karısına.

Hep birlikte yemeğe giderek sohbetlerine o şekilde devam etmişlerdi. Devrim’in mezuniyetinde değil ama Burçe’nin mezuniyetinde ekip tamamlanmıştı yaşadıkları tüm kötü anları unutturmak istercesine. Yemeklerin yenmesinin ardından Batuhan ve Burçe mezuniyet partisi için müsaade isteyerek kalktılar.

Partinin yapılacağı mekana geldiklerinde el ele içeri girdiler. Parti çoktan başlamıştı. Pop müzikleri çalarken Burçe, Batuhan’ı çekiştirerek arkadaşlarının bulunduğu masaya ilerledi. Masaya geldiklerinde Burçe herkesle itinayla tanıştırdı Batuhan’ı. Özellikle de Orçunla. Batuhan’ın bu konuyu kafasına taktığını biliyordu bu yüzden özellikle tanıştırmak istemişti.

Batuhan, Orçun ile tanıştığı anda dikkatini direkt onun üzerinde tutmaya başlamıştı. Her hareketini inceleyip kendi kafasında not veriyordu. Ara ara kendine yöneltilen sorulara cevap veriyordu. Bu şekilde devam ediyorlardı vakit geçirmeye.

Burçe ise Batuhan masadaki arkadaşlarıyla konuşurken karşı masadaki bir kızı gözüne kestirmişti. Kendi sınıfından olduğunu biliyordu. Batuhan’a olan bakışlarını hiç beğenmemişti. O yüzden onu göz hapsine almıştı. Batuhan’ı şimdi anlamaya başlamıştı. İçi kıskançlıkla yanıp tutuşmaya başlamıştı.

Ortamda Emre Altuğ- Neyleyim şarkısı çalmaya başladığında Batuhan sohbetini kısa kesip bakışlarını Burçe’ye çevirdi. Onun karşı masada bir yere baktığını görüp bakışlarını masaya çevirdiğinde masada oturan sarı saçlı bir kızla göz göze geldi.. Bakışlarını direkt olarak ondan çevirip Burçe’ye çevirdiğinde elini önüne doğru uzattı. “Bu dansı bana lütfeder misiniz savcı hanım?”

Burçe o an kendine hitap edilmesiyle bakışlarını Batuhan’a çevirmiş ve büyükçe gülümsedi. Elini Batuhan’ın avcuna götürüp oturduğu yerden ayağa kalktı. Birlikte piste ilerledikten sonra Burçe ellerini direkt olarak Batuhan’ın ensesinde birleştirdi. Batuhan ise belini sıkıca sararak aralarındaki mesafeyi kapattı.

Alınları birbirine yaslanmış bir biçimde dans ederlerken Burçe ara sıra masadaki kıza bakarak Batuhan benim iması yapıyordu. Batuhan bunu fark edip gülerken konuştu. “Kızı gözlerinle yedin, eminim senin olduğumu anlamıştır.”

“Anlasa hala dik dik bakmaz. Terbiyesiz.” Kendi kendine sinirle konuşurken Batuhan sesli bir şekilde güldü. Burçe’nin bu halini sevmişti. “Boş versene, bugünü böyle hatırlamayalım. Mezun oldun, bugün senin en güzel günün ve tabii benim içinde öyle.” Derken dikkatle kızın gözlerine bakmaya devam etti. Burçe, Batuhan’a hak vererek gözlerini kızdan çekip sevdiği adama çevirirken gülümsedi.

“O kadar güzeldin ki gözlerimi alamadım senden, çok gurur duydum.” Dedi Batuhan hayran bir şekilde. Ardından da ekledi. “Rol modelin gibi olacaksan da bu hayranlık ve gurur asla geçmeyecek.” Dediğinde Burçe başını omzuna doğru eğerek tatlı bir tebessüm etti. “Utandırıyorsunuz beni Batuhan bey.”

“Utanmayın savcı hanım, gerçekler.” Birbirlerine bakarak gülerlerken içlerinde anlamsız bir mutluluk vardı.

Batuhan’ın mutluluğunun sebebi ise farklıydı. Bugün bir şey yapacaktı. Karşılığında olumlu sonuç alacağını da düşünüyordu. Pamir abisiyle konuşmuştu, yapacağı şeyden bahsetmişti. Pamir ilk önce şaşırmıştı elbette, kardeşinin ne zaman bu kadar büyüdüğünü düşünmüştü, duygulanmıştı. Ama her abinin yapması gerekeni yapıp kardeşinin mutluluğu için onaylamıştı. Ayrıca Batuhan’ın gelip onunla konuşması da gururunu ayrı okşamıştı.

Batuhan, Pamir’in de onayını aldığında yapmaya tamamen karar vermişti. Günler öncesinde aldığı yüzük ceketinin iç cebinde duruyordu. Burçe’nin ağzını yoklamıştı çoğu zaman, onun da istekli olduğunu biliyordu. Bugün mezun olduğu için aralarında okul gibi bir engel de kalmamıştı. Kalsa dahi Batuhan onun her daim destekçisi olacağı için bir sıkıntı olmazdı. İlişkileri başlayalı 1 sene olmuştu ve birbirlerinden eminlerdi. Bu yüzden bu teklifi yapmaması için bir sebep yoktu.

Birbirlerinin gözlerine manalı, derin derin bakarlarken Batuhan etraftan soyutlanmış bir biçimde Burçe’nin gözlerinin içine bakarak şarkı sözlerini mırıldandı. Aynı zamanda şarkının ritmine uygun dans etmeye devam ediyorlardı.

Ben yağmuru gözlerinde
Bülbülü dillerinde
Günahı bedeninde
Tanıyıp da sevmişim

Dönmüyor yedi cihan
Esirin olmuş zaman
Şarabı dudağından
İçip öyle sevmişim...

Şarkının sonlarına doğru yaklaşırken ikisi de hem şarkının sözlerine hem de birbirlerine kapılmışlardı. Batuhan bunu fırsat bilerek mırıldandı. “Seni çok seviyorum, öyle çok seviyorum ki bazen kelimelerim yetmiyor. Her şeyin ilkini seninle tattım. Birini doyasıya sevmek ne demek, mutluluğu için çabalamak, her hareketi düşünerek atmak, incitmeden sevmek… Hepsini seninle öğrendim. Bir sana bakarken gözlerimin içi güldü, bir tek sana bakarken şu kalp yerinden çıkacakmış gibi attı ve atmaya da devam ediyor…”

Batuhan’ın sözleri Burçe’nin içine akıp giderken kalbinde koskocaman çiçekler yeşermeye başladı. Küçük bir tebessümle Batuhan’ı dinlerken geleceklerden habersizdi. Bunu öylesine söylüyor diye düşünüyordu ama değildi.

Batuhan elini Burçe’nin belinden çekerken gözlerini kızın gözlerinden çekmeden konuştu. “Son nefesime kadar gözlerinin içinde gülmeme izin verir misin? Benimle evlenir misin?”

Cebinden çıkardığı kadife kutuyu açıp olduğu yerde diz çökerken Burçe eliyle ağzını kapattı. Hiç beklemediği için şok olmuştu. Dolu gözlerle Batuhan’a bakarken başını salladı belli belirsiz. “Evlenirim... Evet!”

Mekânda bulunan herkes alkışlarken Burçe ve Batuhan sadece birbirlerine odaklanmışlardı. Batuhan aldığı cevapla ayağa kalkarken gülüşüne engel olamadı. Kutudan yüzüğü çıkartıp Burçe’nin parmağına takarken ikisi de heyecandan yerinde duramıyordu. Birbirlerine sıkıca sarılırken kahkahalarla güldüler. Batuhan ve Burçe içinde mutlu bir son hazırdı…

◔◔◔

Devrim Akyol Arslan’ın anlatımından,

Zaman çok hızlı geçiyordu. Poyraz doğalı 35 gün kadar geçmişti ve biz bu hafta Burçe’nin mezuniyeti için Ankara’ya gelmiştik. Daha dün gibiydi fakülteye başladığı gün. Hepimiz o gün perişandık ama bugün çok mutluyduk. Hayat kötü sürprizler yaparken güzel sürprizler de yapıyordu.

“Babasının aslanı.” Pamir yatakta yatan oğlumuzun yanına eğilmiş burnunu boynuna sokup öpüp koklarken aynı zamanda Poyraz’ın tek parmağını kavramasıyla birlikte huzurlu gözlerle onu izliyordu. “Annesi bak parmağımı nasıl kavradı?” Pamir bakışlarını oğlundan çekip bana bakarken gülümseyerek izlemeye devam ettim onları.

Ankara’dan gitmeden Pamirle vedalaştığım anlar daha dün gibi aklımdaydı ama şimdi oğlumuzla birlikte yine aynı odadaydık. Bu sefer ağlamıyorduk, üzülmüyorduk. Yüzlerimizde kocaman gülümseme vardı. Oğlumuz yanımızdaydı, biz birlikteydik nasıl mutlu olmazdık ki.

“Gördüm babası, sıkı sıkı tutuyor.” Derken yanlarına doğru ilerledim. Pamir’in odası aynı şekilde duruyordu. Tek fark çift kişilik bir yatak ve yatağın yanındaki beşikti. Güzel bir değişim olmuştu bu.

Poyraz’ın diğer tarafına uzandığımda oğlumuzun bakışları bana doğru döndü. Elimle yanağını severken tebessümle baktım oğluma. Bazen çok garip geliyordu. Bir çocuğumuz olmuştu. Nereden nereye dedikleri şey tam olarak bizi anlatıyordu.

“Bu oğlanın gözleri sana bakarken ayrı bir parıldıyor.” Pamir şikayetçi bir biçimde konuşurken güldüm. “Ay Pamir, daha tam olarak görmüyor bile.” Derken Pamir gülümseyen gözlerle baktı bana. “Annesinin kokusunu kaç metre öteden alıyordur o.” Dediğinde hak vererek baktım gözlerine. Pamir ise ekledi. “Ben bile hayranım, onun doğar doğmaz hayran olması normal.”

“Pamir ya.” İçimde uçuşan kelebeklere engel olamazken Pamir dişlerini göstererek gülümsedi. Bense ona doğru uzanarak yanağını öptüm uzunca. Tekrardan eski pozisyonumu alırken bakışlarım Poyraz’ı buldu. Esneyerek gözlerini çipil çipil kırpıştırıyordu. “Uykusu mu gelmiş benim oğlumun.”

“Geldi, gelmez mi?” Sırtımı yatak başlığına yaslayarak otururken Pamir oğlumuzu kucağına alarak bana doğru verdi. Emmesi için hazır pozisyona geçerken Poyraz emmeye başladığında bende ilgiyle onu seyrettim. İzlemeye doyamıyordum. O kadar güzel bir mucizeydi ki.

Pamir tam yanımdaki yerini alıp benim gibi oğlumuzu izlerken mırıldandı. “Çok güzel değil mi?” dediğinde onayladım. “Çok güzel…”

“Biz çok güzeliz.” Diye devam ettirdi Pamir. Şakağımı öperken gözlerimi kapatıp huzurlu bir nefes verdim. Dudaklarının şakağımdan çekilmesiyle birlikte bakışlarımı ona doğru çevirdim. Birbirimize ilk günkü gibi aşkla bakarken bir kez daha şükrettim bana böyle bir aile verdiği için.

Kaybolan Yıllarımız olmuştu, birlikte olmadığımız çok gün geçirmiştik. Üzülmüştük, ağlamıştık, kavga etmiştik ama şimdi o kaybolan yılların yerini üç kişilik yuvamızla dolduruyorduk, doldurmaya devam da edecektik. Bu bizim hikayemizdi. Kaybolan Yılların üzerine eklenen güzel günlerin hikayesiydi…

Son

‣‣‣ Umarım bölümü severek okumuşsunuzdur, her duyguyu yaşadık bu bölümde…

‣‣‣ İlk sahneler nasıldı? Ben yazarken biraz zorlandım açıkçası. Umarım okurken bana sövmemişsinizdir hahaha. Nasıl başladıysa öyle bitti gibi oldu:)

‣‣‣ Bebeğimiz doğdu, ismini de koyduk. Devrim ve Pamir sahneleri nasıldı? Ve tabii bebeğimizde eklendi sahnelere…

‣‣‣ Her çifti de ayrı ayrı okuduk, durumlarını gördük… Işık ve Bora sahnesi nasıldı, Tekirdağ’a gittiler…

‣‣‣ Taner ve Dilek birbirine açıldılar, beğendiniz mi?

‣‣‣ Sinem ve Hakan’ı da evlendiriyoruz inşallah…

‣‣‣ Yiğit ve Neva’nın aşkı dolu dizgin devam ediyor…

‣‣‣ Batuhan ve Burçe’de yeni bir yola girdiler. Artık hepsini mutlu günler bekliyor inşallah.

Cumhuriyet savcısı Devrim Akyol Arslan ve Yüzbaşı Pamir Arslan geçti hayatımızdan, bir hikâyenin sonu...

Öncelikle kitabı okuyan herkese teşekkür ederek başlamak istiyorum sözlerime. Kitaba o kadar bağlanmışım ki ayrılmak biraz üzüyor açıkçası beni, bu bölümü de buruk bir şekilde tamamladım.

Aslında biraz hayal kırıklığı içerisindeyim. Özellikle Wattpad'ın Türkiye'de erişim yasağı almasıyla birlikte tüm okuyucularım bir yerlere dağıldı. Kimisi wattpadde kimisi kitappadde kimisi de çizgistudioda. Her zaman söylediğim gibi mağdur olan yine küçük kitlesi olan yazarlar oldu ve tabii ki sizler. Çok büyük umutlarla başlamıştım bu kitaba, bayağı da hevesliydim. Ancak beklediğim gibi bir karşılık alamadım bu beni biraz üzdü. Her bölümde neredeyse sitem ettim, dikkate alan zaten hep desteklerini esirgemeyen kişilerdi. Bir yerden sonra bıraktım bende ama belki son 15 bölümdür falan fark etmişsinizdir hiç istekli bir şekilde yazmadım bölümleri, yazamadım. İlham gelmedi, sahneler içime sinmedi.

Sitem ettiğim bölümlerden birine şöyle bir yorum gelmişti; Kitapları büyüyüp değer görmeye başladığında yazarlar da böyle triplere giriyor. Belki sizde aynı şekilde düşünüyorsunuz bilmiyorum ama kitabın değer gördüğü falan yok, her bölümde oy ve yorum sayısı artmıyor. Aksine gün geçtikçe azalıyor. İnsanlar okumasa gam yemeyeceğim ama okuyorlar, görüyorum. Benim de tek isteğim maksimum 5 saniye sürecek olan yıldıza basma olayı. Başka bir şey istemedim ki. Dediğim gibi hak ettiğim, hayal ettiğim gibi olmadı. Okuyucular benle inatlaşmaya başladı bu oy ve yorum konusunda. Anlamadığım şeyse ben de okula gidiyorum ama bölüm yazmak için dişimden tırnağımdan vakit ayırıp sizleri bekletmemeye çalışıyorum, her hafta bölüm atmaya çalıştım. Aynı değeri sizlerden de görmek istedim. Çok büyük bir hayal kırıklığı oldu ve bu bazı kararlar almamı sağladı.

Belki inanmazsınız, ne kadar abartıyorsun diye düşünürsünüz bilmiyorum ama okul yoğunluğunun arasında kanunları araştırmak, hukuk kurallarıyla ilgili bir şeyler öğrenmek, araştırma yapmak, bir dava oluşturmak günlerimi alıyordu.. Hazan Vakti kitabındaki hastalar, sağlık terimleri hep benim aşina olduğum şeylerdi bir sağlıkçı olarak, çok zorlanmıyordum ama bu kitapta çok zorlandım. Bölümlerin uzunluğu da cabası. Tüm bunların karşılığını beklemiştim ve ne yazık ki aldığımı düşünmüyorum.

Yine de her daim yanımda olan, oyları ve yorumlarıyla bana desteğini hissettiren okuyucularıma çok teşekkür ederim. En azından beni tamamen bırakmadınız ve biraz olsun motivasyon sağladınız, sağ olun❤️ Umarım kitabın baş çifti olan Pamir ve Devrim'i hep güzel hatırlarsınız. Tabii diğer çiftleri de...

Devrim ve Pamir’in hikayesi benim için her zaman özel olacak. Aslında bir çiftin hep mutlu olamayacağını, illaki tartışmaların olacağını onlar sayesinde öğrendik. Yeri geldi kızdık, yeri geldi sövdük, yeri geldi güldük veya ağladık. Her açıdan çok severek yazdım onları ve şimdi biraz buruğum o yüzden. Mutsuz bitirmeyi istemedim, aslında en başından beri böyle bir final vardı aklımda. Nasıl başladıysa öyle bitsin istedim. Bir de Pamir’e hem evlat acısı hem de çok sevdiği karısının kaybını yaşatmak istemedim, bu çok ağır bir şey. (Birkaç haftalık yaşatmış olabilirim ehehe) Umarım finalden tatmin olmuşsunuzdur.

Kitabı mahvettiğimi düşünenler vardı 46. Bölüme öyle yorum yapmışlardı. Hatta neydi, Hazan Vakti’nde olduğu gibi yine kitabımı mahvetmeyi başarmışım. Yorumuna verdiğim cevaptan sonra aldığım cevap daha da ağrıma gitti. Şu platformda herkese saygılı davranmaya çalıştım, samimi olmaya çalıştım ama buna rağmen her seferinde daha çok kırıldım. Mutlu Son istiyor olabilirsiniz ama bunu duymayı hak ettiğimi düşünmüyorum. Bu hayatta herkes mutlu değil, kitaplarda mutlu bitmek zorunda değil. Keşke o yorumu yazanlar bunu da düşünse. Neyse hiçbir şey demiyorum canınız sağ olsun.

Okuyucularımdan sonra teşekkür etmek istediğim diğer kişilerde Sinem karakterine hayat veren en yakın arkadaşım ve Işık karakterine hayat veren kız kardeşim. Onların desteğiyle yazmaya devam ettim, kimi fikrimi onlardan aldım. Her açıdan bana yardımcı oldular. Saatlerce oturup karakterlerin dedikodularını yaptık ve bu en eğlenceli kısmıydı sanırım:)

Herkesin yorumlarına elimden geldiğince cevap vermeye çalıştım. Ama kırıldığım ve suçlayıcı tarzda lafları hak etmediğimi düşündüğüm için bazılarınıza sert cevap vermiş olabilirim. Kırdığım varsa kusura bakmayın.

Özel bölümler konusunda pek emin değilim, çok istek olursa yazarım belki:)

Değinmek istediğim diğer konuda, yeni yayınlayacağım kitap. Onda da çok yıpranacağımı, karşılık alamayacağımı biliyorum. Bu yüzden belli bir süre kitabı yayınlamayı düşünmüyorum. En azından bir iki ay. Yazmayı gerçekten seviyorum. Ama kendi içimde yazmam gerekiyor sanırım. Hem yetişmem gereken bir yer olmayacak hem kafam rahat olacak, beğenmediler mi? Neden böyle olmadı diye kendimi yemeyeceğim. Belki inanmıyorsunuz ama bir bölümü yayınladıktan sonra telefonun başında bekliyordum yorumları okumak için. Ders bile çalışamıyordum.

En azından bölümler birikmiş olur. Yine de buralarda aktif olurum elbet, yorumlarınıza cevap veririm. Bana ulaşmak isteyenler için İnstagram ve TikTok hesabım mutlusonsuz222_

Hepiniz sağlıkla kalın, kendinize dikkat edin...

Bölüm : 24.01.2025 13:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...