“Gittiğinde içimdeki tek şey onu özlemek oluyor.”
Emanet Çocuk Claire Keegan
Mihri minik ellerini sıkıca yumruk yapmış, yere bakıyordu. Dudakları büzülmüş, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. O hâlini görmek içimde derin bir acı uyandırıyordu. Dizlerimin üzerine çöktüm, göz hizasına inmeye çalışarak usulca seslendim: “Güzellim, yapma böyle. Mihrim…” Ama başını hızla yana çevirip beni duymazdan geldi.
“İstemiyooorumm!” diye titrek, bir sesle bağırdı. “Dayım gelmeden doğum günümü kutlamayacağım!”
İçimde derin bir nefes aldım. Bu inatçılıkla baş etmek zordu, çok zordu. “Peki, güzelim, bak… Sana istediğin bir şeyi alırım. Ne istersen söyle,” dedim, belki biraz yumuşar diye umut ederek.
Başını kaldırdı, yaşlarla dolu gözleriyle bana baktı. Dudaklarını daha da büktü, sesi kırılmaya başlamıştı: “Annemin yanına gitmek istiyorum,” dedi, boğuk ve kırık bir sesle.
Bir an duraksadım. “Güzelim, annen biraz hasta, kendini iyi hissetmiyor. Belki sonra gideriz, olur mu?” dedim nazikçe.
Ama söylediklerim onu daha da hiddetlendirdi. Kaşlarını çatarak çığlık attı: “İstemiyorum! Annemi istiyorum!” ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Mihri’nin gözlerinden akan yaşlar, küçük bedenini sarsıyordu. Her hıçkırıkta sanki dünyası biraz daha parçalanıyordu. “Hayır! Gitmek istiyorum! Annem nerede? Neden bana gelmiyor?!” diye haykırdı, sesi çaresizlik ve öfkeyle dolup taştı. Minik elleri, istemsizce etrafındaki her şeyi kavramaya çalışırken, titreyen vücudu bende kocaman bir çaresizlik bıraktı.
Kalkmaya çalıştı ama bacakları birbirine dolandı, neredeyse yere yığılacaktı. Hemen yanına eğildim, “Mihri, sakin ol, tamam mı? Seni çok seviyorum, ama lütfen dur,” dedim, sesi titreyerek. Ama o iradesini hiç bırakmıyordu. Gözleri artık neredeyse öfkeden kıpkırmızı, nefesi düzensizdi. “Dayım gelmeden kutlama yok! Ve ben annemi istiyorum! Herkes bana yalan söylüyor!” dedi, fısıltısı acı doluydu.
Küçük yüreği o kadar kırgındı ki, kelimeler kifayetsiz kalıyordu. İçimde büyüyen suçluluk ve çaresizlikle, onu sıkıca kucaklamak istedim ama Mihri, beni itekleyip bir adım geri çekildi. “Git!” diye fısıldadı. “Beni bırak, annem gelsin!”
. Minik elleri, titreyerek ama kararlı bir şekilde bana doğru savruldu. İlk darbeyi omzuma indirdi; Elleri şimdi ellerimi itiyor, beni uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Birdenbire, o küçük ellerle yüzüme vurdu—acı veren, beklenmedik bir tokat. Sanki tüm kırgınlığı, tüm hiddeti o küçük yumruklarda birikti. Gözlerim doldu; onu incitmek istemiyordum ama bu öfke patlaması kontrol edilemezdi.
“Dur!” diye seslendim, ama o daha da güçlenmişti. Kollarımla onu tutmaya çalıştım, ama o direniyordu, elleri bana vurmaya devam ediyordu; hem itiyor hem tokat atıyordu.
“Annemi istiyorum!” diye bağırdı, . Dizlerimin üstünde ona bakarken, yüzünde yaşlarla karışık öfkeyi gördüm.
Mihri’yi biraz yalnız bırakıp derin bir nefes aldım, kapıyı açtım. Karşımda Özlem duruyordu, ellerinde ağır market poşetleri vardı. “Yardım et,” dedi, sesi biraz yorgundu Poşetleri hemen aldım, mutfağa doğru yöneldim.
“Sen otur, ben yerleştiririm,” dedim. Özlem mutfak masasının sandalyelerinden birine çöküp bana baktı.
“Hâlâ mı ağlıyor o küçük cadı?” diye sordu.
Başımı sallayarak, “Evet, hâlâ aynı. Annesine götürmek istiyorum ama iyi değil. Ne yapacağımı bilemiyorum,” dedim.
Özlem kaşlarını çattı, gözleri sertleşti. “Peki Korkut aradı mı?” diye sordu soğuk bir tonla.
İçimden ağır bir nefes alıp, “13 gündür aramalarıma bile dönmüyor,” dedim.
Özlem sinirli bir gülümsemeyle yaklaştı: “seni öptü ve sonra da ortadan kayboldu. Dengesiz bir pislik, işte. Sana güven vermeyen, seni hiçe sayan biri.
Gözlerim doldu, “Ama… belki bir nedeni vardır. Değişti Korkut , bir sorun olmalı. Yoksa neden hiç cevap vermesin?” dedim
-Neden? Çünkü umursamıyor. buna inanmak istemiyorsun ama gerçek bu. Kendine zarar verme, Kardelen.
Bir anda boğazım düğümlendi, gözlerim dolu dolu oldu. “Biliyorum… ama…”
Özlem sözümü keserek soğukkanlılıkla devam etti: “Yeter artık, o pislik için kendini harcama. Kalk, Mihri’nin yanına git. O küçük kızı daha fazla üzme. Sen daha iyisini hak ediyorsun .Kardelen ruh gibi oldun umursamaz ol seni sevdiğim için söylüyorum
. Özlem’in sözleri acımasızdı ama bir yandan gerçekti; ben bu acıya dayanmak zorundaydım. Başımı sallayıp mutfaktan çıktım. Özlem’in söyledikleri kafamın bir köşesine takılı kalsa da, Mihri’nin daha acil bir sorun olduğunu biliyordum.
Mihri’nin odasına girdiğimde yine aynı cümleleri tekrarlıyordu. Yastığını sıkıca kucaklamış, yanakları gözyaşlarından ıslanmıştı.
hıçkırıklarla boğuşuyor, aynı cümleleri tekrar ediyordu:
“Dayımı istiyorum! Annemi istiyorum!”
İçimde büyüyen çaresizlik ve öfkeyle dayanamadım. Derin bir nefes alıp sesimi yükselttim:
“Mihri! Bu hayatta her istediğine, her an ulaşamazsın! Anlıyor musun?”
Kelimeler ağzımdan çıkar çıkmaz vicdanım sızladı. Küçük beden daha da hırçınlaşmış, hıçkırıklarla sarsılıyordu. Omuzları titreyerek ağlıyordu
Tam o sırada kapı açıldı ve Özlem içeri girdi. Gözleri endişeyle doluydu, yüzünde sakin ama kararlı bir ifade vardı.
“Sen bir hava al istersen,” dedi yumuşak bir sesle, elini hafifçe omzuma koyarak. “Ben onunla konuşurum.”
Bir an tereddüt ettim; içimde onu sakinleştirmek için kalma isteği vardı ama Özlem’in bakışlarındaki kesinlik, biraz alan açmam gerektiğini anlatıyordu. Başımı salladım, derin bir nefes çekip odadan çıktım.
Salona geçip koltuğa oturdum, ellerimle yüzümü kapattım ve düşünceler içinde kayboldum. Kalbimde bir ağırlık vardı
Hızla montumu kapıp kapının önüne fırladım. Soğuk havayla yüz yüze geldiğimde, buz gibi rüzgar yanaklarımı sertçe yaladı. Kulaklığı taktım, müziğin ritmi kulağımda hafifçe çalmaya başladı; biraz yürüyüş iyi gelir diye düşündüm. Düşüncelerim karmakarışıktı, beynimde bir fırtına kopuyordu. Kafamı toparlamam gerekiyordu. Evin hemen yanındaki boş stadyuma gözüm ilişti. “Biraz yürüyüş iyi gelir,” diye içimden geçirdim ve adımlarımı oraya doğru yönlendirdim.
Başlangıçta ağır ağır yürürken, içimdeki fırtına bir türlü dinmek bilmiyordu. Kendi kendime fısıldadım, “Ben anne değilim. Ama ona annelik yapıyorum. Üstelik berbat bir şekilde.” Mihri’nin hıçkırıklarla ağlayan o masum yüzü gözümün önünde canlandı, kalbim sıkıştı.
Ve o an, içimde fırtına koptu. “Hayır yani, cevap versen ölecek miydin, Korkut?” diye serzenişte bulundum kendi kendime. Neden? Neden en son onunla, o arabada yaşadıklarımızdan sonra her şey farklı olur diye umut etmiştim? Gün boyunca sesini bekledim, sabırsızca. O kadar heveslenmiştim ki... Ders anlatırken telefonu sessize alıyordum onun için sesi açıp bıraktım. O kadar aptaldım ki... Aramadı...hiç aramadı beni sesine umutlandırmıştı
Güney’e, Halil İbrahim’e sormaya yeltenmedim gururum el vermedi. İki eli kan içinde olsa bile aramalıydı! Yakınlaştığımızı sanıyordum. Aramızda bir şeyler olacağını, sevgi dolu bir ilişkinin başlayacağını umuyordum. Ama o beni yok saydı. Beni değersiz hissettirdi. Sevmek sadece kalple değil, davranışlarda da görünmeliydi.
O gün bir hata mı yaptım diye düşündüm. Hayır, sadece ona sevmeye çalıştım. Fazla mı ısrar ettim? Hayır. Peki neden bana karşılık verdi ? O bir pislikti. Daha önce onunla yakın olduğum gibi kimseyle olmadım. Kimsenin hayatını merak etmedim, kimsenin yarasına dokunmadım. Ama bütün çabam boşunaydı.
Eğer onu görürsem... tokat atacaktım. Acaba Günce denen o kadınla mıydı ? Ona bağıracak, çığlık atacaktım. O gaddar, o pislik... İçimde büyüyen bu öfkeyle yürüyordum, nefesim kesiliyor, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Her adımda hem kırgınlığım hem de öfkem biraz daha büyüyordu.
o an gözlerimin önünde tekrar canlandı — Korkut’un elleri ellerimdeydi, nefesi yüzüme değiyordu. Göz göze geldiğimiz o sessiz an, sonra dudaklarımızın birleşmesi… Kalbim deli gibi atmıştı, tüm dünya durmuş gibiydi.
Ama sonra ne oldu? Her şey bir anda çöktü. Beni umursamadı, aramadı, yok saydı! O pislik! “Siktir git!” diye haykırmak, tüm içimde biriken acıyı ve öfkeyi ona kusmak istedim. Ama sustum,“Beni böyle aptal yerine koyan, sonra da beni değersiz hissettiren
ama tüm bu nedenler anlamsızdı bakışları değer verir gibiydi ve ne kadar kırgın olsam da deli gibi merak ediyordum
Yürüyüşü bitirdikten sonra bir kahve alıp eve doğru yola koyuldum. kahve bardağı sıkıca tutarken, Korkut’u aramaya karar verdim, çaldı, çaldı ve sonunda meşgule düştü.
Bu kez sinirle sesli mesaj bırakmaya karar verdim. Derin bir nefes aldım, boğazımı temizledim ve konuşmaya başladım:
"Korkut, nerdesin? Bana cevap vermeyi ne zaman düşünüyorsun? Benden mi kaçıyorsun?"Sesimde bir sitem vardı, ama Mihri’yi düşündükçe sitem yerini kırgınlığa bıraktı.
Mihri’nin sana ihtiyacı var... Doğum gününü sensiz kutlamak istemiyor... yutkundum asla söylemeyeceğim o cümleyi söyledim
Benim de sana ihtiyacım var." Mesajı gönderdim ve telefonu cebime koydum.
Düşüncelerime dalmış yürürken, bir anda ayağımın dibine beyaz tüylü bir yavru kedi sürtündü. Önce durakladım, ardından kendime engel olamadan, "Aa, hayır! Git yanımdan," dedim. Ama kedi vazgeçer gibi değildi. Bu kez ayakkabımı tırmalamaya başladı.
"Uzaklaş bakalım, kedicik," dedim kaşlarımı çatarak. "Sana bakamam. Kendime bile bakamıyorum. Ayrıca evde annesi olmayan bir çocuk daha var. İkinizle de baş edemem!"
Kedi bir kez daha "miyav" dedi, bu kez daha cılız bir şekilde. Derin bir nefes alıp kahvemi içmeye devam ettim, ama o masum sesi duymamazlıktan gelemedim. "Ah, lanet olsun şu içimdeki hayvan sevgisine,"diye söylenerek geri döndüm ve onu kucağıma aldım.
"Sakın seni sevdiğimi düşünme," dedim sert bir sesle. "Bahar gelince seni geri bırakacağım, tamam mı?" O sırada elimdeki kahve bardağına patisini uzattı. Gözlerimi kısarak, "Hayır, onu içemezsin," dedim ve kahveyi kenara koydum.
Montumun önünü açıp kediyi içine yerleştirdim. Sıcaklığını hissettiğinde minik bir "miyav" daha duyuldu. Fermuarı hafifçe çekip onun üşümemesini sağladım. "Tamam, sana bir de mama alalım. Belki yarın veterinere götürürüm seni. Akıllı ol, tamam mı?" dedim gülümseyerek.
Mamayı da alıp eve döndüğümde, kapıyı açar açmaz Özlem’i salondaki kanepede dosyaların arasında uyuyakalmış halde buldum. Yavaşça elindeki dosyayı alıp sehpanın üzerine koydum, ardından üzerine bir battaniye örttüm.
Kediyi kucağıma alıp odama geçtim. Elimde taşıdığım küçük tüylü yaratık cılız bir şekilde miyavlıyordu. Kulaklarını nazikçe okşadım. "Umarım Mihri seni görünce mutlu olur," dedim. "Onun da annesi yanında değil... Senin de. Belki birbirinize iyi gelirsiniz."
Kedinin minik patilerini izlerken gülümsedim.
🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿
Özlem kapıyı hızlıca çekip gitmişti. Çıkmadan önce söyledikleri hâlâ zihnimde yankılanıyordu:
"Evraklarla ilgili bir sorun olmuş."
Kafamı iki yana salladım.
“Pazar günü evrak sorunu mu olur, Özlem?”
“Ayy olmuş işte, ne bileyim! Hadi ben kaçtım!”
diye kaçışı, o rahat tavırlarının ardına gizlemeye çalıştığı bir telaşı ele veriyordu. Fazlasıyla tuhaftı.
Evet, birileri fazla yaratıcı yalanlar uyduruyordu galiba. Ama Özlem’in yüzündeki tedirginliği hatırlayınca sorgulamayı bıraktım. Bugünlük üzerine gitmeye değmezdi. Mihri daha öncelikliydi.
Koridoru ağır adımlarla geçerken derin bir nefes aldım. Günlerdir süren kaprisler, hırçınlıklar, çığlıklar ve ağlamalar beni gerçekten yıpratıyordu. Ama biliyordum… Mihri’nin kalbine yine sevgiyle dokunmalıydım. Her ne kadar sınırlarımı zorlasa da, ben onun yanındaydım.
Kapısını hafifçe araladım. İçeri süzüldüm, sessizce.
Mihri, yatağının bir köşesine büzülmüş, yorganı başına kadar çekmişti. Sanki o yorganla bütün dünyayı dışlamıştı. Saçları dağınık, yüzü görünmüyordu ama arada çıkan homurtulardan hâlâ uyanık olduğunu anlıyordum.
Gülümsemeye çalıştım. “Mihrim… güzelim… uyan hadi.”
Tepki vermedi.
Sadece yorganı biraz daha sıktı küçük elleriyle.
Ben de pes etmedim. Odama geçip minik kedimizi kucağıma aldım. O kabarık tüylü minnoş, Mihri’nin yüzünü güldürmeyi başaracaktı. Geri dönerken içimde küçük bir umut kıvılcımı vardı.
Yatağa eğildim, fısıltıyla:
“Hadi bakalım küçük hanım… Bu seni kesin uyandırır.”
Yorganın altına kedinin yumuşak patilerini bıraktım. O küçük tüy yumağı da içgüdüsel olarak mırıldanmaya başlamıştı bile.
Birkaç saniye sessizlik oldu.
Sonra…
“Hihihi!”
Yorganın altından çıkan hafif bir kıkırtıydı bu dünyanın en kıymetli sesiydi.
Mihri’nin yorganın altından gelen kahkahası, odayı doldurdu. Bir şeylerin doğru gittiğini anlamıştım. Odaya hafifçe eğilip seslendim:
“Mihri?”
Cevap yoktu.
Bu sefer biraz daha yaklaşarak örtüyü hızla üzerinden çektim.
Ve o an karşılaştığım manzara… kalbimi bir parça rahatlattı.
Minik kedimiz, usulca Mihri’nin elini yalıyor, Mihri ise hem gülüyor hem de kediyi hafifçe okşuyordu.
…
“Sevdin mi onu?” diye sordum hafif bir tebessümle.
Mihri başını yavaşça salladı.
Küçük parmaklarıyla kedinin kulaklarını nazikçe okşarken dudaklarında mahcup bir gülümseme vardı.
“Hadi bakalım, kalk artık!” dedim sevinçle. “Bugün senin doğum günün!”
Ama o sihirli kelime büyüsünü kaybetmişti.
Bir anda yüzü karardı, bakışları yere indi.
“İstemiyorum! Doğum günümü kutlamayacağım!” diye homurdandı. Sesinde kırık bir inat vardı.
O an kucağımdaki kediye döndüm,
“O zaman senin doğum gününü kutlayalım, kedicik. Çünkü bugün senin doğum günün, öyle değil mi?”
Mihri, gözlerini kısmıştı.
“Hayır değil. Kedinin doğum günü değil, yalan söylüyorsun.”
Sırıtarak omuz silktim.
“Bugün sadece sen doğmadın ki, Mihri. Dünyada bir sürü insan, bir sürü hayvan da bugün doğdu. Belki de bizim küçük kedimiz de onlardan biridir.”
Bu cevap onu biraz düşündürdü. Kaşlarını çattı.
“Vanilyalı pasta yeriz, olur mu kedicik?”
O an Mihri’nin gözleri kocaman açıldı. Şaşkınlıkla bana baktı:
“Vanilyalı pasta mı yiyecek kedi?”
Gülmemek için kendimi zor tuttum.
“Evet, tabii ki. Hatta belki buz pateni yapmaya bile gideriz
Gözlerinin içi parladı.
Bir an düşündü. Sonra heyecanla fırlayıp yatağından çıktı.
“Ben de geleceğim!” dedi.
Sakince ayağa kalktım, ona göz kırptım.
“O zaman hazırlan bakalım, mavişim,” dedim.
Mihri’yi bu kadar kolay gülümsetecek bir yol bulduğum için içten içe kendimi tebrik ettim. Ama aynı zamanda…
O kediciği biraz kıskandığını fark etmiştim.
Bu küçük ayrıntı beni gülümsetti.
Günün geri kalanı tam anlamıyla bir maceraya dönüştü.
Sabah yaşanan onca şeyin ardından kendimizi dışarı atmamız iyi gelmişti. İlk durağımız veterinerdi. Mihri, kediyi sanki porselen bir biblo gibi hassaslıkla kucağına almıştı. Yol boyunca,
“Acaba kedinin kalbi ağrıyabilir mi?”
“Ya başı dönüyorsa?”
“Öksürmüyor ama sence hasta olabilir mi?”
diye sorular sıralayıp durdu.
Veteriner kliniğine girdiğimizde antiseptik kokusu burnumuza çarptı. Mihri biraz geride kaldı, Renkli duvar resimleri, raflara dizilmiş peluş hayvanlar ve plastik oyuncaklar… Mihri’nin dikkati bir anda dağıldı. Kediyi unutup duvara asılı tavşanlı peluşa yürüdü.
Veteriner kediyi incelerken ben de Mihri’ye seslendim:
“Mihri? Veteriner kediye bakıyor, gelir misin?”
“Bir dakika, şu zıplayan kurbağayı denemem lazım,” dedi ciddi bir ifadeyle.
Kedinin gayet sağlıklı olduğunu öğrenince derin bir oh çektim. Mihri ise kliniğin çıkışında hâlâ “Kurbağa zıplıyordu gerçekten ama bana vermediler,” diye söyleniyordu.
Sonraki durağımız pastaneydi. vanilya ve taze pişmiş kek kokusuyla bizi karşıladı. Mihri vitrine yapıştı adeta.
“Vanilyalı! Onu istiyorum!”
“Masamıza oturduk. Mihri pastasını dikkatlice yemeye başladı, ama gözü kedideydi.
“Bence o da istiyor,” dedi işaret parmağını kaldırarak.
“Kedi mi? Pastayı mı?”
“Evet. Bak nasıl bakıyor.”
“Kediler pasta yemez, tatlı onlara iyi gelmez,” dedim açıklamaya çalışarak.
Ama Mihri pes etmedi.
“O zaman ona tuzsuz kraker alalım.
Göz göze geldik, dayanamadım, kahkahayı patlattım. “Tamam prenses
Sonrasında Mihri’yi asıl heyecanlandıran yere, buz pateni pistine gittik. Gözleri büyüdü, “Gerçekten mi? “Evet, gerçek.
Pateni ayağına geçirmemiz bile bir seremoniydi. Bir sağa bir sola sallanıyor, ellerini kaldırıp “Düşeceğim! Düşeceğim!” diye bağırıyordu.
“Düşebilirsin, ama kalkarsın da,” dedim ve elini tuttum.
Buzun üstüne ilk adımını attığında bağırdı:
“Ben kayıyorum! Kay-yo-ruuum!”
Sonra bir anda yere yapıştı.
“Ben düştüüm!”
Beraber buzun üstünde ilerlemeye çalışırken bir noktada ben de dengesiz bir adım attım ve pat!
“Mihri, ben de düştüm,” dedim gülerek.
İkimiz de yerde oturmuş, kahkahalar atıyorduk.Buzun üstünde kaymayı öğrenmemişti ama güzel bir gün geçirmiştik
pistten çıktığımızda saçlarımız dağılmış, yanaklarımız kıpkırmızı ve nefes nefeseydik.
Kucağında mırlayan kedi, … Mihri mutlu bir çocuktu o an.
🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿
Eve döndüğümüzde hava çoktan kararmıştı. Mihri yorgunluktan neredeyse yürüyemez hâle gelmişti. Üstünü başını zorla değiştirdim, saçlarını tararken gözleri kapanıyordu. Kediyi yorganının yanına yatırıp üzerine örttüm. Gözlerini kapatmadan önce mırıldandı:
“Bugün… güzel bir gündü.”
Kalbim burkuldu.
“Sen güzel olduğun için,” dedim usulca.
Birkaç dakika sonra o tatlı nefesi düzenli bir uykuya döndü.
Kendimi sessizce salona attım. Gün boyunca bastırdığım yorgunluk dalga dalga üzerime çöküyordu. Koltuğa oturur oturmaz telefonuma uzandım. Bildirim ekranına gözüm kaydı.
1 cevapsız arama – Korkut
1 sesli mesaj – Korkut
Kalbim bir an duracak gibi oldu. Telefonu elimde sıktım. Aramıştı. Aramıştı ama… neden şimdi? de baş parmağım mesaj simgesine dokundu. Titreyen parmaklarımla kulaklığı taktım, oynat tuşuna bastım.
Titreyen parmaklarımla sesli mesajı açtım. Derin bir nefes alıp oynattım. Sesi ilk başta yorgun ve boğuktu. Ama tanıdığım o derinlik oradaydı:
“Kardelen…”
Bir süre sadece nefesini duydum. Derin, tereddütlü nefeslerdi. Ardından devam etti, sesi biraz daha titrekti:
“Sana günlerdir sessiz kaldım. Bunun bir bahanesi yok. Ama bu sessizlik seni kırdıysa, seni değersiz hissettirdiysem… özür dilerim.”
Sustum. Tüm bedenim dikkat kesilmişti. O sırada sesi hafifçe çatladı:
“O gün… arabada... Sana yaklaştığımda... seni öptüğümde… . O an sadece sen vardın. Gözlerin, ellerin, kokun... hâlâ üzerimde. Ve dürüst olayım: Şu an bile, seni bir daha öpme ihtimalini düşünmeden duramıyorum.”
Ama sonra…
Sesin arka planında bir uğultu belirdi. Araba motorunun homurtusu, lastiklerin asfalta sürtünmesi… Ve hemen ardından kalın, tok bir erkek sesi – belirgin bir Rus aksanıyla:
“Где он?! Поторопись, Коrkut! Нам надо уехать сейчас!”
Sert bir silah sesi yankılandı.
Bir şey, metal bir cisim… yere düştü.
Ve Korkut’un sesi geldi sesli mesajdan, aceleyle, kısık bir tonda:
"Seni sonra arayacağım."
Ses kesildi.
Kanım çekildi. Elimdeki telefon neredeyse yere düşüyordu. Dizlerim boşaldı, oturduğum yerde bir anda tüm gücüm gitti. Kalbim çılgınca atarken, beynimde yalnızca tek bir düşünce yankılanıyordu:
Ses kaydı bitti.
Ama ne olmuştu orada?
Korkut…
Beni tüketiyordu. Bir insan bu kadar sırlarla dolu olamazdı. Olmamalıydı.
Telefon elimde, olduğum yerde otururken içimde ikinci bir fırtına daha kopuyordu. Boğazıma kadar yükselen öfke, endişeyi bastırmak üzereydi. Bağırmak, haykırmak, ona küfretmek istiyordum.
Mesajlar peş peşe çıktı parmaklarımdan:
·"İyi misin?"
·"Korkut, endişeleniyorum!"
·"Neredesin şu an?"
·"Silah sesi duydum!"
Sadece cevap istiyordum.
Sadece bir kelime.
Yaşıyor musun
bilmem gerekiyordu. Sabaha kadar evin içinde dolanmıştım
Mihri’nin odasından hafifçe kıpırtılar geliyordu. Önce yorganın hışırtısı, sonra derin bir iç çekiş… Ardından aniden yankılanan boğuk bir çığlık:
“Baba! Gitme! Beni bırakma!”
Hemen Mihri’nin odasına koştum. Kapıyı itip içeri girdiğimde onu yorganın içinde kıvrılmış, titreyerek ağlarken buldum.
Yanağından süzülen yaşlar, saçlarına karışmıştı. Gözleri kapalıydı ama dudakları mırıldanıyordu:
“Baba… ne olur gitme…”
Hemen yanına oturdum. “Mihrim… canım… uyan, buradayım ben,” dedim yumuşak bir sesle. Omzuna dokunduğum anda irkildi, gözlerini açtı. Göz bebekleri karanlıkta büyümüştü. Gördüğü kabusun içindeydi hâlâ.
“. “Babamı gördüm... Rüyamda gördüm… ama… yine gittii…”
Sarılırken kolları titriyordu. Kalbi göğsüme çarparken ağlaması da hızlandı. Onu sıkıca sardım, saçlarını okşadım.
“Ne gördün, anlat bana,” dedim.
Gözyaşlarını sildi, burnunu çekti. “Babamı gördüm. Elinde bayrak vardı... bana gülümsedi… sonra birden yürümeye başladı… koşmak istedim, ama bacaklarım tutmadı… Seslendim, duymadı…” dedi, boğazı düğümlenerek.
Bir süre sustu. Sonra sanki içindeki bir kilidi açar gibi fısıldadı:
“Benim babamla bir fotoğrafım bile yok… Arkadaşlarım babalarıyla top oynuyor, bisiklete biniyorlar, pikniğe gidiyorlar... Ben oynamadım. Ben hiç babamla oynamadım…”
Gözlerim doldu. Kalbim sıkıştı. Ona güçlü durmaya çalışıyordum ama sesim titriyordu.
“Mihri… Baban seni çok severdi.
. Bunu hissetmesen de… onun kalbinde sen olurdun ”
Mihri başını yavaşça kaldırdı.
“Ama ben... ona hiç 'baba' diyemedim. Hiç duymadı benden. Acaba... beni sever miydi? Küçükken kucağına alsa sever miydi?”
Cevap vermedim. Sadece sarıldım. İçimdeki boğaz düğümünü çözemiyordum. Gözyaşlarım usulca aktı. Birlikte ağlıyorduk. Sadece Mihri’nin değil, onun üzerinden yıllarca bastırdığım başka bir acının da gözyaşlarıydı bu. Babam, abim, yoklukları, bu evin sessizliği…
O an, onun küçücük elleri boynuma dolanırken fısıldadım:
Sonra birlikte battaniyeye sarındık. O
Battaniyenin altında bir süre sessizce oturduk. Sadece Mihri’nin burnunu çekişi, içli içli nefes alışları duyuluyordu. Küçük bedeninin titremesi durmuştu ama ağlaması hâlâ dinmemişti. Omzuma yaslanmış, hıçkırıkları boğazına takılmış bir halde mırıldanıyordu:
“Herkesin babası var... Okula gelirken onları öpüyorlar... Sarılıyorlar... Onlara 'canım babam' diyorlar...
O an kelimeler boğazımda düğümlendi. Ses çıkarmak istedim ama yutkundum. Yanımda bu kadar büyük bir acıyı taşıyan küçücük bir çocuk vardı. Onun yaşına sığmayacak kadar büyük bir hasretti bu.
“Ben kötü bir çocuk muyum?” diye sordu birden, gözlerini kocaman açarak.
“Hayır, Mihri… Sakın bir daha böyle bir şey söyleme.. Çok sevgi dolusun. Ama… bazen hayat bazı şeyleri bizden erkenden alıyor.”
Başını tekrar göğsüme yasladı. Birkaç saniye sonra fısıltıyla ekledi:
babamın bana nasıl bakardı hiç bilmiyorum.”
“O seni severdi, Mihri. Sessizce. . Kalbiyle. Mihri gözyaşlarını silmeden bana baktı. Gözleri kan çanağı gibiydi,
“O zaman neden gitti? Neden oyun oynamadık? Neden ben onun elini hiç tutamadım?”
Elini tuttum. Küçücük, sıcak, titrek bir avuçtu.
“Çünkü bazen babalar, ülkelerini korumak için gitmek zorunda kalırlar senin gibi bir sürü çocuk var onları korumak için baban seni koruyarak gitti. Şehit oldu…
… ben çok özlüyorum onu… Çok...”
O anda artık kendimi tutamadım.saçlarını okşarken ben de onunla birlikte ağladım. Sessizce, ama derin bir acıyla…
Kedi hemen yanına sokuldu, patisini Mihri’nin yanaklarına hafifçe sürttü. Mihri hafifçe gülümsedi, kediyi okşadı. hafifçe miyavladı sanki onu teselli edercesine. Mihri başını göğsüme yasladı, kedisi de yanımızda kıvrıldı.
Kedinin yumuşak tüylerini okşarken küçük sesiyle fısıldadı:
“Annem…”
Gözleri bir anlığına uzaklara daldı.
“Annemi özlüyorum. O da benim yanımda olsaydı…”
Bir süre sessiz kaldı. Sonra gözlerindeki yaşlar ağır ağır yanaklarına süzüldü.
“Sanki yok gibi… Gelmiyor, aramıyor… Beni unuttu mu diye korkuyorum bazen.”
Duraksadı.
“Annem… Annem var ama yok gibi.”
Kedisi, sanki onu anlıyormuş gibi, minik patisiyle Mihri’nin eline dokundu.
Ne yapıyordum? Kendime gelmeliydim güçlü olmalıydım . Saat sabah yediyi geçmişti
Uykum yoktu… Mihri’nin de öyle öyle dikkatini dağıtacak bir şey yapmalıydım
“Mihri’m…” dedim hafifçe. “Benim karnım ağrıyor.”
Boncuk gözleriyle yüzüme baktı.
“Neden ki?”
“Acıktım ben,” dedim. “Kahvaltı hazırlayalım mı, Mihri’m?”
İsteksizce başını salladı.
“Tamam…”
Mihri’nin hıçkırıkları yavaş yavaş azalmıştı. Yüzünü yastığa gömmüş, sessizce kediyle oynuyordu. Usulca yanına oturdum. Parmak uçlarıyla kedinin tüylerini okşarken, boğuk bir sesle tekrar fısıldadı…
İ
“Artık ağlamayacağım. Ama kahvaltıda krep isterim.”
Yüzüme tatlı bir tebessüm yayıldı. “Anlaştık. Ama yardım edeceksin. Mihri hemen yataktan fırladı. “Kedi de yardım eder mi?”
Kahkahayı bastım. “O da yardım eder bize
Mutfakta birlikte çalışmaya başladık. Mihri mutfak tezgâhına tırmanmakta biraz zorlandı ama sonunda sandalye desteğiyle kendine bir yer edindi. Unu dökerken her yeri beyaza boyadı; ben de “Yumurtaları birlikte kırdık, sütü dökerken Mihri neredeyse kedinin üstüne sıçratıyordu. “Aman dikkat!” dedim. Kedi arkasında oturmuş, gözlerini tabaktaki tereyağına dikmişti.
“Ona da kahvaltı lazım,” dedi Mihri ciddi bir ses tonuyla.
Dolabı açıp kedinin mamalarından bir paket çıkardım. Mihri mama kabını getirdi, titizlikle birkaç parça mama koydu. Sonra eğilip kedinin kulağına fısıldadı:
“Bugün mutfakta biz çalışıyoruz, Kedi mamasını keyifle yemeye koyulurken, biz de krepleri ocakta çevirmeye başladık. Ortalık mis gibi kokmaya başlamıştı. Tereyağı, bal, reçel...
Masayı birlikte hazırlarken Mihri başını kaldırıp, “Kardelen, biz çok iyi bir ekibiz, değil mi?” dedi.
Ona gülümsedim, saçlarını okşadım.
“En iyi ekip biziz, Mavişim.”
Kapı çaldığında Mihri benden önce fırladı. Kediyi de peşine taktı. İkisi birden koridora koştular
Kapı açıldı. Özlem her zamanki gibi enerjik değildi bu sabah. Elinde minik bir poşet, gözlerinin altı morarmış, saçları dağınıktı. Yüzüme baktı ama bakarken kaçırdı bakışını,
.
Sustuk. Yani ben sustum, Mihri zaten konuşmayı devralmıştı.
“Biz kediyle beraber hazırladık her şeyi! Ben ona mama verdim, o bana miyav dedi .
Özlem başını salladı, bir kahkaha atacak gibi oldu ama içi dolu değildi sesi. “Süpermiş ya. Vallahi sabah sabah moral oldun bana.”
Masaya geçtik. Her şey hazırdı. Krep, reçel, taze meyveler, hatta Mihri'nin zorla sıktırdığı portakal suyu bile vardı. Ama Özlem, önündeki tabağa boş boş bakıyordu.
Dayanamadım. Kaşığımı tabağa bırakıp sordum:
“Sen iyi misin Özlem?”
Başını çevirdi, gözlerini kaçırmadı bu kez. Ama gülümsedi. Yorgun bir gülümseme.
“Yok ya… sadece çok kahve içtim. Bu kaçıncı bilmiyorum. Uyumadım dün gece. Deliler gibi gözüm açık kaldı.. Uykusuzluk + kahve = şu anki ben.”
Kaşlarımı çattım. “Niye uyuyamadın ki?”
Omuzlarını silkti. “Bilmem. Beyin durmuyor bazen işte çok çalıştım ofiste . Düşün düşün… bir de o kadar kahve içince… elim titriyor hâlâ bak,” dedi, elini gösterdi. Parmakları hafif titriyordu gerçekten.
Masadaki fincana uzanıp hâlâ dumanı tüten kahveden bir yudum aldı. Sonra yüzünü buruşturdu ve bir elini böğrüne götürerek dramatik bir şekilde konuştu:
“Sanırım böbreklerim iflas etti. Hadi geçmiş olsun bana.”
Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. “Daha sabahın dokuzu, kaç kupa kahve içtin Allah aşkına?”
“Dört,” dedi gözlerini devire devire,
O sırada Mihri elindeki reçel kavanozunu Özlem’e uzattı. “Sen reçel ye. Reçel daha mutlu yapıyor insanı!”
Özlem kavanozu aldı, Mihri’nin yanağına bir öpücük kondurdu. “Sen psikolog falan mı olacaksın büyüyünce, kuşum? Beni bir tek sen anlıyorsun galiba!”
Mihri elindeki çatalı bıraktı ve Özlem’e dik dik bakmaya başladı. Gözlerini kısıp dudaklarını büzerek yavaşça yaklaştı. Şüpheli bir dedektif edasıyla elini uzattı ve Özlem’in saçlarının arasına daldı.
“.. Bu ne?”
Özlem refleksle başını geri çekti ama Parmaklarının ucunda küçücük, parlayan bir şey tuttu. Mor bir konfeti parçasıydı bu. Üstelik simli!
“Buldum!” dedi Mihri zafer kazanmış gibi. “Bu konfeti! Saçında vardı! O an Özlem’in yüzü dondu. Bir saniyeliğine dili tutulmuş gibi oldu, sonra hemen kendini toparladı.
“Konfeti mi?” diye güldü zorlama bir kahkahayla. “Aa yok canım, saç kremim simliydi. Işığa öyle vurdu herhalde.”
Mihri, bir dedektif ciddiyetiyle kaşlarını çattı. “Saç kreminden konfeti mi çıkar?”
"Şey… ben hemen bir duş alayım. . Dışarısı mahşer yeri gibiydi… toz, duman, kalabalık… insanlar üstüme üstüme geldi resmen. Trafik de berbattı zaten."
Masadaki tabakları toplarken göz ucuyla Özlem’e baktım. “
konfeti ne alaka sen iş yerinde değil miydin
Bir anlık duraksadı. Beni duyduğundan emindim ama kulak arkası etti. Yine de sesindeki ton değişmişti:
“Evet evet… konfeti gibi… yani şey… ne bileyim işte… Ay! Ben pavyonda işe başladım zaten, ‘Dilber’ oldum, haberin yok!”
Kafamı kaldırdım. “Ne?”
Gözünü devirdi, bir yandan banyoya doğru yürürken elini salladı. “Diyorum ki… masa masa dolaştım dün gece. Ay anlatamam sana… Bir adam geldi, bana kumalık teklif etti. Yeminle! ‘Gel benim ikinci hanımım ol’ dedi. Elime de mendil tutuşturdu, böyle püsküllü falan!”
Kaşlarımı çatıp peşinden yürüdüm. “Özlem? Ciddi misin sen? Ne diyorsun saçmalıyorsun ?”
Kapının eşiğinde döndü, göz kırptı. “Hayır be saf arkadaşım, şaka yapıyorum! Ay hemen de inanıyorsun ha! Dalga geçiyorum. Ne pavyonu, Bir kahkaha patlattı. Ama o kahkahanın sonunda gülüşü bir anlığına söndü. Yüzünde bir gölge belirdi. Hemen arkasını döndü ve banyoya girdi. Kapı kapanırken ben hâlâ orada dikiliyordum.
Özlem banyoya kapandığında ilk başta bir sessizlik oldu. Suyun sesi hâlâ başlamamıştı. Derken gözüm sehpanın kenarına ilişti: Özlem’in telefonu… Ekranı açıktı.
Normalde asla ilgilenmem, kimsenin telefonuna bakmam. Ama bu sabah ondan yayılan o tuhaflık, üzerindeki konfeti, uykusuzluğu, kekeleyerek geçiştirdiği kahkahalar… hepsi zihnimi kemiriyordu. Ve şimdi, bu telefon ekranında beliren mesaj:
GÖNDEREN: 05.......
kayıtlı değildi
Mesaj: Her şey tamam. 9.45 uygun mu?
Yutkundum. Ekrana bir mesaj daha düştü, saniyeler sonra:
sen bir saat önce gel
Kendi kendime “Bu ne demek şimdi?” diye fısıldadım. Parmaklarım istemsizce telefonun kenarında bekledi. Ama ekran kısa sürede karardı. Hemen elimi çektim. Sanki Özlem o anda kapıdan çıkıp beni suçüstü yakalayacakmış gibi hissettim.
Nereye gidecekti akşam 9.45’te?
🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿🌿
Okuldan sonra Mihri’yle eve dönmüştük. Üzerinde lacivert hırkası, sırt çantasıyla sessizce yürüyordu yanımda. Ayakkabısının ucuyla kaldırım taşlarına vurup duruyordu; canı fena hâlde sıkkındı. Eve varır varmaz çantasını fırlatıp apartmanın önüne inmek istedi. “Kediyle oynayacağım,” dedi kısa bir ses tonuyla. Başımı salladım. En azından içindeki sıkıntıyı biraz unutur, diye düşündüm.
Ben ise ayakkabılarımı bile tam çıkarmadan pencereye yöneldim. Gözlerim otomatik olarak onu aradı. Apartmanın girişte kediyle birlikte koşturuyordu. O kahkahalar atıyor, kedi de kuyruk sallaya sallaya onun peşinden koşuyordu. Minik patileriyle yere vururken çıkardığı o minik sesler, Mihri'nin çığlık çığlığa kahkahalarına karışıyordu İstemsizce gülümsedim. Kalbimin bir köşesinde tarifsiz bir huzur oluştu. Ama o huzurun kenarında başka bir kıpırtı daha vardı... Tedirginlik.
Çünkü Özlem evde yoktu. Ve saat geç olmuştu.
Ne olduğunu bilmiyordum ama bir şeyleri benden gizliyordu, bu artık apaçık ortadaydı. Sürekli kaçamak konuşmalar, gece gelen şifreli mesajlar,… İçimdeki sabırsızlıkla söküp atmak istiyordum. Bu sefer gerçekten bir şeyler çeviriyordu
Hava yavaştan kararıyordu.
Telefonumu elime aldım. Belki Korkut’tan bir mesaj gelmiştir diye. İçten içe bir umutla açtım ekranı.
Ve evet. Mesajlarımı okumuştu.
Ama hiçbir şey yazmamıştı.
Yine.
Sadece gördü.
Kalbim sıkıştı. Kaç gündür cevap vermiyor. Sessizliğini sırtıma yük gibi bıraktı. Üstelik o kadar çok şey söylemiştim ki ona… Mihri’yi anlatmıştım, kendimi anlatmıştım, özlemimi saklamamıştım. O ise her seferinde aynı şeyi yapıyordu: susuyordu.
Yutkundum. Parmağım ekranın üzerinde öylece durdu. Ne desem, ne yazsam… Hangisi bir karşılık alacaktı ki? Gözlerim doldu ama belli etmedim. Mihri’nin sesi dışarıdan hâlâ geliyordu.
“Yakaladım seni, minik canavar!” diye bağırdı.
yavaşça kapıyı açıp aşağı yanlarına indim
. İkisi de sanki hiçbir şey yokmuş gibi gülüp eğleniyorlardı.
Ve içimde, giderek büyüyen bir kırgınlık.
içimden bağırmak, hatta küfretmek geldi. “Bu adamın derdi ne?”diye söylendim kendi kendime. Mihri’nin kahkahalarına rağmen sinirleniyordum. Birkaç adım uzaklaşıp , kedinin miyavlaması ve Mihri’nin sesi arkadan geliyordu
Derin bir nefes alarak sesli mesajımı gönderdim. Söylemek istediklerim, içimdeki karmaşa ve birikmiş duygular sel olup taşmıştı. Bu kadar dolmuşken net olmak zorundaydım. Çünkü neden uzaklaştığını, neden sessizliğe büründüğünü gerçekten anlamıyordum. Üstelik sadece benim için değil, Mihri için de gelmesi gerekiyordu. Özellikle ona ihtiyaç duyduğumu dile getirmişken...
Telefonu kulağımdan çekip bir an duraksadım. Sonra derin bir nefes daha alarak konuşmaya başladım:
“Sen hayatımda gördüğüm en umursamaz, en vurdumduymaz, en kayıtsız insansın, Korkut!”Sesim titriyordu. Devam ettim: “Ben burada Mihri’yi mutlu etmek için uğraşıyorum, elimden geleni yapıyorum, peki ya sen? Sen neredesin? Sorun ne? Neden kaçıyorsun?”
Biraz durdum, nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Ama zihnimdeki sorular bir türlü susmuyordu. Kelimeler peş peşe döküldü:
Bağlanmaktan mı korkuyorsun? Yoksa merak edilmekten zevk mi alıyorsun? Neden? Sana güvenmeye başlamışken, seninle bu kadar yakınlaşmışken, ve sende karşılık verirken her şey yolundaydı da şimdi ne değişti? Mesajlarıma neden dönmüyorsun?”
Söylerken kalbim sıkışıyordu. Onu ilk gördüğüm andan beri unutamadığımı itiraf etmek zordu. Ama bu gerçekti.
“Biliyorum, beni seviyorsun sevgini merhametini hisseddiyorum . seni ilk gördüğüm andan beri... Her ne kadar kendime itiraf etmesem de seni unutamıyorum. Yanında kalbim hızlanıyor, bunu hissedersin diye tedirgin oluyorum. Aşktan iğrendiğini biliyorum. Bunun için çok güçlü bir nedenin var.
Ama… ben… ben, senin nefret ettiğin o duyguya sahibim, Korkut. Sana aşığım.”
Dudaklarım titredi. Yutkundum.
Sana sevgimi hep az gösteriyorum, belki eksik. Ama aslında içimde o kadar çok sevgi var ki… Gösteremediğim sevgimi göstermek istiyorum. Abimi de çok seviyordum, ama ona sevgimi gösteremedim. Ve bana kırgın gitti. İçimde koca bir boşluk bırakarak. Annem... Annem bana sevgiyi saklamayı öğretti. O, nefretiyle beni zehirlerken ben de sevgimi gizler oldum. Ama böyle bir kadınım işte. Annesinin tüm hatalarını taşıyan biriyim.”
Konuşmayı kesmek istedim ama duramadım. İçimdeki her şey dökülmeliydi.
“Çok hasarlı biriyim, Korkut. Sürekli ‘ama’larım, ‘keşke’lerim var. Sana bir şey olacak diye tedirgin oluyorum. Gelecekte seninle hayalini kurduğumuz şeyleri seviyorum. Doğmamış çocuklarımız hakkında konuşmayı bile seviyorum. Sanki ikimize dair bir umut varmış gibi hissettiriyor bu. Ama…” Derin bir nefes aldım. Kelimeler boğazımda düğümlendi. Ama içimde hep bir korku var. Çünkü ne zaman birini sevsem, kaybettim. Abimden sonra o kadar yalnız kaldım ki... Yanımda sadece Özlem vardı. Sonra bir anda sen geldin. Belin, Alparslan, Sena, Mihri… Hepiniz bir aile gibi oldunuz. Bana gerçek anlamda ‘aile’ olmayı öğrettiniz. Keşke… keşke daha önce tanısaydım sizi. Belki o zaman her şey farklı olurdu.
Duraksadım. Dudaklarımı ısırdım. Ellerim titriyordu.
“Bazen gitmek istiyorum dedim sessizce. “Sırf size alışmamış olmak için. Ama…”Sustum. Geriye kalan her şeyi sessizlik anlatsın istedim.
“Neden cevap vermiyorsun, Korkut?” diye fısıldadım.
"Sevgimi göstermekte zorlanıyorum, çünkü bana nasıl sevileceğimi kimse öğretmedi. Ve şimdi bu yüzden mi soğuksun bana karşı? Kaç gündür kafamda senaryolar üretiyorum. Yıldırer in kardeşi olmam bir sorun mu senin için? Yoksa başka biri mi var? Günce… o gerçekten çok güzel ve sevgi dolu birine benziyor. Sana güzel bakıyordu. Günceyi sevmediğini biliyorum. bana olan sevginden zerre şüphem yok. Ama o, sana güzel bakıyor Şu anda saçmaladığımı biliyorum ama neden? İlk kez ikimiz de aynı anda mutlu olduk, ama sonra ne oldu? Neden uzaklaştın? İşin mi vardı? Cevap vermiyorsun ve ben seni darlıyor muyum .
Neden kaçıyorsun benden? Benim gibi biriyle olmak istemiyor musun? Bazen bencillik edip seni kırıyorum, seni anlamaya çalışırken zorluk çekiyorum ama belki bunlar senin hatan. Çünkü sen sadece bana sevginin bir kısmını gösteriyorsun, geri kalanını göremiyorum, hissetmiyorum. yüzde birini görüyorum geriye kalan yüzde doksan dokuzunu göremiyorum
Kör noktaların var Ama yine de seninle zaman geçirmek istiyorum. Birlikte güzel anılar biriktirmek istiyorum. Ne kadar saçma olursa olsun, birlikte basit şeyler yapmayı hayal ediyorum. Senin acını anlamak istiyorum, seni daha iyi tanımak, seni hissetmek. Sana kızdığımda seni affedecek bir neden istiyorum ,kırgın olduğumda kalbimi onaracağını bilmek istiyorum.
Çok mu şey istiyorum?
bana “daha fazla severim” diyorsun ama şu an bana çok az gösteriyorsun. az hem de çok az hissediyorum sevgini
Bugün sana çok ihtiyacım vardı. Birkaç gündür sana olan ihtiyacımı dile getiriyorum, ama sanki göz ardı ediliyormuşum gibi hissediyorum. Belki bir hata yaptım ama, beni neden görmezden geliyorsun?
Son cümlemle mesajı sonlandırdım. Eğer yakınlaşmamızdan pişmanlık duymuşsan ya da uzaklaşmak istiyorsan, seni anlarım. Çünkü sevgi ve aşk, tek başına iki insanı bir arada tutmaz
“Sana ilk ve son defa söylüyorum, Korkut…” dedim, boğazımdaki düğümle savaşa savaşa. “Sana aşığım. her nefesimle. Ama bunu bir daha asla söylemeyeceğim.”
“Bir daha seni aramayacağım. Ne mesaj atacağım, ne sesini duymaya çalışacağım. Çünkü… kendimi sana anlatmaktan yoruldum. Titreyen ellerimle telefonumu sıkıca tuttum. “Sen sustukça, ben kendi iç sesimle boğuldum. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Bulutlar ağır ağır geçiyordu. Güneş tam batmak üzereydi. Gün bitiyordu. Belki de aşkım da bitmeliydi.
“Vedalaşmak değil bu, hayır… Bu bir kabulleniş.Telefon ekranına baktım. Onun adının yazılı olduğu pencereye bir cümle yazdım.
“Sana ilk ve son defa söylüyorum… Sana aşığım. Bir daha seni aramayacağım.”
Göndere bastım.
Ve ardından derin bir nefes aldım. Sanki içimden bir şey sökülüp gitmişti. Hafif miydim, yoksa tamamen boşalmış mıydım… bilmiyorum.
Ama o an biliyordum ki… artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Mesajım anında “görüldü” oldu.
Kaşlarım çatıldı. Kalbim, ilginç bir şekilde hızlanmadı bu kez. Sadece… boşluk. Gözlerim bir anlığına dondu, hiçbir yere bakmıyor gibiydi. O kadar söz… hiçbir şey söylememişti. Ne bir kelime, ne bir harf… sadece bir "görüldü".
. Gözlerim dolmuştu ama hayır… ağlamazdım. Bu sefer olmazdı. Bu sefer ağlamaya değmezdi.
Telefonu sessizce kapattım. Ekran karardı, elimde tuttuğum soğuk bir metal gibi geldi o an. Bir anda mideme kramplar girdi, ama gülümsemeye çalıştım. Kendi kendime.
Arkamı döndüm, Mihri’ye bakacaktım. Kafamı kaldırdığımda... nefesim kesildi.
Korkut.
Apartmanın girişinde, birkaç adım ötede, bana bakıyordu.
Donakaldım. Bir an rüya mı, gerçek mi anlayamadım. Gözlerimiz buluştu. Yüzü ifadesizdi ama gözleri… gözleri beni delip geçiyordu. Elinde telefon duruyordu. O da görmüştü. Belki ne yazdığımı okumuş, belki de okuduğu şeyi sadece sessizliğe gömmüştü. Diğer elinde bir kutu vardı. Kahverengi karton bir kutu. Üzerinde yazı yoktu, ama sıkıca tutuyordu. Parmağıyla kutunun kapağını bastırıyordu sanki, açılmasın der gibi.
Ne söyleyeceğimi bilemeden sadece baktım.
O da baktı.
Göz göze gelmiştik. Her şey birkaç saniye sürdü ama sanki içimde yıllarca süren bir sessizlik yankılandı. Onun yüzündeki ifade… bir şey demeye hazır gibi ama kelimeleri yutmuş gibiydi.
Başımı refleksle Mihri’ye çevirdim. Gülerek kaçıyordu, kedi de arkasında kuyruk gibi. O kahkahalarla bağırıyor, kedi miyavlayarak peşinden zıplıyordu. O anın neşesi ile dolu bir resimdi bu. Gerçek. Hayat.
Tekrar Korkut’a döndüm.
"Dayı, geldin! Doğum günümü hatırladın mı?"
Unutur muyum hiç? Mihri'nin yanına gitti, ona sarıldı, korkutun kollarından çıktı. Hızla kediyi yakaladı, .
"Dayı, kedinin de doğum gününü kutla!" diye bağırdı Mihri, elindeki minik kediyi sıkıca kucaklamaya çalışırken.
Korkut, kaşlarını kaldırıp kediye baktı. "Kedinin ismi ne?" diye sordu, sanki bu konuda ciddi bir mesele konuşuyormuşuz gibi.
"Kedi," dedi Mihri, yüzünde gülümsemeyle.
Korkut’un kaşları bir anda çatıldı, yüzündeki o keskin ciddiyetle: "Bir ismi olmalı," dedi kararlı bir şekilde.
Mihri, küçük bir düşünme molası verir gibi başını yana eğdi ve derin bir nefes aldı. Ama ben o sırada çoktan kararımı vermiştim.
"Sütlaç olsun," dedim kendimi zor tutarak.
Mihri’nin gözleri parladı. Kedinin minik kulağına eğilip "Sütlaç! Evet, sütlaç gibi bembeyaz!" diye fısıldadı.
Korkut, bu ismi pek benimsememiş gibi bir süre sustu. Sonunda, kediye uzanıp başını okşarken alaycı bir tonla mırıldandı: "Mutlu yıllar, Sütlaç… Bu isimle pek güçlü görünmeyeceksin ama olsun."
Korkut’un yüzündeki o ciddi ama aynı zamanda hayrete düşmüş ifade beni içten içe eğlendiriyordu. İnanılmaz komik görünüyordu ama bunu yüzüne vurmaya cesaret edemedim. Kendimi toparlamaya çalıştım, ama kahkahamı içime hapsetmek giderek zorlaşıyordu.
.Korkut, elindeki kutuyu Mihri’ye verdi.
"Doğum günü hediyen." Mihri hemen paketi açtı, içinden bir prenses kıyafeti çıktı. Gözleri kocaman açılmıştı.
Hemen giyicem!" diye sevinçle bağırdı.
"Hayır, Mihri. Sokakta giyemezsin, doğru eve gitmelisin."
Mihri, önden eve doğru koştu, ben de kediyi kucağıma alıp eve doğru yürüdüm.Arkamdan korkut geliyordu, ama hiçbir şey söylemedi. Mesajımı dinlemişti, ama tepki vermedi.
Anahtarı kapıya yerleştirip hafifçe döndürdüm; kapı usulca açıldı . Mihri, heyecanla odasına doğru koşarken, elimdeki kediyi yere bıraktım. Hemen onun ardından gitmek üzere hareketlendim ama o anda ani bir hareketle Korkut kolumdan sıkıca tuttu. Sertti, alıştığım o nazik dokunuşlardan farklıydı. Hızla ona döndüm, kaşlarım çatılmış, sesim sertleşmişti:
“Bırak!” dedim,
Korkut ise gözlerimin içine meydan okurcasına baktı, sesi buz gibi soğuktu: “Bırakmam.”
“Gerçekten mi?” diye yanıt verdim, bir adım daha ona yaklaşarak. “Bırakamaz mısın? Kaç saatliğine… Yarın bırakacaksın zaten, değil mi?”
Yüzü aniden ciddileşti, bakışları sertleşti. “Mesajlarını gördüm,” dedi,
“Ama cevap vermedin,” diye çıkıştım hemen, öfkeyle, gözlerimi ondan ayırmadan.
“Yurt dışındaydım,” diye savundu. “Telefonuma bakacak zamanım yoktu.”
“Beş dakika bile mi?! Hiç mi aklına gelmedim yaşadıklarımız senin için bir hiç
- Değil seni öperken hissetmemiş olman senin hatan
alayla baktım
Kendimi geçtim, Mihri için o kadar mesaj bıraktım! Hiç mi önemsemedin?” Sesim yükselmiş, kalbim kızgınlıkla dolmuştu.
Korkut’un yüzü gerildi, sesi daha da sertleşti: “Müsait değildim. Bazı ciddi problemler vardı.”
“Ne problemi?!” diye bağırdım. “Ciddi bir şey bile olsa, bir mesaj mı zor geldi? Merak edilmek hoşuna mı gidiyor, Korkut?!”
Korkut bir an sustu, bakışları daha da kararlı hale geldi. Elleri belimi kavradı, beni kendine doğru çekti. “Müsait olduğum ilk anda yanına geldim. Sana geldim,” dedi, sesi alçalmış ama içinde öfke ile karışık bir tutku vardı.
“Mesajıma cevap bile vermedin!” dedim, onun sertliğine aynı sertlikle karşılık vererek. “! Beni görmezden gelmene ne demeli?”
Korkut’un gözleri bir anda karardı. Yüzüme iyice yaklaştı, nefesi dudaklarımda hissedilir oldu. “Sürpriz,” dedi kısaca, sesi fısıltı kadar alçaktı ama içindeki öfkeyi bastırmaya çalıştığını görebiliyordum.
“Sürpriz mi?!” dedim, kaşlarımı kaldırarak. “Sen ve sürpriz? İnanamıyorum.”
Korkut derin bir nefes aldı. Yüzündeki sertlik biraz yumuşadı ama gözlerindeki kararlılık hâlâ yerindeydi. “Evet, ciddiyim. İnanman gerek, sevgilim,” dedi, sesi her zamankinden daha sakin,
O anda kalbim hızla çarpmaya başladı; sesindeki o sıcaklık, bir an için tüm kırgınlıklarımı unutturdu. Ama aynı zamanda, içimde büyüyen soru işaretleri de ağırlaştı...Bir an için kalbim duracak sandım. “Sevgilim” dediği anda, sanki tüm savunmam bir anda çöktü Boşuna mı endişeleniyordum? İlişkimizin geleceği hakkındaki tedirginliğim gerçekten yersiz miydi?
Ama hemen kendime geldim. Gardımı düşürmeyecektim. Ona izin verirsem, yine her şeyi kontrol altına alacaktı.
“İnanmıyorum, sevgilim,” dedim, sesim buz gibi soğuktu, içinde kırgınlık ve hayal kırıklığı vardı. “Artık sevgine inanmıyorum. Seni sevdiğime pişman ettin beni...”
Kelimeler dökülürken yüzündeki ifadeyi okumaya çalıştım. Acı mıydı bu, yoksa öfke mi? Ama bir an olsun gözlerini benden kaçırmadı.
Korkut derin bir nefes aldı ve belimdeki tutuşunu daha da sıkılaştırdı. Gözlerimi delip geçercesine bakarken fısıldadı:
“Sevgime inanmıyor musun?”
Bir an sustum, sonra sertçe karşılık verdim:
“Bazen hissedemiyorum… Arada bir sevgini kanıtlayacak davranışlarda bulunsan iyi olur, sevgilim.” Sondaki kelimeyi vurgu yaparak, hafifçe bastırdım,
— Beni ne kadar zorlarsan zorla, Kardelen, sevgimi kanıtlamaktan vazgeçmeyeceğim, — dedi
— Senin için buradayım, — diye devam etti, sözleri kulaklarımda yankılanıyordu adeta, bir yemin gibi. — Seni… en kırıcı sözlerinle bile… bile seviyorum.
. Gözlerimi ona dikerek, dudaklarımı ısırdım. Her ne kadar kırgın ve şüpheli olsam da, içinde bu sözlerin yumuşattığı bir yer vardı bende .Bir an donup kaldım. O an, tüm öfkem, inatçılığım yerini başka bir duyguya bırakmıştı. Pişmanlık... Korkut'a haksızlık mı ediyordum? Her şey bir anlığına karmaşıklaşmıştı
Gözlerim doldu. Ne kadar bastırmaya çalışsam da, içimde biriken onca kırgınlık, korku, özlem... hepsi boğazıma düğüm olmuştu. Ama ona bunu göstermek istemiyordum. Yutkundum
“Sevgi böyle mi olur?” dedim, sesim çatallı, gözlerim hala onun gözlerinde. “Beni yok sayarak, susarak, uzak kalarak… Öylece çekip giderek mi seviyorsun, Korkut? Ben sana kaç gece mesaj attım. Uyuyamadım. Mihri sana ‘dayı’ deyip özlerken ben onun gözlerinin içine bakamadım!”
O bir adım daha yaklaştı.
“Gitmem gerekiyordu,” dedi kısık sesle öyle kolay değil. Her şeyi anlatamıyorum. Ama senin canın yansın diye gitmedim ben.”
“Evet ama canım yandı!” dedim, gözyaşlarım artık yanaklarıma inmişti. “Gitme şeklin, sessizliğin, cevapsızlığın… Korkut bunu hak etmedim…”
Korkut bir an başını eğdi. Ellerini iki yana saldı, sanki içinden çıkan bir şeyle boğuşuyormuş gibi.
“Ben de hak etmedim,” dedi sonunda. “Böylesi bir sevgiyi hak edecek biri değilim, Kardelen. Ama yine de… sen beni sevdin.
Gözlerim onun gözlerine takılı kaldı. İçim titredi. Nefes alışım hızlandı. Ama hâlâ içimde susturamadığım bir öfke vardı.
“susuşlarından korkuyorum. Beni uzakta tutmandan, bana güvenmemenden korkuyorum.”
Korkut yaklaştı, elleriyle yanaklarıma dokundu. Parmakları gözyaşlarıma değdi.
“Ben sana yalan söylemedim, sadece her şeyi söylemedim. Fark var.”
Başımı iki yana salladım. “O fark, . Beni senden uzaklaştırıyor.”
“Beni bırakacak mısın ?” dedi birden, .
O an aramızda bir sessizlik oldu. Nefeslerimiz birbirine karıştı. Kalplerimiz, farklı savaşların içinde çırpınıyordu. Korkut başını hafifçe eğdi, gözlerini gözlerimden kaçırmadan usulca fısıldadı:
“Sen… başlamadan bitirmek istiyorsun.”
Sesi ne öfkeliydi ne de suçlayıcı. Yorgundu sadece.
Yutkundum.
Ama cevap veremedim.
Boğazıma düğümlenen kelimeler, dudaklarımdan taşmak istese de çıkmadı. İçimde bir yer, “Hayır, öyle değil,” diye bağırıyordu ama... ne gözlerim bunu söyleyebildi, ne kalbim. Sadece durdum. Ona baktım.
Cevapsız kaldım.
Korkut bir adım daha attı bana doğru. Yüzüme, gözlerime baktı uzun uzun. İç çekti. Yutkundu. Sanki ne söylemesi gerektiğini tartıyordu içinde. Sonunda boğuk bir sesle, kısık ama net bir tonda söyledi:
Derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırmadan söyledi:
"Özledim seni... Bana ne yaptığını bilmiyorum ama senden uzaklaşınca zaman yavaşlıyor.
Sana yaklaştığımda ise... sanki seni benden ayırmak istermiş gibi hızla geçiyor zaman
.
Eğer sana ulaşabileceğim bir yerde olsaydım… her an seninle konuşurdum."
kırgındım. Gerçekten kırgındım. Öyle kolay değildi, bir cümleyle geçip gidecek gibi değildi bu.
Sakin ama net konuştum:
“Kırgınım, Korkut.”
Bir an sustu. Sonra sesi daha yumuşak çıktı:
“Tamir ederim. Vakit alır belki ama ederim. İzin ver...”
Gülümsedim acıyla. Gözlerimi kaçırmadan,
“Biz sevgiliyiz sanırım gerçi belki de değiliz , değil mi? Ama gece yarılarına kadar seninle mesajlaştığımı hiç hatırlamıyorum.
Hiç ‘uyudun mu?’ mesajı atmadın mesela. Hiç ‘anlatsana’ demedin.
Ben seninle susarak bile konuşmaya razıyken… sen tek taraflı sustun hep.”
Yutkundu.
-“Uyutmam seni gecelerce. Konuşalım. Ya da sadece birbirimizi duyalım. Ama bu kez gerçekten başlayalım, Kardelen.”
Onu karşısında gördüğümde içimde biriken her şey dilime dolandı. Günlerdir yoktu. Sadece yokluğu değil, sessizliği de canımı yakmıştı. Gözlerinin içine baktım, biraz kırgın, biraz öfkeli.
“Neredeydin, Korkut?” dedim. “Kiminleydin? Ve en önemlisi... gittiğin yerde sana neden ulaşamadım?”
Gözlerini kaçırmadı. Ne yalan söyledi, ne de bahaneye sığındı. Sadece sessizce, sanki hava kadar sıradan bir şeyden söz ediyormuş gibi yanıtladı:
“Birini öldürmek için.”
Donup kaldım. Kalbim, bu kadar soğukkanlı bir itirafa hazır değildi. Dudaklarım titredi ama alayla gülümsedim.
“Güzel,” dedim, sesimde ince bir sitem. “Sonunda konuşmaya başladın.”
“Kardelen…” dedi, sesi yorgun ama netti. “Bilmen gereken bu. Fazlası seni yaralar.”
“Üzgünüm,” dedim. “Ama sevgilimin, bir adamı öldürmek için beni günlerdir ihmal ettiğini hazmetmeye çalışıyorum şu an. “Neden öldürdün?” dedim sonra, gözlerim gözlerindeydi.
“Öldüremedim,” dedi.
Şaşırmıştım. “Neden?”
Omuz silkti. “Ufak aksilikler.”
Bu kadar mıydı? Bir hayatı almak, birini yok etmek... sadece bir “ufak aksilik” mi?
“Anlamıyorum...” dedim başımı iki yana sallayarak. “Ve artık anlamak da istemiyorum.”
“Kardelen, yapma,” dedi, bir adım attı bana doğru.
“Neyi yapmayayım?” dedim, sesim titredi. “Sen gerçekten bu ilişkiyi yürütebileceğini mi sanıyorsun?”
“Kesinlikle,” dedi tereddütsüz.
İçim acıdı. O kadar kolay söylüyordu ki. Sanki ben her şeymişim gibi değil de, sanki benle her şey düzelirmiş gibi...
“Ben düşünmüyorum,” dedim. Gözlerim dolmuştu ama göstermemeye çalıştım. “Ve artık... artık ben, gerçekten hak eden birine şans vermeliyim.”
Arkamı dönmüştüm. Gitmek istiyordum. Ama birden kolumdan tuttu. Gücü tanıdıktı. Soğuk ama güvenilir. Sert ama kararsız.
Kendine doğru çekti. Göz göze geldik.
“Korkut,” dedim yorgun bir fısıltıyla. “Sence de yorulmadın mı?”
“Neden?” dedi, gözlerindeki savaş bitmemişti.
“Belimi sıkmaktan...” dedim. Elini hafifçe çekti. Gevşetti. Sessizlik indi aramıza.
“O adam kim?” dedi bu kez, beklemediğim bir çıkışla.
“Seni ilgilendirmez,” dedim. “Yalan söylüyorsun.”
“Sandığın kadar vazgeçilmez değilsin, Korkut. Ben de insanım. Benim de bazı ihtiyaçlarım var. Mesela… sevilmek gibi.”
Gözlerini kısmadan baktı. “Beni seviyorsun.”
İç geçirdim. “İnkâr etmedim. Ama… sence bu yeterli mi?”
“O adamı bulursam...” dedi, sesi buz gibi. “Seni düşünme ihtimalini ortadan kaldırırım.”
Başımı hafifçe eğdim, alayla baktım yüzüne. Ne kadar tanıdık bir öfkeydi bu… Korkut’un kalbine sakladığı o karanlık taraf, yine çıkmıştı ortaya.
Ama bu kez ben farklıydım. Yorgundum. İçim kabuk bağlamış bir yaraydı artık.
“Artık korkmana gerek yok,” “Seni aramayacağım. Seni merak etmeyeceğim. Mutlu olacaksın bensiz… fena mı? Sen de hayatına devam edersin. Merak etme. Eksikliğimi hissetmezsin.”
. Boğazım düğümlendi. Ama belli etmedim.
“Bilerek yapıyorsun,” dedi sonra, sesi çatladı. “Seni... it gibi sevdiğimi bildiğin halde... benden gidebileceğini düşünüyorsun.”
.
“Sevgi mi?” dedim sonunda. “Nerede peki? Hani senin bana sevgin nerede? Cidden… sen beni sevdiğini mi düşünüyorsun, Korkut? Yoksa bu da bir şaka mı? Belki de… beni gerçekten seven birine şans vermeliyim. Sevilmenin nasıl bir şey olduğunu hissetmeliyim.”
O bir adım daha yaklaştı. Gözleri karanlık bir yangın gibiydi.
“Seni benden başka kimse sevemez…” dedi, sesi titriyordu. “Sevgilim.”
Bir kahkaha attım ama acı doluydu.
“Sevgilim mi?” dedim. “Gerçekten ben senin sevgilin miyim?”
“Evet,” dedi aniden, gözlerini kaçırmadan. “Senden başka sevgili var mı bu dünyada
“İstemiyorum artık,” dedim, sırtımı dönmeye hazırlanırken.
Ama izin vermedi. Kolumdan tuttu. Gitmeme engel oldu.
“Kardelen… dünyanın en zor şartlarını koy, yine de… benim sevgilimsin,” dedi. “Senden başka bir şey yok zihnimde. Her gece… uyumadan önce seni düşünüyorum. Şu an konuşurken bile, dudağının kenarındaki o soyulmuş yarayı öpmek istiyorum. Her şeye rağmen… sana ‘sevgilim’ diyorum. Oysa sadece hitap etmem gereken bir kelimeydi bu. Ama artık… içimde yaşıyor. Senin gitme ihtimalin… aklımı yerinden oynatıyor. İlişkimizi Mihri için önemsizleştirdiğin her anda… kafayı yiyorum. O zamanlarda… seni, nefessiz kalana kadar… sahiplenmek istiyorum.”
Donakaldım. Sözleri, içimi yakıp geçti. Ama hâlâ inatla direniyordum. Arkamı dönmeye çalıştım. Elimi bırakmadı. Bu kez kulağıma doğru eğildi.
Sesi fısıltı gibiydi, ama içindeki tutku neredeyse tenime dokunuyordu.
“Sana aşığım…”
Ve o an… dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Ama bu öpücük, önceki hiçbir öpücüğüne benzemiyordu. Öfke vardı içinde. Kırılmışlık vardı. Hırs vardı. Ve... aşk.
Dudaklarımda kaldığı o ilk saniyede vücudum taş kesildi. Kalbim hızla çarptı. O anda, her şey durmuş gibiydi. Ama toparlanmalıydım.
Gözlerinin içine baktım.
“Al aşkını başına çal,” dedim. “İstemiyorum!”
Bir an geri çekildi. Kalbi kırılmış gibiydi. Ama hemen ardından gözlerime tekrar baktı.
“Şartlarını söyle,” dedi kısık sesle. “Hepsine itaat ediyorum.”
korkuta baktığımda benden cevap bekliyordu derin nefes aldım ipleri elime almalıydım o kadar saçma şartlar sunacaktım ki kesinlikle kabul etmeyecekti
Ciddiydim. Yani... ciddiye yakın Neyse.
“Bak Korkut,” dedim. “Artık sevgiliyiz, değil mi? Ona göre bazı şeyler değişecek. Kuralları ben koyuyorum, not al.”
Kaşlarını kaldırdı, ama bir şey demedi. Sessiz onay gibi bir şey. Devam ettim:
“Bir: Geceleri mesaj atmadan uyumak yok. ‘İyi geceler yazılmazsa sabaha kadar rüyana girerim, kabus gibi.”
“İki: Ayda bir çiçek isterim. Gerçek çiçek!
“Üç: Arada bir şımaracağım. ‘Ben çok çirkinim yaa’ diyeceğim. Sen de ‘Hayır, sen fıstık gibisin’ diyeceksin. Bu bir pazarlık değil. Protokol.”
Korkut gözlerini kısıp başını yana eğdi. Gülmemek için dudağını ısırdı ama ben ciddiydim, daha bitmedi.
“Dört: Kavga ettiğimizde kaçmak yok.Bir derdin olduğunda susumak yok yanıma gelip bana sarılman gerek
“Beş: Canım sıkıldığında beni gezmeye çıkaracaksın. Çay bahçesi olur, lunapark olur, ama evde oturmak yok
Korkut en sonunda pes etmiş bir yüzle gözlerini devirdi.
"Başka?"
"Altı: Uyutmam seni gecelerce! Sohbet edeceğiz. Gerekirse sabaha kadar çocukluk travmalarımızı anlatırız. Sadece susmak yok!”
Bir an durdum. Son madde önemliydi.
“Ve yedi: Canımı acıtırsan... yemin ederim, seni TikTok’ta ifşa ederim. Altına da ‘bu adam beni ağlattı’ yazıp ağlamalı video koyarım. Viral olurum. Sen de rezil.”
Korkut, başını iki yana sallayıp mırıldandı:
“Kardelen…”
“Efendim?”
“Tamam.”
“Nasıl yani... tamam?”
“Yani… Bütün maddelere. Hepsine. Ne diyeyim sana? Anlaştık, Kardelen güzeli.”
“Hayır. Kabul edemezsin.”
“Ettim.”
“Korkut… Bunlar senlik hareketler değil. Lütfen artık zorlamayalım.”
“Sana defalarca aynı kelimeyi söyleyeceğim: Seviyorum seni.”
“Ve sonra... bırakıyorsun beni.”
“Bir daha asla.”
-“Sana alışırım.”
-“Alış.” dedi korkut
“Elimi tut.”
“Sen benim ilkimsin, Kardelen. İlk sevdiğim... İlk defa özlediğim... Ve ilk defa birinin yüzüne bakarken kendi benliğimi, kendime kurduğum tüm o otokontrolü kaybettiğim kişisin. Seni hak ettiğin gibi sevmeye çalışmak... Mantıksız. Çünkü asla yeterli olmayacak.”
Hiç düşünmeden adım attım. Aramızdaki mesafeyi kapattım. Başımı Korkut’un göğsüne yasladım. Şu an... Onlarca yemin boşa gitti. Ama olsun. Ona küfür edemeyecek kadar özlemiştim sanırım.
. Kollarımı onun beline sardım. Gözlerim dolmuştu, göğsünde sessizce nefes alırken gözyaşlarım akmaya başladı. O da sarıldı bana. Sırtımı okşadı, elleri ürkek ama kararlıydı.
Bir süre öyle kaldık.
Ama sonra… içimdeki öfke, kırgınlık… o tarifsiz karışım kabardı. Göğsünden ayrıldım. Gözyaşlarımı silmeden yüzüne baktım. Yüzüme yumuşak bir ifade yerleşmişti ama içinde bastıramadığım bir şey vardı.
“Ben seni affetmek istiyorum, Korkut…” dedim fısıltıyla. “Ama önce... önce içimdeki bu sızı geçmeli.”
"“Anla işte… Her an gideceksin gibi hissediyorum. Sürekli tetikteyim, sürekli savunmada… Sanırım sevme şeklim kötü gibi,” dedim, sesim çatallandı. Gözlerim doluydu ama kendimi tutuyordum. Zayıf görünmek istemiyordum onun önünde, ama içimdeki korku gözyaşlarıma taşacak gibiydi.
Korkut başını iki yana salladı. Ciddiydi. Kararlıydı. Gözlerime bir mıh gibi çakılmıştı bakışları.
“Hayır,” dedi, sesi bir kaya kadar netti. “Sen kötü seviyorsan… ben de dünyanın en kötü sevgisini istiyorum o zaman.” . “Çünkü beni delirtmene rağmen, başka hiçbir şey istemiyorum. Sanırım bu… bu deliliğin içinde bile seninleyim.”
Kalbim o anda garip bir ritme girdi. Yavaşladı, hızlandı, sanki bir anlığına atmayı unuttu. İçimdeki tüm o karmaşa… birden silindi. Onun sesindeki içtenlik, gözlerindeki o korkusuz ifade... beni tuttu. Sarstı. Gözlerimden yaşlar süzüldü, ama bu sefer bir sitemin değil, bir kabullenişin, bir teslim oluşun gözyaşlarıydı.
Korkut bir adım daha yaklaştı. “Sevgilim,” dedi yavaşça. O kelimeyi her söylediğinde içimdeki tüm duvarlar çatlıyordu. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki nefes almakta zorlandım
"Özür dilerim,"dedi, sesi bu kez daha yumuşaktı, içten bir pişmanlık vardı. "Gerçekten telefonum yanımda bile değildi. Halil İbrahim'e teslim etmiştim. Uçakta saniyeleri saydım... Sana gelmek için."
."Haber verebilirdin gitmeden önce,dedim, sesimdeki kırgınlık saklanamayacak kadar belirgindi. Ama ne gariptir ki, bu kırgınlık onun varlığıyla eriyip yok oluyordu.
Korkut’un bakışları bir an yere kaydı, sonra tekrar bana döndü. "Haklısın, dedi sesinde samimi bir pişmanlıkla. "Bazen hâlâ tek kişilik düşünüyorum. Daha önce kimseye haber verme ihtiyacı duymamıştım. Merak edileceğimi düşünmek, alışık olmadığım bir şey."
"Artık tek değilsin,"dedim, gözlerimdeki kararlılıkla ona bakarak. "Korkut, hayatında ben de varım. beni unutamazsın.
Korkut bir adım yaklaştı, gözleri derin bir ışıkla parladı. "Evet," dedi yumuşak bir tonla. artık sen varsın, sevgilim."
Sevgilim… O kelime dudaklarından döküldüğünde, kalbimi huzurla doldurmuştu. Ama yine de kolay affetmeye niyetim yoktu.
"Kırgın mısın hâlâ bana?" diye sordu,
"Bir daha gideceksen, bana haber ver,"dedim, kırgınlığımı bir tebessümle gizleyerek.
"Yoksa kafamda olmadık senaryolar kuruyorum."
Korkut gülümsedi, ama o gülümsemenin altında beni teslim almaya çalışan bir inat vardı, açıkça görüyordum. "Senaryolarını dinledim," dedi, gözlerini gözlerime kilitleyerek. "Ama hoşuma gitmedi." Sesindeki kesinlik, kalbimi sıkıştırdı.
Bir adım daha yaklaştı, sanki nefes alışımı bile kontrol etmek istermiş gibi. "Gitme fikrini kafandan atsan iyi olur," diye devam etti, sesi alçak ama tehditkâr bir kararlılıkla. "Çünkü seninle yaşamak istediğim bir sürü hatıra var. Ve bu hatıralar ömrümün sonuna kadar sürecek."
Ne diyeceğimi bilemeden ona bakakaldım. Dudaklarıma doğru eğildi ve kelimelerini daha da etkili kılmak istercesine, fısıldar gibi ekledi: "Yani kısaca…benden gidemezsin."
Onun bu kadar emin olması beni ürkütmek yerine tuhaf bir şekilde rahatlatmıştı. . Ellerini belime doladı ve beni bir adım daha kendine çekti. Gözlerim, gözlerindeki o tehlikeli ama büyüleyici ifadeye takılı kaldı.
Korkut, bir adım daha yaklaşıp gözlerimin içine derin derin baktı. "Bir daha ne Günce'yle ne de başka bir kadınla kendini kıyaslama," Seninle kıyaslayacağım hiçbir kadın yok, Kardelen."
Derin bir nefes aldım, gözlerimi ondan kaçırmadan, "Sevme şeklimizi kıyasladım," dedim, sesim titreyerek. "O daha iyi seviyor olabilir."
Bir an sessizlik oldu, ama Korkut o sessizliği öyle bir kararlılıkla böldü ki, içim titredi. "Değil," dedi, sesi adeta emerek. "Senin sevme şeklini seviyorum."
Bu kadar kesin konuşması, içinde sakladığı duyguları bana daha da güçlü hissettiriyordu. Gözlerimde biriken yaşları bastırarak, kendimi savundum. "Ama kötü seviyorum, Korkut," dedim, sesim kırılgan bir şekilde titreyerek.
Korkut, başını hafifçe iki yana salladı. Gözleri gözlerimdeydi ama bakışı, sanki içime işliyordu. Ellerini usulca saçlarıma uzattı; parmak uçları saç tellerimin arasından geçerken, tenimde usul usul bir ürperti dolaştı. Sesi daha da derinleşmişti; hem sıcak hem de içinde sakladığı karanlıkla baştan çıkarıcıydı.
“Kusursuz sevgi yok,” dedi. Dudakları öyle bir tonda kıpırdadı ki,
Kalbim aniden hızlandı. Birden hızlanıp sonra sekteye uğrayacakmış gibi… Varlığı yakınımdaydı ama sesi çok daha derin bir yerden, kalbimin en dokunulmaz yerine değiyordu.
“Sen…” dedi ve bir adım daha yaklaştı, dudakları neredeyse benimkine değecekken sesi fısıltıya dönüştü. “Sen beni sevmez misin, tüm hatalarıma rağmen?”
Bu, cevabını net verebileceğim türden bir soruydu. O kadar netti ki…
“Severdim,” dedim, sesim boğuk ama içten. “Her an, her haliyle. Her kusuruyla.”
Ama sonra, içimde bir ses sustu. Bir başka ses devreye girdi. Bir şey dur dedi. Belki gururum, belki geçmişin hala kabuk tutmamış yaralarıydı.
Gözlerimi onunkilerden kaçırdım. Tüm bedenim onun varlığına doğru eğilmek isterken, aklım son bir dirençle geriye çekiliyordu.
“Kesin konuşma, Korkut,” dedim, sesimde belirsiz bir sertlik vardı. “Hatanın türüne göre değişir. Ve… bilmiyorum, ya seni benden daha güzel seven biri olursa?”
Sözüm boğazımda düğümlendi. Sanki ağzımdan çıkan kelimeler bile acı veriyordu. Ama o, izin vermedi devam etmeme. Sözümü kesti.
“Konuşurum,” dedi, sesi kararlıydı. Gözlerinde beni ikna etmeye çalışan değil, bana ait olduğunu hatırlatan bir adam vardı. “Eğer sevgilim bana olan aşkını daha az hissediyorsa benim bunu ona hissettirmem gerekmez mi? Seni bu dünyada kıyaslayacağım bir kadın yok. Hiç olmadı.”
Bir anda kalbim kıpırdadı. O cümle… beni yerimden oynattı.
“Hissettir o zaman, Korkut,” dedim. Hem meydan okuma hem de bir teslimiyet vardı sesimde.
Korkut hafifçe başını eğdi, dudaklarımla arasındaki mesafe neredeyse yoktu. “Öpsen, tokat yemem değil mi?” diye mırıldandı, sesi sanki nefesime karışmıştı.
“Denemekten zarar gelmez,” dedim ve bir adım daha yaklaştım. Bu yakınlık… tüm bedenimde bir yangına dönüşüyordu. Her saniye, onunla yaşamak istediğim bir ömre dönüşüyordu.
Ve sonra fısıltıyla konuştu:
“Tüm gün dudaklarını hayal etmem normal mi?”
Nefesim kesildi.
“Her seferinde daha fazlasını istiyorum. Seninle alakalı her şey, azla yetinmek kavramını kaybettiriyor. Her şeyin sınırı var ama… bu seninle geçerli değil. Seninle sınır yok.”
Kelimeleri kalbime işliyordu. İçimdeki bütün boşlukları dolduruyordu. O an dünyada ne geçmiş vardı, ne gelecek. Sadece o, ben ve o anın yakıcı gerçeği.
Korkut yüzünü yeniden saçlarıma yaklaştırdı, derin bir nefes aldı. Gözlerini kısarak başını hafifçe yana eğdi.
“Şampuanını değiştirmişsin,” dedi, sesi şaşkın ama alınganlıkla karışıktı.
Gülümsedim. “Fark ettin mi gerçekten?”
“Kiraz çiçeğini seviyordum,” dedi hafif bir buruklukla. “Senin kokun gibi geliyordu bana. Şimdi… bu . Garip hissettirdi.”
“Yani… kokumu mu özledin?” dedim, hafifçe kaşlarımı kaldırarak.
Korkut gözlerini devirdi ama gözlerinde gizleyemediği bir gülümseme belirdi.
“Ne yapayım, özledim.
“Ne varmış yenisinde? Gayet güzel kokuyor.”
“Güzel evet ama… sen gibi değil. Ben daha ‘sen’ olan kokuyu istiyorum.”
Kahkaha attım, başımı geriye yasladım.
“Yani sen şimdi bana diyorsun ki… ‘Kiraz çiçeği Kardelen’i özledim’.”
“Evet,” dedi hiç çekinmeden.
“Resmen şampuan üzerinden beni eleştiriyorsun.”
“Hayır,” dedi, sırıtarak. “Seni değil. Şampuanı. Çok ciddi fark var.”
Kollarımı göğsümde kavuşturup ona dik dik baktım. “O zaman sana da bir şartım var.”
“Ne o?”
“Sen de sakalını kısalt istersen,” dedim, kaşlarımı hafifçe kaldırarak.
Korkut hafifçe geriye çekilip şaşkın bir bakış attı. “Nedenmiş o?”
“Öperken huylanıyorum,” dedim, dudaklarımı bükerek, ama içimde gülmemek için zor tuttum.
“O ne demek şimdi?”
“Böyle batıyor. Hem öpmeye çalışırken iğne yemiş gibi hissediyorum kendimi.”
Elini çenesine götürüp sakallarını sıvazladı.
“. Sakalsız kendimi düşünemiyorum bile.”
Parmağımı sakalına hafifçe gezdirdim, sonra usulca yanağından aşağıya indirdim. “Peki ya biraz kısaltsan... benim için?” diye fısıldadım.
Korkut, gözlerini kırpmadan bana baktı. Dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı. Eğildi, yüzünü boynuma doğru yaklaştırdı. Sesini neredeyse bir dokunuş kadar yumuşattı:
“Tenin… benim sakalımdan daha öncelikli.”
Elim hâlâ yanağındaydı, ama artık gülmüyordum. Gözlerine baktım. Orada, derinde bir yerlerde ciddi bir şeyler vardı. Hafife alınamayacak, kaçamayacağım bir şeyler.
“Sakalını sevmesem de... seni seviyorum,” dedim sessizce.
Korkut, dudaklarımı usulca araladı, gözlerime uzun uzun baktı. Gözlerinde alışık olduğum o keskin ifade yerini başka bir şeye bırakmıştı; daha yumuşak, ama daha tehlikeli bir bakışa.
“Tehlikeli sulara giriyorsun, kardelen güzeli ,” dedi.
Kıkırdadım ama sesim hafif titriyordu.
“Hmm... Öyle mi? Ne yapmışım ki? Sadece... seni öperken sakalların biraz rahatsız ediyor. Yani... bu cümlemden seni daha çok öpmek istediğimi çıkarmamalısın bence,” dedim, gözlerimi kaçırmadan.
“Seninle başım dertte,” diye mırıldandı Korkut. Dudaklarının kenarında küçük ama fazlasıyla kışkırtıcı bir gülümseme belirdi.
Ben de ona daha da yaklaştım. Dudaklarımı kulağına yaklaştırıp fısıldadım:
“Kolay pes eden biri değilim.”
Tam o an... beni öpmek üzereydi ki, Mihri’nin sesi yankılandı koridordan.
İrkilip Korkut’u istemsizce ittirdim. Kafası duvara çarptı.
“Deli kuvveti mi var sende? Bir de çifte atsaydın tam olacaktı,” dedi kaşlarını çatarak.
“Ben hayvan mıyım, Korkut?” dedim hızlıca, bir yandan da pişmanlıkla yüzüne bakıyordum.
Korkut tam bana cevap verecekken Mihri yanımıza geldi. Saçları toplanmış, elbisesi kabarık ve rengârenkti. Yüzü mutluluktan ışıldıyordu.
“Güzeell oldum mu?” diye sordu, heyecanla dönerek.
“Çok güzel olmuşsun... sen... Allah’ım,” dedim hayranlıkla. Hem şaşkındım hem büyülenmiş gibiydim.
Korkut, Mihri’nin minik elini nazikçe tuttu, onu hafifçe döndürüp başını eğdi.
“Şimdi doğum günü kızını mutlu etme zamanı,” dedi sakin ama kararlı bir sesle.
?Ben ise kaşlarımı çatarak ona baktım. Ne planlıyordu acaba bu adam? İçimde hem merak hem de hafif bir tedirginlik vardı.
“Sen de giyin, hadi,” dedi ,
“Nereye?” diye sordum, kafamda binbir soru işaretiyle.
Korkut gülümseyerek, “Çok soru soruyorsun,” dedi.
“Umarım kötü bir sürprizle karşılaşmam,” dedim, tedirginliğim hafiften yüzüme yansımıştı.
“Bana güven,” diye karşılık verdi. Gözlerinde derin, anlamlı bir bakış vardı. “Hazırlanmanı bekliyorum.”
Başımı onaylar şekilde salladım ama içimde kıpır kıpır bir heyecan vardı. Merak… ve kalbimin tam ortasına çöreklenen o belirsiz huzur. Ne olacağını bilmiyordum, ama Korkut’a güvenmek… evet, bu bana garip bir şekilde iyi geliyordu. Sanki onunla nereye gidersem gideyim, sonunda kendimi bulacaktım.
Sessizce odama geçtim. Siyah elbisemi çıkardım ve üzerime geçirdim. Kumaşı tenime oturduğu an, bambaşka biriymişim gibi hissettim. Sade ama etkileyici bir şıklığı vardı. Aynanın karşısına geçip bir an durdum. Ellerim alışkanlıkla kırmızı ruja uzandı. Dudaklarıma sürerken, aynadaki yansımama baktım.
Güçlüydü. Göz alıcıydı. Ama... bu ben değildim.
Fazlaydı. Abartılı. Sanki bağırıyordu: “Beni görün!”
Derin bir nefes alıp aynadaki kadına baktım. Sonra kararlı bir hareketle peçeteye uzanıp kırmızı ruju sildim. Yerine daha doğal bir ton sürdüm; tenime, içime, aklıma daha yakın bir renk.
İşte şimdi… bendim.
Kapıyı açıp odadan çıktım. Mihri neşeyle bir şeyler anlatıyordu; elleriyle anlattıklarını destekliyor, gözleri parlıyordu. Korkut ise başıyla onu onaylıyor gibi yapıyordu ama... dikkatinin tamamı Mihri’de değildi. Gözleri, beni gördüğü anda oraya sabitlendi.
Bir anlık sessizlik oldu.
Gözlerini üzerimde gezdirdi; ağır ağır, anlamlı bir bakışla. Sonra dudaklarının kenarı kıvrıldı ve hiç çekinmeden hafifçe ıslık çaldı.
İçimde ani bir kıvılcım çaktı. Kaşlarımı çattım, gözlerimi daraltarak ona sinirle baktım.
“Gerçekten mi, Korkut?” dedim sertçe.
Omuzlarını umursamazca silkti, ifadesi hâlâ alaycıydı. Mihri, yanımızda kahkahasını zor tutuyordu, yüzünü başka yöne çevirerek gülmemeye çalışıyordu.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi devirdim ama sesimi fazla yükseltmedim.
“Hadi, çıkalım,” dedim. Sesim biraz çekingen ama kararlıydı. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi ama adımlarımı sağlam atmaya yeminliydim.
Korkut bir adım geri çekildi, kapıyı eliyle işaret etti.
“Önden buyur,” dedi hafif bir tebessümle.
O an sinirimle gülmem arasında sıkıştım. Ama belli etmedim. Başımı dik tuttum, çenemi hafifçe yukarı kaldırıp adımlarımı attım. Yan yana yürümeye başladığımızda, gözlerinin üzerimde gezindiğini hissedebiliyordum. Her santimime dikkatle bakıyordu. Acaba beğenmiş miydi? Yoksa fazla mı abartmıştım?
Korkut koltuktan kalkıp yanıma geldi. Eğildi, sesi neredeyse tenime değecek kadar yakından fısıldadı:
“Şu an Mihri olmasaydı... seni bambaşka şekillerde sevmek isterdim.”
Sözleri içimde yankılandı. Kalbim ritmini şaşırdı.
“Çocuğun yanında dediğin şeye bak...” dedim, utanarak. Ama... ne kadar utansam da onun o karanlık, yakıcı bakışlarına karşı koyamıyordum.
Ama Mihri yanımızdaydı. Ve ben, sıradan bir akşamın çok daha fazlası olabileceğini sezmiştim.
Korkut’a daha fazla bir şey söylemeden hızla yanından geçtim. Kalbim göğsümde düzensiz atıyordu. Mihri’nin neşeli sesi hâlâ arkamda çınlıyordu ama ben o sese dahil olamıyordum. Korkut, Mihri’nin elini tuttu ve birlikte dışarı çıktılar. O an, içimde yoğun bir huzursuzluk hissettim. Hiçbir şey normal değildi. Her şey, görünmez bir el tarafından tersine çevrilmiş gibiydi. Dışarıdaki hava bile tanıdık değildi sanki; daha ağır, daha sessizdi.
Arabaya bindiğimizde içeride derin bir sessizlik hâkimdi. Mihri camdan dışarı bakıyordu, dalgın. Ama ben... içimde fırtınalar kopuyordu. Korkut’un ne planladığını hâlâ anlayamıyordum ama kalbim her geçen saniye biraz daha hızlanıyordu. Giderek artan bir his vardı içimde—bir şey olacaktı.
Yol tabelalarına, sokaklara bakarken bir anda tanıdık bir güzergâhta olduğumuzu fark ettim. Gözlerim büyüdü.
Birlikte kaldığımız eve doğru gidiyordu.
Boğazımda bir şey düğümlendi. Konuşmadım. Soramadım. Ama içimdeki duygu öylesine yükselmişti ki, neredeyse bedenimden taşıyordu.
Sonunda yol bitti. Eve vardık.
Arabadan indiğimizde, gözlerim bahçeye takıldı. Otlar uzamış, çiçekler kurumuştu. Zamanın eli buraya dokunmamıştı; hayır, tam aksine, burayı içten içe çürütmüştü.
Bir evin içinde insan nefesi olmazsa... yaşlanır. Unutulur.
Ve şimdi bu ev, bana tanıdık değil, tuhaf... hatta biraz da hüzünlü geliyordu.
“Korkut...” dedim. Sesim farkında olmadan yumuşamıştı, içinde sitem değil, yalnızca buruk bir kırılganlık vardı.
Ne hissettiğimi anlamış gibiydi. Yavaşça yanıma geldi. Elimi tuttu. Parmakları, nazikçe benimkilerin arasına girdi. Dokunuşu sakinleştiriciydi. Tedirginliğim, o temasta biraz olsun eridi.
Kapıyı açtı
. İçeri girdik.
İçerisi karanlıktı. Pencereler örtülüydü, hava durgundu. Sessizlikle gölgeler birbirine karışmıştı. Sanki ev, bizim gibi bir şeyleri saklıyordu. Bir zamanlar kahkahaların yankılandığı, sessiz fısıltıların duyulduğu bu yerde şimdi geçmişin izleri vardı. Ve boşluk.
Adımlarımı yavaşça attım. Her adımda geçmişin bir yankısı kulağıma çarpıyor gibiydi.
“Korkut…” dedim tekrar. “Karanlık… ışığı yakalım.”
Korkut odanın ışığını yaktığı anda gözlerim istemsizce büyüdü. Gördüğüm manzara karşısında bir adım geri çekilmek zorunda kaldım. Kalbim sanki bir anlığına durdu, sonra tarifsiz bir sıcaklıkla yeniden atmaya başladı.
Oda... baştan sona renkli süslemelerle bezenmişti. Tavandan aşağıya sarkan parlak balonlar, ışıltılı kurdeleler, duvarları süsleyen renkli flamalar… Her köşe neşeyle, özenle ve sevgiyle donatılmıştı. Masalarda çeşit çeşit pastalar, özenle paketlenmiş hediyeler, renkli peçeteler, minik bardaklarda meyve suları… Gözlerim gördüklerine inanamıyordu. İçimde bir şeyler yumuşadı, gevşedi ve yerini derin bir minnettarlığa bıraktı.
İnsan bazen hayatın ona sürprizler yapabileceğine inanmakta zorlanır ya… O an, işte tam olarak öyle hissettim. Ve bu sürprizi yapan kişi… Korkut’tu.
Gözlerim kalabalıkta gezindi. Tanıdık yüzler bir bir seçilmeye başladı.
Özlem, her zamanki enerjisiyle etrafa kahkahalar saçıyor, küçük çocuklara yüz boyama yapıyordu. Başına minik bir taç takmış, çılgın prenses rolüne bürünmüştü.
Sena köşede oturmuştu, yüzünde yorgun ama huzurlu bir ifade vardı. Bakışlarında orada olmanın mutluluğu, bir çocuğun sevincine tanık olmanın dinginliği gizliydi.
Leyla Hanım, Mihri’nin eski okul arkadaşları, Ada… Hepsi bir aradaydı. Sohbet ediyor, gülüyor, bu özel anı paylaşıyorlardı.
O anda Mihri'nin çığlığı yükseldi. “Adaaa!”
Küçük kız heyecanla ona koştu. Mihri’nin yüzündeki o saf, koşulsuz mutluluk... gözlerimi doldurdu.
Bir çocuğun gözlerindeki parlaklık, gerçek neşenin en saf halidir. Ve Mihri’nin gözleri... ışıl ışıldı. Gülüşü odadaki herkesin kalbini sarıp sarmaladı.
Ve tam o anda...
Herkes birden, sanki önceden sözleşmiş gibi, hep bir ağızdan bağırdı:
“Mutlu yıllar, Mihri!”
O an kahkahalar, alkışlar, neşeli sesler bir dalga gibi yayıldı odanın içinde. Mihri önce şaşkınlıkla etrafına baktı, sonra tüm kalbiyle, içten bir kahkaha attı. Kollarını açıp Ada’ya sarıldı. O sahne... bir tablonun içindeymişiz gibiydi.
Balo salonu değil belki ama o an, orası dünyanın en mutlu yeriydi.
Tavandan kopan birkaç renkli balon, süzülerek yere inmeye başladı. Çocuklar çığlık çığlığa, kahkahalarla onları yakalamaya çalıştı. Küçük eller, neşe dolu adımlar, odayı çocukça masumiyetle doldurdu.
Yanıma yaklaşan Korkut’a dönüp şaşkın, ama içinde mutluluğu taşıyan bir sesle sordum:
“Bunları… sen mi düşündün?”
Gözlerinde yumuşak bir parıltı vardı. Gülümsedi.
“Evet,” dedi, omuz silkerken. “Ama şu çok konuşan arkadaşından biraz yardım almış olabilirim.”
Göz kırptı.
Gülümsememi tutamadan başımı iki yana salladım. “Bana haber verebilirdin. Yardım ederdim,” dedim, hem serzenişle hem de içtenlikle.
“Sana söyleseydim,” dedi hafifçe başını eğerek, “kendini yorardın. Her şey mükemmel olsun diye uğraşırdın. Ama bugün... sadece tadını çıkar istedim.”
O sırada Özlem kolunu koluma doladı.
“Ya kızma,” dedi, çocuksu bir şirinlikle.
“Sabah yalan söylediğini anlamıştım zaten,” dedim, hafif bir gülümsemeyle.
“Ben olmasam bunlar olur muydu zaten,” diye ekledi sırıtarak.
“Özlem... şu egonu bir yere bırak da sana sarılayım” dedim gülerek.
Korkut, gözlerimi bir an dikkatle izledi. Bakışlarındaki sıcaklık yerini aniden ciddiyete bıraktı.
“Benim bir telefon görüşmesi yapmam gerekiyor,” dedi düşük bir sesle.
Başımı hafifçe salladım. Gidişini izlerken, içimde tekrar bir boşluk hissi belirdi ama hemen ardından Sena yanımda belirdi.
Yavaş adımlarla yürüyordu, karnını destekleyen elleri dikkatliydi. Hamileliğinin son aylarıydı ve bedenindeki yorgunluk açıkça görünüyordu. Ama yüzünde öyle bir huzur vardı ki… onu izlerken bile insanın kalbi yavaşlıyordu.
“Sakinleşebildin mi biraz?” diye sordu Sena, sesi yumuşak, bakışı dostçaydı.
“Bilmiyorum…” dedim hafif bir kahkahayla. “Sanırım hâlâ şoktayım.”
“Alparslan nerede? Tek başına yürüyemiyorsun bile,” dedim endişeyle, Sena’nın yorgun adımlarını izlerken.
Omuzlarını silkti. Yüzünde tarifsiz bir yorgunluk, gözlerinde ise cam gibi bir boşluk vardı.
“Bilmiyorum... Artık bir önemi yok,” dedi. Sesi kısık, yavaş ve acıyla boğulmuştu.
İçimde bir şeyler sıkıştı. Kaşlarımı çattım.
“İyi misin?”
Cevap vermedi. Yalnızca göz göze geldik. Ama o bakışların içinde öyle derin, öyle keskin bir hüzün vardı ki... kelimeler gereksizdi.
Hemen Özlem’e göz ucuyla baktım. Sessiz bir anlaşmayla ondan destek aldım. O, arkamızdan ortamı idare ederken, Sena’nın elini tuttum ve onu odama doğru yönlendirdim.
Eski odam...Sena, hiç direnmeden yatağın ucuna oturdu. Gözleri boşluğa bakıyordu ama içinden geçenler o kadar doluydu ki ...
Bir süre hiçbirimiz konuşmadık. Sonra... gözyaşları sessizce süzüldü yanaklarından. Titrek parmakları karnına gidip usulca dokundu.
O yaşlar... kelimelerden çok daha fazlasını söylüyordu.
Kırılmıştı. İçinden geçen o büyük sessiz çığlık, odada yankı gibi dolaşıyordu. Hıçkırıkları boğazından geçerken boğuk bir şekilde uğulduyordu sanki.
Hemen yanına oturdum, elimle belini sardım.
“Şşş, ağlama... Bebek de üzülecek, tamam mı?” dedim fısıltıyla.
Ama biliyordum... kelimeler bu kadar büyük bir boşluğu dolduramazdı.
Sadece yanında olmak istedim. Sessizce. Güven vererek. Yargılamadan.
“Özür dilerim... Ben... Ben...” dedi Sena. Ama cümle tamamlanmadan boğazında düğümlendi.
Gözleri yere sabitlenmişti, ama elleri hâlâ karnında, sanki içindeki o küçük hayatı dünyadaki kötülüklerden korumaya çalışıyordu.
Bir süre sonra yeniden konuşmaya başladı.
“O görevden döndüğünden beri Alparslan değişti. Sinirliydi, uzak ve donuk. Hiçbir şeye tahammülü kalmamış gibiydi. Her lafımız tartışmaya dönüyordu. Sonunda... büyük bir kavga ettik. Ne olduğunu bile anlayamadan çıktı gitti. Bir daha da dönmedi.”
Sesi çatallaştı.
“Bebeğimizin cinsiyetini bile birlikte öğrenmek istedim... Hastaneye birlikte gitmek. Ama sinirlendi. ‘Yalnız git,’ dedi... ve gitti. Kapıyı öyle bir çarptı ki... içimde bir şey kırıldı sanki.”
Sustum. Ne desem, yetersizdi. Ama elim omzundaydı. Ve kalbim de onun yanında, o yalnızlıkta.
Bir yandan elimi karnına koydum.
“Birlikte nefes alıyoruz artık bebek için , tamam mı?” dedim, sesi sakinleştirmeye çalışarak.
“Ben buradayım. Ve istersen... Korkut’a söylerim. Belki Alparslan’la konuşur. Belki bir şey değişir.”
Ama Sena, başını hafifçe iki yana salladı.
Gözlerinde başka bir gerçek vardı artık.
“O adam... benim sevdiğim adam değil,” dedi usulca.
“Ve ben artık... onun yokluğundan değil, varlığındaki eksiklikten yoruldum.”
Sena artık sadece kırgın değildi.
Kabullenmişti.
Sena gözlerini duvara dikmiş, bir şey söylemeden öylece oturuyordu.
“Sena... bu böyle devam etmemeli. İçine attıkça, o acı seni içten içe kemirir.” dedim yavaşça.
Başını çevirip bana baktı. Dudaklarının kenarı hafif titredi, ama konuşmadı.
“Biliyorum, konuşmak bile zor. Ama ben buradayım. Sen bir kelime etmesen de yanındayım, tamam mı?”
Gözyaşı tekrar süzüldü yanağından.
“Kardelen... bazen o kadar yalnız hissediyorum ki. Kendi sesimi bile yabancı gibi duyuyorum. Bu bebeğe iyi bir anne olabilecek miyim, bilmiyorum.”
İçim ezildi. Bir annenin bu kadar şüphe dolu cümleler kurması, yüreğine çöken ağırlığın ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu.
Elimi karnına koydum tekrar, gözlerimin içine bakmasını sağladım.
“Sen zaten en başından iyi bir annesin. Bunu düşünmen bile ne kadar sevdiğini gösteriyor.
Sena başını eğdi.
“Ama bu kadar kırılmışken nasıl ayağa kalkacağım bilmiyorum. İçimde umut kalmadı. Her şey üzerime geliyor gibi.”
Gülümsedim, hüzünlü ama kararlı.
“O zaman ben seni kaldırırım. Ayağa kalkana kadar omuzlarımı veririm. Çünkü biz buna ‘dostluk’ diyoruz. Birlikte yürürüz. Ve istersen, doğuma kadar her randevuna ben gelirim. O hastaneye yalnız gitmeyeceksin.”
Bir süre sessizlik oldu. Sonra Sena, dudaklarının ucunda zor kazanılmış bir tebessümle,
“Gerçekten gelir misin?” diye fısıldadı.
“ İstersen Özlem’i de getiririz, ama sen izin verirsen tabii. Yoksa o her zamanki gibi çok konuşur.”
Sena, ilk defa o gece güldü. Küçük, titrek bir kahkaha. Ama içten. Gerçek.
“Sen olmasan ne yapardım bilmiyorum, Kardelen.”
O an ona sarıldım. Uzun, sımsıcak bir sarılış.
“Bunu bir daha söyleme. Çünkü ben buradayım. Hep burada olacağım.”
Karnındaki bebeğe usulca baktım.
“Ve senin için değil sadece... onun için de. Çünkü senin yanında ben varım.”
Sena başını omzuma koyduğunda, kalbimin tam ortasına işleyen bir sessizlik kapladı odayı. O an anladım... bazen hiçbir kelime, bir omzun ağırlığı kadar etkili olamaz. Ve biz... işte tam da o ağırlığı paylaşacak noktadaydık.
Sena'nın nefesi boynuma değdiğinde titriyordu. Sözleri, içine gömülmeye çalışan bir fırtına gibi dudaklarından döküldü.
“Ben bir karar aldım, Kardelen.”
Sesi inceydi, ama içinde bastırılmış bir kararlılığın çatlakları vardı.
“Boşanacağım...”
Bir anda nefesi hızlandı, gözlerinden yaşlar süzüldü ama bu kez sessizdi ağlayışı. Direniyordu.
“Bu, onun ilk gidişi değildi. Ve ben... ben her seferinde geri döneceğine inandım. Her defasında kendime ‘Bu sondu’ dedim ama olmadı. Aptal gibi... hep sevdim.”
Yutkundu. Kelimeler boğazına takılmıştı, ama sustukça yandığını hissediyordum.
“Alparslan bu evliliği hiç istemedi, Kardelen. Ben zorladım. Ben çok istedim, çünkü... çünkü çok seviyordum. Ailemi bile karşıma aldım. Herkesi karşıma... Ama yetmedi. Sevmek bazen yetmiyor, değil mi?”
Gözyaşları süzülürken ağlamıyordu artık. Öylece, dalgın dalgın gözlerini pencereye dikmişti. İçinde bir yer tamamen boşalmış gibiydi. O boşlukta yankılanan tek şey kendi kırılmış kalbiydi.
O an, ona sarılmaktan başka hiçbir şey yapamamanın çaresizliği çöktü üzerime.
“Sena...” dedim, sesim titriyordu.
“Lütfen ağlama. Sen ağlarsan... ben de ağlarım.”
Elini tuttum, o da sıkıca kavradı. Bütün kırıklığını, çaresizliğini, yalnızlığını o tutuşa yüklemişti sanki.
“Bu geceyi mahvettim, değil mi?” diye fısıldadı suçlulukla.
“Gelmezdim normalde ama... o kadar yalnızdım ki. Evde duvarlara bile konuşacak hâle geldim.”
Gözlerini kaçırdı, sesi boğuklaşmıştı. Kendini bir boşluğa bırakmak üzere olan biri gibiydi. O boşluğa düşmeden önce yakalayabilir miydim, bilmiyordum.
Elini biraz daha sıktım, hafifçe yana kayarak daha yakınlaştım.
“Sena, ne yapalım biliyor musun? Eğer istersen, Alparslan geri gelene kadar senin yanında kalırım. Onunla yüzleşmen gerekirse yalnız olmayacaksın. Ya da... belki başka bir çözüm buluruz. Ama şunu bil: Mihri de ben de seni evimizde görmek isteriz. Seni, bebeğini, bu kırık kalbini... hepsini kabulleniriz. Yeter ki sen bir nefes alabilesin.”
Sena, bu sözlere buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi. Dudakları kıpırdadı ama gülümsemesi, bir hüzünle örülmüştü.
“Teşekkür ederim, gerçekten... Ama ben gidiyorum, Kardelen.”
Sesi, yüzünden daha çok konuşuyordu. Derin bir yorgunluk vardı orada.
“Nereye?” dedim hemen, içinde kaybolan bir çocuğa seslenir gibi.
“Abimin yanına. Bir süre onun yanında kalacağım. O ev... o duvarlar, o eşyalar... Alparslan'ın sesinin yankılandığı her köşe... Hepsi boğuyor beni. Bebeğim için, en azından onun sağlığı için, oradan uzaklaşmam gerek.”
Kalktı. Yavaş hareketlerle, kararlı adımlarla banyoya yöneldi. Yanına gidip yardım ettim. Yüzünü yıkamasına, biraz kendine gelmesine destek olmaya çalıştım. Aynaya baktığında, kendisinden bir parça daha kaybetmiş gibiydi ama o parça artık geride kalmıştı. Elimle saçlarını düzelttim.
“Hazır mısın?” dedim sessizce.
Başını yavaşça salladı.
Aşağı indiğimizde Özlem hâlâ onun için uğraşıyordu. Masanın üstünde bir tabak kek , telefon ekranında açık bir kedi videosu, Özlem’in elinde çatal
“Bak bu kedi tam senin gibi, somurtup duruyor. Hadi azıcık ye şundan,” diyordu.
Sena başını yana eğerek gülümsedi, ama gözleri hâlâ boştu. Her ne kadar Özlem’in enerjisi bir nebze olsun havayı yumuşatsa da... o gözlerde bir eksiklik vardı. Sanki ruhu, vücudunu biraz geride bırakmış gibiydi.
O sırada kapı zili çaldı. Sessizliğin içinden yankılanan o metalik sesle birlikte, herkesin başı aynı anda kapıya çevrildi. Korkut bir şey demeden, yüzünde her zamanki o anlaması güç, ifadesiz merakla kapıya yöneldi. Adımları sakin ama belirgindi, her bir adımında evin içi biraz daha gerildi sanki.
Az sonra kapı aralandı ve dışarıdan tanıdık bir ses evin içine yayıldı.
“Geç lan,” dedi Korkut, sesi alçak ama içinde alışıldık bir sıcaklıkla karışık sertlik vardı.
Güney, o kendine has umursamaz tavrıyla içeri girdi. Üzerinde hâlâ sokaktan gelen bir serinlik vardı sanki. Gülümsemesi, yorgun ama her zamanki gibi alaycıydı.
“Bedava yemek var diye geldim. Yoksa seni merak ettiğimden değil,” dedi. Ardından bakışları salona doğru kaydı, gözleri beni buldu.
Tam o an, Korkut’un yanına gitmiştim. O ise bir şey söylemeden kolunu belime doladı ve kendine doğru çekti. Tenine temas ettiğimde, vücudumun içinden sıcak bir kıvılcım geçti. Kalbim bir an duraksadı, nefesim boğazımda düğümlendi. Onun bu sahiplenici hali, kelimelerden çok daha fazlasını anlatıyordu.
Güney’in gözleri büyüdü, bakışı bizde takılı kaldı.
“Harbi mi lan?” dedi, şaşkınlığı artık sesine sığmaz olmuştu.
Ben sadece baktım, hiçbir şey diyemedim. Dilim, ağzımda yabancı gibiydi. Ne diyebilirdim ki?
“Yengem mi oldun sen?” diye sordu bu kez, sesi daha kısık ve dudaklarında sinsice bir gülümseme vardı.
“Kenafir yengem…”
“Güney, saçmalama,” dedim hemen, gözlerimi devirdim. Ama kalbimde beliren hafif utanma ile gururun karışımı bir duygu, yüzümde sıcaklık bıraktı.
Korkut hafifçe güldü o sırada. Sessiz ama içten bir kahkaha gibiydi. Sonra gözlerini Güney’e çevirdi.
“Evet,” dedi. Sözcük dudaklarından ağır ağır döküldü, sesi yumuşaktı ama içinde keskin bir sahiplenme vardı.
“Yengen olur.”
Güney, başını hafifçe yana eğdi.
“Yani... sevgili oldunuz kesin mi?”
Korkut’un bakışları bir anda keskinleşti. Kaşları hafifçe çatıldı.
“Evet,” dedi. Bu kez netti, tartışmaya kapalı bir açıklamaydı. Odadaki hava bir an durdu sanki.
Güney bana döndü, yüzünde beklenmedik bir ciddiyet vardı.
“Yengem, nasılsın?”
Ben de gülümsedim. İçimdeki gerginliği bastırarak cevap verdim.
“İyiyim, Güney. Sen nasılsın?”
Güney başını salladı, sonra hafifçe bana doğru bir adım attı.
“Bak yengem... Biz geçen biraz sürtüştük ama... artık bir aileyiz, değil mi?”
Kollarımı kavuşturdum, alaycı bir ifadeyle başımı yana eğdim.
“Sürtüşmek mi? Sen Korkut’a kadın bulmaya çalıştın, Güney.” Sesimde hafif bir sitem vardı ama bu, buz gibi bir kızgınlık değildi.
Korkut ise Güney e daha fazla konuşma der gibi sinirle bakıyordu
- Güney sus dedi korkut
- Korkut aşkınızın mimarını kovuyorsunuz alındım
- korkut sinirle Güneye söylendi
- Evden gitmen için on saniyen var dedi korkut
- Alınıyorum benim evimde beleşe yaşadın şimdi de kovuyor musun
- Kovmuyorum kardeleni rahatsız etme , bakma sus zıkkımlan ve git
- Gitmiyorum sonuçta kardelen yengem de gitmememi istemez değil mi
- Güney benimle alay etmeni unutmadım dedim
“Olur mu öyle şey, yengem!” dedi hemen, ellerini havaya kaldırarak savunmaya geçti.
Gözlerimi kıstım.
“Sana ne demiştim, hatırlıyor musun?”
“Ne demiştin?”
“biliyorsun Güney hatırla ”
O an bir duraksadı. Başını eğdi, sonra küçük bir gülümseme belirdi dudaklarında.
“Doğru demişsin, yengem. Ve bundan sonra da... sana saygım sonsuz.”
Evin koridorundan sert topuk sesleri yankılandı. Ardından Özlem belirdi. Eli belinde, kaşları havada, gözleri meydan okurcasına etrafı tarıyordu
sanırım çocuklardan birine sinirlenmişti Güney ise özleme alayla bakıyordu kesinlikle sıradaki özlemdi
“Sen o musun?” dedi, Özlem’i baştan aşağı şöyle bir süzerek. Sanki neyle karşı karşıya olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Bizimkinin… hani şu… özel olarak ilgilendiği kişi?”
Özlem bir adım daha yaklaştı, bakışlarını sertleştirip kaşlarını çattı.
“Sen kimsin be? Nereden bizimkinin şeyi oluyorum ben?” dedi. Ellerini iki yana açtı, tavırları meydan okuyordu. “Ayrıca ‘şey’ dediğin nedir, önce onu açıkla da bilelim
Güney gözlerini kıstı. Sesi kendinden emin, hatta biraz fazla kendini beğenmişti:
“Ben Halil İbrahim’in patronuyum.”
Bu sözle Özlem’in yüz ifadesi aniden değişti. Gözleri büyüdü, dudakları hafifçe aralandı.
“Ayy Allah yazdıysa geri çeksin!” dedi, başını iki yana sallayarak. “Sakın ama sakın bana çalışanını yakıştırma. Vallahi kendime hakaret sayarım.”
Güney’in kaşları bir anda çatıldı. Başını hafif yana eğip Özlem’e merakla baktı.
“Sen ne tür bir yaratık çıktın ya?” dedi, hayretle.
Özlem kollarını göğsünde birleştirip gözlerini devirdi.
“Yaratık sensin. Sen ve şu gölge gibi peşinden ayrılmayan koruman.. uzak durun benden!”
Güney gözlerini kırpıştırıp başını eğdi, alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi:
“İmkânsız canım, akrabayız biz.”
Özlem bir adım geri çekildi. Gözleri şimşek gibi çaktı.
“Kardelen!” diye bağırdı, sesi tizleşmişti. “Bu ne saçmalıyor?!”
Güney hiç bozuntuya vermedi,.
“Aynı köylüyüz biz,” dedi sırıtarak. “Yani teknik olarak…”
Özlem kollarını iki yana açtı, yüzünde küçümseyici bir ifadeyle bağırdı:
“Köy mü?! Benim köyüm yok! Şehir kızıyım ben! Haa bi’ de düzgün konuş, ‘Ben Özlem!’ Be! Öz! Lem!”
Ardından gözlerini devirdi i daha da fazla ciddiye almamaya karar vermişçesine arkasını döndü. Kararlı adımlarla Sena’nın yanına yürüdü. ,
Güney başını hafifçe salladı.
“Allah sabır versin Halil İbrahim...” diye mırıldandı alaycı ama samimi bir ses tonuyla.
Korkut, göz ucuyla bana bakarken omzunu silkti.
“Bizimki buna yanık. Haberi olsun yengem,” dedi yarı şaka yarı ciddi bir şekilde.
Elimi alnıma götürdüm, içimden “Yeter artık” diye geçirdim.
“Güney... yeter artık, ‘yengem’ deme,” diye uyardım.
O ise hiç aldırmadı, masum bir ifadeyle omuz silkti:
“Yengem değil misin ama?”
Derin bir nefes aldım ve başımı çaresizce salladım:
“Yani... evet ama—”
Tam bu sırada, gözlerimi Korkut’a çevirdim, “Bir şey söyle, ya!” diye fısıldadım.
Korkut hafifçe gülümsedi ve araya girdi:
“Güney, yengen haklı.”
“Allah’ım...” dedim, kahrolasıca başımı ellerimin arasına aldım, “Kafayı yiyeceğim gerçekten.”
Güney ise bana aldırmadan küçük Mihri’nin yanına doğru yürüdü. Sanırım kendini Mihri’ye sevdirmeye çalışıyordu, yüzünde kurnaz bir gülümsemeyle.
Bense o anda derin düşüncelere dalmıştım.
Korkut’un sesi, düşüncelerimden aniden kopmama neden oldu. İçimdeki karmaşa bir anda sustu, yerini sessiz ama yoğun bir huzura bıraktı.
“Yine ne düşünüyorsun?”
Sesi sakindi, her zamanki gibi kontrollüydü ama içinde gizlenmiş, sabırsızca cevap bekleyen bir merak vardı. Korkut’un bu yönü beni hep şaşırtmıştı—sessizliğiyle bile insanın içindeki fırtınaları okuyabilen, tek bir bakışıyla yüreğin derinliklerine ulaşabilen biriydi.
Gözlerim pencerenin dışındaki gri bulutlara takılıydı ama Korkut’un bana baktığını, gözlerini üzerimde tuttuğunu hissedebiliyordum. Bunu fark ettiğini biliyordu; o her zaman bilirdi.
“Hiç... hiçbir şey,” diye fısıldadım.
İçimde devasa bir dağ vardı. Kımıldasa yıkılacak, konuşsam ağlayacaktım. Ama sustum. Kelimelerim, geçmişin karanlık labirentlerinde hapsolmuştu.
Bir sessizlik çöktü. O an, keskin ve soğuk bir cümleyle bozuldu:
“Sanırım ilişkimizi gözden geçirmeliyiz.”
Sesi değişmişti. Soğuk değildi ama mesafeli, dikkatli, sanki defalarca düşünüp son dakikada söylenmiş gibi bir karardı bu.
Nefesim bir an durdu, yutkundum. “Neden?” diye sordum, sesi kırık ve çaresiz.
O çatlağı duymuş, hissetmişti.
“Çünkü sevgilim... daha ilk günden yalan söylemeye başladı,” dedi.
Yüzüne bakmak istedim ama yapamadım. Kalbimde öyle bir sarsıntı oldu ki, kalbimin atışları kulaklarımda çınlıyordu.
“Dinime küfreden Müslüman olsa bari,” dedim dudaklarımı sıkarken, öfkeyi bastırmaya çalışıyordum. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Haklı mıydı? Belki. Ama her şey bu kadar kolay mıydı?
Korkut başını hafifçe yana eğdi. Yüzündeki tanıdık soğukluk geri gelmişti. Duygularını en iyi saklayanlardan biriydi o.
“Pençelerini çıkarmana gerek yok, Kardelen,” dedi. Sesi hâlâ sakindi ama içinde saklı bir gerilim vardı. “Sorun varsa konuşalım. Çözümsüz hiçbir şey yok.”
Gözlerimi devirdim. Ama bu öfke, sadece Korkut’a değildi. Kendimeydi. Hayatıma, içine düştüğüm çıkmazlara.
“Vay anasını ya… Erkek milleti işte. Sorunu kendi yaratır, sonra da çözüm üretir. Tüm erkekler aynısınız!”
Bana doğru bir adım attı.
O adımda bir tehdit yoktu, ama bir ağırlık vardı. Gözleri üzerimde gezindi. Sert ve sorgulayıcı.
Geri çekilmedim. Ama içimde, fark edilmeyen bir titreme oldu. Sessiz bir ürperti gibi.
“Yokluğumda kimlerle takıldın?” dedi. Sesi bu kez kontrolsüz bir sertlik taşıyordu. “Tespihin eksik yalnız. Dikkat ettim.”“Ay Korkut… Pislik yapma,” dedim.
Sesim biraz titredi ama gözlerimi ondan kaçırmadım. Suçlu değildim ama suçlanmak, zaten kırık olan ruhuma yeni bir çatlak atmıştı.i.
“Korkut… Nasıl desem…” dedim tereddütle, konuyu değiştirmek istedim, çünkü içimdeki başka bir yangın daha vardı. “Alparslan evi terk etmiş… Konuşur musun onunla? Sena’ya bak, perişan olmuş. Gözleri boş bakıyor, sesi kısık. Bitmiş gibi…”
Sözlerim birbirine karışıyordu. Hızlı düşünmeye çalışıyordum ama her düşünce bir diğerine takılıyordu.
“Telefonlarıma cevap vermiyor… Timdekileri aradım, onlarda da yok. Hiçbir haber yok.”
Sena’nın halini düşündükçe içim sızlıyordu. Alparslan tuhaftı, göreve gittikten sonra değişmişti. Döndüğünde bir başkası gibiydi. Gözleri aynı bakmıyordu. O “çağdaş” denen kişiyi de o bulmuştu kafam alak bulak oldu
Korkut’un gözleri, gözlerimin içine sabitlendi.
Bendeki endişeyi okumuştu.
“Endişelenme. Hallederim,” dedi.
Sesi kararlıydı. Güven veren bir sertlik vardı tonunda.
“Şu ifadeyi gözlerinden sil.”
Başımı yavaşça salladım. Ama içimdeki belirsizlik gitmemişti.
Bir yanım güvenmek istiyordu Korkut’a, her zamanki gibi…
Ama diğer yanım, artık hiçbir şeye inanamıyordu.
"Gelelim asıl meselemize," dedi Korkut. gözlerinde farklı bir parıltı, yüzünde çözülemeyen bir anlam vardı.
Kaşlarımı çatarak baktım ona. Sanki içimde bir şeyler düğümlendi; kelimeler boğazımda sıkıştı, yutkundum.
"Bu gece benimlesin," dedi aniden.
Söyledikleri ne kadar basit, ne kadar sıradan gibi görünse de, altında başka anlamlar taşıdığına emindim.
"Olur," dedim biraz düşüncesizce. "Mihri de zaten çok özlemişti seni."
Ama o, bir adım daha yaklaştı. Ellerini belime koydu, yavaşça... Gözleri gözlerime kenetlendiğinde zaman durdu sanki. Gözlerinde bir ısrar, bir beklenti vardı.
"Mihri’yi şu çok konuşan arkadaşına emanet etsek bu gece?" dedi.
Sesi öylesine yumuşak, öylesine çekiciydi ki… Kelimeler sanki içime dokundu.
Kaşlarımı kaldırdım. Bir adım geri çekildim istemsizce.
"Korkut, kalsın işte, ne olacak? Mihri’yi sevmiyor musun?" "Beraber zaman geçiririz. Film izleriz, sabah kahvaltı yaparız... Ayy, çok güzel bir animasyon filmi var, belki birlikte izleriz..."
Cümlemin ortasında sesiyle susturdu beni.
"Seviyorum."
Gözleri karanlık bir şey söyledi o an. Ardından gelen cümlesi daha da derindi.
"Ama bu gece bizimle kalmaması daha iyi olur... Mihri’nin iyiliği için."
Donup kaldım. Gözlerimi kısmış, onu anlamaya çalışıyordum.
"Anlamıyorum Korkut, açık konuşsan?" dedim.
Tam o anda bana eğildi. Dudakları kulağıma yaklaşırken nefesi tenime değdi. İçim ürperdi.
"Sesimizi duymasını istemezsin. Bu gece burada kalmaması daha iyi. Duvarlar ses geçirmez değil..."
Bu gece... sadece birlikte vakit geçireceğimiz bir gece miydi? Yoksa başka bir eşik miydi bu? Geri dönülmez bir sınır?
Korkut’un bana olan bakışı çok daha fazlasını anlatıyordu.
Ama ben… ben hazır hissetmiyordum. Hâlâ itiraf edemesem de tedirgindim.
Ya birlikte olursak... gerçekten birlikte…
Ve sonra o, hiçbir şey olmamış gibi giderse?
Toparlanabilir miydim? Parçalanırsam kim toplayacak beni?
"Tamam," dedim içimden, kendimi telkin edercesine.
"Sakin ol… Sakin olamam! Ayy hemen buradan kaçmam lazım!"
Gözlerim telaşla etrafa kaydı, kaçacak bir yol arıyordum ama yerimden bile kıpırdayamadım. Sanki ayaklarım yere kök salmıştı.
Nefesim düzensizleşti, göğsüm inip kalkıyor ama içime tam olarak nefes çekemiyordum.
Öpmek kolaydı… Ya sonrası?
Kalbim deli gibi çarpıyordu. Yüzüm alev alevdi, yanaklarım ateş gibi yanıyordu.
Korkut ise hâlâ aynıydı.
Sakin.
Kendinden emin.
Sanki ne hissettiğimi anlamış gibi ama hiç umursamıyormuş gibi.
Beni izliyordu.
Gözleriyle çözmeye çalışıyor gibiydi beni. O anlarda ne düşündüğünü kestiremiyordum. Ve bu daha da rahatsız ediciydi.
Ya bu gece, sadece bir geceden fazlası olursa?
Bir cümle ağzımdan çıkmadan dudaklarımda takıldı.
"Şey… yani duvarlar güzeldir..."
Saçma sapan bir şey söyledim. Kelimelerim beni bile utandırdı.
Korkut alayla baktı bana. O bakışı… deli olacaktım.
"Çırpınma," dedi hafif bir gülümsemeyle. "Seninle uyumak istiyorum."
Tam bir şey söyleyecekken, birden yanımdan küçük bir kuvvet beni çekiştirdi. Mihri!
Minik elleriyle elbisemin kurdelesine sarılmış, heyecanla gözlerime bakıyordu.
"Takabilir misin!" dedi sabırsızca.
Yüzümde beliren gülümsemeyi engelleyemedim.
Derin bir nefes aldım.
Mihri’ye eğildim, kurdeleyi bağladım. Ama aklım...
Aklım hâlâ Korkut’un sesindeydi.
"Seninle uyumak istiyorum..."
Sonrasında Mihri, arkadaşlarıyla öyle çok eğlendi ki… Zaman, sanki onların kahkahalarına ayak uydurmuş, ağır ağır ilerliyordu. Renkli balonlar tavanda dans ediyor, küçük ellerin alkışları, minik ayakların coşkulu adımları salonda yankılanıyordu. Oyunlar oynandı, kıkırdamalar gittikçe büyüdü, şarkılar birbirini takip etti. Mihri’nin gözlerinde, çocukluğun saf ve katıksız neşesi vardı; öyle ki o parıltı, hiçbir kelimeye gerek bırakmadan her şeyi anlatıyordu.
Bir an geldi ki, salondaki herkesin dikkati büyük pastaya çevrildi. Ortada, bembeyaz kremasıyla parlayan, pembe çiçek süslemeleriyle çok güzeldi Mihri, minik ellerini çenesine dayamış, başını hafifçe yana eğmişti. Bakışları pastanın üzerinde geziniyor ama gözleri asıl olarak tek bir noktaya, en tepeye yerleştirilen o narin muma takılıp kalıyordu. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Öyle masum, öyle tarifsiz bir mutlulukla bakıyordu ki…
Tam karşısında ise, bütün bu heyecanın tam zıttı gibi duran bir figür vardı: Güney. Kollarını göğsünde birleştirmiş, kaşlarını hafifçe kaldırmış bir şekilde pastaya bakıyordu. Gözlerinde sorgulayan bir ifade vardı.
“Yani şimdi... bu pastayı sen mi üfleyeceksin?” diye sordu, alayla değil, ama içinde hafif bir şüpheyle.
Mihri anında kaşlarını çattı. Gözleri kocaman açıldı, dudaklarını büzdü.
“Evet! Benim doğum günüm!”
Güney hafifçe başını iki yana salladı.
“Ben üfleyeceğim,” dedi, sesi sakin ama garip bir kararlılıkla.
O an Mihri’nin içinde küçük bir fırtına koptu. Sanki tüm oyunlar, hediyeler, balonlar yok olmuştu da elinde sadece o mum kalmıştı.
“O zaman sen başka pasta üfle!” diye bağırdı. Küçücük yüzündeki öfke o kadar sahiciydi ki, içimden taşan kahkahayı zor tuttum. Dudaklarımı ısırdım.
“Pasta bir tane ama,” dedi Güney, kelimeleri ağır ağır söylerken yüzüne o bildik ciddiyetini takınmıştı. “Ortak kullanabiliriz.”
Mihri kollarını göğsünde kavuşturdu. Kaşları çatık, gözleri kısmıştı.
“Bir tane mum var zaten! Hem o da benim!”
“Taş-kağıt-makasla belirleyelim o zaman,” diye karşılık verdi Güney, elini uzatarak.
Artık müdahale etmem kaçınılmaz olmuştu.
“Allah aşkına, Güney… O altı yaşında,” dedim, fısıltıya yakın bir ses tonuyla.
Güney başını yere eğdi, dudaklarını büzdü.
“Pastayla duygusal bağ kurduk,” diye mırıldandı, sanki bunu açıklamak zorundaymış gibi.
Mihri, kararını çoktan vermişti. Sandalyeye çıktı, sanki bir tiyatro sahnesine çıkmış bir yıldız edasıyla kollarını iki yana açtı.
“Ben şimdi dilek dileyeceğim! Sessizlik istiyorum!”
Salon bir anda sessizleşti. Güney bile, o kendine has tiyatral tavrıyla gözlerini yumdu, ellerini dua eder gibi birleştirdi.
“Ben de dilek diliyorum. Dileğim şu: O pastayı ben üfleyeyim.”
Ve Mihri’nin sabrı tamamen tükendi:
“BENİM DOĞUM GÜNÜM!” diye haykırdı.
Güney ciddiyetini bozmadan pastayı işaret etti.
“Bencillik etme. Paylaşmayı öğrenmelisin.”
“Dayı, bu sarı amca gitsin buradan. Onu sevmedim.”
-“Nankör seni!” dedi Güney
Gerginlik büyümeden Korkut konuştu
“Güney, küçük çocukla uğraşma, susacaktın bu gece ” dedi sertçe.
“Biraz fazla şımartılmışsınız bu kızı,” diye homurdandı ardından Güney
Güney cevap veremeden, Mihri mumun başına geçti. Küçücük yanaklarını şişirip tam da o an Güney’le göz göze geldiler.
Mihri mumu üfledi güney karşı bir zafer kazanmıştı
Mumun sönmesiyle birlikte salon alkışlar ve kahkahalarla doldu. “İyi ki doğdun Mihri!” sesleri her köşeye yayıldı.
Derken, sıra hediyelere geldi.
İlk olarak Sena yaklaştı. Sessiz, çekingen ama sevgi dolu adımlarla Mihri’ye doğru uzandı. Elindeki paketi açtığında, içinden kendi elleriyle ördüğü pembe bir atkı ve bere takımı çıktı.
“Çok güzel olmuş!” diye bağırdı Mihri, elleriyle beresini başına yerleştirirken. Yanakları kıpkırmızıydı, gülümsemesiyle adeta ışıldıyordu.
Sonra sıra Özlem’e geldi. Ve işte o an... her şey biraz karıştı.
Özlem kocaman bir gülümsemeyle rengârenk kutuyu uzattı. Mihri heyecanla kapağını açtı. İçinden çıkan şey... çocuklar için bir makyaj setiydi!
Korkut’un ifadesi o an aniden değişti.
Kaşları çatıldı, gözleri karardı.
“Mihri daha küçük. Makyaj yapmasına izinim yok,” dedi. Sesinde bastırılmış bir öfke vardı.
Ama Özlem’in umurunda bile değildi.
Omuzlarını silkip, gayet rahat bir şekilde,
“Korkut, bu çocuklar için! Eğlence olsun diye aldım, yoksa rujla defileye çıkmayacak ya,” dedi.
Bu sırada Mihri kutunun içinden bir ruju kapmıştı bile. Küçük elleriyle kapağı açmakta zorlanıyordu. Özlem ise, Korkut’un bakışlarını hiçe sayarak ona yardım etmeye başlamıştı. Mihri’nin minik dudaklarına ruj sürerken ikisi kahkahalarla gülüyordu.
Korkut’un gözlerinden adeta ateş çıkıyordu.
Ben ise içimden, “Yarın ilk işim o makyaj setini ortadan kaldırmak,” diye geçiriyordum. Mihri hâlâ küçüktü. Çocukluğunu yaşamalıydı. Ama Özlem’in inadına karşı koymak... neredeyse imkânsızdı.
Son hediyeyi vermek Leyla Hanım ve Ada’ya kaldı.
İkisi birlikte, özenle paketledikleri hediyeyi uzattılar. Mihri’nin heyecanı bir anda zirveye ulaştı. Paketi yırtarcasına açtı ve içinden rengârenk resimlerle dolu bir masal kitabı çıktı.
“Bu akşam hepsini okuyacağım,” diye mırıldandı kendi kendine, sayfaları minik parmaklarıyla çevirirken.
Gözlerindeki o saf, tarifsiz sevinç... Partinin en güzel anıydı belki de.
Mutfaktaydım. Mihri için meyve suyu dolduruyordum. Her köşesi tanıdık, her sesi içime işleyen bu evi ne kadar özlediğimi fark ettim. O kahverengi seramik tezgâh, Korkut’un sabah kahvelerini hazırladığı o eski köşe, Mihri’nin tabureye çıkıp abur cubur aradığı çekmece… Hepsi birer anıydı artık. Ama hâlâ canlıydı, hâlâ tazeydi. Sanki bir şey eksikti… ya da bir şey, olması gerektiği gibi yerinde değildi.
Tam o sırada arkamda bir kıpırtı hissettim. Döndüğümde, Korkut sessizce mutfağa girmişti. Bakışları derin, adımları yavaş ama kararlıydı. Tezgâh ile ben arasındaki mesafeyi hiç düşünmeden kapattı. Bir anda, bedenimin çevresi onun varlığıyla sarıldı. Sanki duvarla adam arasında kalmıştım
“Benden mi kaçıyorsun sen?” diye sordu, sesi ne yüksek ne alçaktı. Kendine has, içime işleyen o tını… hâlâ oradaydı.
Başımı çevirmeden konuştum, ama sesim hafif titredi. “Niye kaçayım? Gözün beni mi arıyor sanki? Özlüyormuşsun gibi konuşma…”
Bir an sustu. Sonra usulca, “Merak edemez miyim?” dedi. “Günlerdir görmüyorum seni.”
İçimde bir sızı dolaştı, ama belli etmedim. Sakin olmaya çalışarak karşılık verdim:
“Ben de seni görmüyorum. Aynısını ben de yapabilirim.”
Korkut hafifçe yaklaştı. Gölgem, onun gölgesine karıştı. Gözlerimi kaçırmaya çalıştım ama başaramadım.
“Dayanabilir misin?” diye fısıldadı.
Sözleri tenime çarptı sanki.
Gözlerimi kısmadan cevap verdim:
“Sen dayandıysan, ben de yaparım.”
Bir gülümseme belirdi yüzünde. Ama o gülümseme ne tamamen sıcak ne de tamamen alaycıydı. Arada bir yerde, geçmişle şimdi arasında asılı kalmış gibiydi.
“Bana ne demeye çalışıyorsun, Kardelen?” diye sordu, sesi daha yumuşak, daha kişisel.
O an, gözlerim doldu ama ağlamadım. Gözyaşımı sesime dökerek sordum:
“Korkut… Sen rahat mısın? Yani bu evde?”
Kaşlarını çatmadan cevap verdi, ama bakışları değişti:
“Olmayayım mı?”
Derin bir nefes aldım. Kelimeler zor geldi ama söylemeliydim:
“Bu evde… hiç mi iz bırakmadım ben? Hiç mi özlemedin beni? Hiç mi... buraya geldiğinde, burada olmadığımı fark etmedin?”
Korkut, gözlerini benden kaçırmadı ama cevabını da hemen vermedi.
“Öyle bir şey demedim,” dedi sonunda, kısık bir sesle.
İçimden bir sitem yükseldi.
“Evet… ama aksini de söylemiyorsun. Ben seni özlüyorum, Korkut. Ama sen… maşallah, kendi kişiliğinden bir adım bile ödün vermiyorsun. Susuyorsun. Hep susuyorsun. Oysa ben, geceleri seni, bizi, bu evi... anılarımızı düşünüyorum. Her gece. Ama sen…”
Tam cümlemi bitiremeden sesi araya girdi.
“Özledim.”
O an zaman durdu. Bir tek o kelime kaldı havada.
“Ne?” diye sordum. Gözlerim gözlerinde, ellerim hâlâ tezgâhın soğuk kenarına yaslı.
“Çok özledim,” dedi. “Bu evdeki varlığını… o kahkahalarını… Kardelen… biz toparlanıyoruz yavaş yavaş. Yarım kalan her şeyi tamamlayacağız. Söz veriyorum sana.”
Gözlerim doldu ama ağlamadım. Kalbim, sessizce, bir anlığına onun kalbine yaslandı.
Tezgâh ile Korkut’un arasından sessizce çıktım. Aramızdaki yakınlık, az önceki o an, içimde bir yerlere işlenmişti artık.
“Umarım…” dedim sadece. Sesim yorgun ama umut dolu
Mihri’nin yanına gittim.. Yanağının bir köşesinde krema izi hâlâ duruyordu. Yanına oturdum, hiçbir şey söylemeden. Bir süre sonra, kalabalık yavaş yavaş azalmaya başladı.Saatler süren kahkahalar, şarkılar, oyunlar ve sürprizlerle dolu doğum günü partisinin sonunda ev yavaşça sessizleşmişti. Konuklar teker teker ayrılmış, geriye sadece biz kalmıştık.
Salonun cıvıltılı havası yerini tatlı bir yorgunluğa bıraktı artık, çocukların kahkahaları yerine hışırtılar, vedalaşmalar, hafif ayak sesleri duyuluyordu.
Sena bir kenarda bekliyordu. özlerinde biraz hüzün, biraz da doygunluk vardı. Yanına yaklaştım, göz göze geldik. Bir şey demesine gerek yoktu.
Kapı zili çaldı. Ardından Sena'nın abisi kapıda belirdi. Sena, sessizce yanına yürüdü. Ama gitmeden önce döndü, Mihri’ye doğru el salladı.
“Yine gel,” dedi Mihri, sesi hafif çatallaşmıştı.
Sena başını salladı. Gülümsedi.
“Mihri yanıma geldi.
“Gitti,” dedi.
“Evet,” diye fısıldadım. Elimi uzattım, küçük elini avuçladım.
“Güzel geçti mi günün?”
Başını salladı. “Çok güzel geçti. Ama bazı insanlar pastaya ortak olmak istiyor.”
Kahkaha attım.Güney den bahsediyordu
“Ah mihrim .....”
Gözlerini kıstı, ciddiyetle başını salladı.
“Bir daha pastaya mum koyarsanız, bir sürü tane koyun. Herkesin dileği olur.”
Gülümsedim, saçlarını okşadım.
“Tamam. Bundan sonra hep bir sürü mum olacak.”
Mihri derin bir nefes aldı, sonra elimi çekiştirdi.
“Gel, oyuncaklarıma bakacağız. Ama Güney’e sakın söyleme, benden alabilir “Tamam,” dedim.O sırada Güney in de gittiğini fark ettim
Mihri ise yorgunluktan neredeyse ayakta uyuyordu. Özlem yanıma gelip, "Hadi gidelim, Kardelen," dedi. Tam ona cevap verecekken, Korkut’un sesi konuşmamızı böldü.
"Kardelen burada kalacak. Sen git."
Özlem hızla Korkut’a döndü, kaşları çatılmıştı.
"Ne demek burada kalacak?"
Korkut, soğukkanlı bir ifadeyle karşılık verdi:
"O benim sevgilim ve bu gece onun yanımda olmasını istiyorum."
Özlem geri adım atmaya niyetli değildi.
"Ben de arkadaşımı yanımda istiyorum. Sen emrivaki yapamazsın!"
Korkut bu kez bana döndü, gözleri ciddiyetle doluydu.
"Arkadaşına gitmesini söyler misin? Bu gece buradan hiçbir yere gitmiyorsun."
Sonra sesi alçaldı, kulağıma doğru eğilerek fısıldadı:
"Bu evden, sana olan hasretimi dindirmeden çıkmayacaksın."
Gözlerim büyüdü. Kalbim hızla atmaya başlamıştı ama aynı zamanda tedirgindim.
Özlem sesini daha da yükseltti:
"Kardelen, hadi Mihri’yi alıp gidelim. Bu adam seni zorla burada tutamaz!"
Korkut’un yüzü bir an için sertleşti.
"Kardelen burada kalıyor, uzatma."
Özlem pes etmiyordu:
"Allah Allah! Sen yokken hep ben vardım. Tabii ki Kardelen benimle kalacak. Söz verdik birbirimize!"
Korkut'un kaşları çatıldı, sesi iyice ciddileşti:
"Artık ben varım. Kardelen bu gece benimle kalacak."
Ne yapacağımı bilemiyordum. Korkut’a olan sevgim ağır basıyordu, onun yanında kalmak istiyordum. Ama Özlem’in kalbini kırmak istemiyordum. Hayatımın en zor anlarında hep o yanımdaydı. Üstelik içimdeki o tanıdık tedirginlik… Bu gece daha fazlasına hazır değildim.
Düşüncelerimin arasında bir anda kendimi Korkut’a dönmüş buldum.
Korkut, ben... Ben Özlem’le gideceğim. Başka bir zaman..." dedim ama cümlemi tamamlayamadan Korkut sözümü kesti.
Gözlerindeki hayal kırıklığını görmek canımı acıttı.
"Anladım... Başka zaman... Yanımda olursun," dedi, sesi her zamanki sakinliğinden çok uzaktaydı.
Mihri’yi sessizce kucağıma aldım. Küçük bedeni güvenle bana yaslanmıştı, yüzünde tarifsiz bir huzur vardı. Kirpiklerinin gölgesinde bir masumiyet uyuyordu. Ama içimde fırtınalar kopuyordu. Kalbimden geçenleri bastıramadım. Boğazımda bir yumru vardı, gözlerim yanıyordu. Neden bu kadar fevriydi Korkut? Beni bu kadar iyi tanıyan biri, tedirginliğimi nasıl göremezdi?
Özlem'in sesiyle kendime geldim. Arabaya geçtiğimizde direksiyonun başına o geçti, ben Mihri'yle arka koltuğa. Küçük başı dizlerimdeydi, saçlarını usulca okşarken içimdeki huzursuzluk büyüdü. Hatta o kadar büyüdü ki, kelimelere sığmaz oldu.
Uzun bir süre sessizce yol aldık. Gece, sokak lambalarının solgun ışığında ağır akıyordu. Özlem’in nefes alışları bile bana gürültülü geliyordu. Ta ki sessizliği o bozuncaya kadar.
"Özür dilerim, Kardelen," dedi aniden.
Gözlerim Mihri’nin yüzündeydi. O uyuyordu ama ben… içimde kırık bir gece taşıyordum.
"Ne için?" diye sordum, gözlerimi kaldırmadan.
Özlem bir süre sustu. Derin bir nefes aldı, sonra kelimeleri döküldü:
“Beni seçmen… yani, küçük bir parçamda hoşuma gitti. Ama seni şimdi böyle görünce… Kardelen, sana dokunsam ağlayacaksın. Sen de kalmak istedin, değil mi? Pişman oldun.”
O an her şey sustu içimde. Sözleri, kalbimin zayıf noktasına çarptı. Başımı yavaşça salladım ama sesim titriyordu:
“Evet… Kalmak istiyordum. Ama... ama anla işte… O...”
Özlem hemen kesti sözümü, sesi keskin ama anlayışlıydı.
“İleri gitmesinden mi korktun?”
Başımı öne eğdim. “Evet,” dedim neredeyse fısıltıyla. “Ama… pişmanım. Kırgın ayrıldık. Ya beni bir daha istemezse?”
Özlem direksiyona kilitlenmişti, ama kaşları çatılmıştı.
“Saçmalıyorsun. Sadece korktun. Korkut ise fazla hızlı davrandı. Allah aşkına Kardelen, siz ikiniz de ilişki falan bilmeyen iki acemisiniz.”
Bir anda hızla konuştum, neredeyse nefes almadan:
“Ya Günce’ye giderse? Gördüm Özlem, o kadın... o kadın onu güzel sever. Ben yapamadım. Sevgi böyle mi olur? Aptallık ettim. On altı yaşındaki çocuklar gibiyim… Tecrübem yok. Onun gibi bir adamla… nasıl başa çıkılır bilmiyorum.”
Özlem direksiyondan bir elini kaldırdı, hafifçe bana doğru çevirdi.
“Şimdi cidden saçmalıyorsun. Günce kimmiş? Nereden çıktı bu? Korkut seni seviyor. Adamın yüzüne baksan yeter, her şey orada yazıyor.”
Sözlerine karşı çıkamadım. Özlem haklıydı. Ama içimdeki o karanlık, o bastıramadığım güvensizlik susmuyordu.
“Asıl kırgınlık kendime,” dedim sessizce. “Onunla dürüstçe konuşmalıydım. Kaçmak... doğru değildi.”
Özlem hafifçe başını salladı. “Adam seni senden iyi düşünüyor. Sen istemeden bir şey yapmaz, korkma.”
Yine o şüpheyle dolu ses tonumla sordum:
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
Özlem tebessüm etti, o alaycı ama güven verici gülümsemesiyle:
“Saf mısın sen? Adam gözlerinin içine bakıyor Kardelen. Bu işin şakası yok. Daha demin ne dedim, geri alıyorum; bu adam seni bırakmaz.”
Ama sonra yüzü ciddileşti, sesi yavaşladı:
“Ama… şu an sana kırgın.”
Gözlerim doldu. “Ama?” dedim, sesim titriyordu.
“Tamir et. Bugün Mihri için nasıl çabaladığını gördüm. Sana haber vermedi çünkü yorulmanı istemedi. O kadar da kötü biri değil. Ve... bugün beni bile korudu.”
Şaşkınlıkla başımı kaldırdım.
“Ne demek korudu? Ne oldu?”
Özlem hafifçe omuz silkti. “Halil İbrahim’le tartıştık. O Güney’in adamı hani… ne olduysa oldu, gerildi ortam. Korkut devreye girdi. Ne dediyse, Halil İbrahim öfkeyle çekip gitti.”
“Kardelen,” dedi Özlem net bir sesle, “Bu adam seni bırakmaz. Bugün gördüm, seni mutlu etmek için elinden geleni yapıyor. Ama onun da sınırları var. Öfkesi vardı ama bastırdı. Sırf senin için. Bence... artık evrimini tamamladı.”
Acı bir tebessümle başımı eğdim. “Ama ya daha fazla kırarsam? Ya bir gün beni istemezse? Özlem, ben annem gibiyim. Onun sevgisine karşılık veremeyeceğim. Abimi kaybettim… ya onu da kaybedersem?”
Gözyaşlarım usulca yanaklarıma süzüldü. İçimde bir çocuk ağlıyordu. Kayıplarla büyümüş, korkuyla sevmeye çalışan bir çocuk.
Özlem bir elini havaya kaldırdı, hafifçe sinirli ama dostça:
“Kardelen! Kendine bu kadar yüklenme artık. Herkesin sevgisi farklı. Seninki de öyle.”
Başımı salladım, ama içimde hâlâ bir şey eksikti.
“Peki, ama nasıl telafi edeceğim?”
Özlem’in sesi yumuşadı.
“Akışına bırak. Kırdıysan, söyle. Ama zorlaştırma. Yeni bir şeyin içindesiniz. Herkes hata yapar. Önemli olan birlikte öğrenmek, birlikte onarmak.”
Bir süre sessiz kaldım. Söyledikleri içimde bir yerlere dokundu. Sanki taşlar yavaş yavaş yerine oturuyordu. Keşke Korkut’la o şekilde ayrılmasaydık… ama belki de her şey tamir edilebilirdi.
Mihri kucağımda usulca nefes alıp veriyordu. Küçük alnına bir öpücük kondurdum, saçlarını okşarken içimden yalnızca bir cümle geçti:
Affet sevgilim. Bu kez gerçekten kalbini onarmak istiyorum.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Korkut, karanlık odanın içinde sessizce oturuyordu. Loş bir sarının cılız ışığı tavandan süzülüyor, masanın üzerindeki yarım dolu viski bardağını solgun bir parıltıyla aydınlatıyordu. Her şey susmuştu. Saatin tik takları bile sanki onun iç sesine karışmak istememişti bu gece. Gecenin içinde yankılanan tek şey, onun boğuk nefesleriyle içsel çöküşünün yankısıydı.
Bardağa uzun uzun baktı. İçindeki kehribar renkli sıvı, titreyen elleriyle uyum içinde dalgalandı. Yalnızlık ve pişmanlık… İkisi birden boğazına çöreklenmişti. Yavaşça bardağı kaldırdı. Gözlerinin kenarında biriken yaşlar, ışığın vurduğu noktada usulca parladı. Dudakları aralandı, sesi neredeyse bir dua gibi titreyerek döküldü:
“Ya Kardelen... eğer benden nefret ederse...”
İçinde bir yer, yavaş yavaş çöküyordu. Öyle bir çöküş ki, ne içkiyle ne uykuya kaçışla durdurulabilirdi. Elini saçlarının arasından geçirip gözlerini yumdu. Ama karanlığın içinde bile saklanacak yer yoktu. Zihni, orada, en dipte, saklamaya çalıştığı görüntüler yeniden canlandı.
Yıldırer’in acı içinde kıvranan bedeni, çığlık çığlığa geçen o anlar… Gözlerinin önünde, en ince ayrıntısına kadar yeniden yaşanıyordu.
“Beni... affetmeyecek,” dedi boğuk bir sesle. “O videoyu bulmamalı... Bulmamalı, duymamalı, görmemeli. Her şeyi kaybederim... Kardelen’i kaybederim...”
Viski bardağını bir dikişte bitirdi. Boğazı yandı, ama kalbindeki yangına yetişemedi o alkol. Sonra şişeye uzandı. Titreyen parmaklarının arasında şişe bir süre durdu, sonra aniden… Korkut tüm gücüyle fırlattı onu.
Şişe, duvara çarparken parçalandı. Cam kırıkları odaya çığlık gibi yayıldı. Sessizlik, bir anlığına şiddetle bölündü, sonra daha ağır, daha keskin bir sessizlik çöktü odanın üzerine. Kalbi göğsüne sığmıyor gibiydi artık. Nefesi kesik kesikti, derin derin iç çekiyor ama içine hiçbir şey dolmuyordu. Boşluk… sadece derin bir boşluk hissi vardı.
Yıldırer’in kanlı yüzü gözlerinin önünden gitmiyordu. “Yeter... Lütfen... dur...” diyen sesi, hâlâ kulaklarının dibinde yankılanıyordu. Korkut gözlerini yumdu ama karanlık bile bu sahneleri gizleyemedi.
Yavaşça başını kaldırdı. Telefon masadaydı. Tereddütlü bir şekilde uzandı. Parmakları ekranın kilidini açarken, içindeki korkuyla boğuşuyordu. Ama kaçmak yerine üzerine yürümeyi seçti. Sonra bir ses kaydını açtı.
Kardelen’in sesi.. Korkut’un içinde donmuş duyguları çözmeye başlayan bir bıçak gibiydi. Kayıtta onun sesi vardı. Sanki bir itiraf, bir yakarıştı bu.
“ “Biliyorum, beni seviyorsun sevgini merhametini hisseddiyorum . seni ilk gördüğüm andan beri... Her ne kadar kendime itiraf etmesem de seni unutamıyorum. Yanında kalbim hızlanıyor, bunu hissedersin diye tedirgin oluyorum. Aşktan iğrendiğini biliyorum. Bunun için çok güçlü bir nedenin var.
Ama… ben… ben, senin nefret ettiğin o duyguya sahibim, Korkut. Sana aşığım.””
Korkut’un boğazı düğümlendi. Ses kaydını kapatmak istedi ama parmağı istemsizce tekrar oynat tuşuna dokundu. Tekar....tekrar
-Nefret etmiyorum artık ben de sana tüm varlığımla aşığım
“O videoyu görmemeli…”
Bu cümle, günlerdir zihninde dönen, geceleri uykusunu kaçıran, sabahları boğazına oturan tek şeydi. Ne kadar saklarsa saklasın, o videonun varlığı her saniye ensesinde bir hayalet gibi soluğunu hissettiriyordu.
Kardelen’in o gözleri… Temiz, içten, saf gözleri… O gözlerin bir gün o görüntülere takıldığını düşünmek bile tırnaklarının avuçlarına geçmesine neden oldu.
“O videoyu izlerse…”
Yutkundu. İçinde koca bir diken gibi duran o korkuyu bastırmaya çalıştı ama başaramadı. Çünkü biliyordu… Çünkü o videoda sakladığı şey yalnızca bir olay değil, kendi gerçek yüzüydü.
Yıldırer.
işkencenin her detayı… Kendi emirleriyle çekilmiş, kendi gözleriyle izlenmiş bir cehennem parçasıydı o görüntüler.
Bir an hayal etti.
Bu düşünce, Korkut’un göğsüne çöken dev bir kaya gibiydi. Nefesi kesildi. Dengesini kaybedip duvara yaslandı. Alnı terle kaplanmıştı. Kalbinin ritmi bozulmuştu sanki.
“O videoyu izlerse… Beni sonsuza kadar sevmeyecek. Sonsuza kadar.”
“Beni asla affetmeyecek.”
Titreyen elleriyle bir çekmeceyi açtı. En dipte, kilitli küçük bir USB vardı. Onu aldı, bir süre avuçlarında tuttu. Bakamadı bile. Sadece parmaklarıyla varlığını hissetti.
O küçük cihaz, bir aşkı mezara gömebilecek kadar güçlüydü.
İçinden geçen sessiz bir düşünce daha vardı ama itiraf edemedi.
Belki de hak ediyordu bunu. Belki de, affedilmemeyi… sevilmemeyi… onu kaybetmeyi hak ediyordu.
Birden elleriyle yüzünü kapattı. Omuzları titredi. Hayatında ilk defa... kendisinden tiksindiği o ağırlığı taşıyamayacak gibiydi.
"Sadece bir kere… bir kere mutlu olmayı istedim. Kardelen’i sevmeyi. Onun kalbine dokunmaya hakkım yok."
Gece yarısını çoktan geçmişti. Oda zifiri karanlıktı. Sadece pencerenin kenarından sızan ay ışığı, perdelerin arasından süzülüp Korkut’un yüzüne düşüyordu. Uyuyakalmıştı… ya da öyle sanıyordu. Zihni hala uyanıktı. Kalbi hala Kardelen’le doluydu. Ama o gece… rüyası, gerçeğin bile üstüne çökecek kadar ağırdı.
Rüyadaydı.
Kardelen’in sesi geliyordu yukarıdan. Koştu. Merdivenleri çıktı. Kapıyı açtı.
Kardelen karşısındaydı. Ama bambaşka bir haliyle.
Gözleri donuktu. Dudakları öfkeyle büzülmüş. Ellerinde o lanet video. Elini uzattı almak için ama Kardelen geri çekildi, sanki ona dokunmak bile istemiyormuş gibi.
“Sen... gerçekten bu musun?” dedi Kardelen, sesi kırık ama içinde bir bıçak gibi keskin. “Gerçekten sen misin Korkut? Ben seni severken... sen bunları mı yapıyordun?”
Korkut’un dili tutulmuştu. Konuşmak istedi ama kelimeler boğazında düğümlendi.
“Senin gibi birini nasıl sevdim ben? Nasıl sana güvendim
Korkut bir adım atmak istedi, yalvarmak, açıklamak... ama Kardelen geri çekildi.
“Yaklaşma! Midemi bulandırıyorsun. Senden tiksiniyorum Korkut. Beni sevdiğini söyledin. Ama sevgi böyle mi olur?”
Gözlerinden yaşlar süzülüyordu Kardelen’in ama yüzünde merhamet yoktu.
“Artık seni tanımıyorum. Artık seni affetmeyeceğim. Artık seni görmek istemiyorum.”
Ve arkasını döndü.
Korkut peşinden koşmak istedi ama bacakları sanki yere çivilenmişti. Bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. Sadece izledi… Kardelen’in, kalbinin en derin yerinden çekip alındığını… sonsuza kadar kaybettiğini…
“Kardelen…” diye fısıldadı, sesi titrek. “Gitme… ne olur gitme yalvarırım gitme sen gidersen ben kimi severim ”
Ve bir anda…
Uyanıverdi.
Nefes nefese. Teni ter içindeydi, göz bebekleri büyümüş, kalbi göğsünü parçalıyor gibiydi. Hemen doğruldu.
Ellerini yüzüne kapattı. Dudaklarından çıkan ses boğuk ve acı doluydu.
“Ben sensiz ne yapacağım, Kardelen güzeli ”
Rüyası değildi onu yıkan. Gerçekti. O ihtimaldi.
Kardelen’in onu gerçekten sevdiğini bilmek… ve bir gün onu sonsuza kadar kaybedebileceğini bilmek…
Bu, her cezanın ötesindeydi.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
83.69k Okunma |
3.82k Oy |
0 Takip |
60 Bölümlü Kitap |