🖇️Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur, keyifli okumalar dilerim...
🖇️Satır arası yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın lütfen...
Bölüm şarkımız; Duman - Kolay Değildir (patlama günü yazan kısımdan sonrası için daha uygun olacaktır.)
(Bölümden bir gün önce bölümle ilgili olan şarkıları ve bölümün saatini instagramdan paylaşıyorum, bilmeyenleriniz için ismi: mutlusonsuz222_)
40.Bölüm
Patlamadan günler önce,
Yazarın anlatımından Işık ve Bora,
Kapıya yaklaştıklarında kapının önünde, askerlerin önünde dikilen kadın dikkatini çekti ilk önce Işık’ın. Sarı saçlı, giyiminden ben zenginim diye bağıran bir kadındı. Bu kadının Bora ile nasıl bir tanışıklığı olduğu sorgularken Bora o kadını görür görmez kaşlarını çatmıştı bile. Yanındaki kadının aşkla doldurduğu, sevgisiyle iyileştirdiği kalbinde karşısında gördüğü kadın için bir boşluk duygusu oluştu. Ona karşı nefret bile hissetmiyordu çünkü. En büyük hayal kırıklığıydı karşısındaki kişi, en büyük pişmanlığı.
Işık, Bora’ya doğru baktığında gördüğü bakışlardan korktu. Bora’nın bu bakışını hiç görmemişti daha önce. Boş bir bakıştı. Sanki içinde hiçbir duygu yokmuş gibi bakıyordu. Bu bakıştan Bora’nın karşısındaki kişiyi tanıdığını anladı Işık. Merakına yenik düşerek mırıldandı. “Onu tanıyor musun?”
Işık’ın çekimser sesiyle Bora bakışlarını kızdan çekti ve sevdiği kadına çevirdi. Karşısındakine ne kadar boş bakıyorsa Işık’a döndüğünde o boşluk dolmuş yerine sevgi pırıltıları eklenmişti. “Ne yazık ki…” dedi pişmanlıkla. Ardından Işık’ın yanlış anlama ihtimaline karşılık kendini açıkladı. “Geçmiş bir mesele, buraya nasıl geldi, hangi yüzle geldi bilmiyorum.” Işık’ın gözlerine kendini inandırmak istercesine bakarken Işık belli belirsiz başını salladı. “Anladım… Seni görmek için gelmiş belli ki.” Derken içindeki kıskançlığa engel olamadı.
Geçmiş bir mesele demesi, bu kızla daha önceden bir şeyler yaşadığını gösteriyordu. Bunu duyduğu anda içi anlamsız bir ateşle dolmuştu. Bora, Işık’ın bakışlarının değiştiğini gördüğünde küçük bir tebessüm etti. Eliyle kızın elini tuttu sıkıca. “O beni görmek için gelmiş olabilir ama ben onu görmek istemiyorum. Benim görmek istediğim, yanında olmak istediğim tek bir kadın var. O da şu an yanımda zaten.”
Işık bu duyduğu cümle ile küçük bir tebessüm ederken bakışlarını Bora’dan çekip arabanın karşısında dikilen kıza çevirdi. Kızın bakışlarının Bora ile ikisinin üzerinde olduğunu fark ettiğinde tersçe ona doğru baktı. Zira Duru’nun bakışları da samimiyetten uzak ve kıskançlık doluydu.
“Şimdi inip ağzının payını vermek istiyorum izninle.” Dedi Bora kendinden emin bir biçimde. Işık bakışlarını kızdan çekip sevdiği adama çevirirken onun böyle izin alırcasına konuşması, nazik tavrı içine işledi. “Öğren bakalım neden gelmiş, ne istiyormuş? Bende merak ettim.” Dediğinde Bora onayladı. “Tamamdır, sen hastaneye gidecektin.” Diye kıza baktığında Işık yutkundu. Burada kalmak istiyordu, Bora ile o kızı baş başa bırakmak istemiyordu. Bunun Bora’ya güvenmemekle alakası yoktu ama içinden gelmiyordu işte. Bu yüzden cevap verdi. “Birazcık geç kalsam sorun olmaz.”
“Nasıl istersen güzelim.” Dedi Bora kabullenerek. Ardından uzanarak kızın yanağına küçük ama etkili bir öpücük bıraktı. Sonra da hiç beklemeden arabadan indi.
Keskin bakışları direkt olarak Duru’yu bulurken kaşlarını çattı. Adımlarını ona doğru atarken Duru yüzüne masum bir gülümseme yerleştirdi yaptıklarını unutarak. Bu gülümsemeyle Bora midesinde bir bulantı hissetti. Gözünün önüne gördüğü sahneler gelirken kaşları daha da çatıldı. “Ne yüzle geldin buraya?” Cümleleri direkt olarak karşısındakinin kalbini hedef alırken Duru yutkundu. “Bora, ben konuşmak istiyorum.”
“Konuşacak bir şey yok, nasıl geldiysen öyle git.” Dedi uzatmadan. Zira Duru ile konuşacak bir şeyi yoktu. Kızın sesini duymaya, yüzünü görmeye tahammülü yoktu. “Bora, yalvarırım dinle beni.. Çok özür dilerim ben senden. O kadar pişmanım ki.” Duru’nun sözleri Bora’nın yüzünde alaylı ve sinirli bir gülüş oluşmasına neden oldu. “Pişman mısın? Sence sen pişmanlık ne demek biliyor musun Duru?” dedikten sonra ekledi. “Özürmüş, neyin özrünü diliyorsun? O gün aramızdaki her şey bitti. Sen gerçek yüzünü gösterdin. Gerçi sen en başından beri gerçek yüzünü gösteriyordun ama ben kördüm.”
Öyleydi, Bora’nın gözleri o kadar kör olmuştu ki Duru’nun nasıl biri olduğunu hiç fark etmemişti. Daha doğrusu ondan uzakta olduğu için bunları düşünmemişti. Görüşebildikleri kısacık günlerde sadece ona odaklanmıştı, hatalarını görmek istememişti ama karşılığı büyük bir hiç olmuştu. Şimdi o körlüğüne kızıyordu. Nasıl bu kadar aptal olabileceğine şaşıyordu.
Duru duyduğu sözlerle umutsuzluğa kapılsa da hızla Bora’ya doğru bir adım attı. Adamın elini tutmak istediğinde Bora buna izin vermeyerek geri çekildi ve sertçe konuştu. “Benim sinirimi zorlama Duru, diyeceğini dedin cevabını aldın. Defol git buradan.” Aslında küfrederdi ancak karşısındaki bir kadın olduğu için küfrünü yuttu. Arkasını dönüp tekrardan Işık’ın arabasına ilerlerken Duru tekrardan konuştu. “Bora, hiç mi özlemiyorsun beni? Hiç mi hatırım yok.”
Bora hepsini duymazdan geldi. Daha fazla konuşmaya değmezdi. Tam arabanın kapısını açacağı sırada Duru’nun sesini duydu tekrardan. “O kadın yüzünden değil mi? Ondan bana böyle davranıyorsun?” Işık’ın meseleye katılmasıyla birlikte Bora’nın tahammül seviyesi aşılmıştı. Bakışlarını geriye doğru çevirip ateş saçan gözlerle baktı Duru’ya doğru. “Onun adını ağzına alma! Ne hakla bana hesap soruyorsun sen?! Kendi yaptıklarını ne çabuk unuttun da karşıma geçebiliyorsun!”
Bora’nın aniden sesinin yükselmesiyle birlikte hem Duru hem Işık irkilirken Bora devam etti sözlerine. “Aldattın sen beni! Aldattın! Hala daha gelmiş karşıma konuşuyorsun, ne biçim bir kadınsın sen? Özlemekmiş, ne özlemesi? Sana karşı içimde nefret bile yok. Bir de hatırdan bahsediyor, ne hatırın var lan senin!?” Sinirine hâkim olamayarak bağırırken Işık şaşkınlıkla dinliyordu onu.
Bora gibi bir adam aldatılmıştı… İşte bu içine oturmuştu Işık’ın. Onun bir insanı nasıl sevebileceğini, sevgisi için neler yapabileceğini, aşkına nasıl sahip çıktığını görmüştü. Onu mutlu etmek için yaptıkları, sözleri, hissettirdikleri paha biçilmezdi. Bir kadın nasıl olurdu da böyle birini aldatırdı?
“Her seferinde mesleğimi sorun edip kavga çıkartan, yanına gelmiyorum diye küsen, kardeşime dahi laf söyleyen kadının ne gibi bir hatırı olabilir bende?” dedi tüm birikmişlerini dökerek. Madem bu kadın ayağına kadar gelmişti, içindeki tüm kini döküyordu, söyleyemediklerini söylüyordu. Aslında daha fazlasını hak ediyordu ama Bora için bu kadarı da yeterliydi. Duru bu sözlerle ağlamaya başlarken Bora burnundan sert bir nefes verdi, her zamanki gibi gözyaşlarını kullanacaktı. Eskiden olsa Bora kanardı ama artık karşısında salak yoktu.
Umursamadan kapıda dikilen askerlere doğru baktı. “Çıkarın bu kadını buradan, bir daha da almayın.” Emriyle birlikte askerler onun dediğini yaparken Bora daha fazla kızın yüzüne bakmadan arabaya bindi. Askerlerin Duru’yu kapıdan çıkardığına emin olana kadar onlara bakarken Işık hüzünlü gözlerle baktı Bora’ya.
Kalbimdeki yarayı iyileştirdin demişti ona aşkını itiraf ederken. Şimdi anlıyordu. Bora, Işık’ın bakışlarını üzerinde hissederken iç geçirdi ve o da Işık’a doğru baktı. Ona baktığında içinde sinirden ve nefretten oluşmuş kara bulutlar dağılırken güneş açtığını hissetti. Işık adı gibi gönlüne ışık saçıyordu.
“Buna şahit olmanı istemezdim…” dedi sıkıntılı bir nefes vererek. Işık hızla cevap verdi. “Belki yaşadığın şeyden utanıyorsun ama bu senin suçun değil Bora, bu yüzsüzce senin karşına çıkan o kadının suçu.” Dedikten sonra uzanarak Bora’nın elini tuttu. “Yani senin utanacağın bir durum yok.” Samimi bir şekilde dile getiriyordu bunları. “Kaybettiği şeyin kıymetini yeni anlamış belli ki.” Diye de eklemeden edemedi tahammülsüz bir biçimde.
“O günler geçti artık, ne benim ne de onun kıymeti kalmadı. Ne yüzle geldiğini anlamadım. Muhtemelen bana hiçbir yerde ulaşamadığı için şansını denemeye kalktı ama emin ol bir daha buna cesaret edemez.” Bora, kendini inandırmak istercesine Işık’ın gözlerine doğru baktı. Duru meselesi hakkında Işık’ın aklında bir soru işareti kalmasını istemiyordu. Her şey güzel giderken bunun aralarında sorun olması canını sıkardı.
Işık, Bora’nın bu düşüncesini anlayarak elini Bora’nın yüzüne doğru uzattı. Elini sevdiği adamın yüzüne yaslarken sevgiyle yüzüne baktı. “Canım…” kalbinden sökülüp geldiğini belli eden bir derinlikle Bora’ya seslenirken Bora aynı sevgiyle baktı kızın gözlerine. Işık ise devam etti. “Benden önce olmuş bir olay, ayrıca ağzının payını verdin. Bir daha gelirse de senin isteğin doğrultusunda olacağını düşünmüyorum. Bunu kendine mesele haline getirme, anladım ben seni.” Dedikten sonra ekledi. “Ama tekrar gelirse haberim olsun isterim.”
Bora, Işık’ın elini bileğinden tutarak dudaklarına doğru kaydırdı ve avuç içine dudaklarını bastırdı uzunca. Kızın gözlerinin içine bakarken onayladı. “Olmuş bil, senden böyle bir şeyi saklamam zaten.” Dediğinde Işık gülümsedi. Bora’nın hamlesine içi gidermiş gibi olurken aşkla baktı sevdiği adama.
Bora’dan öyle emindi ki bu konunun canını sıkmasına izin vermezdi. Bora’nın kıza olan nefretini görmüştü. Sözlerini duymuştu. En ufak şüphesi olsa zaten Bora’ya şans vermezdi. Kendi sevgisinden emin olduğu kadar Bora’nın sevgisinden de emindi. İster Duru, ister başka biri gelsin aralarına giremezdi. Ne Işık ne de Bora buna izin vermezdi…
◔◔◔
Devrim Akyol Arslan’ın anlatımından,
Önümdeki dosyaları incelerken derin bir nefes verdim. Elif Taşan davasında yeni bir gelişme yoktu. Kameraların açısı olsun, evden çıkan eşyalar olsun hiçbir şey sonuçların değişmesi için yeterli değildi. Dosya kapanacaktı büyük ihtimalle delil yetersizliğine bağlı olarak. Hala daha Sinem’in yanlış karar verdiğini düşünüyordum ki bundan emindim. Çünkü dün itibarıyla Sude Rugay, Hakkâri sınırları içerisinden ayrılmıştı. Bu bilgiyi de Mert’in avukatı Ali beyden öğrenmiştik. Delil çıkmayacağı için verdiği kararın yanlışlığı bilinmeyecekti ama delil çıkması halinde hakkında soruşturma açılma ihtimali vardı Sinem’in.
Arkadaşım olduğu için, bunu bildiğim için gitmiştim kapısına. Biraz sert dile getirmiştim tepkimi kabul ediyordum ama bana had bildirmesi beklediğim bir şey değildi. İş hayatında böyle şeyler olurdu, her daim tutuklama istediğim kişi tutuklanmayabilirdi ama burada delil yetersizde olsa tedbir alınması şarttı. Bunu konuşalım istemiştim ama konuşamamıştık.
Kaldı ki Ali bey, Mert’in bu konuda rahat durmayacağını söylemişti. Elinden gelen her şeyi yapacaktı. Gerçekten seviyor olmalıydı Elif’i. Yoksa kimse bu kadar çabalamazdı. Düşüncelerimden çalan kapımla birlikte sıyrılırken gerekli komutu verdim. “Girin.” Komutumla birlikte kapı açılırken içeri Tuna bey girdi. “Savcım, Sude Rugay sizinle görüşmek istiyor.” Söylediği cümle ile kaşlarım çatılırken hızla cevap verdim. “Al içeri.”
Daha dün gittiğini öğrenmiştik. Bugün burada ne işi vardı?
Tuna bey emrimle Sude’yi içeri aldığında ilk dikkatimi çeken şey gerginliği oldu. Tuna beye çıkması için işaret verdiğimde odada yalnızca ikimiz kaldık. “Buyurun Sude hanım?” diyerek merakla ona doğru baktığımda Sude büyükçe yutkundu. “Ben, ifade vermek istiyorum.” Titrek bir sesle söylediği şeyle kaşlarım havalandı. “Siz zaten ifadenizi verdiniz.” Dediğimde Sude başını iki yana salladı. “Hayır…” birden ağlamaya başladığında anlamsızca baktım yüzüne. “Her şeyi anlatacağım…” söylediği cümleyle birlikte iç çektim. Bir şeyler olduğunu en başından beridir sezmiştim zaten. Ama burada işler sezgilerle yürümüyordu.
“Oturun.” Diyerek elimle karşımdaki sandalyeyi işaret ettiğimde Sude karşıma geçerek oturdu. Bende telefondan Tuna beyin bağlı olduğu tuşa basarak telefonu kulağıma götürdüm. Telefon açıldığında hızlıca konuştum. “Odama gelin lütfen, ifade alacağız.”
Telefonu kapattıktan sonra karşımdaki kıza baktım dikkatle. Elleriyle oynayarak kendini rahatlatmaya çalışsa da gerginliğini 2 metre öteden bile anlayabilirdik. “Yurt dışına çıktığını duymuştuk.” Dediğimde Sude bana doğru baktı. “Çıkacaktım, çıkamadım. Geri döndüm. Ailem beni gitti sanıyor ama gidemedim.” Dediğinde yüzümde mimik oynamadı. Bu sözlerden vicdanının el vermediğini anlayabilir miydik? Bence evet.
Odanın kapısı tıklandığında gerekli komutu verdim. Girdiğinde kapıyı açarak içeri girdiğinde ifadeyi yazmak için kendi yerine geçti. Onun hazır olmasıyla birlikte bakışlarımı Sude’ye çevirdim tekrardan. “Buyurun Sude Hanım, sizi dinliyoruz.”
Sude derin bir nefes çekti ciğerlerine. Ardından da yutkundu. Ne anlatacaksa onu zorluyordu belli ki. “Ben yaptım…” Söylediği iki kelimelik cümleyle hafiften kaşlarım çatılsa da buna şaşırmamıştım. Çünkü elimizde var olan delillerde onu gösteriyordu zaten. “Defalarca ifadeniz alındı, neden o anlarda itiraf etmediniz?” dedim sert bir biçimde. Adaleti yanıltmıştı. Yalan ifade vermişti. Bununda bir karşılığı olacaktı cinayetin yanında.
“Yapamadım.” Ağlamaya başlamasıyla birlikte dikkatle ona bakmaya devam ettim. “Yapamadım, söyleyemedim. Korktum. Arkadaşımı camdan attım nasıl derdim?” Hıçkırıklarının arasından konuşmaya çalışırken başımı salladım. Zordu, bu konuda haklıydı. Arkadaşını öldürmek gerçekten itiraf edilmesi zor bir şeydi. Zaten hiçbir katil ben katilim demezdi, kabul etmezdi.
“Nasıl oldu olay?” dedim merakla. Çünkü bilinmeyen çok soru vardı. Bütün bunların cevabını alacağımı umuyordum. “Kavga ettik, Mertle ilgiliydi.” Diye sözlerine başladı. Bakışlarını benden çekip duvara doğru çevirdi. Derin bir nefes alarak devam etti sözlerine. “Mert’i aynı anda gördük onunla, ikimizde hoşlandık. Elif duygularından bahsedince bende seviyorum diyemedim. Sonra Mert’te ona karşılık verdi. Üzüldüm ama hiçbir şekilde aralarına gireyim, bozayım diye düşünmedim.”
İşte bu çok kötüydü. En yakın arkadaşınla aynı kişiden hoşlanmak, sevmek… Gerçekten kimsenin başına gelsin istemezdim. Mertle ilgili kavga ettik demişti geçen ifadesinde, demek ki konu doğruydu.
“Elif’e Mert’i sevdiğini mi söyledin?” dedim işini kolaylaştırmak için. Sude göz ucuyla bana doğru bakıp başını salladı olumlu manada. “İçimde tutamadım, ilk başta dayanırım sandım. Ama dayanamadım onları öyle görmeye, söyledim. Amacım Elifle arkadaşlığımı bitirmekti ya da benim olduğum ortamlarda birlikte onları görmemek ama bunu söylediğimde benden uzaklaşacağını biliyordum.” Dedi kabullenmişlikle. En doğru olanı buydu zaten, uzaklaşmak.
Sessizliğimi korurken Sude devam etti. “Ben bunu söyleyince çok sinirlendi Elif, bunca zaman yanımızdaydın sevgilime nasıl göz koyarsın falan dedi. Kızdı bana, bunca zaman söylemeyip şimdi neden söylediğime dair hesap sordu. O bana hesap sordukça bende sinirlendim. Ona karşılık verdim. Sonra itmeli kavgaya dönüştü aramızdaki, küfürlerimiz havada uçuştu. Bana tokat attığı için bende onu ittim.” Deyip duraksadı. Dudaklarını birbirine bastırıp gözyaşlarını akıtırken zorlukla konuştu. “Cam açıkmış, fark etmedim. Pencere yere yakın olduğu için dengesini sağlayamadı, birden aşağı düştü.”
Hıçkırıkları artarken hızla ekledi. “Yemin ederim isteyerek yapmadım, camın açık olduğunu fark etsem iter miydim onu? İtmezdim. Yemin ederim bile bile yapmadım. O benim kaç yıllık arkadaşımdı.” Kendini savunmaya çalışırken elini yüzüne yaslayıp daha da yüksek sesle ağlamaya başladı. Vicdan azabı çektiği çok belliydi. Bir erkek yüzünden olana bakınca gerçekten çok acıydı bu durum.
Sakinleşmesi için biraz süre tanıdıktan sonra aklımdaki soruyu dile getirdim. “Elif düştükten sonra kâğıt bulup intihar notu yazdın sonra…” Gerçekten çok soğukkanlıca bir davranıştı. Sude cümlemle birlikte anlatmaya devam etti. “Masanın üzerinde kâğıt vardı zaten, ilk önce şok oldum ama sonra aklıma onu yapmak geldi. Hızlıca karaladım bir şeyler.” İtiraf ettiği şey gerçekten tüyler ürperticiydi. O an aklına böyle bir şey gelmesi gerçekten garipti.
“Burada sana not yazdırdığımda daha özenli yazdın, o yüzden yazılar %100 eşleşmedi.” Dedim çıkarım yaparak. Sude onayladı. “Evet, açıkçası böyle bir şey yapacağınızı hiç tahmin etmedim ama öyle denk geldi.” Dediğinde tek kaşımı kaldırdım. “O kadar inkâr ettin, şimdi tutuksuz yargılanmışken neden itiraf ediyorsun?” Asıl merak ettiğim konu buydu. Onca zaman itiraf etmemişti, susmuştu.
“Elif, rüyama girdi…” dediğinde kaşlarım çatıldı. “O kadar güzeldi ki, eski günlerdeki gibiydi. Dayanamadım, intihar etmezdi o. Psikolojisi de kötü değildi, hayat dolu bir kızdı, benim için birçok fedakârlık yaptı. Vicdanım o kadar sızladı ki. Tutukluluk çıkacağına çok emindim ama çıkmayınca yapamadım, yapamıyorum.” Dedikten sonra elini kalbine yasladı. “Şurası susmuyor, her anı aklımda. Bana son kez bakışı gözlerimin önünden gitmiyor. O ölmüşken ben hayatımı nasıl yaşarım, ben arkadaşımı öldürdüm. Bununla nasıl başa çıkarım?” Tekrardan ağlamaya başladığında iç çektim. Gerçekten çok acıydı.
Bilmeden yapmıştı, istemeden arkadaşının ölümüne neden olmuştu. Bu acıyla başa çıkılmazdı gerçekten. Vicdanı susmazdı bir kere. Hayatına devam edemezdi. Her yerde anıları vardı, geçmişleri vardı, gülüşleri vardı. İki genç kızın hayatı kararmıştı. Gerçekten çok acıydı.
Sude hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederken telefondan nöbetçi hâkimin kalemini aradım. En yakın nöbetçi mahkemeyle tutukluluk kararı çıkartılmalıydı. Belki isteyerek yapmamıştı ama yalan ifade vermişti, cinayeti örtbas etmeye çalışmıştı. Bunlar da tutukluluk için yeterliydi. Gerekli bilgileri verdikten sonra adliyede görevli polisleri arayarak Sude’yi nezarethaneye indirmeleri talimatını verdim. Sude nezarethaneye indirilirken bende hızlıca iddianameye eklemeler yaparak duruşma için son hazırlıkları yapmaya koyuldum.
Duruşma saatinin yaklaşmasıyla cübbemi üzerime giyerek odadan çıktım. Hızlı adımlarla hâkimin odasına doğru ilerlerken Sinem’in odasının önünde duran üç kişiyi gördüm. Sinem’in yüzündeki ifade her ne kadar sert olsa da üzüldüğünü anlarken karşısındaki Mert ve Ali Bey’de bir o kadar sertti.
“Ali bey?” Ne olduğunu anlamak üzere yanlarına doğru ilerlerken üçünün bakışları da bana doğru döndü. Mert ve Ali bey bana doğru yönelirken Sinem’e doğru bakmadım. Zira aramız limoniydi. “Sude itiraf etmiş savcım.” Dedi Ali bey merakla bana bakarak. Başımla onu onayladım. “Evet, her şeyi itiraf etti.” Dedikten sonra taviz vermeden konuştum. “Sizin ne işiniz var burada?”
“Sude Rugay’ın duruşması için geldik, Elif hanımın katilinin tutuklanmasını izleyeceğiz.” Dedikten sonra elindeki kâğıdı bana doğru uzattı. “Hâkime hanım hakkında şikâyette bulunduk ne yazık ki.” Merakla kâğıdı elime alarak sayfayı açtım. Yazan şeyleri okurken iç çektim. Korktuğum başıma gelmişti. Sinem’i, Hakimler ve Savcılar Kurulu’na şikâyet etmişlerdi eksik karar vermesi nedeniyle.
Bu da demek oluyordu ki hakkında soruşturma başlatılabilirdi. Ki Sude’nin itiraf etmesi ve tutuklanması soruşturma için yeterliydi. Bir suçlunun kaçmasına izin vermişti. Her ihtimalin düşünülmesi gerekiyordu bu konularda. Ya Sude geri dönmeseydi mesela? Bir katilin, suçlunun dışarıda gezmesine neden olacaktı. Ya da karşısındaki Sude gibi yanlışlıkla değil planlı bir şekilde öldüren katil olsaydı işler daha da çıkmaza girerdi.
Bakışlarım direkt olarak Sinem’i buldu. Odasına giderken bundan korktuğum için gitmiştim aslında. Sert çıkışmıştım arkadaşım olması nedeniyle. Ama hatasını geri döndürsün diye yapmıştım bunu. İstişare edelim ve kararına ekleme yapsın istemiştim, aldığım karşılık kötü olmuştu. Yerimi bildirmişti. Ondan başka hiçbir hâkime bu kadar sert çıkışamazdım, çünkü onların alacağı karşılık umurumda olmazdı. Yine tutukluluk için uğraşırdım ama hatasını görmesi için uğraşmazdım. Ama karşımdaki arkadaşım olduğu için onu uyarmak istemiştim. Çünkü deliller bir tek Sude’yi gösteriyordu. Tabii karşılığında ağzımın payını almıştım. Bir daha bunun için çabalar mıydım bilmiyordum.
*****
Patlama günü…
Devrim Akyol Arslan’ın anlatımından,
Günler geçmişti… Saymayı istemediğim kadar gün geçmişti Pamir’le vedalaşalı. Çok özlemiştim onu. Kokusu burnumda tütüyordu. Sesi kulağımda yankılanıyordu. Nefesini hissetmek, kokusunu solumak, gözlerinde kaybolmak istiyordum artık. Ama yapamıyordum. Onsuz mevsim değişmişti. Yapraklar dökülmüş, etraf turuncunun tonlarıyla dolmuştu. Hatta artık onlar bile yoktu, dondurucu bir ayaz vardı ve Pamir’in yokluğunda bu soğukta daha da üşüyordum.
Doğum günü geçmişti, yan yana kutlayamamıştık. Ama telefonla konuşma şansı yakalamıştık o gün. Onu çok sevdiğimi, iyi ki doğduğunu, iyi ki beni sevdiğini ve eşim olduğunu içeren uzun uzadıya bir konuşma yapmış ve düşüncelerimi dile getirmiştim. Yan yana olmasak da bu sözlerin onu etkilediğini hissetmiştim. Onunla konuşurken ağlamak hiç huyum olmasa da gözyaşlarıma hâkim olamamıştım bu sefer. Onu da üzmüştüm ama elimden bir şey gelmemişti. Onun yokluğu beni çok duygusal yapmıştı sanırım.
Pamir’in olmamasından dolayı enerjim düşmüş gibi hissediyordum. Yorgundum, bitkindim ve beni toparlayacak adam yoktu. Abim çoğu zaman yanımdaydı. Babam döndükten sonra birbirimizle daha çok vakit geçirmeye başlamıştık.
Sinem’le ise aramız limoniydi. O meseleden sonra konuşmamıştık çok fazla. İlk defa bu tarz bir şeyler yaşadığımız için sessizdim. Ne demen gerektiğini bilmiyordum. Ona çıkışmakla hata yapmıştım ama sonunda benim haklı olduğum ortaya çıkmıştı. Bundan ne kadar üzülsem de soruşturma açılmıştı hakkında. Baktığı tüm davalar birer birer incelenmeye başlanmıştı. Başka bir davada haksız karar verdiğini düşünmüyordum bu yüzden bir sorun olmayacaktı bundan emindim.
O gün duruşmada Sude tutuklanmıştı ve cezaevine gönderilmişti. Cezaevi psikiyatrisiyle konuşması için özel istek yapmıştım çünkü durumu iyi değildi. O vicdan azabıyla yaşanmaz diye düşünmüştüm. Ancak bu işe yaramamıştı. Geçtiğimiz hafta Sude’nin intihar ettiği haberi elimize ulaşmıştı ve ne yazık ki kaybetmiştik onu. Bu acıya katlanamamıştı.
Zaten duygularım karman çormanken bir de buna üzülmüştüm epey bir süre. Bir de günlerce çektiğim yorgunluklar vardı elbet. Daha onlar bitmeden şimdi bir de mide bulantısı peydah olmuştu. Anlaşılan o ki şifayı kapmıştım. Yaptığım nane çayını içerken biraz olsun düzelen midemle derin bir nefes vererek elimdeki kitabı okumayı sürdürdüm. Nihayet günler sonra kitap okuyacak vakti bulmuştum. Tabii bunda hafta sonunu tek başıma geçirmemim de etkisi vardı.
Dalmış bir biçimde kitabımı okurken çalınan kapıyla birlikte oturduğum yerden ayağa kalktım. İçimdeki büyük umutlarla kapıya gittiğimde hiç beklemeden kapıyı araladım. Karşımda gördüğüm kişi tüm umudumun yitip gitmesine neden olurken yüzünün bembeyaz olması, gözlerinden geçen endişeli ifade, panik duygusu umutlarımın yanında kalbimden de büyük bir çıt sesi çıkmasına neden oldu. “Abi?”
Sorgular bir biçimde ona doğru bakarken abim panik bir halde konuştu. “Devrim…” Neden bu kadar panik olduğunu sorgularken kalbimin içinde hissettiğim sıkıntıyla yüreğimin ağzına geldiğini hissettim. “N-ne oldu?” içim içime sığmayarak ona bakarken sesimin titremesine engel olamadım. Ben bu bakışı biliyordum. Birine bir şey olmuştu, çok iyi tanıyordum ben bunu. Mide bulantım tekrar baş gösterirken yutkunmaya çalıştım, aldığım nefes ciğerlerimi zorlarken mırıldandım tekrardan. “Pamir… Pamir iyi mi?”
Kapının kulpundaki elim titrerken abimin dünyaları başıma yıkan sesini duydum. “Bir patlama olmuş…” 3 kelimelik cümlesi beynimi zonklatırken 4 yıl önceki o an gözlerimin önünde canlandı. ‘Bir patlama oldu, Üsteğmen Pamir Arslan şehit düştü.’ Elimi kulaklarıma götürürken devamını duymak istemedim. Ne zaman dolduğunu bilmediğim gözyaşları yanaklarıma birer birer akarken abimin bana doğru adım attığı gördüm.
Olamazdı, yine aynı şey olmamalıydı. Abim kolumu tutarken kendimi daha fazla taşıyamadığımı hissettim. Ayaklarımın dermanı çekilirken abim tuttu bedenimi sıkı sıkı. “Kendini bırakma abicim, Devrim bana bak güzelim.” Gözlerine bakmaya çalışırken abim devam etti sözlerine. “Yaşıyor, yemin ederim yaşıyor. Hastanede şimdi. Hadi toparlan abim.” Beni kendime getirmeye çalışırcasına cümlelerini dile getirdiğinde içimde umut oluştu.
Yaşıyordu, bırakmamıştı bizi. Bu cümle ciğerlerime tekrardan nefes çekmemi sağlarken toparlanmaya çalıştım. Abim kolumu tutarken zorla konuştum. “İyi olsun abi, ne olur.” Abim başını salladı hızla. “İyi olacak, sen kendini bırakma yeter ki.” Ne yapacağımı bilemez bir şekilde içimdeki acıyla kalakalırken abim kabanımı ve çantamı aldı askılıktan. Sonra beni evden çıkartarak kapıyı çekti. Kolumu tutarak destekle beni merdivenlerden indirirken ben önümü zor görüyordum gözyaşlarından ötürü.
Şu merdivenlerden yan yana inişimiz, kapının önünde onu uğurladığım an aklıma geldiğinde dudaklarımdan çıkan hıçkırığa engel olamadım. Onu gönderirken hep içim sıkıntıyla dolardı ama bu sefer farklı olduğunu hissetmiştim işte. Onunla son kez görüştüğümü, vedalaştığımı bilememiştim.
Hastaneye giderken yollar bitmek bilmemişti. Saniyeler bile bir asır gibi gelmişti. Yolda giderken Işık aramıştı. Pamir’in ambulansla getirildiğini ve direkt olarak ameliyata alındığını söylemişti. Görememiştim onu son kez. Bu içime otururken arabanın camını zorlukla açıp ciğerlerime nefes çekmeyi denemiştim ama olmamıştı. Benim nefesim bir ameliyathane masasında canıyla uğraşırken derin bir nefes alamamıştım. Onun iyi olduğunu görmeden de alamazdım.
Hastaneye ulaştığımızda direkt olarak ameliyathanenin önüne doğru ilerlemeye başladık. Koşarak gittiğim koridorda gördüğüm tim üyeleriyle acım katlanarak daha da arttı sanki. Yüzleri, üstleri tozdan kapkara olmuştu. Belli ki patlamadan etkilenmişlerdi. Direkt olarak Hakan’a doğru ilerlerken onun bakışları da beni buldu. Üzgün, öfkeli, hırslı ve acılı bakışları… Tam önünde durup kolundan tutarak konuşmaya çalıştım. “İyi olacak, iyi olacak değil mi?”
Hakan’ın gözlerinde Pamir’in şehit olduğu haberini aldığım andaki bakışı gördüğümde dünyaların başıma yıkıldığını hissettim. Kalbim acı bir şekilde kasılırken bakışlarım bu sefer Yiğit’e döndü. O bakmıştı muhtemelen yarasına. Bakışlarını benden kaçırdığında deliriyorum gibi hissettim. Sonra Batuhan’a baktım bir umut. Başını omzuna doğru eğerken aldığım nefes ciğerlerimi zorladı. Neden böyle bakıyorlardı?
Yığılacak gibi hissettiğimde Hakan kolumdan tuttu hızla. Diğer kolumdan da abim tuttu ve koridordaki sandalyeye oturmama yardımcı oldular. Kalbimin sıkıştığını hissederken korku tüm bedenimi sardı. Hepsinde aynı umutsuzluk vardı. O kadar mı kötüydü? Ona bir şey olursa ne yapardım ben? Nasıl dayanırdım tekrar bu acıya. Dayanamazdım ki. O zaman toparlanmıştım ama şimdi o kadar güçlü değildim.
Ameliyathanenin kapısı açıldığında içeriden çıkan Işık’ı gördüm. Anında ayağa kalkıp yanına giderken aynı yalvaran gözlerle ona baktım, ona yakardım. “Işık, ne olursun iyi de. İyileşecek de.” Dediğimde Işık’ın gözlerinin dolu dolu olduğunu gördüm. Bu umutsuzluğuma umutsuzluk katarken mırıldandı. “Dua et Devrim, dua edelim.” Verdiği cevapla hıçkırıklarıma engel olamadım. Işık kollarını bana sarıp sakinleştirmeye çalışırken sesli bir şekilde ağlamaya devam ettim. Saçlarımda gezinen elleri hissediyordum ama tepki veremiyordum.
Abim yaralandığında Pamir yanımdaydı, o kaldırmıştı beni ayağa. Şimdi o kadar mı umut yoktu? Niye kimse bana iyi olacak demiyordu, o kadar mıydı? O kadar mı kötüydü durumu? Hiç mi umut yoktu? Bu düşünceler beynimi ele geçirirken tüm bu düşüncelerle aynı hızda gözyaşları yanaklarıma akıp gidiyordu…
Kaç saat geçmişti bilmiyordum. Saniyeler bile bir asır gibiydi benim için. Üşüyordum, beni ısıtacak kimse yoktu. Ağlıyordum, gözyaşlarımı silecek adam içeride canıyla cebelleşiyordu. Karşımda gördüğüm adamlar öyle çaresizdi ki ölüyor gibi hissediyordum. Zaten ona bir şey olursa benim de ölüden bir farkım olmayacaktı. Bunu biliyordum. Ümitsizlik çok kötü bir şeydi, insanı içine çekiyordu ve umutlarını bir bir yıkıyordu.
“Serhat amcaya haber verildi, yola çıktılar bile.” Hakan’ın cümlesiyle birlikte bakışlarımı yerden çekmedim. Halide teyzeyi düşündüm, Serhat babamı, sonra Burçe’yi. Halide teyze yıkılacaktı, Serhat babamda öyle. Hele Burçe… Abisiyle döndüğünde konuşalım diye ayrılmıştı. Şimdi belki konuşamayacaklardı bile...
Bu ihtimal bile nefesimi keserken aklıma gelen şeyle mırıldandım. “Nasıl oldu bu?” Sesim fısıltı şeklinde çıkmıştı ama beni duyduklarına emindim. Hepsinin bakışları da bendeydi. Belki şu an yanlış bir şey soruyordum ama ölümünü düşünmek istemiyordum. Başka şeyler düşünmek istiyordum. Kimseden cevap gelmediğinde kaşlarımı çatıp daha yüksek bir sesle konuştum. “Nasıl oldu dedim!”
Işık elimi tutup beni sakinleştirmeye çalışırken abimin sesini duydum. “Abicim…” Elini omzuma yaslayıp sıkarken ona doğru baktım ağlamaklı gözlerle. “Öğrenmek istiyorum.” Daha sakin bir şekilde isteğimi dile getirdiğimde Kürşat’ın üzgün sesini duydum. “Tuzak kurmuşlar depoda. Onu fark etti komutanım.” Onu can kulağıyla dinlerken aklımdan bin bir çeşit düşünce geçmeye başlamıştı. “Bizi çıkarttı, kendisi deponun içinde bir çocuk olduğunu görmüş. Onu kurtarmak istedi…”
İçin yanmaya başlarken bir kez daha gurur duydum kocamla. Türk askeri zaten merhametli olurdu, şefkatli olurdu ama asker olmasından bağımsızda öyle bir adamdı Pamir. O çocuğu orada bırakamazdı, vicdanı olan kimse bırakamazdı. O da bırakmamıştı. Ucunda ölüm olduğunu bile bile yapmıştı bunu. Ölüme yürümüştü.
“Kapıdan çıktıkları anda patladı depo.” Diye sözlerine devam ettiğinde gözlerimi kapattım. O an gözlerimin önünde canlanırken gözlerimi kapatmamın etkisiyle gözyaşları yanaklarıma doğru kayıp gitti. Gözü kapalı ölüme giderdi, masum insanlar için gözünü kırpmadan canını verirdi. Yine öyle yapmıştı. Gözlerimi usulca aralayıp boğazımdaki yumruyu geçirmeye çalışırken merakla mırıldandım. “Çocuk?”
Kürşat’tan bir cevap beklerken başını yere doğru eğip fısıldadı. “Şehit oldu.” Bu söz kalbimi cızlatırken kelimeler kifayetsiz kaldı. Söyleyecek hiçbir şey yoktu. Vatan sağ olsun denirdi ama o küçücük bir melekti. Bunu hak etmemişti. Yine de gittiği yerde rahat olacağını biliyordum. Ama ailesinin yerinde asla olmak istemezdim. Evlat acısı çok zordu eminim ki.
“Hakan!” Sinem’in sesini duyduğumda bakışlarım ona doğru döndü. Sinem koşar adımlarla yanımıza doğru geldiğinde ilk önce Hakan’a baktı. Onun iyi olduğuna emin olduktan sonra bakışları bana doğru kaydı. Tereddütlü bir şekilde bana doğru bakarken gözlerinin yaşlı olduğunu gördüm. Burnumun direği sızlarken Sinem kollarını açtı tereddüt ederek.
Etraftakiler neden böyle olduğumuzu sorgularcasına bize bakarken onları umursamadım. Oturduğum yerden ayağa kalkarak direkt olarak onun kollarının arasına girdiğimde gözyaşlarım benden bağımsız akmaya başladı. Sinem saçlarımı severken mırıldandı. “İyi olacak, biliyorum ben. Seni bırakmaz, bu sefer olmaz.” Beklediğim umut dolu sözlerin Sinem’den gelmesiyle birlikte daha çok ağladım. Umuda ihtiyacım vardı ve umut kaynağım o olmuştu. “İyi düşün arkadaşım, kendini bırakma ne olursun.”
Bu sözlerle ona daha sıkı sarılırken gözyaşlarımı akıtmaya devam ettim. Dayanmak, umutsuzluğa kapılmamak çok zordu…
*****
“Nefes alamıyorum…” Elimi çarpıntıdan dolayı göğsümü delip geçeceğini hissettiğim kalbime yaslarken burnumdan kesik bir nefes almaya çalıştım. İyi hissetmiyordum. Kalbim bir yandan, midemde hissettiğim bulantının yanında karnımdaki ufacık ağrı da kendisini hissettiriyordu. Sanki içerideki adam değil de ben can çekişiyordum.
“Yenge bembeyaz oldun, bir su verin, bir şey yapın.” Batuhan’ın endişeli sesi kulaklarıma dolarken kollarımda eller hissettim. “Sakin ol Devrim, nefes almaya çalış.” Işık’ın soğukkanlı sesi kulaklarıma dolarken sanki algılarım kapanmış gibiydi. Dudaklarıma yaslanan su şişesinden birkaç yudum suyu zorla içtiğimde ufak bir ferahlık hisseder gibi oldum ama korku içimi cayır cayır yakmaya devam ediyordu.
“Neden kimse bir şey söylemiyor, kaç saat oldu?” dedim can havliyle. Artık bir haber almak istiyordum. Belirsizlik duymak istemiyordum. “Ameliyatın uzun sürmesi normal.” Dedi Işık beni rahatlatmak için. Sonra abim ekleme yaptı. “Aynen öyle, kolay bir ameliyat değil. Sakin ol, bak göreceksin iyi haberler alacağız.” Benim de tek umudum oydu. İyi bir haber almak. Öteki türlü ne yapacağımı düşünmek bile istemiyordum.
İçimden Allah’a binlerce kez dua ederken gönlüme ferahlık vermesini istedim. Yoksa çıldıracak gibi hissediyordum. Güçlü kalamıyordum. Burada böyle elim kolum bağlı bir şekilde oturmak çok kötüydü, çok çaresiz hissediyordum. Çaresizlik ölüm gibiydi…
Kaç dakika geçtiğini bilmediğim bir anda ameliyathane kapısı açıldığında hızla oturduğum yerden kalktım. Ameliyathaneden çıkan doktora yaklaştığımda konuştum. “İyi mi durumu?”
Panik halde sorduğum cümleyle birlikte doktor konuşmaya başladı. “Ameliyat başarılı geçti. Ancak buraya geldiğinde çok kan kaybetmişti. Kan transfüzyonu yapıldı. Ayrıca iç kanaması da vardı, savrulmanın etkisiyle ağır darbeler almış. Sol kolu kırık, kaburgasında sorun yok ama ezikleri var. Karnına giren şarapnel parçasını çıkardık.” Duyduğum cümlelerin her biri canımı ayrı ayrı yakarken onun acısını kendi vücudumda hissettim. Yine de can kulağıyla dinlemeye çalıştım doktoru. Çünkü tam olarak istediğim cevabı alamamıştım.
“İyi olacak ama değil mi?” dedim büyük bir umutla. Ameliyat başarılı geçmişti, iyi olmaması için geçerli bir sebep yoktu. Doktor bana doğru bakarken hüzünlü ifadesini gördüm. “Bunu söylemek için erken, durumu kritik ne yazık ki. İç kanama riski hala devam ediyor. Önümüzdeki 24 saati atlatması önemli. O zamana kadar yoğun bakıma alacağız. Her şeye hazırlıklı olun demek zorundayım. Dua edin.”
Doktorun cümleleri bir bir yumru olup boğazıma dizilirken kavramakta güçlük çektim söylediklerini. Kötüydü yani, uyanamayabilirdi, bizi bırakabilirdi, pes edebilirdi demekti bu. Her şey olabilirdi. Onu kaybedebilirdik. İşte şimdi bitmişti. Tüm dayanma gücüm uçup gitmişti sanki. Kasıklarımda yoğun bir sancı hissederken bu keskinliği ilk defa hissediyordum. Ellerim istemsizce oraya kayarken iki büklüm oldum. Bacaklarımın arasından akıp giden sıcak sıvıyı hissettim.
Yaşlarla dolu bakışlarım istemsizce oraya doğru kayarken gri eşofmanımda oluşan kan lekelerini gördüm. Nutkum tutulmuş bir biçimde oraya bakarken abimin panik dolu sesini işittim. “Devrim!” Bakışlarımı ona doğru çevirdiğim sırada görüş açım bulandı, bulanık olan görüntü zamanla kendini karanlığa çevirdi, ayaklarımı bastığım yerin altımdan kaydığını hissederken dizlerimin bağı çoktan çözülmüştü bile…
*****
Pamir’in yüzü tüm yakışıklılığıyla, karizmatikliğiyle gözlerimin önüne gelirken bedenimdeki ağrının hafiflediğini, zihnimdeki korku dolu düşüncelerin yerini güzel düşüncelerin aldığı saniyelerin içindeyken etrafımda belli belirsiz sesler duyuyordum. İki kişinin konuşma sesi vardı ne söyledikleri anlaşılmıyordu. Gözlerim açılmak istemediğini belirtircesine yanarken o başımda konuşan kişinin kocam olmasını dileyerek dudaklarımı aralamaya çalıştım. "Pamir..."
Ne söylediğimi algılayamazken belli belirsiz tekrar mırıldandım. "Bırakma..." Bilincimi tekrar kaybetmenin eşiğindeyken ismimin seslenildiğini işittim. "Devrim Hanım duyuyor musunuz bizi?" Bir erkek sesiydi benimle konuşan. Pamir değildi. Gözlerimi belli belirsiz aralamaya çalışırken görüş açım yavaş yavaş netleşti. Beyaz tavan, hastane kokusu ve başımda bekleyen Işık ve önlüklü bir başka doktor...
"Devrim, iyi misin canım?" Işık endişeli bir biçimde konuşurken belli belirsiz başımı salladım. İyi değildim, hem de hiç iyi değildim. Canım çok yanıyordu. Sanki üzerimden koca bir kamyon geçmiş gibiydi bedenim. Ama aklımda bin bir çeşit düşünce vardı, kocam vardı. "Pamir?" dedim zorlukla. Yerimde doğrulmaya çalıştığım sırada Işık elini koluma doğru yasladı. "Kalkma lütfen, yoğun bakımda durumu aynı." Duyduğum cümle ile gözyaşları tekrardan gözlerime dolmaya başladı. Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlarken Işık konuştu. "Yapma böyle ne olur, bak tansiyonun çok yükselmiş."
Söylediği cümle ile neler olduğu bir bir gözümün önüne gelirken yüzümü buruşturdum. O ağrıyı daha önce hiç tatmamıştım, regl olduğumda bile. "Ne oldu bana?" Meraklı bir şekilde Işık’a bakarken odanın kapısı çaldı. İçeriye bir başka doktor girerken bakışlarım ona doğru döndü. Bu sefer ki kadın bir doktordu. Elinde tuttuğu kağıtlar muhtemelen benim tahlil sonuçlarımdı. "Uyanmışsınız Devrim Hanım, nasılsınız? Ağrı hissediyor musunuz?"
Başımı iki yana sallarken mırıldandım. "Hayır ama ilk defa bu kadar şiddetli bir ağrı hissettim." dediğimde kadın doktor beni onayladı. "Bu zamanlarda normal demek isterdim ancak bu pek normal değildi ne yazık ki. Kanamanızı zor bir şekilde durdurduk. Epey yükselen tansiyonunuz da buna eklendi. Şimdi bebeğiniz de sizde iyisiniz ancak bunun tekrarlanması durumunda size iyi haberler vermek zor olacak."
Duyduğum cümle ile dudaklarımdan tek bir kelime çıktı. "Ne?" Şaşkınlık içinde karşımdaki kadına bakarken cümlelerini algılamaya çalıştım. Bebek?
Verdiğim tepki ile doktor hanım şaşırdı. "Haberiniz yok muydu? 6 haftalık hamilesiniz." Şaşkınlıkla dilim tutulurken doktorun yüzünden hüzünlü bir ifade geçti. "Bunu böyle öğrenmenizi hiç istemezdim. Ama durum bu ne yazık ki."
Hamileydim. Ama bunun olması imkansızdı. Bu yüzden aklımdaki soru işaretlerini gidermek için konuşmaya çalıştım. "Bu imkânsız, bir karışıklık olmuş olamaz mı? Çünkü biz korunuyoruz." Sorduğum soru ile başını iki yana salladı. "Hayır, karışmış olamaz. Bizzat ultrasonla bakıldı. Bazen korunma yolları %100 etkili olmuyor ne yazık ki. Çok çok istisna da olsa böyle vakalarla karşılaşabiliyoruz."
Aldığım cevap beni dumura uğratırken kabullenmek istemedim bir an için. Hiç fark etmemiştim. Reglim düzensiz olduğu için hiç umursamamıştım. Mide bulantımı ve yorgunluğumu hasta olabilme ihtimaline bağlamıştım. Şimdi öğreniyordum ki tüm bunların sebebi hamile olmamdı. Ama çok erkendi. Hem de çok. Biz daha evleneli 6 ay olmuştu, bu kadar erken istememiştik, planlamamıştık, hazır değildik.
Gözyaşlarım yine kendimden bağımsız akarken aldığım habere sevinemez olmuştum. Ben bu konuya ne kadar uzaksam Pamir o kadar istekliydi ama şimdi bunu belki de hiç öğrenemeyecekti. Hiç böyle hayal etmemiştim, öğrendiğimde içimde bir burukluk olsun istememiştim. Pamir’e sürpriz yapayım istemiştim. Onun o sevinçle verdiği tepkileri izlemek istemiştim. Ama şimdi o içeride yatıyordu, ben burada.
"Devrim hanım, stres seviyeniz yükseldikçe bebeğiniz bunu hissediyor ve dediğim gibi tansiyonunuz bu şekilde devam ettiği sürece gebeliğiniz daha çok riske girer. İstemediğimiz şeyler olur. Bebeğiniz için sakin olmaya çalışın. Riskli bir gebelik süreci geçiriyorsunuz, bu nedenle çok dikkatli olmanız gerekiyor." Doktorun söylediği cümleler alev alev yanan kalbimdeki ateşi harlarken elim istemsizce karnıma doğru kaydı. Parmaklarım sarıp sarmalamak istercesine, sanki sıkıca tutuyormuş gibi yaslandı. Onun varlığını daha öğrenmeden kaybetmeyle sınanmıştım, sınanıyordum. Ama nasıl stres yapmazdım, benim sevdiğim adam orada canıyla cebelleşiyordu.
Doktor bir şey söylemeyeceğimi düşünerek elindeki ultrason fotoğrafını bana doğru uzattığında elim titreyerek aldım fotoğrafı. Dikkatlice bakarken bir şey göremedim ama karnımda bizden bir parça olmasının vermiş olduğu duygular çoktan içime işlemeye başlamıştı. Erkendi, çok erkendi ama belki de babasını bize döndürmek için gelmiş olan bir mucizeydi. Belki demek yanlıştı. O zaten bir mucizeydi.
“Biz bebeğin gelişimini kontrol ettik ancak kalp atışlarını duyabiliriz, dinlemek isterseniz…” doktor daha cümlelerini bitirmeden hızla itiraz ettim. Pamir olmadan olmazdı. Bu ilki Pamirle yaşamak istiyordum. “Hayır, eşimle birlikte dinlemek istiyorum.” Dedim ağlamaklı bir şekilde. Doktor hanımın gözlerinden hüzünlü bir ifade geçerken belli belirsiz başını salladı. “Nasıl isterseniz, ben 2 hafta sonraya randevu vereyim o halde size.” Dedikten sonra ekledi. “Reçetenizi yazdım, bu supplementleri mutlaka kullanmaya başlayın ki bebeğinizin gelişimi açısından sıkıntı oluşmasın.”
(Supplement= Artan vitamin, mineral ve diğer besin gereksinmelerinin karşılanmasına yardımcı olur. Gebelikte özellikle folik asit.)
Başımı sallayarak onayladım doktor hanımı. Elbette kullanırdım. Bebeğimin sağlığı önemliydi ve bunu riske atmazdım.
Geçmiş olsun dileklerini dileyen doktorlar odadan çıkarken Işık’a doğru baktım ağlamaklı gözlerle. Bana gülümseyen bir şekilde baktığını gördüğümde büyükçe yutkundum. Kabullenmek çok zordu. “Işık, ne yapacağım ben?” can havliyle konuşurken kafam bir o kadar da karışıktı. Işık hızlıca yataktaki boşluğa oturarak elimi tuttu. “Her şey yoluna girecek canım benim, iyi olacaksınız.”
Umut dolu gözlerle ona bakarken odanın kapısı çalındı. Abim başını içeriye doğru uzatıp bize doğru baktıktan sonra içeri girdi. Endişeli bir biçimde yanıma doğru gelirken telaşlı sesini duydum. "Devrim iyi misin abicim?" dediğinde başımı salladım belli belirsiz. "İyiyim."
Abim alnımı uzunca öperken derin bir nefes verdi. "Aklımı aldın, doktorlar sadece tansiyonunun yükseldiğini söyledi."
"Şimdi iyisin ama değil mi?" Sinem'de aynı endişeyle bana bakarken başımı salladım. Onlara da söylemem gerekiyordu ama Pamir'den önce söylemek hiç içime sinmeyecekti. Yine de onlar benim en yakınım dediklerimdi. Elimdeki ultrason fotoğrafını ikisinin de görebileceği şekilde kaldırdığımda bakışları fotoğrafa döndü.
Abim kaşlarını çatıp anlamaya çalışırken Sinem’in dudakları arasından sevinçli bir çığlık kaçtı. "Ay Devrim!" Heyecanlı bir biçimde bana yaklaşırken abim çatık kaşlarla ona baktıktan sonra bana doğru döndü. Sonra da Işık’a baktı. Anlamamıştı. "Bu ne?"
"Dayı oluyorsun..." zorlukla konuştuğumda abimin kaşları havalandı şaşkınlıkla. Tekrar ultrasona bakıp sonra karnıma doğru baktı. "Hamile misin?" Sesinin tonundan heyecanını hissederken başımı salladım. Gülümsemesine karışmış şoklu hali insanda gülme isteği oluştururken abim elini ensesine götürdü. Verdiği tepkiye güler gibi oldum. Ama hiçbir şey şu an moralimi düzeltemezdi. "İnanmıyorum, bu kadar erken dayı olacağımı hayal etmezdim."
Yakınarak söylediği cümle ile Işık uyarı dolu bir sesle konuştu. "Öyle demeyelim istersen Boracım." Tereddütlerimi görmüştü, duymuştu. O yüzden abimi dizginlemek için söylemişti bunu.
"Canım arkadaşım benim, tebrik ederim." Sinem hevesli bir biçimde bana sarılırken bende sarıldım ona sıkı sıkı. "Teyze oluyorum." Buruk bir gülüşle söylediği şeyle birlikte bende burukça baktım ona. Oysa bu haberi nasıl kutlardık kim bilir. Burukça değil de dünyalar kadar sevinerek kutlardık. Bu haberi onlara verirken Pamir’in olmasını ne çok isterdim.
Tüm bunları düşünürken dudaklarımın arasından bir hıçkırık kaçtı. Gözyaşlarım yanaklarımı ıslatırken ağlamalarımın arasından sızlandım. "Babası belki de haberini alamayacak." Bu ihtimal daha çok ağlamama neden olurken bu kez abim sıkıca sarıldı bana. Başımı omzuna gömüp ağlarken saçımı okşadı. "Şşt, alacak tabii ki. Aldığında da bayram edecek." Ederdi, çok sevinirdi. Buna adımın Devrim olduğu kadar emindim ama ihtimaller canımı çok yakıyordu...
*****
"Bora abi sana yardım ettiğimi gördüğünde kızacak." Sinem’in sitemli sesiyle birlikte bir şey söylemedim. Oda da yatamıyordum. Aklım Pamir’deyken nasıl yatardım? Nasıl dinlenirdim? Ekstra dikkat etmem gerekiyordu biliyordum ama onu görmeden olmazdı. Zaten saatler geçmişti onu görmeyeli. Daha fazla onu görmeden duramazdım.
Sinem koluma girmiş beni yoğun bakım ünitesine götürürken görüş açıma Halide teyze ile Burçe girdi ilk önce. Burçe camın önünde ağlıyordu. Halide teyze ağlayarak Yasin okumakla meşguldü. Ben baygın bir şekilde yatarken gelmişlerdi. Serhat babam yoktu, belki de abimle dışarı çıkmışlardı. Işık’ta yoktu.
Batuhan sırtını duvara yaslamış üzgün gözlerle Burçe’yi izliyordu. Belki de pişmanlığıyla baş başa kalmıştı. Onun yanındaki sandalyelerde Yiğit ve Taner vardı. Ellerini yüzlerine yaslamış bekliyorlardı. Kürşat ve Ahmet abi koridorda dikilmeye devam ediyordu. Hakan, Halide teyzenin yanında düşünceli bir biçimde oturuyordu. Soner burada değildi, muhtemelen Baran Albay ile konuşmaya gitmişti. Adımlarımız koridora yaklaştığında bizi ilk gören Hakan oldu. Oturduğu yerden ayağa kalkarken koluma girmek için hızlı adımlarla yanımıza gelmeye başladı. Anlaşılan o kadar kötü durumdaydım.
Sonra Burçe gördü bizi. Abisini izlediği camın başından ayrılırken hızlı adımlarla bana doğru koştu ve kollarıma sarıldı. Bende ona sarıldım sıkıca. "Yenge... ya bir şey olursa." Ağlayarak söylediği cümle ile gözyaşlarım yanaklarıma akıp giderken Batuhan onu kollarından tutup benden ayırdı. Benim halimi onlar görmüştü. Tekrar kötü olmamam için yapıyordu bunu. Ben daha kendimi teselli edemiyordum, onu edecek halimde yoktu sözlerimde. Batuhan bunu anlamış gibi onu benden ayırdığında cevabı o verdi. "Aslan gibidir o, dayanır."
"Kızım sen neden kalktın?" Halide teyzenin titrek ve endişeli bir sesle söylediği cümle ile bakışlarım ona doğru döndü. Gözleri kan çanağına dönmüştü, çökmüştü. Endişesini hissederken mırıldandım. "Orada öylece yatamazdım..." Zorlukla söylediğim cümlenin ardından Halide teyze cevap verdi. "Pamir iyi olacak, ben oğlumu tanıyorum güçlüdür o." İnançla söylediği şeye inanmak istedim ama inanacak gücü kendimde bulamıyordum. Bu sözleri güçlü durmaya çalışarak söylüyordu ama gözlerindeki yaşlar kurumamıştı bile.
Onlara bir şey söylememişlerdi. Söylemesinler istemiştim. Pamir uyanana kadar sadece dördümüz bilecektik bunu. Pamir uyandıktan sonra birlikte söyleyecektik. Babama da onun ailesine de.
Adımlarımı yoğun bakım ünitesinin camına doğru atarken ciğerlerime nefes çekmeye çalıştım. Her bir adımımda göreceğim şeyden ölesiye korkuyordum. Onu hiç görmemiştim. Cama yaklaştığımda onu gördüğüm an adımlarım duraksadı. Elim cama yaslanırken zorlukla tutundum. Sinem ve Hakan benim iyi olduğuma kanaat geçirerek ellerini üzerlerimden çekerken benden uzaklaşmaya başladılar. Zorlukla ayakta dikilirken uzun uzun baktım yüzüne.
Zayıflamıştı, yüzünde birkaç yerde çizikler vardı. Saçları dağılmıştı. Dudaklarının arasında bir hortum vardı ve bu nefes almasına yardımcı oluyordu. Solda kalp atışlarını gösteren bir monitör vardı. Sol kolu alçı içindeydi. Kalp atışlarını görmek bile daha iyi gelmişti. Yaşıyordu. Yaşayacaktı. Elim istemsizce karnıma doğru gitti. Bizim için yaşayacaktı. Bebeğimizin haberini aldığında daha çabuk toparlanacaktı hatta.
Yine de onu böyle görmeye dayanamıyordum. O benim canımdı, canımın içiydi, kocamdı. Hayatımı birleştirdiğim, onunla yaşlanmak istediğim adamdı. Şimdi beni böyle bir sorumlulukla baş başa bırakmazdı. O hep benim yüklerimi sırtlanmıştı. Yine bana yardımcı olacaktı.
"Devrim, iyi misin kızım?" Serhat babamın üzgün ama yine de güçlü sesini duyduğumda bakışlarımı ona doğru çevirdim. Endişeli gözlerle beni izlediğini gördüğümde başımı iki yana salladım. "İyi değilim, Pamir uyanmadan da iyi olmayacağım..." Ağlayarak söylediğim cümleyle Serhat babam bana doğru geldi ve sıcaklığı ile sarıp sarmaladı bedenimi. Kolları arasında tir tir titreyip gözyaşlarımı akıtırken teselli cümlelerini duydum. "İyi olacak, uyanacak, sonra da sana kızacak neden bu kadar ağladın diye."
Son söylediği cümleyi onayladım. Yapardı, bunu biliyordum. Serhat babama daha çok sarılırken mırıldandım. "Elimde değil baba, onu böyle görmek çok ağır."
Serhat babam saçlarımı okşamaya devam ederken bir şey söylemedi. Onun yerine Burçe’nin hıçkırıkları yankılandı koridorda. Arkasında onu bekleyen çok kişi vardı. Bizi hissederdi biliyordum, bizi hisseder ve yaşama tutunurdu. Çünkü o pes etmezdi, pes etmek yakışmazdı...
Saniyeler, dakikalar, saatler geçiyordu. Saat kaçtı bilmiyordum ama yorgunluk tüm bedenimi ele geçirmişti. Yine de bunu önemsemeden bıkmadan usanmadan camın önünde bekliyordum. Arada sırada abimin zoruyla, Sinem’in zoruyla oturup dinleniyordum ama sonra tekrardan kalkıyordum. Her saat başı Işık’a bir gelişme olup olmadığını soruyordum ama aldığım cevap hep aynıydı. Ondan bir saniye bile gözlerimi ayırmamam gerektiğini hissediyordum. Gözlerimi ayırdığım an bir daha bulamamak deli gibi korkutuyordu beni...
Şimdi tek başımaydım. Halide teyzenin tansiyonu yükselmişti ve dil altı verilerek bir hastane odasına yatırılmıştı. Abim ve Işık kafeteryaya gitmişti. Hakan ve Sinem az önceye kadar yanımdalarken şimdi beni yalnız bırakmanın doğru olduğunu düşünüp uzaklaşmışlardı. Tim üyeleri dönüşümlü olarak gelip gidiyordu. Burçe ve Serhat babam, Halide teyzeye bakmaya gitmişlerdi. Sadece ben ve Pamir kalmıştık. Aramızdaki ise bir cam parçası.
Onu öylece izlerken aklıma yaşadığımız tartışmalar geldi. Ne kadar saçma sebeplerden uzatmıştık, birbirimize neler söylemiştik. Değmezdi. Hayat bu kadar kısayken değmezdi. Aramıza mesafe koyarken onunla geçireceğim son günler olduğunu bilseydim mesela asla gitmezdim İstanbul'a, sonra ona çıkışmazdım, en güzel anıları biriktirmeye çalışırdım ama yapmamıştım. İkimizde yapmamıştık.
O anları güzel geçirmemiştik biz. Sadece bir günümüz güzel geçmişti sonrasında da ayrılmıştık. Şimdi çok pişmandım. Burçe ve Batuhan’ın sırrını sakladığım için, Pamirle aramıza soğukluk soktuğum için pişmandım. Son pişmanlık fayda vermiyordu. Hatalı olduğumu dile getirmiştim, geçen günleri de geri getiremiyordum ama tüm duygularım birbirine girmişti. Ağlamakla gülmek, bağırmak ya da sessizlik içinde kalmak... İçimden her şeyi yapmak geçiyordu ama tek yapabildiğim öylece durup sevdiğim adamı izlemekti. Elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Sonra abimin söyledikleri vardı, o cümleler Pamir’e haksızlık ettiğimi hissettirmişti. Bazen sözlerim, davranışlarım onu kırıyordu. Yine böyle olmuştu. Sözlerimi söylerken nereye dokunacağını bilmiyordum. Sonra yine Pamir’in cümleleri yankılanıyordu zihnimde. ‘Bencilsin... Etrafındaki herkese varsın ama bana yoksun.’ Burçe ve Batuhan konusunda böyle düşündüğünü sanmıştım o an ama aslında yaşadığımız her şeyi kapsayan bir cümleydi o. Şimdi anlıyordum. İş işten geçince anlamıştım.
Pamir’in beni kaybetmekten ne kadar korktuğunu biliyordum. Bu korkunun ona yapmaması gereken şeyler yaptırdığını da görmüştüm. Benim intihar ettiğimi bile düşünmüştü. O zaten bu konuda bu kadar hassasken ben yüzük çıkarmayı ima ederken de belki evliliğimizi sorgularken de bu korkusunu canlandırmıştım. Aslında hiçbirini isteyerek yapmamıştım ama yapmıştım işte.
Fevriydim, serttim, duygularımı ifade ederken bazen aşırıya kaçıyordum ama bunu törpüleyecektim. İnsanın birini kaybetmekten korkması çok kötü bir duyguydu. Aylar önce bu duygunun esiriyken kurtulmuştum ve bir daha da sınanmamıştım ta ki bugüne kadar. Şimdi aynı duygularla sınanıyordum. Ama Pamir bunu benim yüzümden sürekli yaşasın istemiyordum. Bunun tabii ki meslekle ilgisi yoktu, o konu da yapabileceğimiz bir şey yoktu sadece bu konuda hareketlerime dikkat edecektim, sözlerimi seçecektim.
Elim camda yaslıyken gözüm zaten hiç Pamir’den ayrılmıyordu. Ama bu sefer parmağımdaki yüzüklere takıldı bakışlarım. Bana evlenme teklifi ettiği gün daha dün gibiydi. Sonra nişanımız, nikahımız... Bunların anılarda kalmasını istemiyordum. Pamir’i yine anılarda yaşatmak, çocuğumuzu fotoğraflarla büyütmek istemiyordum. Bunun düşüncesi dahi canımı acıtmaya, ağrıyan kalbimi daha da ağrıtmaya yetiyordu.
Önüme doğru uzatılan su şişesiyle düşüncelerimden sıyrılırken bana şişeyi uzatan kişiye doğru baktım. Batuhan’ın olduğunu gördüğümde iç çekerek su şişesini aldım ve kapağını açarak birkaç yudum içtim. İyi gelmişti.
"Teşekkür ederim.." diye fısıldarken bakışlarımı tekrardan Pamir’e doğru çevirdim. Şu an bana bakmasına, gözyaşlarımı temizlemesine o kadar ihtiyacım vardı ki. "Ne demek." dedi Batuhan sıkıntılı bir biçimde. İç çekerek benim gibi Pamir’e bakarken mırıldandı. "O kadar pişmanım ki. O bana abim gibi davranırken ben ona ihanet etmiş gibi hissediyorum." Pişmanlığı, mahcubiyeti ses tonundan iliklerime kadar sızarken sessiz kaldım.
"İkna etmeliydim Burçe’yi, anlatmalıydık en başında. Ama olmadı işte. Belki de kolayıma geldi. Dahası seni de bu işin içine soktuk." Üzgün bir şekilde sözlerine devam ederken kendini suçladığını anlıyordum. Ama suçlaması bir şeyleri geri döndürmeyecekti. "Hepimiz hata yaptık Batuhan, benim de saklamamam gerekiyordu. Bu olayda üçümüz de suçluyuz." dedim kabullenerek. Ben sadece bu konuda cezamın fazla olduğunu düşünmüştüm, diğer türlü suçlu olduğumu kabul etmiştim zaten.
Batuhan elini saçlarına atıp sıkıntılı bir nefes verdi. “Uyanacak ama biliyorum, Pamir komutan o. Güçlü, dirayetli. Ne başarılarını duyduk, böyle kolayca yıkılmaz.” Dedi inançla. Elini omzuma doğru yasladı teselli etmek amacıyla. “Sende inan yenge, umudunu hiç kaybetme. Ameliyatı atlattıysa buradan da anlının akıyla çıkacak.” Dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım hıçkırmamak için.
Beni teselli ediyordu ama vicdan azabı duyuyordu belli. Onunla adam akıllı konuşamadan Pamirle vedalaşmaktan korkuyordu. Bende çok korkuyordum bu ihtimalden. Ve bunu her düşündüğümde kalp ağrıma engel olamıyordum. Ama güçlü olmam gerekiyordu. Korumam gereken biri daha vardı artık. Onun için güçlü durmak istiyordum ama bana gücümü verecek olan adam içeride öylece yatarken bu çok zordu...
◔◔◔
Yazarın anlatımından,
Taner kendini hastanenin kapısından atmış birkaç hızlı adımda boş olan banklardan birine oturmuştu. İçi yanıyordu. Hissettiği öfke, bu ateşi harlıyordu. İçeride yatan kişi komutanıydı. Daha kendisi gelmeden kahramanlığını duymuşlardı. Kıdemli Üsteğmen Pamir Arslan, yıllarca sürdürdüğü operasyonu başarıyla tamamladı, örgüte ağır bir darbe vurdu ve şimdi Sancak timinin komutanı olarak devam edecek demişlerdi. O günlerde ne çok heyecanlanmışlardı onunla tanışacakları için.
Pamir’le tanıştıkları andan itibaren de gözlerindeki değeri daha da artmıştı. Zaten kahraman bir Türk askeriydi. Bir de komutanlarıydı. Gurur duymuşlardı onunla. Ama şimdi o adamı bu şekilde görmek hepsine acı vermişti. Gözlerinin önünde olmuştu her şey. Depodan çıktığı için sevinemeden deponun patladığını görüp duymuşlardı. Hepsinin hevesi kursağında kalmıştı böylece.
O gri dumanların arasından komutanlarına nasıl ulaşmışlardı şimdi kimse anlatamazdı. Hepsinin içindeki panik, endişe artmıştı. Soğukkanlılıklarından eser kalmamıştı. Onu o halde gördüklerinde kımıldatmaya korkmuşlardı ilk önce. Yiğit, nabzına bakarken zorlanmıştı mesela. Şu an yaşadığını biliyorlardı, bu yaşam savaşını layıkıyla yerine getireceğine inançları tamdı ama yine de bazen korkunun esiri oluyorlardı.
Hele ki Taner, bu kapıda sevdikleriyle vedalaştığı için kaybetmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Bir gece ansızın telefonu çalmıştı. Bilinmeyen bir numara… Merakla açmıştı telefonu, tek bir cümleyle hayatı kararmıştı. ‘Ailenizin bulunduğu araba tırın altına girdi.’
O hastaneye nasıl gitmişti bilmiyordu. Hastaneye girdiğinde ilk önce babasının olay anında vefat ettiğini öğrenmişti. Daha onun acısına alışamadan annesi ve kız kardeşinin ameliyatta olduğunu söylemişlerdi. Sonra da arka arkaya vefat ettikleri haberini vermişlerdi. Tek bir gecede dünyası başına yıkılmıştı, kimsesiz kalmıştı. Hepsinin mezarına kendi elleriyle toprak atmıştı. O günden sonra da hayatının tek amacı zaten şehit olup onlara kavuşmak olmuştu.
Şimdi her ameliyathane önünde bekleyişinde aklına o anlar geliyordu. Ailesinin kaybını tekrar tekrar yaşıyordu. Çok özlemişti onları, arkalarında sadece fotoğrafları kalmıştı. 5 yıl olmuştu ama acıları hala daha tazeydi...
Taner tüm bunları düşünerek o bankta otururken uzaklara dalmıştı. O yüzden onu uzaktan izleyen kadının varlığından bir haberdi. Gizli bir hayranının olduğundan haberi yoktu; Pratisyen hekim Dilek Aker.
Dilek yeni gelmişti buraya, daha doğrusu şubat ayından beridir buradaydı. Buraya gelip görevine başladıktan sonra görmüştü Taner’i. Birçok kez bu koridorda karşılaşmıştı onunla. Gönlünü nasıl kaptırdığını anlamamıştı ama onu izlerken bulmuştu hep kendini. Uzaktan uzağa izlemişti onu. Yanına gitmeye cesaret edememişti. Uzaktan izlediği kadar tanımıştı onu. Arkadaşlarıyla arasındaki bağı görmüştü, şakalaşmalarını dinlemişti, üzüntüsünü görmüştü. Her seferinde de daha fazla etkilenmişti.
Şimdi içindeki duygular katlanılmaz bir hal almıştı. Yanına gidip konuşmak istiyordu ama onun ne tepki vereceğini bilmiyordu. Yine de bugün daha beter üzgün olduğunu görüp onu teselli etme isteğini içinde bastıramamıştı ve konuşmaya karar vermişti.
Bu yüzden yavaş adımlarla yanına giderken derin bir nefes aldı. Görüş açısına yandan profili girdi ilk önce. Siyah saçları, esmer teni, kahverengi gözleri, düzgün yüzü ve yapılı vücudu…
Taner yanına yaklaşan birinin varlığını hissederken bakışlarını daldığı yerden çekip kıza doğru çevirdi. Hem meraklı hem de tetikte bir şekilde kıza bakarken ilk dikkatini çeken kızın mavi gözleri olmuştu. Bu gözleri daha önce görmüştü, daha doğrusu onunla burada daha önce karşılaşmışlardı.
Bakışları buluştuğunda Taner, karşısındakinin bir doktor olduğunu kavrayarak oturduğu yerden kalktı. Aklına sadece tek bir ihtimal gelmişti o da komutanıydı. “Bir şey mi oldu?” Korkarak sorduğu soruyla Dilek hızlıca reddetti. “Hayır, hastanızla ilgili bir sorun yok Taner bey.”
Dilek kırdığı potla gözlerini kapatırken Taner rahatlamanın yanında gerilerek kıza doğru baktı ve kaşlarını çattı. “İsmimi nereden biliyorsunuz?” Nazik ama sert bir şekilde sorduğu soru ile Dilek ne diyeceğini bilemedi. Cesaretini topladığını sanmıştı ama toplayamamıştı. “Ben, arkadaşlarınızla konuşurken duydum.” Dedi utangaç bir biçimde.
Taner buna inanıp inanmamak arasında kalırken sessiz kalmayı seçti. Kıza göz ucuyla bakarken taviz vermeden konuştu. “Size yardım edebileceğim bir şey var mı doktor hanım?” Kızın neden yanına geldiğini sorguluyordu kendi içinde. Dilek dudaklarını dişleyerek baktı karşısındaki adama. Daha önce hiç konuşmadıkları için ne söylese bilmiyordu. “Sadece uzaktan bakıldığında, yani belki size yardım edebilirim diye.”
Dilek ne söyleyeceğini bilemeyerek lafları birbirine dolandırırken Taner anlamaz gözlerle bakmaya devam etti kıza doğru. Ne söylemek istediğini anlamamıştı. Karşındaki heyecanına da anlam verememişti.
Dilek ise Taner’in bu bakışlarından daha da utanarak hızlıca ekledi. “Kusura bakmayın, rahatsız ettim ben.” Diyerek yanından uzaklaşırken elini kalbine doğru yasladı. Kalbi duracak kadar hızlı atmaya başlamıştı. Hızlıca hastaneden içeri girip kendini duvara yaslarken kalbinin sakinleşmesini bekledi. İlk konuşmalarının böyle olmasını istememişti ama o kadar utanıp çekinmişti ki ne diyeceğini bilememişti.
Taner ise öylece kızın arkasından bakakalmıştı. Kızın neden geldiği, ismini nereden bildiği, aslında ne söyleyeceği, neden bu kadar heyecanlandığı zihnini işgal etmeye başlamıştı. Daha önce görmüştü onu. İsmini falan bilmiyordu ama gördüğüne emindi. Üzerinde fazla durmak istemese de aklına takılmıştı bir kere. Bu yüzden düşünmeye devam edecek hatta bu meseleyi zihnine çok fazla takacaktı…
◔◔◔
Devrim Akyol Arslan’ın anlatımından,
Üzerime örtülen bir şeyle gözlerimi aralarken tam karşımda abimi gördüm. Onun ardından bakışlarım tekrardan cama kayarken Pamir’in aynı şekilde uyuduğunu gördüm. Abim sakin olmam adına konuşurken bakışlarım tekrardan ona döndü. "Odana gidip uyusan ya abicim, burada belin tutulacak." Endişeli bir biçimde sözlerini dile getirirken hızla başımı iki yana salladım. "Hayır, onu bırakamam burada." Abim sıkıntılı bir nefes verdi söylediğim şeyle. "Güzelim, dinlenmen gerektiğini biliyorsun. Doktorunu duydun."
Duymuştum, dinlenmem gerektiğini, stres yapmamam gerektiğini, kendime dikkat etmem gerektiğini söylemişti ama Pamir bu haldeyken nasıl stres yapmazdım? İhtimaller zihnimde dönüp dolaşırken nasıl onu burada bırakıp dinlenmeye giderdim. "İyiyim ben abi, Pamir bizim burada olduğumuzu hissetsin. Hissetsin ki uyanmak için çabalasın." dedim kararlı bir biçimde. Abim söylediğim cümle ile büyükçe yutkunurken mırıldandı. "O sen burada olmasan da hisseder seni."
Öyle olsa bile işimi garantiye alacaktım. Ayrıca onu burada bırakıp gidince gözüme uyku girmezdi ki. Kafamda kurup dururdum ve bu daha da kötüydü.
"O zaman mümkün olduğunca dinlen." dedi abim emredercesine. Yanımdaki koltuğa oturduğunda kolunu benim için açtı. Hızlı bir hamleyle başımı omzuna yaslarken eliyle omzumu okşamaya başladı yavaş yavaş. Sessizliğimize devam ederken ikimizin bakışları da karşımızda yatakta yatan adamdaydı. Onu izlemeye devam ederken sessizliği abim bozdu. "Sen yaralandığında o da senin gibi bir dakika bile ayrılmadı şu camın arkasından. Perişan oldu…" Düşünceli bir biçimde söylediği cümlelerle iç geçirdim. Bizim niye çoğu günümüz hastane köşelerinde geçiyordu?
“O da benim gibi uyanacak değil mi?” diye sordum titrek bir nefes vererek. Abim başını salladı belli belirsiz. “Uyanacak, dayanacak sizin için.” Sizin için kelimesi garip hissettirirken yanağıma gözyaşı akmasını engelleyemedim. “Dayanması gerekiyor, beni tek başına bırakamaz. Ben tek başıma kalkamam yoksa bu yükün altından.” Gerçekten kalkamazdım. Tek başıma olmak çok korkutuyordu beni. “Korkuyorum abi…” itiraf ettiğim şeyle abim bana doğru baktı. “Korkma, yalnız olmayacaksın. Siz bu bebeği birlikte büyüteceksiniz.”
Öyle olacaktı, olması gerekiyordu. Yoksa ben ne yapardım bilmiyordum. Bir çocuğumuz olmasını istiyordum, istiyorduk ama bu kadar erken olmasını istememiştim hiçbir zaman. Zamanlaması kötüydü evet ama şu an hayatımıza girdiyse rabbimin bir bildiği vardı. Böyle düşünerek kendimi rahatlatmaya çalışıyordum ama korkuyordum yine de. Ben daha kendime zor bakarken bir bebeğe nasıl bakacaktım? Nasıl halledecektim?
Düşüncelerimle baş başayken koridordan gelen adım seslerini duydum. Burçe’nin buraya geldiğini gördüğümde başımı abimin omzundan kaldırdım. Ağlamaktan perişan olmuştu. Gözleri kan çanağıydı. Bakışları direkt abisini bulurken omuzlarının sarsıldığını gördüm. Abisini bir kere kaybetmişti, kim bilir şimdi ne hissediyordu.
Bakışları bana doğru döndüğünde gözlerinden akan damlaları gördüm. Birbirimize ağlamaklı bir şekilde bakarken titreyen sesini duydum. “Yenge, iyi olacak değil mi?” İkna edilmek istercesine bana bakarken içimdeki umut kırıntılarından ona verdim. “İyi olacak…” dedim başımı sallayarak. İyi olmak zorundaydı.
Burçe küçük adımlarla yanıma yaklaşırken oturduğum yerden ayağa kalktım. Birbirimize kollarımızı sararken mırıltısını duydum. “Bana kırgın gitmesin ne olur, dayanamam.” Hıçkırıkları arasından söylediği şeyi duyduğumda bende kendimi tutamadım. Biz konuşup halletmiştik ama onların arasındaki mesele henüz bitmemişti. Bunun vicdan azabı daha büyüktü. Burçe’nin yerinde olmayı hiç istemezdim. Şimdi o kadar pişmandı ki ikisi de daha önce anlatmadıkları için. Ama elden bir şey gelmiyordu…
*****
Zaman geçmek bilmiyordu… Öyle çaresizce beklemek o kadar zordu ki. Ellerim kollarım bağlıydı. Sadece bir camın ardından onun gözlerini açmasını bekliyordum. Kalbimde büyük bir korku vardı, umut vardı, heyecan vardı. Her duyguyu karışık yaşıyordum. Ama korku en baskın olanıydı. Doktorun söylediği 24 saatin dolmasına az kalmıştı ama Pamir hala uyanmıyordu, durumu aynıydı. Bu beni daha da bitiriyordu, perişan ediyordu.
Dayanamıyordum artık, böylece durmaya dayanamıyordum, yüreğim sıkışıyordu onu böyle gördükçe. Kendimi kötü düşünüp strese sokmamaya çalışıyordum ama olmuyordu.
Halide teyze girmişti iki saat önce yanına. Şimdi de ben izin almıştım girmek için. Uyuyordu ama ona burada olduğumu hissettirmek istiyordum, daha doğrusu burada olduğumuzu. O yüzden bone, maske, galoş, önlük gibi gerekli eşyaları giyerek yoğun bakım kapısından içeri girdim. İçeri girdiğim an burnuma dolan koku midemi alt üst etse de kendimi tuttum.
Ona doğru attığım her adımda ayaklarım titrerken gözlerime yaşlar doluyordu. Onu böyle görmek çok zordu. Yakından yaraları daha netti, zayıflığı daha belirgindi. Çöktüğünü daha net görebiliyordum ve bunu görmek beni bitirmişti. Canım hiç olmadığı kadar çok acıyordu. Sanki kalbime kızgın bir hançer sokup çeviriyorlardı. Aylar sonra karşılaşmamız böyle olmamalıydı.
Tam yanına ulaştığımda yatakta duran eline uzanıp tuttum sıkıca. İlk önce soğukluk hissetmekten korksam da ılık teni içimi ısıtmaya yetmişti. Dikkatle yüzüne bakarken yüzündeki yaraları teker teker öpüp iyileştirmek istedim. Uyandığında yapacaktım bunu. Onun her bir yarasını sevgimle iyileştirecektim.
“Canımın içi… Ben geldim.” dedim zorlukla. “Aslında hep camın arkasındaydım sevgilim.” Bir cevap versin diye bekledim, güzelim desin tekrar, ela gözleriyle gözlerime baksın istedim. Olmadı. Bu beni ağlatmaya yeterken elini sıkı sıkı kavradım. “Aç gözlerini Pamir’im, yine öyle güzel güzel bak bana.”
Bir süre sessiz kaldığımda odada sadece kalbinin bağlı olduğu monitörden ses yankılanıyordu. Bu da benim şükür sebebimdi. Kalbi atıyordu, nefes alıyordu. “Ben alışık değilim buna Pamir, benim sevdiğim adam beni bu kadar bekletmez, gözyaşı dökmeme izin vermez.” En azından son bir yıldır böyleydi bu. Elimin tersiyle gözyaşımı temizlerken kısık bir sesle mırıldandım. “Gözyaşlarımı silemediği için sinirlenir, tek damla gözyaşıma kıyamaz.”
Derin bir nefes alırken devam ettim sözlerime. “Sana çok ihtiyacım var birtanem…” dedikten sonra duraksadım. “Sana çok ihtiyacımız var.” Tuttuğum elini bileğinden kavrayarak avuç içini karnıma doğru yaslarken dudaklarımın arasından hıçkırık kaçmasını engelleyemedim. “Seninle tanışmak için can atan, sevgine ihtiyacı olan biri daha var artık...” Bu haberi bu şekilde vermek o kadar kötüydü ki. “Ne olursun bizim için dayan, ne olursun.” Yalvarırcasına konuşurken beni duymasını diledim içimden, beni duysun ve gözlerini açsın istedim.
Bekledim, bekledim, bekledim… Ama gözlerini aralamadı. Umutlarım yıkılıp gözyaşlarımla birlikte birer birer akarken elini tekrardan yatağa bıraktım.
Gözlerimi ondan ayırmadan odadan çıktıktan sonra artan mide bulantımı dindirmek için lavaboya ilerledim hızlı adımlarla. Midemden yükselen acı sıvıyı klozete boşaltırken gözyaşlarımın bir sağanak gibi yanaklarımı ıslatmasına izin verdim. Uyanmıyordu, o uyanmadıkça sanki ben ölüyordum. O gözlerini açıp bana bakmadıkça sanki ben bitiyordum. Sesini duymadıkça nefesim kesiliyordu…
◔◔◔
Yazarın anlatımından,
Etraf karanlıktı, güneş çoktan gökyüzünü terk etmişti. Gökyüzü ihtişamlı lacivertiyle büyülüyordu ama etrafı aydınlatan ay ve yıldızlarda yoktu. Pamir bir boşluğun içinde ilerlerken etrafına bakınıyordu. Hiçbir şeyin olmaması dikkatini çekerken bulunduğu yerin gerçekliğini sorgulamakla meşguldü.
Yürümeye devam ederken gördüğü tanıdık yüzlerle kaşları çatıldı. Görev yaptığı süre zarfında sırt sırta verdiği, harp okulundan mezun olduğu şehit arkadaşları hep bir araya toplanmıştı. Gülerek birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Onların bu halleri yüzünde gülümseme oluştururken onları ne kadar özlediğini fark etti. Yıllar olmuştu görüşmeyeli, görmeyeli. Ama şimdi hepsi karşındaydı tüm gerçekliğiyle, bir adım uzağındaydı.
Bir de depoda kurtarmaya çalıştığı çocuk vardı. Onu gördüğü an hüznü iliklerine kadar hissetti Pamir. Yönünü ona doğru çevirdi. Yüzünde masum, tatlı bir gülümseme vardı oğlan çocuğunun. Bu gülümsemeye içi giderken o da küçük bir tebessüm etti.
“Pamir, gelsene oğlum buraya!” Arkadaşlarından biri elini kaldırmış onu çağırırken Pamir’de elini kaldırıp selam verdi. “Geliyorum!” Hiç beklemeden yanlarına doğru ilerlerken attığı adımlar yavaşlamıştı istemsizce. Ama yanlarına gitmek içinde sabırsızdı. Yavaş yavaş ilerlerken tüm bakışların üzerinde olduğunu hissediyordu.
“Sevgilim, nereye gidiyorsun?” Pamir’in adımları ağlayan, acı dolu o ses ilk önce yavaşlamış ardından da durdurmuştu. Başını istemsizce geriye doğru çevirdiğinde ondan epey uzakta dikilen karısını gördü. Ağlayan, perişan olmuş, gözleri çaresizlikle bakan karısı. “Devrim…” Dudaklarının arasından kalbinin sahibinin adı dökülürken gerçeklik Pamir’in yüzüne vurdu. Vücudunun tamamını ona doğru çevirirken arkasında beliren ailesini gördü. Annesini, babasını, kardeşini… Hepsinin de gözü yaşlıydı. “Gitme oğlum…” Annesi yalvarırcasına konuşurken büyükçe yutkundu Pamir.
“Hadisene oğlum, ağaç olduk burada!” Arkadaşlarının sesi tekrar kulağına dolarken bakışlarını ailesinden çekip arkadaşlarına çevirdi. Büyükçe üç dört adım atsa yanlarına ulaşacaktı. Yanlarına ulaşınca olacakları biliyordu. Tüm askerlerin istediği o mertebeye ulaşmış olacaktı, hayali gerçekleşecekti, vatanı için kanını, canını vermiş olacaktı.
Sonra tekrar ailesine baktı. Arkasında gözü yaşlı onu bekleyen ailesine. Şehit olduğunda ağlayacak ama onunla gurur duyacak ailesine. Onlara doğru adım atmak istese de sanki ayağına halat bağlanmışta adım atması engelleniyormuş gibi hissetti. Ama arkadaşlarına kolayca ulaşabilecek gibiydi.
“Baba gitme! Bırakma bizi…” Duyduğu hitap ve sesle mıhlanmış gibi yerinde kalakaldı. Kaşları çatılırken etrafına baktı dikkatle. Ona sesleneni görmek istedi ama göremedi. Baba demişti, baba. Kafası karışırken bakışları tekrar ailesine döndü. Kulaklarında karısının sesi yankılandı. “Bizim için dayan, ne olursun…” Onun ağlayan sesine dayanamazken yutkundu.
O sırada diğer taraftan tekrar bir ses yükseldi. “Bugün değil kardeşim, bugün sevdiklerinin yanına dönmelisin.” Az önce onu çağıran kişinin gitmesini söylemesiyle birlikte sanki ayaklarındaki prangalar açıldı. Devrim’e, annesine, babasına, kardeşini birkaç büyük adım attı. Sonra adımları koşuşa döndü. Koşarak metreleri aştı. Sevdiklerine ilerledi son sürat.
İlk önce kulaklarına monitörden çıkan bip sesleri ulaştı Pamir’in. Zihni bulanıktı. Ciğerlerine derin bir nefes çekmek istediğinde canının acısından yüreği ağzına gelir gibi oldu. Gözlerini aralamaya çalıştı. Bir yandan da gördüğü rüyanın gerçekliğini sorguluyordu. Kirpikleri yorgunca birbirinden ayrılırken bembeyaz bir tavan karşıladı onu. Tavanda bulunan aydınlatmadan gözü kamaşırken gözlerini tekrar yumdu.
“Pamir bey, bizi duyabiliyor musunuz?” Duyduğu nazik sesle cevap vermek için boğazındaki yumruyu geçirmek için büyükçe yutkundu. “Evet.” Net bir şekilde verdiği cevapla doktorlardan tekrar gelen sesi duydu. “Sizi normal odaya alıyoruz.”
Hiçbir tepki veremedi Pamir o an için. Ama aklında onu bekleyenlerin olduğu geldiğinde zorlukla mırıldandı. “D-Devrim…” Yorgunluktan konuşacak takati yoktu ama ailesi aklındaydı, arkadaşları da. Mesela o patlama sonrası onlara ne olmuştu? Bu aklındaki diğer sorulardan biriydi. Çünkü patlamanın etkisiyle savrulmuştu ve o an bilincini kaybetmişti.
“Aileniz, arkadaşlarınız dışarıda sizi bekliyor.” Aldığı cevapla tatmin oldu Pamir. Gözlerini zorlukla aralayarak başını sola doğru yani cama çevirdi. Net bir şekilde göremiyordu ama camdaki kalabalığı seçmişti. Tüm sevdikleri ondan gelecek iyi haberi bekliyordu. Gözleri tekrardan kapanırken yorgunluğuna dayanamadı. Yine de en kritik dönemi atlatmıştı. Gerisi kolaydı.
Ailesinin, arkadaşlarının, sevdiklerinin desteğiyle bu süreci atlatıp toparlanacaktı. Tabii ki ona verilecek olan sürprizden de habersizdi. Bu haberle toparlanmak için daha da çabalayacağını bilmiyordu…
Bölüm Sonu
‣‣‣ Bölümü nasıl buldunuz? Beğendiniz mi?
‣‣‣ Pamir’imiz korkuttu bizi ama uyandı çok şükür. Genel manada sahneler nasıldı?
‣‣‣ Devrim hamile, yorumlardan anladığım kadarıyla bekliyordunuz böyle bir şeyi. Onlar için erkendi ama her şeyde bir hayır var sonuçta. Pamir öğrendiğinde ne tepki verecek sizce?
‣‣‣ Elif’i, Sude öldürmüş. Nasıldı itiraf sahnesi? Maalesef Sinem’in bu konuda biraz başı ağrıdı. Sinem’in tutuklama vermemesini epey kişi haklı buldu, buna şaşırdım. Çünkü elde hiç delil yok değil, %75’lik oran yadsınamayacak kadar fazla bir değer...
‣‣‣ Bora ve Işık sahnesi nasıldı? Duru sizce peşimizi bırakacak mı?
‣‣‣ Aramıza yeni bir karakter katıldı, Dilek. Umarım onu da seversiniz. Sizce Taner ile olacaklar mı? Sahne nasıldı?
Diğer bölümde görüşmek üzere, yorumlarınızı bekliyorum…
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
115.82k Okunma |
9.82k Oy |
0 Takip |
50 Bölümlü Kitap |