65. Bölüm

ÖZEL BÖLÜM- UNUTULAN HAYAT

Berfu
morzamiku

Yeni bölüm gelen kadar özel bölüm paylaştım .

yeni bölüm ise aslında tamam ama benim içime sinmedi birkaç düzenleme yapmam gerek başka sorumluluklarım da olunca pek yetiştiremiyorum

Bu bölüm belki hayal kırıklığı olabilir sizde korkut ve kardelen ağırıklı değil ama aslında bu kitabın yazılma sebebi

spoiler olmasın ama geliyor gelmekte olan altını çizdiğim satırlara dikkat edin ...bu bölüm de biraz ağlamış olabilirim umarım aynı duyguları hissediyoruzdur bu benim için önemli bir bölümde lütfen beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın tabbi eğer beğendiyseniz çok uzattım keyifli okumlar dilerim....
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hatırladıkça acıtmayan anılar biriktirmeni isterdim.

Recep Akar


Belin –
Belin, kliniğin arka bahçesinde, yapraklarını çoktan dökmüş yaşlı bir çınarın altında oturuyordu.
Sadece oturuyordu.
Ne bir kitap vardı elinde, ne gözlerini çevirdiği bir ufuk.
Bomboştu.
İçinde kıpırtısız bir karanlık uzanıyordu.
Zaman, buraya uğramıyordu sanki.
Gözlerinin önünden kuşlar uçuyordu, görevli hemşireler sigara molası veriyor, uzak bir köşede temizlik işçileri bir hortumla taşları yıkıyordu.

Canı sıkılmıyordu aslında.
Bu, can sıkıntısından daha büyük, daha derin bir şeydi.
Bir boşluktu.
Adı konmamış, derin bir yokluk.
Kaç gündür buradaydı, bilmiyordu. Zaman bir bataklık gibiydi
Hastaneye ilk geldiğinde, yüzünde hâlâ direnmeye çalışan bir ifade vardı.
Şimdi… artık o ifade bile yoktu.
Tam on üç kilo vermişti.
Sayılara gerek kalmadan da hissedilebilecek bir erimeydi bu.
Zaten şimdi sadece kırk altı kiloydu.
Omuz kemikleri belirginleşmişti. Dirsekleri sivriydi.
Oturduğu bank, artık onun için bile fazla sertti; çünkü vücudu yumuşak dokularını kaybetmişti.
Ama en çok canını yakan, kemikleri değil… ruhuydu.
Çünkü ruhu, artık bir siluet gibi dolaşıyordu bedeninin içinde.
Ruhu… evet, siliniyordu.
İnsanın kendi ruhunun silindiğini fark etmesi…
Bu, bir tür ölüm şekliydi.
Belki de aklı oyunlar oynuyordu ona.
Bazen gerçek ile hayal arasında bir yerde kalıyordu.
Ama bir tek şeyden emindi:
Yıldırer’i özlüyordu.
Hayatındaki tek sabit, bu özlemdi artık.
Özlemek… bir bağlılık şekliydi.
İnsan her şeyi unutabiliyordu ama birini özlemeyi bırakamıyordu.
Ve Yıldırer'in özlemi… ciğerlerinin en ücra köşesinde bile hissediliyordu.
Onun adını anmamak hiçbir işe yaramıyordu.
Yüzünü unutmaya çalışmak… imkânsızdı.
Ne zaman gözlerini kapatsa, onun gözleri beliriyordu karanlıkta.
O gözlerdeki ışık.
O ışık…
Bir zamanlar hayatını aydınlatmıştı.
Şimdi ise o ışık sönmüştü.
Ve karanlık, içeriden başlıyordu.
Belin, hayatın nasıl işlediğini çok iyi biliyordu artık.
Giden giderdi.
Ama geride, onunla yaşadığın şey değil…
Sadece sende bıraktığı his kalırdı.
İnsan, o hisle yaşardı sonra.
O hisle uyanır, o hisle nefes alır, o hisle yürürdü.
Yıldırer’in bıraktığı his… neydi?
Belin, başını kaldırdı.
Gökyüzü açıktı ama renk yoktu.
Her şey griydi.
Tıpkı içinde olduğu gibi.
Ama bugün bir şey farklıydı.
Küçücük bir fark.
Bir çatlak gibi, bir sızıntı gibi… fark edilemeyecek kadar küçük.
Ama oradaydı.
Zihnini kontrol edebildiğini hissetti ilk kez.
Yıllardır yakasını bırakmayan o karanlık düşünceler, sanki kenara çekilmişti.
Bir anlığına bile olsa…
Hafiflemişti.
Belki de sadece unuttuğunu sanıyordu.
Belki, kendine oynadığı bir unutma oyunuydu bu.
Ama fark etmezdi.
Çünkü artık çok yorgundu.
Aşk da, ölüm de başka bir şeye dönüşmüştü onun için.
Sözcüklerin anlamını kaybettiği bir yerdeydi artık.
“Ben ne yaptım kendime?” diye düşündü.
“Kızıma… ben ne yaptım?”
Kendinden utanıyordu.
Kendine acıyordu.
Ama en çok da Mihri’ye karşı taşıdığı suçluluk, kalbini kemiriyordu.
Dünyada ondan daha kötü bir anne var mıydı?
Sanmıyordu.
Mihri’ye ne vermişti?
Ne bırakmıştı?
Sadece… yalnızlık.
Küçücük bir kız çocuğunu, annesizliğin içinde baş başa bırakmıştı.
O kız şimdi kim bilir nerelerdeydi?
Nasıl bir yalnızlıkla büyüyordu?
Belin, titreyen elleriyle bankın kenarından destek alarak ayağa kalktı.
Bir yandan toparlamaya çalıştı kendini, bir yandan tekrar çöküp kalmamaya direndi.
Yavaşça yürümeye başladı.
Adımlarını yavaş attı.
Her adımda içinden bir parça daha düşüyordu yere.
Kaçmak imkânsızdı, biliyordu.
Burası bir klinikti.
Her yerde kameralar vardı.
Güvenlik görevlileri, çok titizdiler.
Oysa Belin’in tek istediği şey…
Yıldırer’in mezarına gitmekti.
Sadece o.
Bir kez daha mezarına baş koymak.
İzin verilseydi, orada saatlerce otururdu.
Hiç konuşmadan.
Hiç ağlamadan.
Sadece…
kalmak isterdi.
Ama dünya, böyle bir şefkati bile çok görüyordu ona.

Şimdi yalnızca pişmandı.
Kızına... bakamamıştı.
Ne zaman bu kadar eksilmişti anneliği, tam olarak bilmiyordu.
Ama bildiği tek şey vardı:
Geç kalmıştı.
Kendi elleriyle büyüttüğü, bir zamanlar kucağında masallar fısıldadığı, uyurken saçlarını okşadığı kızına… artık yabancıydı.
Yüzüne bakamıyordu.
Gözlerinin içine bakacak cesareti yoktu.
Bir annenin taşıyabileceği en ağır yük: pişmanlık.

O bir şey yapmamıştı.
Ne koruyabilmişti ne iyileştirebilmişti.
Sadece… yaşamıştı.
Anlamdan yoksun, amacını kaybetmiş, günleri birbirine ekleyerek geçirmişti.
Sonsuz bir kış gibi...
Adımlarını yavaşça sürükleyerek bahçenin arka tarafına yöneldi.
Kimsenin gelmediği, hemşirelerin bile uğramadığı sessiz bir köşeydi burası.
Banklar solmuş, tahta kısımları çatlamıştı.
Çiçekler çoktan kurumuştu.
Kış onun içini de kurutmuştu.
Bir banka oturdu.
Başını gökyüzüne kaldırdı.
“Bin defa çıksa da ay,” diye fısıldadı kendi kendine.
“Bin defa batsa da güneş… artık yok.”


Gözlerini kapattı.
Soğuk rüzgar yüzüne çarptı, yanaklarını çizdi.
Tenine dokunan her rüzgâr tanesi, geçmişten bir tokat gibiydi.
Kendine kızdı.
Neden güçlü kalamamıştı?
Neden mücadele etmemişti?
Neden Mihri için savaşmamıştı?
Cevap yoktu.
Kendi içinde yankılanan sorular sadece daha çok boşluk getiriyordu.
Ama o sırada, onun farkında olmadığı bir göz, gizlice izliyordu onu.

Bars,
İzliyordu.

Başta sıradandı bu.
Bir hedefe bakar gibi.
Gözlem yapıyor, kamera açılarını hesaplıyor, kaçış rotalarını değerlendiriyordu.
Planı netti.
Kadını kaçıracak, Rusya’ya götürecek, ardından onu takas için kullanacaktı.
Basitti.
Temizdi.
Duygusuzdu.
Ama planlar her zaman basit başlamaz mıydı?
Ve sonra...
Kadını gördü.
Gerçekten gördü.
Fotoğraflarda gördüğünden çok daha zayıftı.
Yüzü...
O yüz bir zamanlar güzel olmalıydı.
Ama şimdi, gözlerinin altı çökmüş, dudakları kurumuş, yanakları kemiklere çekilmişti.
Ama en çok da gözlerinde... hiçbir şey yoktu.
Hiçbir şey.
Ne öfke, ne umut.
Ne bir isyan, ne bir teslimiyet.
Yalnızca sessiz bir keder.
Başını gökyüzüne kaldırdığında, parmaklarını dua eder gibi açtı.
Bars’ın içini bir sızı kapladı.
Tanıdık bir acıydı bu.
Adını unuttuğu, yıllardır bastırdığı bir duygunun kıyısından geçiyordu şimdi.
Kalbi… sanki bir şeyi hatırlıyordu.
Bu hissi hissetmemeliydi.
Görevi netti.
Kadını alacaktı.
Hepsi bu.
Ama kıpırdayamıyordu.
Ayakları çakılıydı toprağa.
Neden böyle etkilenmişti?
Bu kadın, zaten ölecekti.
Değeri neydi?

Neydi bu ilgisizlikle karışık merhamet?

Kadın cebinden bir şey çıkardı.
Avucunun içinde ufalanmış bir ekmek parçası.
Yere serpti.
Az sonra birkaç kuş geldi, çekingen adımlarla yaklaştı.
Kadın, onlara hafifçe gülümsedi.
Ve o gülümseme...
Bars’ın içini deldi.
O gülümsemeden nefret etti.
Çünkü... ona dokundu.
O gülümsemenin içinde keder vardı.
Ama yine de umut kırıntısı da taşıyordu.
Bu kadın... her şeye rağmen hâlâ bir parça şefkat taşıyordu içinde.
Kuşlara ekmek atacak kadar…
Bars gözlerini kısıp dikkatle baktı.
Kadın yavaşça ayağa kalktı.
Zorlandı.
Yerden doğrulurken elleri dizlerine bastı.
Sırtı kamburlaştı.
Bir an sendeledi.
Bars, neredeyse ileri atıldı.
Onu tutmak istedi.
Ama durdu.

Kendine hâkim oldu.
Kadın toparlandı.
Derin bir nefes aldı.
Sonra cebine uzandı, eski bir toka çıkardı.
Saçları dağılmıştı.
Sarıydı… ama solgun.
Yıpranmıştı ama hâlâ güzeldi.
Parmaklarıyla saçlarını düzeltmeye çalıştı.
Ama elleri titriyordu.
Tokayı saçlarına geçirmeye çalışırken, eli kaydı.
İkinci denemede başardı.
Ve o an...
Bars, neden takıldığını anladı.
Saçları.
O saçlara dokunmak istedi bir anlığına.
Nedenini bilmeden.
“Güzel kokuyordur,” diye düşündü.
Oysa kokusunu bilmiyordu.
Ama…
bildiğini sandı.

Ne zamandır birine bu kadar dikkatle bakmamıştı? Bir kadının saçına, tokasına, yürüme biçimine bu kadar odaklandığını hatırlamıyordu. Belki de hiçbir zaman olmamıştı.
Gözlerinin altındaki morluklar, yüzündeki yorgunluk çizgileri, solmuş cildi... hepsi oradaydı. Ama tokasını taktıktan sonra aynaya ihtiyaç duymamıştı.
Başını hafifçe iki yana sallayıp,
"Fena değil," dedi.

Sonra...
Gülümsedi.
Yorgundu. Gerçekten çok yorgundu.
Ve sonra...
“Kızım.”
Söylerken sesi titremedi belki ama içi titredi.
Gözleri bir an gökyüzüne döndü, sonra kliniğe bakan yola...

Adımlarını ağır ağır atmaya başladı.
Ayakları geri dönmek istiyor gibiydi ama kalbi ileriye…
Çünkü bugün kızıyla görüşecekti.
Üzerini değiştirmeliydi.
Hangi elbisesi kollarındaki izlerini daha az gösteriyordu?
Bunları düşünüyordu.
Ama en çok...
Güzel görünmek istiyordu.
Çünkü o küçük kız—artık büyümüş olsa bile—annesi olarak onu güzel hatırlasındı.
Güçlü değil, kusursuz değil...
Ama güzel.
Belin, kızının hatıralarında bir gülümsemeyle kalmak istiyordu.

Ve işte bu yüzden,
tokasını taktı.
Saçlarını düzeltti.
Ve gülümsedi.
Bir tokayla, bir gülümsemeyle,
yeniden yaşamaya karar verdi.
---

Bars, kıpırdamadı.
Gözleri hâlâ kalmıştı rüzgârda dağılmış saçlara...
Ama zaman azalıyordu.
Görevi unutmamalıydı.
Hızla kendine geldi.
Sertçe nefes verdi.
Zihnini kapattı.
Adımları yeniden mekanikleşti.
Kliniğe girişi temizlik görevlisi kılığında olmuştu.
Sahte kimliğini gösterdiğinde görevli göz bile kırpmadan geçirmişti.
İçeri adım atar atmaz, yöneldiği ilk yer temizlik odasıydı.
Birkaç bez, sprey şişesi, eski bir paspas...
Yeleğini çekiştirdi, başına şapkasını geçirdi.
Artık bir hayalet gibiydi.
Kameraların fark etmeyeceği kadar sıradan,
Ama içten içe infilak eden biri kadar tehlikeli.
Koridora çıktı.
Kliniğin boğucu steril kokusu, genzine çarptı.
Temizlenmiş ama hiç yaşanmamış gibi duran yerlerdi burası.
Burası... çok sessizdi.
Ta ki—
O ses gelene kadar.

Minicik adımlar koşarak geçti yanından.
Bir kız çocuğu.
Kucağında, bezgin bir beyaz kedi.
Tüyleri yana yatmış, suratındaki ifade dünyadan usanmış gibiydi.
Kızın saçları ışık gibi parlaktı.
Sarının en masum tonu.
Ama Bars’ın takıldığı şey başka bir şeydi.
Gözleriydi.
Kendi göz rengiydi.
“Mihri kuş! Bekle! Annene geç kalmadık!”
O ses.
Bars’ın omurgasından aşağı buz gibi bir şey aktı.
“Banane Kardelen!”
diye bağırdı kız çocuğu.
Ses…
İnceydi.
Tizdi.
Ama asıl sorun çocukta değil, onu takip eden kadındaydı.

Siyah saçlı bir kadın.
Yüzü gençti ama... çocuksu bir yorgunluk taşıyordu.

Yanaklarında bir canlılık vardı, fazla pembeydi.
Üstüne fazla büyük gelen bir palto giymişti.
Ve sesi…
Sanki herkes sağırmış gibi bağırıyordu.
Bars’ın dişleri gıcırdadı.
Omuzları istemsizce kasıldı.
Burnunun kemikleri bile acıdı o sesle.
“Bu sesi biliyorum…” dedi içinden.
Ama nereden?”
Bu kadını...
Bu sesi...
Bir yerden tanıyordu.
Ama hatırlarsa, canı yanacaktı.

Kadına göz ucuyla baktı.
Göz göze gelmedi.
İstemedi.
O gözlerin içinde ne olduğunu bilmek istemedi.
Yürümeye devam etti.
Ama o an, kalbinin derin bir yerinde eski bir korkaklık kıpırdadı.
Savaşta titremeyen elleri, şimdi bez tutarken hafifçe sarsıldı.
“Tanıyorum onu,” dedi.
“Ama tanımak istemiyorum.”

Koridorda ilerledi.
Planına döndü.
Güvenlik kameraları, kör noktalar, çıkış haritası…
Hepsini ezberlemişti.
Görevi basitti. Bir saatlik keşiften sonra işi bitmişti
Bars çıkışa yöneldi.


Ama tam köşeyi dönerken…
Koridorun sonunda, duvara yaslanmış küçük bir kız çocuğu gördü.
Kucağında hâlâ o beyaz kedi vardı.
Ama şimdi hareketsizdi.
Kız başını eğmişti.
Omuzları titriyordu.
Ağlamıyordu aslında...
Bars’ın adımları kesildi.
Durdu.
Eli refleksle maskesine gitti.
Yüzünü sakladı.
“Yürü. Geç git.”
Dedi iç sesi.
“Görevi unutma.”

Gözlerini kaçırdı.
Yavaşça başını çevirdi.
Yürümeye başladı.
Bir.
İki.
Üç adım…
Ama sonra...
Ayağı geri geri durdu.
Dünyanın bütün gürültüsü kesildi o anda.
Koridordaki ışıklar bile sönükleşti sanki.
Yalnızca o kızın omuzlarının titremesi kaldı geriye.
Ve kucağında yatan beyaz kedinin kıpırtısızlığı.
Bars’ın göğsü daraldı.
Bir tür... boğulma hissi gibi.
Nefes alırken içi acıdı.
Yavaşça arkasına baktı.
Kız hâlâ oradaydı.
Küçücük bedenine sığdırdığı koca bir yalnızlıkla.

İçinden bir ses, usulca fısıldadı:
Sen de böyle oturmuştun bir zamanlar.
Kimse gelmemişti.”

Bars’ın boğazı düğümlendi.
Hiçbir şey yapamayacağını biliyordu.
Hiçbir kelime işe yaramazdı.


---
Bars gitmişti.
Arkasını döndü, umursamıyordu.
Küçük kızın ağlaması ona dokunmuyordu.
Fazlalıktı, gereksizdi, boş yere kendini yıpratıyordu.
Kız, tıpkı bir sarı civciv gibi, sevimliydi.
Ama onun umurunda değildi.
Koridorun sessizliğinde, kız sessizce mırıldandı:
“Sütlaç...”
“Annem zayıfladı, fark ettin mi? Yüzü daha da küçüldü.
Ölmesin, olur mu?”
Gözleri doldu, ama sesini titretmeden devam etti.
“Kardelen, anneme yemek yapsa keşke...”
Sütlaça bakarken, küçücük parmaklarıyla kedinin tüylerini düzeltti.
“Biliyor musun, Kardelen, anneme sarılıyor şu an.
Yine ağladı annem... Annem beni görünce neden ağlıyor ki Sütlaç?
Keşke beni gördüğünde gülebilse.
Annem keşke kendi için ağlasa, hep babam için ağlıyor.”

Kedi gözlerini kırptı, anlamsızca.
Mihri devam etti,
“Sütlaç... Eğer annem ölürse, sen de gitmezsin değil mi?
Herkes gidiyor çünkü. Sen gitme.”
Kedinin yüzü hâlâ ifadesizdi.
Ama Mihri, onu duyuyormuş gibi devam etti.
“Sen de konuşmuyorsun. Belki senin de annen yok.
Ama yaşıyorsun işte. Demek ki onsuz da oluyor.”
Derin bir nefes aldı.
“Sütlaç... Kanser ne demek?”
“Okulda Ayşe’nin annesi ölmüştü ya hani, o da kansermiş.
Ama benim annem kanser değil. Değil mi?”
Sessizlik çöktü aralarına.
Kedinin gözleri anlamazca Mihri’ye çevrildi.
Ama Mihri’nin gözleri başka bir acının içine açıldı o anda.
“Bunların hepsi... babamın suçu.
Eğer ölmeseydi, annem de böyle olmazdı.”
“Babamdan nefret ediyorum, Sütlaç. Nefret.”
Ama hâlâ ağlamıyordu.
Ağlamaktan yorulmuştu.
Sanki küçük kız, o gün, bir kere daha yıkılmıştı.
Ve artık ağlayacak gücü kalmamıştı.

---

Bars... bir adım geri attı.
Sırtını soğuk duvara yasladı.
Sarı civciv——aptaldı. Kedilerle konuşulmazdı.Ne söylediğini anlamıyordu Türkçeyi tam anlamıyordu çünkü
Maskenin altından, burnuna keskin bir ilaç kokusu doldu.
Nedense, o kız çocuğunun ağlamasını istemiyordu.
Ama yanına gitmek de istemiyordu.
Kliniğin çay ocağına yöneldi.
Kasadaki duran çikolatayı aldı, “Bir şey demeden,” parayı bıraktı.
Yüzüne maskeyi çekti, derin bir nefes aldı.
Küçük kızın olduğu koridora geri döndüğünde,
küçük kız yoktu.
Kaybolmuştu.
Elindeki çikolatayı düşünmeden çöpe attı.
Bir an önce o ruh hastası kadını kaçırsa iyi olurdu.
Burası iyi gelmemişti ona.
O kadından ise hiç haz etmiyordu.
Neden?
Neden, neden, neden?
Yüzünde adını koyamadığı, fazla ağır bir şey taşıyordu.
Sevmedi, nefret etti .
Belki de...
Zavallı kadına acıyordu.
Tıpkı az önce koridorda ağlayan o küçük kız çocuğunu andırdığı için.
Evet.
O kadın, ağlayan bir kız çocuğuydu aslında.

Bars, duvara yaslanmış, gözlerini kapadı. İ
“Neden? Neden bu kadar kırılgan bir şey var o kadının içinde? Neden ben bu kadar tiksiniyorum ondan ama aynı zamanda içim sızlıyor?
Maskenin ardındaki nefesi biraz daha derin aldı.
“O küçük kızın gözlerindeki o hüzün…
Başını hafifçe iki yana salladı.
“Görevim bu. Soğukkanlı olmalıyım.
Bir an sessizlik oldu.
Bars, derin bir nefes daha aldı, maskesinin ardından biraz buğulanmış gözlerini açtı.
“Geri dönmem lazım
Adımlarını topladı, maskesini yeniden düzeltti,
Ve sessizce kliniğin koridorlarında ilerledi.

“Bekleseydin sarı civciv… Sana çikolata getirmiştim.”
Çenesini sıktı, öfke mi, pişmanlık mı olduğu belli olmayan bir duygu göğsüne oturdu.
“Aptal sarı civciv! Kedilerle konuşulmaz. İnsan biri çikolatayla geliyorsa bekler biraz, değil mi?”
“Ağlamazdın belki. Gülerdin.
Boğazı düğümlendi.
Bu saçmaydı. O kız onunla ilgili değildi.
Ama bir şey... bir şey yanlış gidiyordu.
“Ben görevdeyim. Bu hisler... olmamalı. Kafamda yer yok böyle şeylere.”
Ama her bastırmaya çalıştığında, sarı saçlı o kız yeniden beliriyordu gözlerinde.
Küçücük bedeniyle duvara yaslanmış, kucağında o ifadesiz kediyle, gözlerinin içinde dünyayı susmaya zorlayan bir hüzünle…
“Belki... sadece o ağlamasaydı... ben de daha az rahatsız olurdum.”

Nefesi düzensizleşti.
Yürüdüğü koridor uzuyordu sanki.
“Ben çocuklara alışık değilim.
Ama sen…
Sen biraz farklıydın.”
Bir şey vardı o çocukta.
“Sanki yıllar önce tanıdığım biri gibiydi.
Ama kimdi? Nerede? Ne zaman?”
“Yalnız bir çocuğa benziyordu.
Sanki... ben gibiydi.
Ama benden küçük.

 

Kitapla alakalı fikirleriniz varsa yazabilirsin elimden geldiğince yorumları cevaplamaya çalışıyorum ...

 


 

Bölüm : 06.08.2025 16:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...