49. Bölüm

Kaybolan Yıllar| 46

mutlu sonsuz
mutlusonsuz222

 

🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim.

 

🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...

 

Bölüm şarkısı: Emre Aydın- Hoşçakal

 

46. Bölüm

Yazarın anlatımından,

Hayat her zaman güzel sürprizler yapmıyordu insana. Mutluyum derken en olmadık şekilde karşılık veriyordu, tüm mutluluğunu alıp götürüyordu. Bazen mucizelere gebeyken bazen de acılara gebe oluyordu. Pamir ve Devrim için bu böyle olmuştu. Yaşadıkları her güzel şeyin ardından kötü şeyler de yaşamışlardı, tartışmışlardı da. Yeri gelmiş birbirlerini çok kırmışlardı, yeri gelmiş sevgileriyle bulutların üzerine çıkarmışlardı. Birbirlerine sığınmışlardı çoğu zaman, yapmam dediklerini yapmışlardı.

Yaşadıkları şeylerin üzerinden birbirlerine sarılarak gelmişlerdi çoğu zaman belki ama profesyonel destek almayı da ihmal etmemişlerdi. Devrim, yaşadığı kayıpları, süreçleri daha kolay atlatmıştı. Abisinin, arkadaşının, babasının ve özellikle de Pamir’in desteğiyle, vazgeçmeyişiyle başarılı sonuca ulaşmıştı. Ama Pamir için işler böyle değildi. İyileşmeye başladığını düşünürken bile tam olarak ruhu iyileşmiş değildi.

Özellikle sevdiği kadınla evlenmeden önce ettikleri tartışmadan sonra ilaçlarının dozları artırılmıştı. Kaybetme korkusuyla baş edemiyordu çünkü. Üçüncü bir göz olarak bakıldığında yaşadıkları hafife alınıyordu bazen sevdiği kadın tarafından bile. Neler görmüştü, neler öğrenmişti, nasıl eziyetlere şahit olmuştu özellikle kadınlara yapılan. Tüm bunları bilerek sevdiği kadını uyarmaya çalışmıştı sadece üslubu yanlış olduğundan yanlış anlaşılmıştı, onu kısıtladığı sanılmıştı. Öyle değildi. Pamir’in sıkıntısı buydu zaten. Kendini ifade ediş şekli yanlıştı.

Kardeşinin, karısının ondan bir şey saklamasına sinirlenmişti. Tepkisini farklı göstermişti, hiç yapmadığı bir şey yapmıştı: Görmezden gelmek. Kendiyle baş başa kalmak istediğini kimse anlamamıştı o zamanda. Devrim dahil herkes sanıyordu ki eve gitmediğinde arkadaşlarıyla gır gır şamata döndürüyordu. Hayır, bir köşeye çekilip kendini ve hayatını sorguluyordu. Yaptığı yanlışları düşünüyordu, ondan neden saklandığına çözüm yolu bulmaya çalışıyordu. İlk defa kendini düşünüp kendi için bir şeyler yaptığında anlayış beklemişti ama farklı tepkilerle karşılaşmıştı.

Bazı yerlerde abarttığını o da biliyordu. Ama ilk defa yaşadığı bu aldatılmışlığa ne tepki vereceğini onun da bilmediğini kimse anlamamıştı. Çünkü ne olursa olsun Pamir bir şekilde herkesi anlardı, düşünürdü. Öyleydi ama bunu her seferinde kendi duygularını yok sayarak yapıyordu. Gün geçtikçe pişmanlığı ağır basmıştı, özellikle Devrim’in de tepkileriyle. Belki sadece kısa bir süre bile olsa vazgeçilmeyecek biri olduğunu hissetmek istemişti. Çünkü o karşısındaki kadın ondan hesap sorarken, sürekli sözleriyle cezalandırırken ondan hiç vazgeçmemişti. Bunu kendine yapması gerekli bir şeymiş gibi kabul ettirmişti. Şimdi de kendisi karşısındakinden bunu beklemişti, ilk başı için belki Devrim ondan vazgeçmediğini hissettirmişti ama sonra o da bırakmıştı.

Ve Pamir yine yükleriyle tek başına kalmıştı. Kendisi yaklaştırmamıştı kimseyi ama onu anlasınlar istemişti. Anlayan çok kişi olmamıştı. Yine kendini suçlamaya başlamıştı o andan sonra. Çözümü ara verdiği seanslara devam etmekle bulmuştu. Şu an iyi miydi? Evet. Aldığı antidepresanlar işe yarıyordu. Kaygı bozukluğu, yalnızlık hissi, kaybetme korkusu tüm bedenini sarmış olsa da bunu lanse etmemeyi iyi öğrenmişti. Bunu lanse ettiğinde başına neler geleceğini biliyordu çünkü.

Gerçi şu aralar çok daha iyi hissediyordu. Oğlu ona hayata tutunacak bir dal daha vermişti. Devrim için her şeyi yapmaya çalışırken listeye biri daha eklenmişti ve Pamir şu andan itibaren onlara yetebilmek için elinden gelen her şeyin en iyisini yapmaya çalışıyordu. İyi bir eş, iyi bir baba olmak istiyordu. Farkında olmasa bile öyleydi zaten. Onların mutluluğu için her şeyi yapıyordu ve başarıyordu da…

“Paydos beyler.” Pamir timine baktıktan sonra yere doğru oturdu. Bugün yeteri kadar temizlik yapmışlardı ve biraz dinlenmeleri gerekiyordu. Hava kararmaya başlamıştı. Matarasını çıkartıp suyunu içtikten sonra telefonunu cebinden çıkardı. Karısını çok özlemişti ve konuşup güzel sesini duymak istiyordu. Onun gününü anlatmasına, güzel gülüşüyle kulaklarının pasını silmesine çok ihtiyacı vardı.

İlk önce mesajlarına tıklayarak ekrana baktı. Devrim’den gelen onlarca mesajı okurken mesajların bugün öğlen kesildiğini görmek içini huzursuz etti istemsizce. Çünkü akşam eve giderken bile mesaj yazardı karısı. Bu sefer yazmamıştı. Yine de kendini kafasındaki düşüncelere boğmadan hızla Devrim’in numarasının üzerine tıklayıp telefonu kulağına götürdü. Heyecanla sevdiği kadının sesini duymayı beklerken işittiği ses kaşlarını çatmasına neden oldu. ‘Aradığınız numaraya şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyin.’

İçten içe tedirgin olurken yutkundu. Belki şarjı bitti diye düşündü. Aslında imkânsız bir şeydi ama o an bunun imkânsız olduğunu düşünmek istemedi Pamir. İyi ihtimali düşünmek istedi zihninde tonlarca kötü ihtimal varken. Belki Cenk’in yanındadır diye onun numarasını tuşlarken telsiz telefonunun çalmaya başlamasıyla işi yarım kaldı. Hızlıca telefonu açıp kulağına götürdü. “Efendim komutanım?”

“Pamir, ne durumdasınız?” Baran Albay’ın sorusuyla birlikte hızla cevap verdi. “Dinleniyoruz komutanım, bir saat sonra çıkış yapacağız.” Dediğinde Baran Albay’dan cevap gecikmedi. “Helikopteri gönderiyorum, buraya dönüyorsunuz. Sizin yerinize başka bir tim çıkartıyorum şimdi.” Pamir duyduğu cümlelerle şaşırdı ve merakla konuştu. “Bir sorun mu var komutanım?”

“Dediğimi yap yüzbaşı, şimdi helikopterin ineceği koordinatları gönderiyorum. Harekât merkezinde bekliyorum sizi.” Telefon suratına kapandığında kaşları çatıldı. Bir şeyler oluyordu, yüreğinde anlamsız sıkışmalar oluşmaya başlamıştı. Baran Albay’ın sıkıntılı sesi içindeki kuşkulara yenisini eklemişti ve içten içe korku hissetmeye başlamıştı.

“Koordinatlar geldi komutanım.” Ahmet’in cümlesiyle düşüncelerinden sıyrıldı Pamir. “Geri dönüyoruz beyler, helikopter bizim için geliyor.” Pamir’in cümlesiyle timden meraklı mırıltılar çıktı. Ancak Pamir’in de verecek bir cevabı yoktu. Çünkü istediği cevabı alamamıştı komutanından.

Verdiği emirle tim eşyalarını alıp koordinatlara doğru ilerlemeye başladı. Hızlı adımlarla buluşma noktasına ulaştıklarından kısa bir süre sonra helikopterin gelmesiyle içinden yeni tim iniş yaptı araziye. Pamir gerekli talimatları verdikten sonra arkadaşları gibi helikoptere bindiğinde içindeki sıkıntı daha da büyümeye başladı. Ne hissetmesi gerektiğini bilemedi, işler yolunda değildi bunu anlamıştı ama bu işin kendilerine bulaşma ihtimali zihninde yer edinmeye başlamıştı ki haksız da değildi.

Helikopter taburun bahçesine indiğinde arkalı önlü olarak harekât merkezine doğru ilerlemeye başladılar. Onlar gelene kadar hava çoktan kararmıştı. Harekât merkezine girdiklerinde Pamir içeride dikilen komutanına bakarak tekmil verdi. “Sancak timi emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” Baran albay gergin bir şekilde onayladı. “Şöyle geçin.”

Pamir emir üzerine kendi yerine doğru geçerken bakışları odanın içindeki bilgisayarların başında oturan Bora’ya kaydı. Yumruğunu ağzına doğru yaslamış düşünceli bir biçimde bakınıyordu bilgisayara doğru. Boş boş baktığı bakışlarından bile belliyken Pamir artık bir şeyler olduğunu anlamıştı. Yine de sessiz kalarak yerine geçip oturdu.

“Komutanım bir sorun mu var?” diye merakını dile getirirken Baran Albay başını salladı. “Hem de çok büyük bir sorun var.” Pamir anlamaya çalışırcasına komutanına bakarken Baran Albay devam etti sözlerine. “Nadya Larson, nakliye sırasında kaçırıldı.” Pamir algıladığı sözlerle şaşkınlığın esiri olurken yüreğindeki sıkıntı büyüyerek her yeri kapladı. O istemişti nakliye edilmesini. Burada rahat durmuyordu. O yüzden onlardan en uzağa, İstanbul’a nakliye edilmesini istemişti. Ancak istediği gibi olmamıştı hiçbir şey. Hatta daha beter olmuştu.

 

 

Flashback

“Nadya Larson sizinle görüşmek istiyor. Söyleyeceği önemli şeyler var. Özellikle karınız cumhuriyet savcısı Devrim Arslan ile ilgili.”

Pamir’i, Nadya’nın ayağına götüren arama da kulağına çalınan sözlerdi bunlar. Baran Albay’ın bilgisiyle soluğunu cezaevinde almıştı. Yolda giderken Devrim ile konuşmuştu. Hem iyi olduğundan emin olmuş hem de toplantıya girdiğinin bilgisini vermişti. Evet yalan söylemişti ancak ben Nadya’ya gidiyorum diyemezdi. Devrim’in bundan hoşlanmayacağını biliyordu. Kaldı ki gizlilik olması her açıdan daha doğruydu, aldığı emir de bunu onaylıyordu.

Cezaevine girip Nadya ile görüşme isteğini ilettikten sonra Volkan ve Devrim’in girdiği görüş odasına götürüldü. Odanın içerisinde gerginliğini, tedirginliğini atmak için birkaç sakin nefes alıp Devrim’in attığı fotoğrafla rahatlarken kapı açıldı. Bakışları direkt olarak içeri giren kadınla buluştuğunda içinde tiksinti hissetti Pamir. Aralarında hiçbir şey olmamıştı evet ama bir teröristi baştan çıkarmaya çalışmak bile iğrençti onun için. Kalbinin çoğunu Devrim kaplarken başka birini seviyormuş gibi davranmak görevinin en zor parçalarından biriydi.

“Devrim denildiğinde akan sular duruyor ha Kaya?” Nadya’nın alayvari sesiyle yüzünde mimik oynamadı Pamir’in. Dik dik Nadya’nın suratına bakarken Nadya boş olan masalardan birine geçip oturdu. Bakışları hala daha Pamir’in üzerinde oyalanmaya devam etti. Bir yılı geçmişti onlar görüşmeyeli ama Pamir aynı karizmatik haliyle karşısındaydı.

“Devrim, güzel isim gerçekten. Kalbinde devrim yaratmış belli.” Kıskançlığı ses tonuna yansırken Pamir kaşlarını çattı. “Zırvalıklarını dinlemek için gelmedim, neden çağırdın beni buraya!?” sert ve tahammülsüz bir biçimde dile getirmişti bu sözleri. Aynı zamanda rahatsızdı da burada olmaktan. Hem Devrim’den gizli geldiği için hem de karşısındaki kadının düşüncelerini bildiği için.

“Konumuzun ne olduğunun sende farkındasın aslında.” Dedi Nadya umursamadan. Pamir’in bu hallerini seviyordu zaten, onun karşısında olmaktan zevk alıyordu. Ama asıl içinde koskocaman bir öfke vardı. Kendine yediremiyordu yenilmeyi. “Devrim…” dediği anda Pamir daha yüksek bir sesle her kelimenin üzerine bastıra bastıra bağırdı. “Onun ismini ağzına alma!”

Nadya umursamadı. “Evlenmişsin onunla.” Diye kendi aklındakileri dile getirirken Pamir daha fazla bu şeye dayanamadığını hissetti. Odadan çıkmak için kapıya ilerlerken Nadya devam etti sözlerine. “Bu ulaşılmaz hallerin o kadar bağlıyor ki sana, hala daha içimde bir yerlerde hasretim.” Pamir duyduğu sözlerle yüzünü buruştururken Nadya devam etti. “Türk askeri olduğunu öğrendiğimde dünya başıma yıkılmış gibi hissettim. Seninle ne planlarım vardı, birlikte Türklerin içinden geçecektik.”

Bu cümleyle alaylı bir şekilde güldü Pamir. “Türklerin içinden geçmek mi? Hayal dünyan gerçekten çok komikmiş. İçeride durdukça hayal dünyanı zenginleştirmişsin belli.” Dediğinde Nadya hiçbir şey söylemedi ama Pamir’in yüzüne bakmaya devam etti. Söylediği sözlerle Pamir kapıdan çıkmamış ve ona doğru bakmıştı. “Evet, hayal dünyam çok zenginleşti. Aklımdan neler geçiyor bilmek ister misin?”

Pamir hiçbir şey söylemese de Nadya devam etti. “Sana teklifim var mesela. Ordudan ayrıl, aramıza katıl. Her şeyi unutabiliriz. Sana istediğin malı, mülkü sağlarız. Yine benim sağ kolum olursun, işleri beraber yürütürüz.” Pamir duyduğu sözlerle güldü. Başını iki yana sallarken gülüşü büyüdü. Karşısındaki kadının ezikliği, hala daha bu tarz şeyler söyleyebilmesi onu güldürüyordu. “Karın umurumda değil, onu arkanda bırakabilirsin. Ya da devam eder. Benim için hiç problem değil.”

“Kafayı yemişsin sen.” Dedi Pamir yalnızca. Nadya oturduğu yerden ayağa kalkarak Pamir’e doğru yaklaştı. “Yedim, seni düşündükçe kafayı yedim!” Pamir’e duyguları vardı evet ama daha çok ona nasıl yenildiğiydi aklını oynatmasına neden olan. Güçlü bir kadındı Nadya, bir erkeğe nasıl zaaf bağlayıp da yenildiğini yediremiyordu kendi içinde. Yine de Pamir’e bu teklifi yaparken utanmamıştı. Eğer Pamir evet derse her şeyi unuturdu. Ama hayır derse planı en başından beri hazırdı. En ince ayrıntısına kadar yapmıştı bunu.

“Para, mal, mülk verirsiniz ha?” dedi Pamir alaylı bir şekilde. Nadya başını sallarken Pamir ekledi. “Hangi para vatan sevgisinden, şereften, haysiyetten üstün? Kim olduğumu biliyorsun, ülkeme bağlığımı biliyorsun. Sizin gibi kancıkların kökünü kurutmak için 3 yıl boyunca şerefimi, bayrağımı satmış gibi davrandım ben. Ülkem için sevdiklerimi feda ettim. Şimdi geleceğim senin sağ kolun olacağım, dahası karımı arkamda bırakacağım. Anca rüyanda görürsün.” Üzerine bastıra bastıra söylediği cümlelerle Nadya dişlerini sıktı.

“Böyle büyük büyük konuşuyorsun ama sen daha benim neler yapabileceğimi görmedin.” Dedi Nadya büyük bir hırsla. “Gözlerinin önünde kaç kişiyi öldürdüm, kaç kişiye eziyet çektirdim. Hepsine şahit oldun. Hiç mi korkmuyorsun sevdiklerine zarar veririm diye.” Dediğinde Pamir yerinde dikleşti. Yapabileceklerini biliyordu, korkuyordu da ama bunu belli etmeyecekti. O yüzden hiçbir mimik oynatmadı suratında. “Senden korkan senin gibi olsun.”

“Ülken için her şeyi feda edecek kadar bağlısın vatanına, güzel. Karı koca birbirinizi iyi bulmuşsunuz. Devrim savcının da gözü hiçbir şey görmüyor. İşimize burnunu sokmaktan çok zevk alıyor. Tehditlerimize boyun eğmiyor. Her zaman dört ayağının üzerine düşüyor. Hakkari’ye sürdürdük olmadı, arabasına bomba koydurduk olmadı, kaçırmaya çalıştık olmadı, meslektaşını araya soktuk olmadı. Ama bir gün olacak.” Derken gözlerini Pamir’in gözlerinden çekmedi. Açık açık tehdit ediyordu.

Pamir yumruğunu sıktı o an. Nadya bunu görerek güldü. “O an geldiğinde senin suratını görmek için her şeyi yapacağım. Kollarım teselli için sana açık olacak, teklifim o anda da geçerli olacak.” Dedi keyif alırcasına. Pamir kaşlarını çattı. Sinirleri yükselmeye başlamıştı. “Savcılıkla bir işiniz yok! Derdin TSK ile. Başkalarını bu işe karıştırma!” dişlerinin arasından konuşurken Nadya alayla güldüm. “Benim derdim direkt Türklerle Kaya. Sende, karında bu işin içine dahilsiniz. Hatta çocuğun da.”

İşte bu Pamir için son nokta olmuştu. Korku tohumları daha da büyüyüp yüreğinin her köşesini sarmaya başlamıştı. Tam orada zihninde ne yapması gerektiğine dair düşünceler dönmeye başlamıştı. Devrim’e evde otur diyemezdi. Bunu söylediği an büyük bir kıyamet kopardı. Nadya’dan bahsetse, seninle tehdit ediyor dese umursamazdı Devrim. Kaç kere tehdit almıştı, kaç kere ölümle burun buruna gelmişti de korkmamıştı, mesleğine ara vermemişti. Hatta daha da üzerine gitmişti.

Ölümden korkmadığını biliyordu Pamir. Ta kaçırıldığı zaman artık ölümden korkmadığını, umursamadığını anlamıştı. Hatta söyleyeceği sözleri de tahmin ediyordu. ‘Sen vatanın için şehit olmayı göze alıyorsan bende alırım. Bende aynı vatanın evladıyım.’

İşte bundan hep diken üstündeydi Pamir. Devrim’i terör konusunda uyarırken biraz olsun bunları bildiği için yapıyordu. Çok dikkat çektiğini biliyordu, kaldı ki kendi görevi yüzünden daha büyük düşmanlar edindiğinin de farkındaydı. Sadece bunca zaman sessiz kalmıştı ama şimdi patlak vermişti işte. “Ben onlarla mücadele ederken seni onlara feda edemem.” Demişti Pamir. Kendi canını gözü kapalı feda ederdi de Devrim’i feda edemezdi ama Devrim kendi canını feda ederdi.

İşte Pamir bunu çok iyi biliyordu. Karısının da kendisi gibi gözü kara olduğunu biliyordu. Bundandı korkusu. Bundandı tedirginliği. O günden sonra Devrim’i emniyete almak için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Daha fazla koruma ayarlamıştı, adliyede veya emniyette bir şey olması durumunda kameraların çalıştığından emin olmuştu. Dahası kolyesinin içindeki GPS cihazına güvenmişti. Ama her şey nafileydi…

 

Flashback Son

“Nasıl olur komutanım? İzleri belli mi?” dedi Hakan şaşkınlık içerisinde. Böyle bir şeyin olması zor bir ihtimaldi ama imkânsız değildi. Nasıl yakaladılarsa yine yakalarlardı. O yüzden sormuştu Hakan. Çıkıp ararlardı. “İzi belli değil.” Dedi Baran Albay sıkıntılı bir şekilde.

Bakışları Pamir’e doğru kaydı. Nasıl söyleyeceğini bilmiyordu, nasıl denirdi ki karın kaçırıldı diye. Ama söylemek zorundaydı. “Daha büyük bir sıkıntımız var.” Dediğinde Pamir düşüncelerinden sıyrıldı. Nadya’nın kaçtığını duyduğu andan itibaren içini saran sıkıntı iyi şeyler duymayacağını kanıtlar nitelikteydi zaten. “Devrim.” Dedi Baran Albay.

Tek kelime yetmişti Pamir’in anlamasına. Hissetmişti çünkü, o mesajlaşmaları okuduğu andan itibaren hissetmişti de adını koyamamıştı. Nasıl koyardı, nasıl kondururdu?

“Devrim’i kaçırdığını düşünüyoruz. Hatta eminiz.” Diye ekledi Baran Albay bir çırpıda. O an bir rüyanın içinde olmayı istedi Pamir. Biraz önce dünyasının başına yıkıldığını sanmıştı ama hayır asıl şimdi dünyası başına yıkılmıştı. Kulaklarında çınlıyordu cümleler, karnına yumruk yemiş gibi hissediyordu. Şimdi anlamıştı Bora’nın bu halinin sebebini. Elini yakasına yaslayarak çekiştirirken nefes almaya çalıştı. Şu andan itibaren aldığı nefes bile ciğerlerini zorlamaya başlamıştı.

Gördüğü rüya zihnine dolarken kendini kaptırmamaya çalıştı ama imkansızdı bu. Korktuğu başına gelmişti. “Ne zaman, nasıl?” dedi zorlukla. Koruma sayısını artmıştı, güvenliğinden emin olduğunu sanmıştı ama hayır işe yaramamıştı. “Emniyetten sonra sıkıştırmışlar aracı, ikindine doğru. Tüm korumaları imha etmişler, 3 şehidimiz var.” Dediği anda Pamir oturduğu yerden zorlukla kalktı. Elini saçlarının arasından geçirirken gözlerini kapattı. Çıldıracak gibi hissediyordu. “Devrim’in sürekli koruması Mesut şehit oldu, görevlendirdiğin 10 askerden 2’side. Diğerleri hastanede. 3’ünün yarası ağır.”

“Allah belalarını versin.” Dedi Kürşat sinirle. İçinden hepsi bela okuyordu ama şu an daha önemli bir mesele vardı. Bir savcının, bir kadının, daha da önemlisi bir Türk vatandaşının hayatı tehlikedeydi. Daha doğrusu iki kişinin.

Öyle bir suçluluk duyuyordu ki Pamir. İçi öyle bir acıyla kaplanmıştı ki tarifi yoktu. Karısına mı üzülsün, şehit olan ve yaralanan korumalara mı üzülsün, Nadya’nın Devrim’i kendisi yüzünden kaçırdığına mı yansındı. Her türlüsü can sıkıcıydı, yüreği kavrulmaya başlamıştı. Nasıl bakardı şehit olanların ailelerinin yüzüne, yaralılara nasıl teselli verirdi? Onun yüzünden olmuştu. Aklını oynatacak gibi hissetmişti saniyeler içinde.

Gözlerini kapatmış, başını geriye doğru atarak tüm bu suçluluk duygusuyla baş etmeye çalışırken gözlerinin önüne Devrim’in gelmesiyle birlikte anında gözlerini araladı. “Kolye..” Fısıltı şeklinde söylediği şeyle birlikte odadakiler ona anlamaz gözle bakarken içindeki büyük umutla ekledi. “Umarım takmışsındır güzelim, umarım takmışsındır.”

Baran Albay ne olduğunu anlamazken Bora saatlerdir ruhunu yiyip bitiren o hiçlik duygusundan çıkmıştı. Pamir’in neyi söylediğini anında anlarken oturduğu yerden ayağa kalkıp gür bir sesle konuştu. “Senin aldığın kolye! Yerini bulabiliriz öyleyse. Değil mi!?”

Bora heyecanla bakarken Pamir hızlıca telefonunu çıkarttı. Titreyen elleriyle kolyede takılı olan GPS uygulamasına giriş yaptı. Devrim sürekli tehlikeli davalarda yer aldığı için kendince en başından böyle bir çözüm yolu bulmuştu. Zemheroğlu’nun adamları onu alıkoyduklarında o yüzden boynuna bakmıştı. Eğer kaçırmayı başarsalardı kolyeden yerini bulacaktı.

Hızlıca şifreyi girdikten sonra açılan ekranla içindeki tüm umutsuz duygulardan sıyrıldı. Adres belliydi. Hiç çıkarmazdı Devrim. Özellikle Pamir yoksa hiç çıkarmazdı. Söz vermişti, bunu hiç çıkartmayacağım demişti. Çıkartmazdı. “Adres belli.” Diye hevesle konuşurken Bora harekat merkezinden çıkmaya hazırlanırken hızla cevap verdi. “Hemen adrese gidelim!”

Bora’nın içi daha da çok yanıyordu. Haberi aldığından beridir eli kolu bağlı oturmak zorunda kalmıştı. Muhbirlere bile haber salınmıştı ama kimseden bir cevap alamamışlardı. Saatlerce bir haber gelmesini beklemişti ancak gelmemişti haber. Tam çıldıracağı zaman Pamir’in bu fikri yeniden doğmasına neden olmuştu sanki. Çok büyük umut oluşmuştu içinde. Saatlerce kardeşine bir şey olursa ne yaparım diye düşünmüştü ama şimdi belki de onu bulmaya çok yakındı.

Pamir ve tim onu takiben harekât merkezinden çıkarken hızlıca arabaya ilerlediler. Bulabilirlerdi, orada olabilirdi Devrim. En kötü ihtimali aklına getirmemeye çalıştı hiç kimse. Devrim’i orada bulamazsa veya orada cansız bir şekilde bulursam diye düşünmediler. Özellikle Pamir düşünürse biteceğini biliyordu çünkü. Toparlanamazdı. Sakin olması gerekiyordu. Soğukkanlı davranması gerekiyordu. Bir kez daha yaşamıştı bunu ve eğer kendini kaptırırsa tüm gücünü yitirirdi. O zaman eli kolu bağlı olmak zorunda kalmıştı. Bir seri katildi söz konusu olan. Ama bu sefer elinden geleni ardına koymayacaktı.

Yol aktıkça Devrim’i bulamamaktan korkmaya başlamıştı Pamir. Devrim’i ve oğlunu… Dizini titretip dudaklarını dişleyerek sakinleşmeye çalışıyordu ama imkansız gibi bir şeydi. Telefonda sesini duymak bile yetmezken, onu gözleriyle görmeyince rahat edemezken şimdi ne sesi vardı, ne görüntüsü işte bu çok korkutuyordu. Aynı adrese gittiğinde onu bulamayacağını düşündüğünde kalbinde hissettiği korku gibi.

“Bulacağız, oradadır. İyidir.” Dedi Batuhan içindeki inançla. Haberi aldığından beridir onun da canı çok yanmıştı. Devrim’i bir abla gibi gördüğünden içinin yangınına engel olamamıştı ama şimdi Pamir’in akıl ettiği şeyle hepsi bu yangını söndürüp Devrim’i aramaya gidiyorlardı. Bir yandan da abisi gibi gördüğü bu iki adamın perişanlığında onlara destek olmak istiyordu.

İçinden yalvardı Pamir. İyi olması için, orada olması için. Yol boyu stresten bacağını titretmeye devam ederken Bora’da ondan farklı değildi. İkisinin de canı söz konusuydu. Birinin kardeşi, yeğeni. Diğerinin canım dediği eşi ve evladı. Her şekilde zordu.

Araç yavaşladığında camdan dışarı baktı Pamir. Bir otoyolun kıyısıydı geldikleri yer. Ne bir depo vardı ne başka bir şey. Bomboş araziydi. Araçtan iner inmez etrafına bakındı. Elindeki telefondan kolyenin yerini bulmaya çalıştı. Otların bulunduğu araziyi işaret ediyordu adres. Hızla telefonun fenerini açarak işaretlenen yere doğru ilerledi. Korkuyordu, çok korkuyordu. Kolyeyle birlikte Devrim’i kötü bir şekilde bulmaktan deli gibi korkuyordu ama ayakları onu götürüyordu.

İnsan ölümüne gider miydi? Giderdi. Öyle hissediyordu tam olarak Pamir. Ölüme gider gibi temkinli ve aynı zamanda da aceleci. Çünkü ulaşacağı şey onun için çok değerliydi.

İşaretlenmiş yere yaklaştıkça içindeki korku büyürken fenerden yansıyan ışığın çarpmasıyla birlikte parıldayan kolyeyi gördü. O an içindeki tüm umutlar yıkılırken hayal kırıklığı gözyaşı olarak gözlerine dolmaya başladı. Başını havaya kaldırıp ciğerlerine nefes çekmeye çalıştı. Yoktu Devrim. Sadece kolye vardı. Onu kötü bir şekilde bulmaktan korkmuştu ama şimdi hiç bulamamıştı. Hangisiydi daha acı olan?

“Allah kahretsin! Allah kahretsin! Allah kahretsin!” Bora aynı Pamir gibi büyük bir hayal kırıklığı yaşarken sinirini Pamir’in aksine bağırarak çıkardı. Hırsla arabaya geri dönerken bağırmaya devam etti. “Sizi bulduğum an delik deşik etmezsem en adi şerefsizim! Orospu çocukları!” Bora her zaman sinirini bağırarak çıkartırdı ve bu sefer de aynısı olmuştu.

O sırada Pamir onlardan soyutlanmış gibi yere doğru çömeldi ve kolyeye uzandı. Kolyeyi eline aldığı an Devrim geldi gözlerinin önüne. Ona bu kolyeyi verdiğindeki gülümseyen yüzü canlandı gözlerinin önünde. İçi acıyla kavrulurken yanağına akan birkaç damla yaşa engel olamadı. Öyle büyük umut bağlamıştı ki bu kolyeye, o kadar emindi ki Devrim’i bulacağına. Şimdi içindeki hırs, umut kırıklığı, acı, sevdiğini bir daha görememe düşüncesi kalbine sığamamış gözlerinden taşmaya başlamıştı.

‘Bunu boynumdan asla çıkarmayacağım.’ Devrim’in gülümsemeyle dile getirdiği sözler zihninde yankılanırken acı dolu bir nefes çekti ciğerlerine. Çekti çekmesine ama o ciğerlerine doldurmak istediği nefes boğazında kocaman bir düğüm oluşturdu. İsteyerek çıkartmamıştı belliydi. Kopmuştu kolye. Kolyeyi zorla çıkartırlarken oluşacak olan o kızarıklığa bile kıyamazdı Pamir.

“Komutanım, onu incelemeye gönderelim.” Hakan elini kardeşinin omzuna koymuşken Pamir yanağını silerek usulca başını salladı. Sessizdi. Ancak sessizliği bir çığlık gibiydi. Böyle olması hayra alamet değildi arkadaşları da biliyordu. Patlayacaktı elbet ama ne zaman olduğunu onlar da kestiremiyordu. Şimdi acının verdiği sessizliğe gömülmüştü…

 

 

◔◔◔

Devrim Akyol Arslan’ın anlatımından,

Gözlerim arabaya bindirildiğim an bir bezle kapatılmıştı. Ellerim bağlanmıştı. Boynumda Pamir’in bana hediye ettiği kolyeyi bir çırpıda çıkartıp atmışlardı. Böylece tüm umutlar birer birer sönmüştü. Kolye yardımıyla beni bulabilecekleri düşüncesi içimi ısıtırken şimdi üşüyordum. Sanki birer birer çözüm yollarını kapatıyorlardı.

Akıllılardı. Yolu görmemi istemiyorlardı. Ama ben yine de bir şeyler bulmak, nereye götürüldüğümü anlamak için çabalayacaktım. Hiç kimse konuşmuyordu. Sadece nefes alış veriş sesleri geliyordu. Bir de benim gümbür gümbür atan kalbimin sesi…

Korkuyordum, çok korkuyordum.

Hem kendim için hem oğlum için hem arkamda bıraktıklarım için korkuyordum. Mesut ve Engin’e ne olmuştu, diğer korumalar iyi miydi? Abimler benim kaçırıldığımı öğrenip harekete geçmiş miydi? Hepsi zihnimde dönüp duruyordu. Ama biliyordum beni bulmak için canlarını dişlerine takarlardı.

Nadya nasıl olmuştu da kaçabilmişti? Seni görmek istiyor demişlerdi. Cezaevinde olsa böyle yaka paça almazlardı beni. Aynı Volkan’ın yaptığı gibi ayağına çağırtırdı, Pamir’i nasıl ayağına getirttiyse beni de getirtirdi. Kaçmıştı belli ki. Peki nasıl olmuştu bu? Benden ne istiyordu? İçimde bir yerlerde bunun Pamir yüzünden olduğunu kabullenmiştim. Pamir’den intikam almak için bunu yapıyor olabilirdi ve eğer sebep buysa gerçekten korkmam gerekiyordu. Çünkü acıması olmazdı. Gittiğim anda infaz edilebilirdim.

Bu düşünce tüylerimin diken diken olmasına neden olurken yutkundum. Oğlum varlığını hissettirmek adına tekmelerini güçlü güçlü atarken birkaç damla gözyaşının yanağıma akmasını engelleyemedim. Pamir bizi ne olursa olsun kurtarır diyemiyordum. Elinden geleni yapardı ama kurtaramayabilirdi. Bunu kabullenmek çok zordu. İnsan ölümüne gittiğini bilirken nasıl sakin kalabilirdi?

Sırtımı arabanın koltuğuna yaslayıp uyuyormuş gibi düzenli nefes alıp verirken arabadakilerden birinin sesini duydum. “Savcıyı aldık. İki saate yanınızda oluruz.” Demek ki götürdükleri yer uzak bir yerdi. Hatta sınır dışı bile olabilirdi. Bunu zihnime kazıyarak sakin sakin oturmaya devam ettim.

Kaç dakika olduğunu bilmediğim anlarda söyledikleri süre dolmuş olmalı ki araba durdu. Yerimde hareket etmezken biraz önce telefonla konuşan adamın sesini duydum. “Uyan savcı.” Kolumu dürterken oturduğum yerde dikleştim. Hiç uyumamıştım. Sadece öyle sanmalarını istemiştim. Kolumdan tutarak beni indirdiklerinde soğuk hava yüzüme doğru çarptı. “Yürü.” Kolumdan çekiştirerek götürmeye başladıklarında itiraz etmeden yürümeye çalıştım.

Ayağımda bot vardı neyse ki. Böylece kolay yürüyebiliyordum. Ayağımın altında ezilen taşların sesleri duyup hissederken arkamdan, yanımdan gelen birçok ayak sesi de duyuyordum. Kaç dakika yürüdüğümüzü anlamazken yokuş olan yeri çıkarken biraz zorlandım. Sonrasında yokuş aşağı inerken daha rahat hareket edebildim. Engebeli bir yoldu.

Bunu da zihnime kazırken ayaklarımın altında ezilen taşların yerini sanki beton gibi bir şey almıştı. Sonra da hızlı bir hamleyle bir sandalyeye oturtulmuştum. Bağlı olan ellerim sandalyenin arkasından sabitlenip bağlanırken hareket etmeye çalıştım. “Kıpırdanma savcı!” Bana uyarı yapan adamı dinlemezken bir kadın sesi işittim. “Savcımıza iyi davranın beyler, son günlerini güzel geçirsin.”

Nadya olmalıydı bu. Gözlerimdeki bez aniden açıldığında gözlerimi aralayamadım ilk önce. Loş bir ışık hüzmesi gözüme vururken zorlukla gözlerimi aralamaya çalıştım. İlk gördüğüm karşımda dikilen o tanıdık yüz olmuştu. Sarı saçlarından, bakışlarından anında tanımıştım. Nasıl tanımazdım ki zaten, o fotoğrafı zihnime kazımıştım ben ve nefret etmiştim.

Bakışlarımı ondan çekip etrafta gezdirdim hızlıca. Depo gibi bir yerdeydim. Büyüktü. Kapıda, deponun belli noktalarında eli silahlı adamlar vardı. Loş bir ışıkla aydınlatılıyordu. Camlar tahtalarla kapatılmıştı.

“Şükür yüz yüze tanışabildik Devrim.” Adımlarını bana doğru atarken bakışlarımı tekrar yüzüne doğru çevirdim. Nadya ise tam önümde durdu. “Yakından daha da güzelmişsin. Hem gözü kara bir savcısın hem güzelsin. Kaya turnayı gözünden vurmuş.” Derken yüzünde alaylı bir gülüş vardı. Kaya diye bahsettiği Pamir’di. “Ama erken kaybedecek.”

“Ben senin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Fotoğrafta nasıl itici duruyorsan şimdi de öylesin, cezaevi senden bir şeyler götürmemiş.” Yüzüme aynı onunki gibi alaylı bir ifade takınarak söylemiştim bunu. Nadya söylediğim cümleye alınmak yerine daha da gülerken gözlerime baktı. “Şu misafir olacağın bir iki günde çok eğleneceğiz belli ki.”

“Ne istiyorsun benden?” dedim sertçe. Ondan korkmadığımı göstermek için dik dik suratına bakarken Nadya dudaklarını yaladı. “Hemen sonuca ulaşmak istiyorsun, mesleki deformasyon sanırsam.” Dediğinde kaşlarım havalandı. “Benim işim sabırlı olmak, hemen sonuca ulaştığım çok nadir davam oldu. Zaten öylesi eğlenceli değil. Hepsinde tırnaklarımla kazıyarak sonuca ulaştım. Özellikle sizin başrolünde olduğunuz davalarda.” Dedim üzerine basa basa, yüzümde sinir bozucu bir gülümsemeyle.

Nadya yanında dikilen adama baktı ve başıyla beni işaret etti. “Nasıl ama anlatılan kadar var değil mi?” dediğinde yanındaki adamın bakışları ilk önce yüzümde sonra vücudumda dolaştı. Yüzünde sırıtış oluşurken başını salladı. “Anlatılandan fazlası var.” Söylediği şeyle iğrenircesine ona bakarken dişlerimi sıktım. İğrençti bakışları, midemde büyük bir bulantı oluşturmuştu.

“Konusu açılmışken tebrik etmek lazım. Yılmadan usanmadan işlerimize burnunu soktun.” Dedikten sonra alkışlamaya başladı beni. “Hadi arkadaşlar, savcımızı alkışlayalım.” Diye deponun içindeki diğer kişilere işaret verirken alkış sesleri depoda yankılanmaya başladı. Bu sinirimi daha da bozarken sakin olmaya çalıştım. Sinirlerimle oynamaya çalışıyordu ve başarıyordu da.

Alkış sesleri sona ererken bir adım daha yaklaştı bana doğru ve benimle aynı hizaya gelmek adına eğildi Nadya. “Ama bu burnunu soktuğun işler bir yerinde patlayacak. Biz işimize burnunu sokan orospudan kurtulacağız, bu devlette ne yazık ki başarılı bir savcıdan olacak. Tabii Kaya’da karısından.” Dedikten sonra bakışları karnıma doğru kaydı. Üzerimdeki kabanın önünü kapatmak için ellerimi kullanmak istesem de bunu yapamadım. “Bir de çocuğundan tabii ki.”

Elini karnıma doğru uzattığında bağlı olmayan ayaklarımla Nadya’nın karnına doğru tekme attım hızlı bir şekilde. Bu hamleyle inleyerek benden uzaklaştığında yutkundum. Oğluma dokunmasına izin vermezdim.

Nadya eğdiği belini doğrulturken sesli bir kahkaha attı. “Tam ağzıma layık bir düşman.” Yüzünden hiç eksik etmediği alaylı tebessümüyle suratıma bakarken başka hiçbir şey söylemeden deponun kapısına doğru ilerledi. Çıkmadan önce içerideki adamlardan birine seslendi. “Savcımızı iyi misafir edin. Bizi misafirperver değilmişiz gibi yansıtmayın.”

O odadan çıkarken ben etrafıma bakınmaya devam ettim. Buradan kurtulmam gerekiyordu. Ama zordu. Dövüşebilirdim evet ama silahları vardı. Anında imha ederlerdi beni. Dahası elim bağlıydı. Bir şekilde kurtulabilirsem bu iplerden belki kaçardım. Çok zor bir ihtimaldi ama denemek zorundaydım.

Saatler ilerlerken ben nasıl kaçmam gerektiğini düşünmüştüm. Elimi iplerden bir şekilde kurtarsam bu odadakilerden nasıl kurtulabilirdim bilmiyordum. Lavaboya gitmek istesem yanımda tek kişi gönderip göndermeyecekleri meçhuldü. Dahası eğer kapının önünde bekleyen birileri de varsa onlardan kaçamazdım. Tankut gibi değillerdi, o tek başınaydı. Bunlar bir orduydu. Kurtulmam zordu. Kaldı ki tek kişide bile neredeyse ölüyordum.

Gözlerimi kapatmış kendi kafamda plan yaparken bana doğru yaklaşan adım seslerini duydum. “Savcımızı rahat ettirmişiz ne güzel.” Nadya’nın iğrenç ses tonunu duyduğumda gözlerimi araladım usulca. O yine yüzündeki iğrenç sırıtışla bana bakıyordu. Mide bulantım onu gördüğümde artarken yutkundum.

“Kaya ile buluştuk biliyor musun?” derken gözlerini üzerimden çekmedi. Yüzümde mimik oynatmadan suratına bakarken Nadya tek kaşını kaldırdı. “Tepki vermediğine göre biliyorsun buluştuğumuzu, ne konuştuğumuzu da anlattı mı sana?” dedikten sonra cevap beklemeden anlatmaya devam etti. “Ona orduyu bırakmasını ve işlerin başına geçmesini teklif ettim.”

Duyduğum cümleyle alaylı bir şekilde güldüm. Komik gelmişti. “Sanırım sattığınız uyuşturuculardan kendin de kullanıyorsun ha Nadya? Bu kafanın başka açıklaması olamaz.” Dalga geçercesine sanki keyfim yerindeymiş gibi konuştum. Nadya bu söylediğimle afallarken bir anlığına gülüşü suratında dondu. Eminim bu teklife Pamir’de çok gülmüştü. Neyin kafasını yaşıyordu bu kadın? Bir Türk askerine böyle bir şey demek, ancak delirmiş olması gerekiyordu.

“Siz birbirinizi bulmuşsunuz.” Dedi Nadya biraz önce söylediğim şeyi umursamayarak. Ardından ekledi. “Seni bırakmasını da söyledim.” Dediğinde gülüşümü devam ettirdim. Pamir’in cevabından emindim. O asla beni bırakmazdı. Ne vatanını ne beni bırakırdı. Bunu düşünmek bile hakaretti. “Kabul etmedi, aynı senin gibi dalga geçti benimle. Kabul etmemesinin cezasının ağır olacağını söylemiştim.” Sempatik olduğunu düşünerek gözlerini kırpıştırırken yüzümü buruşturdum.

Ondan çok tedirgindi, o yüzden kabuslar görüyordu. O yüzden üzerime çok titriyordu. Şimdi anlaşılmıştı her şey. Bunca gün korkuyla yaşamıştı, bana yansıtmamaya çalışmıştı. Şimdi de eminim ki kendini suçluyordu. Suçlamamalıydı. O ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın bir şekilde bu olacaktı çünkü kafasına koymuştu bu kadın. Bana söyleseydi her şey farklı olur muydu? Olmazdı. Nadya’nın tehdidine boyun eğmezdim, onun da eğmesini istemezdim. Yani biz her şekilde bu durumda olurduk.

“Şimdi savcı sana bir şans veriyoruz. Bir video yayınlayacağız tüm dünyaya açık. Bir savcıyı kaçıracak kadar gücümüz olduğunu bilsinler değil mi? Sende bunları okuyacaksın. Okumazsan ne olacağını bilmek istemezsin.” Derken cebinden bir kâğıt çıkardı. Sonra da başıyla beni çözmesi için yanındaki adama işaret verdi. Adam arkama geçerek bileklerimi çözdükten sonra elimle kan oturan bileklerimi ovaladım.

Oturduğum yerden ayağa kalkarken bakışlarım kapıya doğru kaydı. Şu an kaçabilir miydim? Sanırım bunun cevabı hayırdı. “Sakın kaçmayı bile deneme.” Nadya yüzündeki itici gülümsemeyle bana bakarken bakışlarım ona doğru kaydı. “Yaptığın şey sadece ölümünü hızlandırır.” Tehditvari bir şekilde konuşurken yutkundum. Nadya ise elinde tuttuğu kâğıdı bana doğru uzattı. “Burada yazılanları oku. Bizde videoya çekeceğiz.”

Başıyla yine adama işaret verirken adam kolumdan tutarak beni duvar dibine doğru götürdü. Sırtım duvara, önüm kameraya doğru gelecek şekilde ayakta dikilirken elimdeki kâğıda baktım. Ellerinde olduğumu, istenilen yapılmazsa öleceğimi, onlara itaat edeceğim gibi gibi şeyler yazıyordu. Ölsem de bunları söylemezdim…

 

◔◔◔

Yazarın anlatımından,

Saatler geçiyordu. Kolyeden bir şey çıkmaması tüm timin elini kolunu bağlamıştı. Devrim’in telefonundan yer tespiti yapılmak istense telefon kaçırıldığı yerde bulunmuştu ve Bora tarafından Pamir’e teslim edilmişti. “Engin beyle konuştuk. Siyah minibüs tarzı bir araç olduğunu teyit ettik. Ancak plakası yokmuş aracın. O yüzden kameralardan nereye gittiğini bulmak amacıyla araştırmaya başlandı. Başsavcı Muhammed bey bizzat emniyette görüntüleri izliyor ama bu iş bizi aşacak gibi. Nadya isimli bir kadından bahsedilmiş. Sadece onu duymuş yaralı olan askerler.”

“O kadını bir elime geçireyim, inim inim inletmezsem en adi şerefsizim.” Dedi Pamir sinirli bir şekilde. “İçişlerine de haber verildi, bir savcının kaçırıldığından haberdarlar. Sınırları kapattılar.” Dedi Cenk sıkıntılı bir nefes vererek. Bora alayla güldü. “Çoktan geçirmişlerdir sınırdan şimdi yapılmasının bir manası yok.” Haklıydı, ülkemizde ne yazık ki bazı önlemler tam zamanında alınmıyordu. Bu da bunun bir örneğiydi. Dahası bir savcı olmasa söz konusu olan kayıp bile sayılmazdı şu dakikalarda.

Pamir elindeki telefonun ekranını açtı. Devrim ile kendi fotoğraflarını gördüğünde zorlukla yutkundu. Saatler önce kolyeden bir şey bulamadıklarında dünyası başına yıkılmıştı. Kendini bırakır gibi olmuştu ama ayağa kalkmıştı daha güçlü bir şekilde. Çünkü şimdi perişan olma zamanı değildi, arayıp Devrim’i bulma zamanıydı. Boş boş bir haber beklemeye dayanamayarak aniden ayağa kalktığında Baran Albay’ın bakışları ona döndü.

“Komutanım neyi bekliyoruz biz!?” Sesinin tınısını ayarlamadan dik dik komutanına bakarken yutkundu. “Neden didik didik etmiyoruz etrafı! Neden boş boş oturuyoruz?” İçi içine sığmıyordu. Çıkıp gerekirse her taşın altına bakacak gücü hissediyordu kalbinde. Yorgundu, dinlenmek için ölüyordu, uykusuzdu ama Devrim olmadan bütün bunlar anlamsızdı. Hiçbir şey umurunda değildi. “Ankara’dan emir bekliyoruz oğlum, sakin ol.” Baran Albay, Pamir’in sinirini hoş görerek açıklamaya çalışırken Pamir elini saçlarının arasından geçirdi.

“Emir bekliyoruz, çok güzel.” Dedi kendi kendine mırıldanarak. Zaten şu emirler değil miydi elini kolunu bağlayan, o emir değil miydi Nadya’yı başlarına saran. Asker olduğu andan bu yana hiç isyan etmemişti ama şimdi ilk defa bir emir beklemek ona zor geliyordu. Ellerini masaya yaslayarak sakinleşmeye çalışırken gözlerini kapattı. Sakin olamazdı, içi yanıyordu. Nefesinin nerede olduğunu bilmiyordu.

“İçişlerinin madem haberi var, ne diye emir gelmiyor o zaman!” dedi Bora isyanla, Pamir’in duygularına tercüme olarak. Onun da dayanacak gücü kalmamıştı artık. Pamir’den önce ilk öğrenen o olmuştu. Olay yerine bizzat gitmişti. Şehitlerin ambulansa alınmasını, yaralıların hastaneye taşınmasını görüp yardımcı olmuştu. Ama kardeşiyle ilgili hiçbir bilgiye ulaşamamıştı. Olayın sıcağıyla zaten elleri kolları bağlanmıştı ama şimdi bir emir beklemek onun da zoruna gidiyordu.

“Ben emniyete geri döneyim, bilgi alırsanız bana da haber verirsiniz değil mi? Bende size haber veririm.” Dedi Cenk düşünceli bir sesle. Ardından elini Pamir’in omzuna koyarak ekledi. “Pamir, bulacağız savcımı. İçini ferah tut.” Bu söylediğine kendisi de pek inanmasa da Pamir’e destek olmak istiyordu. “İçim yangın yeri, ferahlık namına bir şey var mı diye sorsana.” Pamir hissettiklerini tam aktaramasa da bu odadakiler için çok şey ifade ediyordu zaten bu sözler. Onun canının nasıl yandığını biliyorlardı. Söz konusu olan sadece bir savcı, bir eş değildi. Daha doğmamış bir bebekte vardı işin içinde.

Cenk bir şey söyleyemeden odadan çıktığında Pamir yerinde doğruldu. “Emir falan umurumda değil. Beklemeyeceğim! Burada karımın ölüsünü mü bekleyeyim, ne istiyorsunuz!?” bağırarak kararını bildirirken artık canına tak etmişti. Anlık bir karar veriyordu, mantıklı düşünemiyordu. Odadan çıkmak için hamle yaptı. “Yüzbaşı Pamir Arslan, kendine gel!” Baran Albay’ın odayı dolduran sert sesiyle birlikte Pamir’in adımları durdu mecburen. “Bir adım daha atarsan hakkında uzaklaştırma isteyeceğim!”

“Komutanım.” Hakan hızla araya girdi. Pamir’in umurunda olmayacağını biliyordu bunun. Gerekirse askerliğini yakardı. Kafasına koymuştu. Nasıl koymazdı ki? İçi yanarken nasıl burada haber beklemesini isterlerdi ondan anlamıyordu. Sabredemiyordu, dayanamıyordu. “Komutanım yapmayın Allah aşkına.” Kürşat hızlı bir şekilde Pamir’i engellemek adına yanına giderken Bora, Pamir’e destek olmak adına konuştu. “Beni de ekleyin listeye o zaman komutanım. Burada elim kolum bağlı oturmayacağım. Kardeşimin bana ihtiyacı var!”

Baran Albay ona karşı çıkan iki askerine bakarken iç geçirdi. İkisinin de zor durumda olduğunu biliyordu. Birinin kardeşi, birinin karısı söz konusuydu. Sakin olmaları zordu ama o da emir kuluydu. Ona beklenmesi söylenmişti o da bekliyordu.

“Komutanım beni de ekleyin, bende geliyorum.” Dedi Taner hızlı bir şekilde Bora’nın yanına ilerlerken. Sonra odadan aynı tonda sesler yükseldi. “Bizde geliyoruz!” Tüm tim Pamir ve Bora’ya destek olduklarını belirtircesine onlara bakarken Baran albay birkaç saniye baktı onlara. Nasıl durdurabilirdi ki bu deli oğlanları? Uzaklaştırma istemesi bile etki etmemişti.

“Komutanım bir video yayınlandı!” Harekât merkezinde bulunan askerlerden birinin panik içinde konuşmasıyla birlikte odadaki herkes gelen videonun Nadya’dan geldiğini çok iyi biliyordu. “Aç hemen!” dedi Baran Albay. Pamir’de Bora’da onlarla çıkmak için hazırda bekleyen tim de bakışlarını harekât merkezinin duvarında bulunan projeksiyon perdesine doğru çevirdiler.

 

 

(Şarkı buradan sonra dinlenirse daha etkili olabilir...)

Video açıldığında ekranda Devrim belirdi ve video akmaya başladı. “Ben Cumhuriyet Savcısı Devrim Akyol Arslan.” Diye titrek bir nefes vererek cümlelerine başladı Devrim. Dik bir şekilde duruyordu, gözleri kararlılıkla bakıyordu kameraya. Pamir’in sert yüz hatları Devrim’i gördüğü, sesini duyduğu an yumuşarken içinden bir şeylerin akıp gittiğini hissetti. İyiydi, yüzünde yara bere yoktu. Gözleri hafiften doluydu ama ağlamamıştı. Onları mutlu etmezdi, korktuğunu hissettirmezdi biliyordu Pamir. İçi rahatladı anlık olarak.

“Terör örgütü PKK’nın elindeyim.” Dedikten sonra yutkundu. Bu bilmedikleri bir şey değildi. Elinde bir kâğıt vardı. Bildiri okutuyorlardı. Bora yumruklarını sıka sıka videoyu izlerken hala daha aklında kardeşini kaçıranlara yapmak istedikleri vardı.

O an elindeki kâğıdı indirdi Devrim. Bakışları hala daha kameradayken titrek bir nefes verdi. “Sevdiklerime bir şeyler söylemek istiyorum.” Derken gözleri dolmaya başladı. Belki karşındaki adamlardan korkmuyordu ama ona bir şey olursa sevdiklerinin yaşayacağı azabı biliyordu. O yüzden konuşmak istemişti. “Beni merak ediyorsunuz biliyorum ama iyiyim.” Dedikten sonra yutkundu. Zihninde oluşturduğu cümleler diline doğru akıp gitti. “Her zaman önümü aydınlatan ay ve güneş olurdu, bu sefer yok. İçimde sadece loş bir umut hüzmesi var. Bu koskocaman evrende yalnızım sanki.”

Bu sözlerle Bora ve Pamir birbirlerine baktılar. Devrim böyle sözler söylemezdi. Bakışları sertti ama sanki bir şeyler anlatmak istercesine çabayla bakıyordu. Video canlı olmadığı için aralarında konuşmalarının bir sakıncası yoktu. Pamir algıladığı cümlelerle birlikte zihnindekileri diline döktü. “Mesaj veriyor.” Derken içten bir şekilde güldü. “Aslan karım.”

“Çok engebeli, taşlı, yürümesi zor ve uzun yollardan geçtim biliyorsunuz. Kâh sınıra gittim, kâh ıssız yerlere gittim ama hepsinde de başarıyla sonuca ulaştım. Bu sefer ki biraz daha uzundu sanki.” Derken sesinin karamsar çıkmasını engelleyemedi.

“Karanlık bir yerde ama aynı zamanda da büyük, loş bir ışık aydınlatıyor. Bir depo olması olası. Engebeli bir yerde, muhtemelen dağlık bir alan olabilir. Yürümesi zor dediğine göre arabanın gidebileceği bir yer değil, yürüyerek götürdüler yani patika bir yol mutlaka var.” Bora tüm çıkarttığı bilgileri aktarırken içindeki umut yeşeriyordu az buçuk. “Sınır mı değil mi bilmiyor, ıssız bir yer ama. Ayrıca yolun uzun olduğunu vurguladı. O zaman sınıra yakın olabilir hatta sınırı aşmış olabilirler.” Derken aklından bildiği tüm yerleri geçirmeye başladı Pamir. İşin kötü yanı Hakkâri hep dağlık, hep engebeli, hep taşlıydı. Bulmaları zordu.

“Başka bir ipucu hadi güzelim.” Dedi Pamir dudaklarını dişlerken. Bu kadarı yeterli değildi. Ama daha fazlası da gelemezdi. Çünkü gözleri kapalı bir şekilde getirmişlerdi Devrim’i. Hiçbir şey görememişti. Bunlar sadece hissettiği şeylerle söylediği cümlelerdi.

Aklından geçen cümleler bittiğinde derin bir nefes aldı. Elinden geleni yapmıştı ipucu vermek için ama onu bulabilirler miydi bilmiyordu. O yüzden kendince vedalaşmak istedi onlarla.

“Abi.” Dedi ilk önce. Bora duyduğu hitabın ağırlığı yüreğine çökerken dişlerini sıktı. Güçlü durmak istiyordu ama bu hitabı bir kez daha duyamayacağını düşünmek acısını yüreğinden gözlerine taşıyordu. “Abi, babamda sende benimle gurur duyun. Belli ki şehitlik bana ve oğluma nasip olacak.” Dediğinde Bora dayanamadı. “Yapma bunu kızım, yapma.” Yalvarırcasına konuşurken Devrim gülümseyerek devam etti sözlerine. “Övünün, gurur duyun, başınız dik gezin.”

“Yapma bunu bize!” Bora can acısını bağırarak geçirmeye çalışırken Pamir gözlerini kapattı. Duyduğu sözlerin ağırlığı bir mıh gibi yüreğine oturmuştu.

Devrim vedasına devam etti. “Siz benim kahramanımsınız. Hep gurur duydum sizinle. Sizi çok seviyorum. Beni hep güzel hatırlayın. Hep mutlu ol abi. Işıkla hep mutlu olun, ona da selamımı ilet.” Derken Devrim’in de Bora’nın da Pamir’in de aynı anda gözünden damlalar aktı. Hatta odada bulunan çoğu kişinin bu vedaya kalbi dayanmamıştı.

Devrim yutkundu. Şimdi vedalaşma sırası sevdiği adama gelmişti. “Pamir… Canımın içi.” Deyip duraksadı. Zordu Devrim içinde. Elini usulca karnına yasladı. Artık onun da umudu kalmamıştı. Bebeğinden güç almaya çalıştı. “Kendini hiçbir şey için suçlama. Senin suçun değil.” Dediği anda Pamir’in aklına rüyası geldi. Orada da aynı şeyi söylüyordu Devrim. Kalbine daha büyük bir korku yerleşirken yumruğunu sıktı. Gerçek olamazdı, olmamalıydı. Tırnakları avuç içine batarken video akmaya devam etti.

“Bu hayatta iyi ki dediğim ne varsa seninle oldu. Seninle tanışmam, evlenmem, bir çocuğumuzun olması. Sen benim bu hayattaki iyi'kimsin. Yaşadığımız her şeye rağmen.” Dedi Devrim kararlı bir sesle. Yüzünde küçük bir tebessüm oluşsa da gözlerinden yaşlar akmaya devam etti. Acının tebessümüydü yüzündeki. “Bu bir veda sende biliyorsun, aslında ben sana vedamı seni uğurlarken yapmışım bilmeden ama iyi ki diyorum şimdi.”

“Veda falan değil.” Dedi Pamir fısıldayarak. Veda olamazdı. Son görüşmeleri o kapının önünde olamazdı. Daha yaşayacak çok günleri olmalıydı. “Kurtaracağım sizi, kurtaracağım.” Kendini inandırmaya çalışırken Devrim devam etti sözlerine. “Pamir ben hep senin gurur duydum, şehit olduğunu öğrendiğim günden itibaren şu güne kadar hep gurur duydum. Kahraman bir Türk askerine gönlümü verdiğim için, onun karısı olduğum için hep gururlandım, övündüm.”

Devrim’in yanağına bir damla daha yaş düşerken Pamir elini daha da sıktı. Onun gözyaşlarını görmek, silememek, engelleyememek ellerini uyuşturuyordu. Devrim’de bunu bildiği için hızla yanağını temizledi. “Şimdi sıra sende sevgilim, çok acı verecek biliyorum. Ölecek gibi hissedeceksin, senin işin belki daha zor olacak.” Dedi acıyla. Daha zor olacaktı evet. Pamir sevgilisini değil karısını ve doğmamış evladını kaybedecekti çünkü.

“Ama sende bizimle gurur duy, vatanım için canımı seve seve veririm biliyorsun. Belki sizler gibi bunun için eğitim almadım ama korkmuyorum. Bu çok güzel bir duygu, sizde biliyorsunuz.” Pamir başını iki yana sallayarak gözlerini kapattı. Aynı Devrim’inki gibi yanağına yeni yaşlar düşerken kabullenemedi. “Hayır, ben senin kadar güçlü değilim. Bana bunu yaşatma. Yalvarırım. Dayanamam ben.”

Devrim bunları duymuyordu ne yazık ki. Duysa da elinden bir şey gelmezdi. Eli kolu bağlıydı. Kaçmayı düşünüyordu ama bunca insanın içinde bunu nasıl yapacağını da bilmiyordu. Tek üzüntüsü arkasında bıraktıklarıydı. Ama şimdi onlara da duygularından bahsederken içi biraz daha rahatladı, en azından vedalaşabiliyordu, son sözlerini söyleyebiliyordu. Acı yüreklerinde her zaman olacaktı ama zamanlı alışacaklardı, o yürek her bir anıda yanacaktı ama zamanla kabukta bağlayacaktı.

“Seni çok seviyorum sevgilim. Hep de çok sevdim. Bir gram bile eksilmedi sevgim, hep katlanarak arttı. Bu hayatta bana çok güzel günler yaşattın. Teşekkür ederim. O anlar için minnettarım sana. Keşke daha uzun günlerimiz olsaydı ama nasip değilmiş. Kendine iyi bak. Hoşça kal...” Derken yüzündeki gülümsemesini eksik etmedi Devrim. Pamir gözlerini bile kırmıyordu bu gülüşü bir daha görememe ihtimaline kapılıp. İçi yanıyordu, can çekişiyordu ama gözlerini kırpmıyordu.

Devrim bir kez daha gözlerini temizleyip tekrar konuştu. “Hakan, bunlar Sinem içinde geçerli. O benim kardeşimdi. Hep yanımda oldu. Ben sizin düğününüze katılamayacağım, yanında olamayacağım. Özür dilerim. Ama onu sevdiğimi ona söyle olur mu? Sonra Burçe..” deyip yutkundu. “Hayalini hepiniz biliyorsunuz. Biz bir ölür bin diriliriz. Onunla hep gurur duyacağım… Hepiniz kendinize çok iyi bakın, Allah’a emanet olun.” Bu videoyu timin izleyeceğini çok iyi biliyordu Devrim. O yüzden kendinden emin bir şekilde tüm vedalarını ediyordu. Hakan başını yere doğru eğip kendini sıkarken bunu nasıl söyleyeceğini düşündü. Söyleyemezdi.

Tim kendilerini Allah'a emanet eden kadına bakarken ne tepki vereceğini bilemedi. Batuhan yumruğunu sıkmış bu videoyu izlemek zorunda kaldıklarına lanet okurken Yiğit başını yere doğru eğmişti üzüntüyle. Ahmet ve Kürşat hüzünle ekrana bakarken Taner, Bora’ya destek olmaya çalışıyordu. Soner, Hakan ile Pamir’in yanındayken içinden Devrim’in ne kadar güçlü bir kadın olduğunu geçiriyordu.

Yürekleri yaralayan vedalaşma faslı bittiğinde Devrim tüm gözyaşlarını temizledi ve biraz önce acı çeken sesine nazaran daha güçlü ve sert bir sesle elindeki kâğıda tekrar baktı. “Ben Cumhuriyet Savcısı Devrim Akyol Arslan, terör örgütü PKK’nın elindeyim. Bana yapacakları hiçbir şey umurumda değil! Onlara asla ve asla boyun eğmeyeceğim. İstedikleri hiçbir şeyi yapmayacağım, vatanıma ihanet etmeyeceğim! Bu kancık şerefsizlerin ölmesi için gerekirse her şeyi yapacağıma, canımı seve seve vereceğime ant içerim! Sizden istenilen hiçbir şeyi yapmamanız da benim vasiyetimdir!”

Devrim bildiriyi okumayıp kendi içindeki cümleleri dile getirirken yanında ona silah doğrultan teröristin yumruğu ile sözleri kesildi. Kamera o andan itibaren kapanırken Pamir gördüğü görüntülerle sinirine hâkim olamadı. “Ulan orospu çocukları! O elinizi alıp sikmezsem en adi şerefsizim!” Ellerini sertçe masaya vururken artık kontrol etmek için aşırı çaba sarf ettiği ipleri bıraktı. Bu bardağı taşıran son noktaydı onun için.

Yanında duran sandalyeye tekme atarken masanın üzerindeki dosyaları bir çırpıda yere doğru savurdu. Sonra da başka bir sandalyeye tekme savurarak sinirini çıkarmaya çalıştı. “Nereden lan! Nerede bu kadın! Yer yarıldı içine mi girdi!” Avazı çıktığı kadar bağırırken Hakan kollarından tutarak onu engellemeye çalıştı. “Bırak lan beni!” Pamir çırpınarak Hakan’ı iterken bu sefer Batuhan tuttu diğer kolundan. “Sakin olun komutanım, sakin olun.”

“Ne sakin olması! Burada elim kolum bağlı karımın vedasını dinledim ne sakin olması!” Bağırmaya devam ederken artık içindeki acıyla baş edemez duruma gelmişti. “Neyi bekliyoruz! Devrim’in ölmesini mi! Neyi!” Hakan hızlıca kendine tutup çekerken Pamir’i sıkı sıkı sardı. “Bulacağız kardeşim, bulacağız.”

“Şu siktiğimin emirleri yüzünden bu haldeyiz zaten! Hala neyin emrinden bahsediyorsunuz! Karım olması umurlarında değilse ülkenin savcısı söz konusu lan! Türkiye Cumhuriyeti’nin bir evladı söz konusu olan! Bu kadar mı biçilen değer!?” Pamir, Hakan’ın ellerinden kurtularak harekât merkezinden çıkarken kafasına koymuştu. Emir gelmiyorsa kendi askerliğini yakardı yine bulurdu. Devrim’in gözlerinde gördüğü vazgeçmişlik aklına oynatmasına neden olmuştu.

Duyduklarını nasıl sindirecekti, nasıl hazmedecekti bilmiyordu. Ölüyor gibi hissediyordu. Nefesi yanında değildi kollarında değildi. Nerede olduğunu bilmediği bir yerdeydi. Üşüyor muydu, aç mıydı bilmiyordu. Dahası bir de canından parçası vardı. Çok daha korkuyordu. İkisini de kaybetmekten deli gibi korkuyordu…

Bora, kardeşinin sözleriyle sarsılmış bir biçimde oracıkta kalakalırken Pamir’in arkasından bakakalmıştı. Bağırıp çağırmak istiyordu, bir yerleri yumruklamak istiyordu, haykıra haykıra ağlamak istiyordu ama bunların Devrim’e bir katkısı olmayacağını biliyordu. Söylediği sözler içine oturmuştu. Babasına nasıl derdi Devrim bize bunları söyledi diye. Kardeşini nasıl feda ederdi?

“Devrim’in söylediği şeylere göre örgütün depolarının listelerini çıkartın. Pamir’in verdiği koordinatlara özellikle İHA gönderin, etrafı taramaya başlayın.” Baran Albay sıkıntılı bir nefes verdi dudaklarının arasından. En iyi askerlerinden biri rest çekip gitmişti, biri perişan bir haldeydi. Eli kolu bağlı oturmayı o da istemiyordu. Pamir’in söylediği gibi değerli bir savcıydı söz konusu olan. Bir saat içinde emir gelmemesi durumunda gizli de olsa, habersiz de olsa timleri çıkartacaktı.

O sırada Pamir hızlı adımlarla teçhizat odasına doğru ilerlemeye başladı. Yanına birkaç şarjör ve gerekli silahları aldıktan sonra çıkıp arayacaktı Devrim’i. Örgütle temaslı olan birçok mekân biliyordu. Hepsine bakacaktı. Arkasından çıkan Hakan hızlı adımlarla Pamir’in yanına doğru giderken aklında onu engellemek vardı. Devrim bulunacaktı bundan emindi. Ama Pamir askerliğini yakarsa sonradan pişmanlık duyardı. Mesleği olmadan yapamazdı. Bu meslek için yıllarını vermişti, Devrim’den ve kendinden yıllarını çalmıştı. Şimdi bunun böyle bitmesine izin veremezdi.

Teçhizat odasına girip kapıyı arkasından kapatırken kapının üzerindeki anahtarı aldı. Pamir, silahlara odaklanmışken anahtarla kapıyı kilitledi. Pamir kilitlenme sesini duyduğu an bakışlarını kapıya doğru çevirirken kaşları çatıldı. “Ne yapıyorsun?” dişleri arasından sinirle tıslarken Hakan elindeki anahtarı kapının altından koridora doğru attı. “İkimizde buradan çıkmıyoruz.”

“Ne sikim yaptığını sanıyorsun sen!” elindeki silahı bırakıp kapıya doğru yaklaşırken Hakan sertçe yutkundu. “Kendini toparlaman gerekiyor.” Derken Pamir yumruklarını sıktı. “Aç şu kapıyı!” Emir verircesine konuşurken Hakan başını iki yana salladı. “Açmayacağım, burada komutanım değilsin. Kardeşimsin.” Dedi kendinden emin bir şekilde. “Hakan, aç şu kapıyı. Aç!” derken kapıya tekme savurdu Pamir. Ama açılmayacağını kendisi de biliyordu. Kıramazdı çünkü çelik bir kapıydı.

“İster söv, ister ağzımı yüzümü dağıt, ister bir taraflarımı kır. Buradan çıkmana izin vermeyeceğim.” Hakan sertçe konuşurken Pamir başını geriye doğru attı sinirlerine hakim olmak için. Elini saçlarının arasından geçirirken bir o tarafa bir bu tarafa yürüdü. Aklını oynatacaktı. Hırsla tekrardan kapıya yaklaşıp omuz atarken kapı sadece sarsıldı. Bu Pamir’i daha da çıldırtırken kapının arkasından gelen sesi duydu. “Komutanım anahtarı aldım.”

Batuhan’ın sesini duymasıyla birlikte konuştu. “Aç şu kapıyı Batuhan!” Emir veren tonda konuşurken Batuhan reddetti. “Kusura bakmayın komutanım, biraz sakinleştiğinizde görüşürüz.” Odadan uzaklaştığını ayak seslerinden anlarken kapıya doğru bir tekme savurdu Pamir. Hakan bir köşede onu izlerken bir an için kendini Pamir’in yerine koydu. O da aynısını yapardı. Ama bildiği bir şey vardı ki Pamir’de ona bu şekilde davranırdı.

Pamir anlık olarak ellerini kapının sövesine yaslamış sakinleşmeye çalışsa da videonun sonunda Devrim’e yapılanlar gözünün önüne geldikçe, söyledikleri kulaklarında çınladıkça sakin olamıyordu. Devrim’in ona ihtiyacı vardı. Korkmuştu, güçlü durmaya çalışıyordu ama korktuğunu biliyordu Pamir. Dahası Nadya’nın onun yüzünden Devrim’e musallat olduğunu bilmek canını daha da yakıyordu. Kalbi alev almıştı sanki. Canından can gidiyordu da kimse anlamıyordu. Onlara bir şey olursa ne yapardı hayal dahi edemiyordu. Ama hayal edemediği o şeyle karşı karşıyaydı.

“Hava soğuk, üşür o. Üşürler Hakan...” Sesinin boğuk ve titrek çıkmasını engelleyemedi. Pamir sımsıcak bir yerde olmasına rağmen donuyordu Devrim’in yokluğuyla. “Korkuyordur, beni bekliyordur. Gitmem lazım, bulmam lazım onu.” Diye ekledi içi yana yana. Sesinden umudunun kırıldığını anlasa da içinde bir yerlerde kendisini beklediğini biliyordu ama bir şey yapamamak onu öldürüyordu. Hakan dudaklarını birbirine bastırdı ağlamamak için. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Nasıl teselli verilirdi ki? Verilemezdi. Söylenecek sözler yitmişti.

Eli kolu bağlıydı Pamir’in de, Bora’nın da, buradaki diğer askerlerinde. Bir iz yoktu, adres yoktu, sadece Devrim’in cümleleri vardı. Onlar da samanlıkta iğne aramaya yarıyordu. Hissettiği çaresizlik ayaklarının bağını çözerken dizlerinin üzerine çöktü Pamir, elleriyle yüzünü kapatırken dünyanın tüm yükü omuzlarına çökmüş gibiydi. Doğrulamıyordu, nefes alamıyordu, sağlıklı düşünemiyordu. Bitmişti…

 

 

◔◔◔

Devrim Akyol Arslan’ın anlatımından,

Tam sağ elmacık kemiğime isabet eden sert yumrukla sözlerim kesilmişti. Aldığım darbe yerimde sarsılmama neden olurken hissettiğim acıyla yüzümü buruşturdum. Moraracaktı bundan emindim. Elim istemsizce yüzüme doğru giderken kolumdan sert hamleyle tutularak zorla biraz önce oturtulduğum sandalyeye götürülmeye başladım. Yaptığımdan hiçbir şekilde pişman değildim. Yine olsa yine yapardım.

“Neyse sonda atılan o yumruk bile onları delirtmeye yetmiştir, bildiriyi okumasa da olur. İnsanlardan daha çok tepki alırlar. Kamuoyu baskısı yüksek olur.” Nadya hoşuna gittiğini belirten bir ses tonuyla konuşurken bakışları beni buldu. Hiçbir şey söylemeden yüzüme doğru bakarken tiksintiyle bakışlarımı çevirdim.

Sandalyeye zorla oturtulduktan sonra ellerim yine arkadan bir iple bağlandığında yerimde kıpırdandım. Belim, ayaklarım, başım ağrımaya başlamıştı. Susuzluktan ölüyordum, karnım acıkmıştı. Aynı zamanda korkuyordum da. Bebeğim bu açlığa, susuzluğa dayanabilir miydi bilmiyordum ve bu beni çok korkutuyordu. Öte yandan ailemle vedalaşmak bana çok iyi aynı zamanda da zor gelmişti.

Onlar ne haldeydi tahmin etmek zor değildi. Abimde, sevdiğim adam da perişandı. Fellik fellik beni arıyorlardı. Onlara elimden geldiği kadar ipucu da vermeye çalışmıştım ama koskoca Hakkari’de her yer böyleydi. Dahası Hakkari’de olup olmadığımı da bilmiyordum. Umudumu kaybetmek istemiyordum ama kaybolmak üzereydi.

“Kaya şimdi ne haldedir değil mi?” Zevkten dört köşe olmuş bir biçimde konuşurken başımı salladım. “Seni eline geçirdiğinde ne yapacağını düşünüp zevkleniyordur.” Dedim aynı onun gibi alaylı bir gülümsemeyle. Bunu da düşündüğüne emindim. Beni kurtardıktan sonra ya da kurtaramazsa bile olan bitenden sonra Nadya’ya yapacaklarını düşünüyordu. Öldürebilirdi, işkence çektirebilirdi. “Hayatımda hiç bu kadar zevk almadım biliyor musun savcı? Dört duvar arasından sonra seninle böyle konuşmak çok güzel.”

Alaylı gülüşüm büyüdü. “Keyfini çıkar.” Dedim dalga geçercesine. Çünkü gideceği yer yine o dört duvar arası ya da tahtalı köy olacaktı. Benim için ikincisi daha iyi bir seçenekti. En azından öldüğünde dünya bir pislikten kurtulurdu.

“Çocukların organlarının alınması hakkında bir fikrin var mı Nadya?” dedim aklıma gelen davayla birlikte. Kendimi rahatlatmam gerekiyordu. İlk defa Pamir beni rahatlatamazdı. Onu düşünmek buradan kurtulup kurtulamayacağım düşüncesine itiyordu beni. O yüzden işime sarılmayı seçmiştim yine. “Ah Devrim, o davada da karşımıza sen çıktın. Kader mi bu ne dersin? Sizin inandığınız tanrı benim seni öldüreceğimi bile bile hep işlerimize burnunu sokmanı sağlıyor sanırım.”

Yani çocukların organlarının alınmasıyla bir ilgisi vardı. “Sen yaptırttın yani.” Dedim tek kaşımı kaldırarak. Nadya omuz silkti. “Bilmem. Bu ülkenin kadınlarına, çocuklarına tek düşman biz miyiz?” üstten üstten bana bakarken haklılığı koymuştu. Biz daha erkeklere dur diyemiyorduk ki.

Nadya bana doğru eğilerek gözlerime baktı. “Benden bu kadar, yarın görüşürüz. Senin için çok yorucu bir gün olacak. İyi dinlen.” Deyip duraksadıktan sonra ekledi. “Ya da dinlenme zaten ebedi bir dinlenişe geçeceksin. O zaman dinlenirsin.” Sırıtarak söylediği cümleyle birlikte ürperdim. Dişlerimi birbirine sıkıca bastırarak suratına bakarken Nadya bulunduğum odadan çıktı.

Bakışlarım odanın içindeki diğer kişilere doğru kaydı. Bir varilin içine ateş yakmışlar ve ateşin etrafında ısınıyorlardı. Nisan ayının sonunda olmamıza rağmen hava soğuktu. Ellerim bağlı olduğundan ve sürekli aynı şekilde durduğundan kan gitmemeye başlamıştı. Bende üşüyordum. Hem bedenim hem ruhum üşüyordu. İçimi ısıtan tek bir vardı o da karnımda darbelerini hissettiğim oğlumdu. Onun için umudumu yitirmemeye çalışıyordum.

Gözlerim yaşadığım yorgunluğun habercisi olurcasına kapanırken engelleyemedim. Ancak tetikteydim, herhangi bir çıtırtı da uyanıyordum. Pamir’in kollarında deliksiz uyurken burada sık sık uyanıyordum. Nereden bilebilirdim ki göreve gitmeden önce birbirimize sarılarak uyuduğumuz, onu koynumda uyuturken son gecemiz olduğunu.

Kaç saat uyumaya çalışmıştım algılayamıyordum ama depoda bulunan adamların belli bir kısmının uyuduğunu gördüğüm anda aklımdan kaçma düşünceleri geçmeye başladı tekrardan. 3 kişi uyanıktı. Dışarıda adam var mıydı bilmiyordum. Ama denemem gerekiyordu. Tankut’tan nasıl kaçtıysam bunlardan da kaçabilirdim. Sonucu iyi olmamıştı o zaman ama denemek zorundaydım. Öleceğimi bile bile beklemek istemiyordum.

“Buraya baksana!” diye kısık sesle fısıldadığımda kapıda dikilen adamlardan birinin bakışları beni buldu. Uyuyanların uyanmadığına göz ucuyla emin olurken adam bana doğru yaklaşmaya başladı. “Ne var?”

“Lavaboya gitmem lazım.” Dediğimde adam duraksadı. İkna etmek adına tekrar konuştum. “Saatlerdir gitmedim, malum.” Adamın bakışları gözlerimden karnıma doğru kayarken kaşlarımı çattım. O ise bakışlarını ayakta olan diğer adamlardan birine çevirdi. “Götür.” Baktığı adamın onayıyla ellerimi çözerken derin bir nefes aldım. İlk adım tamamlanmıştı.

Oturduğum yerden ayağa kalkarken elimle bileklerimi ovuşturdum. Bir yandan da kolumu tutan adamın yönlendirmesiyle deponun odasından çıkıp koridor boyunca ilerlemeye başladım. Bakışlarım etrafta dolanırken deponun ucundaki metal kapıyı gördüm. Kapısı açıktı, bu güzeldi. Ama kapının önünde adamların olma ihtimali yüksekti. Başka da kapı yoktu.

Tuvalet olduğunu düşündüğüm yerin kapısında dururken adam kapıyı açtı ve içeri girmemi işaret etti. “5 dakika sonra kapıyı açarım, işini hızlı hallet.” Onu onaylarken kapıyı kapattı sert bir biçimde. Bakışlarım tuvalette işime yarayacak bir şeyler bulmak için etrafta gezinirken elimi karnıma yasladım.

“Bizi kurtarmak için elimden geleni yapacağım annecim.” Fısıldarken kendime güç vermeye çalıştım. Duvarın dibindeki kalın bir odun parçası dikkatimi çekerken iç geçirdim. Başka hiçbir şey yoktu kullanabileceğim. Bir ayna, bir cam. Hiçbir şey yoktu.

Bununla kafasına vurup bayıltabilirdim ama yere düştüğünde çok ses çıkardı. Bu da başımıza toplanmalarına neden olabilirdi. Beni bugün öldürmeyeceklerdi, bunu biliyordum. O bildiriyi okurken kafama sıkmadılarsa başka bir planları vardı. O yüzden şimdi beni kaçarken yakalasalar bile öldürmezlerdi. Denemezsem pişman olurdum. Bunu biliyordum o yüzden deneyecektim.

Kapının arkasına doğru geçerken derin bir nefes alarak heyecandan hızlı hızlı atan kalbimi sakinleştirmeye çalıştım. Bu kadar heyecan bünyeme iyi gelmiyordu. Elimdeki odunu kaldırıp hazırda beklerken kapı söylenildiği gibi 5 dakika içinde açıldı. Adamın içeri girdiğini gördüğüm anda odunu alnına doğru vururken aynı zamanda erkekliğine tekme atarak iki büklüm olmasını sağladım. Bu iki hamleyle ne olduğunu anlamayıp iki büklüm olurken bu sefer odunu kafasının arkasından ensesine doğru vurdum sert bir şekilde.

Yere yığılırken çok ses çıkartmamıştı Allah’tan ki. İki büklüm olması hızını azaltmıştı. Üzerine doğru eğilip belindeki silahını ve telefonunu alırken derin bir nefes aldım. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Başımı tuvaletin kapısından uzatıp koridora doğru bakarken kimsenin olmamasıyla yavaşça tuvaletten çıktım. Ne şanslıydım ki tuvalet çıkış kapısına yakındı. Ses çıkarmamaya özen göstererek kapıya ilerledim.

Kapıdan kafamı usulca uzatıp dışarıda birilerinin olup olmadığına bakarken silah elimde tetikte bekliyordum. Ama garip olan tarafı kimse yoktu dışarıda. Hızlı adımlarla dışarı çıkıp hem sessiz olup hem de hızlı olmaya çalışarak patika benzeri yokuş bir yola ilerlemeye koyuldum. Bir yandan da deponun etrafına doğru bakmaya devam ediyordum ama kimse yoktu. Bu gerçekten garipti.

Adımlarım hızlanırken hissettiğim adrenalin kalp atışlarımı kulaklarımda hissetmeme neden oluyordu. Dilimin damağıma yapışması da ayrı bir olaydı. Bedenim çok yorgundu ama koruma iç güdüsü, heyecan tüm bunlar için güç bulmama yarıyordu. Telefonun ekranını açıp Pamir’i aramak istediğimde parmak iziyle açılan bir kilit olduğunu görmek tüm umutlarımı yıkmıştı ama sorun yoktu. Anayola kadar yürürsem kurtulurdum.

Tam her şey bitti, kurtuldum diye düşündüğüm an ıslığa benzer bir ses duymamla eş zamanlı olarak baldırımda keskin bir acı hissettim. Adımlarım benden habersiz durup gücünü yitirirken yere doğru kapaklandım. Karnımın üzerine düşmemek için elimle yere tutunmaya çalışırken yerdeki taşlar avuç içimde izlerini çıkarmaya başlamıştı bile. Bacağımdaki acı dayanılmaz bir hal alırken inledim.

“Ah be Devrim, bizden kaçabileceğini sanman bizi biraz üzdü.” Nadya’nın alaycı ses tonu beynimde zonklarken umursamadım. Tankut sırtımdan beni vurduğunda canım ne kadar yanıyorsa şimdi de o kadar yanıyordu, sızlıyordu. Acı tüm bedenimi sarmaya başlamıştı. Gözyaşları acımı anlatmak istercesine gözlerimden dolup taşarken yaraya doğru baktım. Pantolonum çoktan kanlanmıştı bile, kurşun pantolonumu da bacağımı da delip geçmişti.

Gördüğüm kan midemi alt üst ederken düştüğüm durum daha çok ağlamamı sağladı. Hem canım çok yanıyordu hem kalbim ağrıyordu hem çok korkuyordum. Yine kaçamamıştım. Yine onların eline düşmüştüm. Yine beni kurtarmalarını bekleyecektim…

 

 

◔◔◔

Yazarın anlatımından,

Gün ağarmıştı… Nisan ayının getirdiği bahar havası, güneş, kuş cıvıltıları yeni ve mutlu günün habercisiydi. Ancak gün iki yere aymamıştı, güneş doğmamıştı. Birisi Devrim’in bulunduğu depoydu. Diğeri Pamir ve Bora’nın bulunduğu taburdu.

Baran Albay arama çalışmaları için taburunda bulunan askerleri operasyona göndermişti. Gün ağarana kadar tespit edilen birçok mekâna baskın yapılmıştı. Çoğunun içi boş olmakla birlikte iki tanesinde belli sayıda terörist ele geçirilmişti. Onların da sorgusu yapılmıştı ama hiçbir sonuca ulaşamamışlardı. Bora’da Pamir’de kendi timleriyle o operasyonlara katılmışlardı ancak elleri kolları boş dönmüşlerdi. Şimdi ikisi de o boşluğu acılarıyla doldurup bir gelişme yaşanmasını bekliyordu.

Sinem, Devrim eve gelmeyince endişelenmişti. Hakan’ın operasyondan döndüğünü de Devrim’e ulaşamayınca öğrenmişti. Sonra da arkadaşının kaçırıldığı haberini almıştı. Duyduğu haberle dik durmaya çalışıp operasyonları takip etmeye çalışmıştı ancak korku aynı diğerleri gibi onun da bedenini sarmıştı. Hakan’la teselli bulmaya çalışmıştı.

Bora nefes alamadığını hissettiği anda kalbinin yarısını kaplayan, kalbim diye bahsettiği kadını aramıştı. Onunla teselli bulmaya çalışmıştı. Işık haberi alır almaz soluğu Bora’nın yanında almıştı ama elinden hiçbir şey gelmemişti. Teselli edecek kelimeleri bulamamıştı. Bora kollarında korkuyla gözyaşı dökerken sadece sarılıp destek olabilmişti, onunla ağlamıştı.

Aralarında en bitiği Pamir’di. Destek alacağı, korkularını hafifleten kişi yanında değildi çünkü. Teselli bulacağı kimse yoktu… Çaresizliği bir halat gibi boynuna dolanmış nefesini kesiyordu. Korku ona eşlik ederek yutkunmasını bile engelliyordu. Tüm kötü duygular dört koldan zihnini, bedenini sarmıştı da bunlardan arınmasını sağlayacak kadın yoktu…

Odasında duvarın dibine çökmüş elindeki çerçeveye bakıyordu. Karısıyla balayında çekindiği, köşesinde oğlunun ultrason fotoğrafının iliştirilmiş olduğu o çerçeveye bakmakla yetiniyordu. Elinden bir şey gelmiyordu. En iyi bildiği şeyi yapmıştı, saatlerce dağda bayırda gezmiş Devrim’ini aramıştı ama bulamamıştı. En çok da bu koymuştu işte arayıp da bulamamak.

Devrim’in cümleleri kulaklarında çınlıyordu.

‘Bende seni çok seviyorum, bunu asla unutma tamam mı?’

Hayat bu Pamir, hepimiz bir gün öleceğiz. Biliyorum bende bunu başta kabullenemedim ama artık daha iyi anladım, ölüm herkes için ve hiç beklemediğin bir anda olabilir. Bize düşen şey ölüm gelene kadar hayatı doyasıya yaşamak.’

‘Seni çok seviyorum sevgilim. Hep de çok sevdim. Bir gram bile eksilmedi sevgim, hep katlanarak arttı. Bu hayatta bana çok güzel günler yaşattın. Teşekkür ederim. O anlar için minnettarım sana. Keşke daha uzun günlerimiz olsaydı ama nasip değilmiş. Kendine iyi bak.’

Veda etmişti Devrim, ikisi de bunu o an anlayamamıştı ama son yüz yüze görüşmeleri, son kez birbirlerine sarılışları, son öpüşleri olmuştu. Ölüm de böyle bir şeydi zaten, ansızın gelirdi. Son defa görüştüğünü, konuştuğunu bilemezdin.

Bunu düşünmek kahrediyordu Pamir’i. Beyni zonkluyordu. Devrim’in orada ne halde olduğunu bilmemek aklını yitirecek gibi hissetmesine neden oluyordu. Sabaha kadar ona ne yaptıklarını düşünmek bile istemiyordu. Açlığını, üşümesini, ağlayışlarını, dik durmaya çalışışlarını düşünmek istemiyordu sadece onu yanında istiyordu. Bir de oğlunu. Daha hiç göremediği, kucağına alamadığı, cennet kokusunu soluyamadığı, sadece etten duvarın altından hareketlerini hissettiği oğlunun sağ salim yanında olmasını istiyordu.

“Neredesiniz be güzelim…” içi yana yana Devrim’in fotoğraftaki yüzünü severken içinden dua etmeyi ihmal etmedi. Bir işaret, bir bilgi için şu an her şeyini verirdi. Ama yoktu işte. İstihbarattan bile bilgi yoktu. Sanki yer yarılmış içine girmişlerdi.

Oturduğu yerden usulca kalktı. Sakinlemişti. Sakinleşmek zorunda kalmıştı. Tüm gücü çekilmişti sanki bedeninden, elini kolunu oynatmak bile zor geliyordu. Düşmanım dediği kişi tarafından bu hayatta en sevdiğim, canım dediği kişiler alıkonulduğunda sanki tüm dünyanın yükü omuzlarına binmişti, vücuduna koskocaman bir ağırlık çökmüştü. Elindeki çerçeveyi en nadir bulunan bir parçaymışçasına masasının üzerindeki yerine yerleştirdikten sonra odadan çıktı.

Yavaş adımlarla harekat merkezine ilerlerken harekat merkezinin kapısı açıldı ve telaş içinde çıktı Soner. Elinde Devrim’in telefonu varken zil sesi tüm koridoru dolduruyordu. “Komutanım Devrim yengenin telefonu, gizli numaradan arıyorlar. Açmanız lazım. Nadya’dır belki!”

O an Pamir bitik halinden anında kurtuldu. Ayaklarına güç geldiğini hissederken güçlü, sert ve hızlı adımlarla Soner’e yaklaşıp harekat merkezine girdi. Telefonu açmadan evvel emir verdi sertçe. “Hiç kimse sesini çıkarmayacak.” O sırada Bora onu çağıran Taner ile odaya girdiğinde Pamir ile ikisi göz göze geldi. Pamir duyacaklarından korkarak iç çektikten sonra telefonu açtı ve anında hoparlöre aldı. “Efendim?”

“Naber Kaya?” Duyduğu sesle aniden kaşları çatılırken dişlerinin arasından sinirle konuştu. “Devrim nerede orospu çocuğu?” Nadya bu sözlerle sesli bir şekilde güldü. “Devrim yanımızda Kaya, videomuzu almadınız mı? Aslında ülkece çok güzel izlenmeler verdiniz bize. Devrim artık ünlü.” Alayla bir şekilde konuşurken Pamir sakinleşmek adına başını bir sağa bir sola eğerken gözlerini kapattı. “Senin derdin benimle, Devrim’i bırak.”

“Benim derdim seninle Kaya, evet. Ama teklifimi kabul etmeyerek sen istedin bunun böyle olmasını. Hem merak etme biz Devrim’i de oğlunu da çok güzel misafir ediyoruz. Değil mi Devrim, kocana anlatsana misafirperverliğimizi.” Bora’da Pamir’de Devrim’den gelecek olan cevabı nefeslerini tutmuş beklerken duydukları inleme sesi nefeslerini boğazlarında düğümlemişti. Bora tepki vermemek için tırnaklarını avuçlarına geçirip masanın kenarına sıkıca tutunurken Pamir bağırdı. “Ne yaptın lan ona! Ne yaptın!?”

O sırada Devrim, Pamir’in deliye dönmüş sesini duyabiliyordu. Nadya sırf Pamir’i delirtmek için elini Devrim’in bacağındaki yaraya bastırmıştı. Devrim acısını saklayamamıştı o an. Çünkü canı çok yanıyordu. Pamir’in sesini duyduğunda dudaklarını birbirine bastırdı inlemesini gizlemek için. Şu an nasıl bitik olduğunu biliyordu kocasının. Daha fazla endişelendirmek istemiyordu.

“Pamir, iyiyim ben…” Acılı, yorgun ve titrek bir şekilde teselli vermeye çalıştı. Odada bulunan herkes bu sesle derin bir nefes verdi. Öyle bir andı ki Devrim’in acı dolu sesine bile muhtaçlardı. “Devrim… Güzelim benim.” Dedi Pamir derin bir nefes vererek. Ardından ekledi. “Kurtaracağım sizi, tamam mı? Kurtaracağım.” Hem kendini hem karısını inandırmak istercesine konuşurken Devrim yutkundu. Yanaklarına doğru akan gözyaşlarını engelleyemedi.

“Biz iyiyiz. Merak etmeyin bizi. Oğlumuz da iyi.” Pamir’in söylediğine bir cevap vermeden zorlukla bunları dile getirirken Nadya araya girdi. “Gördüğün gibi çok iyi bakıyoruz.” Keyifli bir tınıyla konuşurken Pamir dişlerini sıktı. “Ben seni elime geçirdiğimde de çok güzel bakacağım aklın kalmasın.”

“Bak ne diyeceğim Kaya, teklifimi yineliyorum. Bu iyiliği de kimseye yapmam. Buraya gel, örgüte destek ol, aramıza katıl, sağ kolum ol. Bende Devrim’i de oğlunu da bırakayım.” Pamir’in bakışları odada bulunan Baran Albay ile buluştuğunda Baran Albay başını salladı onaylaması adına. Böylece bir plan kurup Devrim’i alabilirlerdi. “Benim derdim hiç Devrim olmadı, asıl mesele sensin. Bir yüzbaşı orduyu bırakıp örgüte katılacak, büyük sansasyon. Daha çok üye kazanırız. Ülkemizi el ele kurarız.”

“Pabucumun ülkesi.” Dedi o an Bora içinden. Sesini çıkartamıyordu ama sinir katsayısı boyunu geçmişti.

“Ha ne dersin? Yalnız gelmen gerektiğini söylememe gerek yok değil mi? İstifanı komutanına ilet ve atacağım adrese gel. Bende karını bırakayım.” Dediğinde birkaç dakikalık sessizlik oluştu. Nadya o sırada tekrardan elini Devrim’in yarasına doğru bastırdı. Devrim inlemesini dudaklarını birbirine bastırıp engellemeye çalışsa da dudaklarının arasından çıkan boğuk sese engel olamadı. “Ya da gelme, karının bacağını delip geçen kurşun bu sefer ya beynini delsin ya da rahmindeki oğlunu delip geçsin.”

Pamir’in gözü seyirken, eli kırmak istercesine telefonu sıkarken dudaklarının arasından tek bir sözcük döküldü. “Tamam geleceğim Allah’ın cezası.”

“Pamir, Hayır!” Devrim can havliyle itiraz etmeye çalıştı. Pamir’in geleceğini biliyordu. Hem de gözünü kırpmadan bunu yapacağını biliyordu ama bilmediği şey timinde her şeyden haberinin olduğu ve Pamir’i yalnız bırakmayacaklarıydı.

“Adresi atıyorum birazdan. 2 saate görüşürüz.” Telefon anında kapanırken Pamir ellerini masaya yaslayıp bedenini ayakta tutmaya çalışırken derin bir nefes aldı. Devrim’in acı dolu sesi içine işlemişti. Yine de o halde bile kendini değil de sevdiği adamı düşünmesi Pamir’e ayrı bir azap vermişti.

“Ne yapıyoruz komutanım?” Yiğit meraklı gözlerle Baran Albay’a bakarken Bora mırıldandı. “O kadını yakalayıp ağzını burnunu kırıyoruz, kardeşime yaptığı şeyin bin beterini yaşatıyoruz.” Devrim’in acısını tam yüreğinde hissetmişti. Sanki Devrim’in bacağı değil de kendi bacağıydı kurşun giren. Tüm vücuduna o derece bir acı ve ağrı saplanmıştı, tüm bu kavramlar birleşip kalbindeki ateşi harlamıştı.

“Bizim için hava hoş.” Dedi Ahmet kabullenen bir sesle. Baran Albay cevap veremeden Devrim’in telefonuna gelen bildirim sesiyle birlikte dikkatleri tekrardan telefona yöneldi. Pamir ekranı açıp direkt olarak telefonu haritadan bakması için odadaki askerlerden birine verirken Baran Albay konuştu. “İHA göndermek riskli olur, drone de aynı şekilde.”

“Tüm riskleri göze almamız gerekiyor yani.” Dedi Pamir kararlı bir biçimde. Batuhan hızla ekledi. “Risk bizim işimiz komutanım.” Desteğini hissettirircesine Pamir’e bakarken ekledi. “Ablamı da, yeğenimizi de o kancıkların elinden sağ salim kurtaracağız.”

İlk defa telaffuz ediyordu bu kelimeyi. Hep yenge derdi ama Devrim onun için bir ablaydı. Her zaman abla gibi görmüştü, desteğini üzerinde hissetmişti. Şimdi onun da içi yanıyordu ama dik durup komutanlarına destek vermek istiyordu. Pamir burukça baktı Batuhan’a. “İnşallah aslanım, inşallah.”

Atılan adresi haritadan ekrana yansıttıklarında Baran albay ekrana doğru bakıp konuştu. “Depoya giden iki yol var, timle ayrı yollardan gidin ki tek geldiğine inansın. Ancak bu kadar kolay adres vereceğini düşünmüyorum. Bir tuzak olma ihtimali çok yüksek. O yüzden temkinli olmakta fayda var. İki tim olarak gidin. Bora’nın timi de gelsin.”

“Emredersiniz komutanım.” Dedi Bora hızla. Baran Albay ise devam etti sözlerine. “Neler olacağını bilmiyoruz, Devrim’i direkt verecek mi, yoksa başka bir teklif mi sunacak belli değil. Pamir…” deyip duraksadı Baran Albay. Bunu söylemek zordu.

Pamir duymak istemedi ama çoktan anlamıştı ne söylemek istediğini. Vatan öncelikliydi. Eş, çocuk veya başka bir şey bunu değiştiremezdi. Gerekirse vatan için onlar bile feda edilirdi, takas yapılamazdı, ülkenin menfaatini riske sokacak hiçbir karar alınamazdı ve sonra dudaklardan tek bir cümle dökülürdü: “Vatan sağ olsun.”

“Emredersiniz.” Dedi kabullenerek. Başka diyeceği bir şeyi yoktu…

“Gazanız mübarek olsun, sağ salim gidip gelin.” Baran Albay sıkkın bir şekilde konuşurken tüm tim kararlı ve sert bir sesle cevap verdi. “Sağ ol!”

Harekât merkezinden birer birer çıkarlarken Pamir, Bora ile en son çıktı. Bora elini arkadaşım, kardeşim dediği adamın omzuna atarken mırıldandı. “Sağ salim kurtaracağız.” Hem kendini hem Pamir’i rahatlatmaya çalışırken aslında içi içini yiyordu. Pamir başını salladı belli belirsiz, tek ihtimal buydu zaten zihnindeki: Onları sağ salim kurtarmak.

Bora askerlerine haber vermek üzere Pamir’den uzaklaşırken Pamir’de hazırlanmak için teçhizat odasına ilerlemeye başladı…

*****

Pamir arabadan indiğinde etraftaki sessizlikle birlikte dikkatle etrafına bakındı. Hava kasvetliydi, kuşlar uçmuyordu. Esen rüzgârın etraftaki ağaç yapraklarına vuran sesi kulaklarda hoş bir ses oluşturuyordu. Bu boşluk, sessizlik insanı ürpertiyordu.

“Diğer yolun ucundayız komutanım, patika bir yol var araba girmiyor.” Hakan’ın telsizden gelen sesiyle birlikte Pamir cevap verdi. “Bu sessizlik hayra alamet mi sizce?” diye mırıldanırken Bora reddetti. “Pek hayır gibi durmuyor.” Pamir dudaklarını yalayarak karşısındaki patikaya doğru baktı. Ona da pek hayır gibi gelmiyordu ama bunu umursamadı. Ucunda Devrim’i kurtarmak varsa hayra da şerre de gözü kapalı koşardı.

“Bende de patika var, yürümeye başlıyorum konuma göre. Sizde bizi görebileceğiniz bir konuma geçersiniz.” Dedi Pamir yürümeye başlarken. “Emredersiniz komutanım.” Soner’in cevabıyla birlikte tim de ikiye ayrılarak patikadan ilerlemeye başladılar. Taşlı yolda çıkan ayak seslerine karşılık başka hiçbir ses duyulmuyordu. Böylesine alışıklardı ama durum bu sefer farklı olunca gerilmeden edememişlerdi.

Yarım saat kadar bir yürüme mesafesi vardı gönderilen adresle bulundukları konum arasında. Pamir silahını çıkarmış tetikte adımlarımı atarken Devrim’in verdiği mesajı düşündü. Gerçekten Hakkari’den 2 saat kadar uzaklıkta bir yerdi. Uzun, taşlı yollardan geçtik derken doğru yerde olduğunu kalbinin derinlerinde hissetti. Ancak örgütün uzun zamandır bu tarz bir yerle alakası olmadığı düşünüldüğünde burayı bulamamışlardı. Devrim’in tarif ettiği çoğu yer araştırılmıştı burası hariç.

Düşüncelerinden aniden telsizden gelen sesle sıyrıldı. “Komutanım tuzak kurmuşlar!” Pamir’in adımları duraksadı o an. Telsizden çatışma sesleri gelirken Batuhan konuştu. “Biz burayı hallederiz komutanım, sizde sıkıntı var mı?” Pamir sert bir nefes çekti ciğerlerine. Beklenen olmuştu. Timle geldiğini biliyorlardı. Belki de başından beridir böyle bir plan kurmuşlardı. “Yok, dikkatli olun. Ben ilerliyorum.”

“Dikkatli ol.” Dedi Bora bir yandan çatışıp bir yandan da Pamir için endişelenirken. Pamir onaylayan mırıltılar çıkardıktan sonra daha temkinli adımlarla ilerlemeye devam etti. Dikkatle etrafına bakınıyordu ama gördüğü tek şey boş bir araziydi ve bu onu daha da geriyordu. Aynı zamanda da içindeki hırsı büyütüyordu.

Adımlarını attıkça topraktan yayılan sıcaklık, boğucu bir duman kokusu genzini yakarken yutkunup nefes almaya çalıştı. Tüm duyguları aynı anda hissediyordu ama korku bunlardan en baskınıydı. Adımlarını yokuşa doğru atarken göreceklerinden ölesiye korkuyordu. Her bir adımında duman, sıcaklık, alevlerin çıkardığı sesler artarken zihninden geçen düşüncelere hâkim olamıyordu Pamir. Korku, aynı solduğu duman gibi tüm bedenine sızıyordu.

Yokuşa çıktığı an gördüğü manzara dumanla birlikte nefesini keser gibi oldu. Alevler sanki kalbini yakıyormuşçasına can acıtırken anın şoku ayaklarının bağını keser gibi olmuştu. Birkaç saniye olayı kavramaya çalışırken verilen adresin bulunduğu konumda alevlerle yanan depo olduğuna emindi. Devrim’in içeride olduğu düşüncesi ayaklarının komutunu tekrar kazandırırken yokuş aşağı koşmaya başladı haykırarak. “Devrim!”

Alevler tüm depoyu kaplamıştı. Gökyüzüne doğru oluk oluk duman yayılıyordu. Göz gözü görmeyecek seviyeye ulaşmıştı. Etrafa yaydığı is kokusu ciğerleri yakıyordu. Herkes uzaklaşırdı, kimse bu ortamda durmak istemez kaçardı ama Pamir can havliyle oraya doğru koşuyordu. Koşmak zorundaydı çünkü belki de canları oradaydı.

Depoya yaklaştıkça genzi dumanla dolarken öksürdü ciğerlerini parçalarcasına. Deponun kapısını ararken cebinde çalan telefonu çıkardı hızla. Kimin aradığını biliyordu. “Sürprizimizi beğendin mi yüzbaşı? Askerlerinle gelmeyeceğine inandığımı düşünmedin umarım. Tabii bir de aramıza katılacağın düşüncesine inanmamız var. Her şey bugün için planlanmıştı. Her reddedişin bir bedeli vardı ama senin yaptığın şeyin cezası ta beni hapse tıktığın o gün belirlenmişti. Vatan uğruna sevdiklerini ardında bırakmıştın. Şimdi karını da oğlunu da bu uğurda feda etmek sana koymaz. Sen benden özgürlüğümü almıştın, bende senden en sevdiklerini, canım dediklerini aldım, canevinden vurdum. İşte şimdi ödeştik. Cesetlere ulaşamayacaksın ne yazık ki çoktan kül olmaya başlamıştır, bu da bizim farkımız olsun.”

Nadya’nın sözleri zihninde yankılanırken telefonun kapanışını umursamadan yere doğru attı. Hızla deponun girişlerinden birine koştu. Metal bir kapıydı. Deponun tüm tahtaları, duvarları alev alev yanarken alevler yakıcı bir hal almıştı saatlerdir yandığını belirtircesine. Kapıyı kırmak için uğraşırken bir yandan da bağırdı. “Devrim!”

Şu an yıkılamazdı, ağlayamazdı, o kadının sözlerine kanamazdı. “Hayır, hayır, hayır!” Kapıyı tekmeleyip açmaya çalışsa da açılmıyordu. Çaresizlik bedeninin titremesine neden olurken can havliyle kapıya vurmaya, tekmelemeye devam etti bir süre. Elindeki silahla kapıya sıkıp açmaya çalıştığında kurşun sekiyordu, yani hiçbir etkisi olmuyordu. Sıkışmıştı.

“Allah’ım!” Dua niteliğinde rabbinin ismini zikrederken deponun etrafını dolandı. Cam yoktu. Başka kapı yoktu. Can havliyle, aklını yitirmiş gibi kapıyla uğraşırken genzine dolan karbondioksiti bile umursamadı. Kesik nefeslerle çaresizce kapıyı açmaya çalıştı. Ellerini parçalamak uğruna kapıyla uğraşırken kendi ciğerlerini 20 dakika içinde kaplayan zehirli dumanın içerideki sevdiği kadını çoktan ölüme götürdüğünü düşünmek istemedi. Düşünse ölürdü, biterdi.

Tam o sırada kulakları sağır eden bir gürültü koptu. Deponun alevleri patlamanın şiddetiyle harlanıp gökyüzüne kadar ulaşırken sarsıntıyla beraber bedeni depodan uzakta bir noktaya, taşların üzerine doğru savruldu. Koskoca arazide bir tek alevleri gökyüzüne ulaşan, sıcaklığı cehennemmiş gibi hissettiren, dumanları gökyüzünün maviliğini alıp götüren bir yangın vardı.

Bir de yüreği kavrulan bir adam… Gözleri kısık bir şekilde açıkken bile bakışları depoda olan, kalkacak gücü kendinde bulamayan, yanağına doğru akıp taşların üzerine akan yaşlarla yüreğindeki yangını bile söndüremeyen bir adam. Bu yangınla ömrü boyunca baş etmek zorunda kalan bir adam…

 

Bölüm Sonu

‣‣‣ Bölüm nasıldı demek istiyorum ama vereceğiniz tepkileri az çok kestirebiliyorum sanırım…

‣‣‣ Yazarın anlatımından olan kısımlar nasıldı? Devrim’in vedası, Pamir’in tepkisi…

‣‣‣ Devrim’in anlatımını beğendiniz mi? Kaçmaya çalıştı ama ne yazık ki başarılı olamadı…

‣‣‣ Pamir ve Nadya’nın konuşması hakkında ne düşünüyorsunuz?

‣‣‣ Gelelim bölüm sonuna, sizce neler olacak? Tahminlerinizi alayım…

Final bölümünde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…

Bölüm : 18.01.2025 14:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...