63. Bölüm

ESKİMEYEN AŞK ...

Berfu
morzamiku

MERHABA UMARIM BU BÖLÜMÜ SEVERSİNİZ ....SİZİ BEKLETTİĞİM İÇİN ÖZÜR DİLİYORUM UMARIM OKURKEN KENDİNİZİ İYİ HİSSEDERSİNİZ SİZLERİ TANIMASAMDA BU HİKAYEYİ OKUDUĞUNUZ İÇİN MİNETTARIM

BEĞENMEYİ VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYALIM LÜTFEN MOTİVE OLMAK İÇİN İYİ OLUYOR

BU BÖLÜM BELİN VE YILDIRER AĞIRLIKLI OLCAK AMA SIKILMAYACAKSINIZ VE SEVECEKSİNİZ BENCE ....İYİ OKUMALAR DİLİYORUM

BÖLÜM SONUNDA BÖLÜMDE BEĞENMEDİĞİNİZ KISIMLARI YAZABİLİRSİNİZ..

 

Ve eskimeyen o acıya Umut ve aşk da eklendi...

Aşktan Alır Rengini

Hicri İzgören

BELİN

“Baba, lütfen… Yurtdışına gitmek istemiyorum.”
Belin’in sesi çatallıydı .Boğazındaki düğüm büyüyordu. Parmakları, giydiği etek ucunu sıkıca kavradı. Gözleri önce yere, ardından odanın köşesindeki duvara asılmış, vakti geçmiş bir saatin tik taklarına takıldı. Sonunda babasının gözlerine yöneldi. Kaçamadı. Rıza Bey’in bakışları duvar gibi dimdik karşısında duruyordu.
Rıza Bey, masasının üzerindeki çay bardağını tuttuğu gibi yavaşça tabağa bıraktı. Gözlüğünü usulca çıkardı. Ceketinin iç cebinden çıkardığı mendiliyle camlarını silmeye başladı; bu, ne zaman duygularını kontrol etmekte zorlanırsa başvurduğu eski bir alışkanlıktı. Derin bir nefes aldı, ardından gözlerini kızıyla buluşturdu.
“Belin…” dedi, sesi kesin, tartışmaya kapalı bir tonla. “Aması maması yok. Hafta sonu gidiyorsun. Şirketin başında artık sen varsın. Kaçmak, uzaklaşmak yok, kızım. Bu işin ciddiyetini anlamak zorundasın.”
Belin’in omuzları yavaşça düştü. Göz kapakları ağırlaştı. Bir an yerinde kıpırdandı, sonra başını geriye atarak derin bir iç çekti. İtiraz etmenin faydasız olduğunu biliyordu ama susmak da istemiyordu.
“Off baba…” diye homurdandı. “Ben bu kadar büyük bir sorumluluğa hazır değilim. Gerçekten istemiyorum işlerin başında olmayı. Daha yaşamak istediğim şeyler var. Kendi yolumu kendim çizmek istiyorum.”
Bu sözlerle birlikte Rıza Bey’in yüzü bir anda sertleşti. Kaşları çatıldı.
“Korkut gibi mi olacaksın? Gizli saklı işler peşine mi düşeceksin? O hayırsız kardeşin gibi, kimseye haber vermeden gidecek misin
Belin’in gözlerinde bir anlık bir kıvılcım çaktı. Sanki içindeki bastırdığı bütün duygular bir anda yüzeye çıkmıştı. Dudaklarını sıktı, gözleri parladı.
“Korkut hayırsız falan değil!” diye patladı. “O sadece… kendi hayatını yaşamak istedi. Kendince doğru olanı yaptı. Neden bu kadar üstüne gidiyorsun? Bırak artık peşini, baba. Bırak da kendi huzurunu bulsun.”
Rıza Bey’in yüzünde bir an için sanki yıllar öncesinden kalan, unutulmuş bir yaranın sızısı belirdi. Sandalyesinde biraz doğrulup elini yavaşça masaya koydu. Parmaklarının boğumları gerildi, sesi daha derinden, göğsünden süzülen bir tortu gibi geldi:
“O kendi yolunu çizmiş olabilir. Ama bizi kandırdı. Doktor olacağını sanıyorduk, o ise gizli gizli askeriyeye girdi. Bana yalan söyledi, Belin. Benim tahammülüm yok yalana. Ne kadar gerekçesi olursa olsun... bunu kabullenemem.”
Belin, babasının gözlerindeki hayal kırıklığını gördü. Yıllardır içinde biriktirdiği o acıyı, sessizce taşıdığı yükü... Ama geri adım atmak istemedi. Dudakları ince bir çizgiye dönüştü, gözlerindeki inat, babasınınkiyle baş edebilecek kadar keskindi.
“Onu anlamaya çalışmadın bile…” dedi yavaşça. “Seni üzmek istemedi. Sadece kendince bir şeyler başarmak istedi. Ve sen? Mezuniyet töreninde gözyaşlarını tutamadın, inkâr etme. Ben gördüm seni. Saklamaya çalıştın ama... ağladığını gördüm.”
Rıza Bey’in yüz ifadesi bir an dondu. Bakışlarını kaçırdı, gözlüğünü hâlâ takmamıştı. Mendil hâlâ avucundaydı. Dudakları hafifçe titredi. Ardından başını eğdi, gözlüğünü yerine takmadan önce sessizce mırıldandı:
“Aramızda kalsın…” dedi, sesi bir fısıltı kadar hafifti. “O üniformayla gördüğümde... gururlandım. Ama çaktırmadım. Bilmesini istemedim.”
Belin’in yüzü bir anda aydınlandı. Gözlerinin içi güldü. Küçük bir zafer kazanmış gibiydi.
“Yaa baba! Bak gördün mü? Onunla gurur duyuyorsun. Ama hissettirmiyorsun. Oysa Korkut o mezuniyette çok üzülmüştü. Yanına gelmeye çekindi. Çünkü senin kızgınlığını yüzünden okuyabiliyordu.”
Rıza Bey başını yana çevirdi. Gözleri pencerenin dışına, uzaklara daldı. Hafifçe yutkundu. Sesi, odada süzülen bir mırıldanma gibi yankılandı:
“Çekinsin…” dedi. “Çünkü baştan dürüst olsaydı... bunların hiçbiri yaşanmazdı.”


Belin, çayın son yudumunu içip fincanı usulca masaya bıraktı. Rıza Bey, hâlâ gözlüğünün üzerinden ciddiyetle ona bakıyordu. Belin, o katı duruşun ardında sevecen bir kalp yattığını biliyordu. Onunla her tartışma, aslında içinde gizli bir sevgi gösterisiydi.
Tam o anda salonun kapısı aralandı. Meryem Hanım mutfaktan elinde tepsiyle içeri süzüldü. Üzerinde çiçek desenli mutfak önlüğü, ellerinde henüz sıcağı üstünde elmalı kurabiyelerle içeri girdiğinde evin havası bir anda değişti.
“Ahh, kızım!” dedi gülümseyerek. “Daha çıkmamışsın. Yarın Ankara’ya gittiğinde Korkut’a da götürürsün bu kurabiyelerden.”
Belin kaşlarını hafifçe kaldırarak alaycı bir gülümsemeyle yanıtladı:
“Anne… Ankara’da da elmalı kurabiye var biliyorsun, değil mi?”
Meryem Hanım, tepsiyi masaya bırakırken gözlerini kıstı, ardından önlüğünü çıkarıp kucağında toplarken kaşlarını çattı.
“Dilin pabuç kadar oldu senin, Belin. Benim oğlum annesinin elinden yediği kadar lezzetli bir şeyi başka hiçbir yerde bulamaz. Korkut’un en sevdiği şey bu kurabiyeler. Herkese nasip olmaz böyle bir anne eli!”
Belin güldü, başını iki yana salladı.
“Anne, sen Korkut’u fena halde anneci yaptın. Haberin olsun, kızlar anne kuzularından hiç hoşlanmaz!”
Meryem Hanım bu sözlere hafif bozulmuş gibi yaptı, ama gözleri hâlâ neşeliydi.
“Ayy! Benim oğlumu hangi kız beğenmeyecekmiş? gece hayatı yok , kumarı yok, dürüst bir çocuk. Helal lokma kazanıyor. Daha ne istesinler, prens mi arıyorlar?”
Belin kıkırdayarak başını geriye attı.
“Anneciğim... Oğlun geceleri bile uyumuyor. Sosyal hayatı sıfır. Kızlarla konuşamıyor. Asosyal bir sokak köpeği gibi geziyor ortalıkta. Hangi kız buna tahammül eder, Allah aşkına?”
Meryem Hanım’ın kaşları hızla havaya kalktı, sonra çatıldı. Gözleri büyüdü, parmağını salladı.
“Belin! Kardeşin hakkında doğru düzgün konuş. Benim oğlum pırlanta gibi çocuk. Temiz, onurlu, dürüst.”
Sonra hınzırca Belin’in kolunu hafifçe cimcikledi.
Belin kahkaha attı, canı yansa da karşı koymadı.
“Ah anne... Ne olacak senin bu Korkut aşkın? Beni bu kadar sevdiğini hiç hatırlamıyorum!”

Rıza Bey ise kızına sinirlenmişti hala teklifini kabul etmiyor hayatını düzene koymuyordu
Meryem Hanım tam yanıt verecekti ki, Rıza Bey masanın başından artık sabrı tükenmiş gibi başını kaldırdı.
“Meryem, yeter artık şu kızı şımarttığın. Hep senin yüzünden bu hale geldi. söz dinlemiyor!”
Belin, babasının ses tonunun yükseldiğini fark edince bir adım geriye çekildi. Ama hemen ortamı yumuşatmaya karar verdi. Masanın etrafından dolanıp babasına yaklaştı. Gülümseyerek koluna girdi, sesini tatlılaştırdı.
“Babacığım… Lütfen. Ben artık koca kadın oldum. Birazcık özgürlük verin. Kendi düzenimi kurmam için bir şans tanıyın. Hem, size de yük olmuyorum. Bak, kocaman evde baş başa kalacaksınız. Karı koca olarak birbirinize vakit ayırırsınız, belki ikinci baharınızı yaşarsınız... fena mı?”
Rıza Bey kaşlarını kaldırdı, göz ucuyla Meryem Hanım’a baktı. Kadının yüzünde utangaçlıkla karışık bir gülümseme vardı.
“Ah kızım, hâlâ çocuksun sen,” dedi Meryem Hanım başını sallayarak. “
Rıza Bey ise bakışlarını kaçırmadan mırıldandı.
“Bak işte... hep senin yüzünden böyle. Bu kızı bu kadar şımartmasaydın, şimdi lafımı dinliyor olurdu,” diye homurdandı.
Belin, babasının keskinleşmeye başlayan tepkisinden kaçmak istercesine bir adım geri çekildi. Sonra gözlerini devirdi ve konuyu değiştirmek için küçük bir manevra yaptı.
“Tamam babacığım, tamam... Birlikte biraz daha vakit geçireceğiz nasılsa. Ama şimdi müsaadenizle hazırlanmak zorundayım. Yarın Ankara’ya gideceğim. .”
Annesi hafifçe dudak büktü biraz kırılmıştı.
“Bu kadar acele etmene gerek yok. Bizden neden kaçıyorsun ki?”
Belin annesinin yanına gitti, elini omzuna koyarak gözlerinin içine baktı.
“Anneciğim... Kaçmak değil bu. Sadece yalnızlığı seviyorum. Kötü bir şey değil ki. Hem sizi baş başa bırakıyorum. Birbirinizle vakit geçirin, ne güzel. Evin içinde ayak bağı olmayacağım. Azıcık romantik olun!”
Meryem Hanım şaka ile karışık bir öfkeyle gözlerini büyüttü.
“Terbiyesiz! Edepsizsin sen, Belin!”


Rıza Bey kurabiyesini yerken, göz ucuyla Belin’e baktı. Kızının yüzündeki kendine güvenen ifadeyi görünce içinde hem gurur hem endişe dolaştı. Bir yandan “koca kadın oldum” deyip duruyordu, ama hâlâ sabahları uyanmakta zorlanan, çantasını son dakikaya bırakan o küçük kızı da taşıyordu içinde.
“Sen yalnız kalmak istiyorsun ama biz burda iki yaşlı ne yapalım peki?” diye sordu Meryem Hanım , sesi bu kez biraz daha yumuşaktı. “… Biz de öylece arkandan mı bakacağız?”
Beni öyle dramatik uğurlamanıza gerek yok. Haftaya görüntülü araması yaparız, söz. Hatta kurabiyeleri de götüreceğim Korkut’a.
Rıza Bey başını iki yana sallayarak homurdandı. “Meryem, sen böyle yaptıkça bunlar hiç büyümeyecek.
“E sen de hep itip kakarsan nasıl yaklaşacaklar?” diye karşılık verdi Meryem Hanım, elini beline koyarak. “Çocuk dediğin kaç yaşında olursa olsun, anne-babanın yüreğinde hep çocuk kalır.
Rıza Bey cevap vermedi. Bunun yerine kurabiyesinden bir ısırık daha aldı. Yüzündeki kırışıklıklar gevşemişti, ama hala ciddi görünmeye çalışıyordu.
Rıza Bey bakışlarını kaçırdı. “. Öyle yetişmedik biz.
“E ama şimdi senin zamanın değil, bizim zamanımız,” dedi Belin hafif bir sitemle. “Ben senin sevgini hissetmek istiyorum baba. Gidip koca şirketi sırtlayacaksam, bilmeliyim ki arkamda gerçekten duran biri var.”
O an Meryem Hanım’ın gözleri doldu. Elleriyle önlüğünü buruşturup masanın kenarına yaslandı. “Ah çocuklar… İnsan büyürken anne babasını ne çok sınarmış meğer.

Meryem Hanım hemen yerinden kalktı, gelip Belin’in yanına oturdu ve başını okşadı. “Kızım, biz sana güveniyoruz. Ama unutmadan… Gitmeden önce valizine bol çorap koy. Oralar soğuktur. Ve…
Belin annesinin şefkat dolu söylenişine başını eğerek güldü. “Tamam anne, . Hatta seni görüntülü arayacağım. İçin rahat olsun.”
Rıza Bey masadan kalkarken ciddi ama yorgun bir tonda mırıldandı: “Ve sakın Korkut’a benzemeye kalkma. Bir hata yeter bir aileye…”
Belin ise babasının sırtından duyulan bu cümleye kısık sesle cevap verdi: “Ben zaten Korkut’a benzeyecek kadar güçlü biri değilim. Onun kadar yalnız olmak istemiyorum.”


Belin, hem annesini hem babasını yanaklarından öptü. “Hadi ben kaçtım!” diyerek salondan koşarak çıktı. Arkasından Meryem Hanım ve Rıza Bey, birbirlerine bakarak başlarını iki yana salladılar.


“Bu kız sana çekmiş, Meryem,” dedi Rıza Bey, alaycı bir gülümsemeyle. Gözlerinde hem şefkat hem de küçük bir sitem parıltısı vardı.
“Babasına çekmiştir Rıza Bey,” dedi Meryem Hanım, gözlerini kısarak. “Tıpkı senin gibi… Edepsiz.”
Rıza Bey dudaklarını büktü, “Senin karşında asla kazanamam, Meryem,” dedi iç çekerek.
Meryem Hanım bir kahkaha attı, ama içinde biraz da kırgınlık vardı. “Çok konuşuyorsun Rıza Bey. Seninle evlendiğimde bu kadar konuşmazdın.”
“Benden bıktın mı yoksa, Meryem?” diye sordu Rıza Bey, biraz alınganca, biraz da yaşlılığın verdiği huysuzlukla.
“Yani... rahmetli annen gibi, sen de bana karışmaya başladın,” dedi Meryem, gözlerini yere indirerek.
Rıza Bey, başını hafifçe iki yana salladı. “Annemle mezarda bile uğraşıyorsun Meryem…”
“Rıza Bey, asıl annen benimle uğraşıyordu,” dedi Meryem, sesi bu kez daha sertti. “Korkut’u emzirmeme bile izin vermezdi. Beni babamın evine yollamak isterdi. Sence bu adil miydi?”
Rıza Bey’in boğazı düğümlendi. Eliyle karısının elini tuttu, parmaklarıyla yorgun ellerini okşarken,
“Meryem, gitmene izin verir miydim ben? İsteseydin, canımı bile verirdim senin için…”
Meryem’in yüzü yavaşça yumuşadı. Eski günler gözlerinin önünde birer birer canlandı. Gençlik yıllarının cesareti, kavuşmak için verdikleri mücadele… O zamanlar Rıza Bey’in gözünde sadece kendisi vardı. Uzun, gece gibi siyah saçları vardı, teni kar gibi beyazdı. Aileleri onlara dünyayı dar etmişti ama sonunda birlikte kalmayı başarmışlardı.
Rıza Bey de o an geçmişe döndü. Karısı yaşlanmıştı belki, ama onun gözünde hâlâ ilk günkü gibiydi. Zihnindeki Meryem, saçları rüzgârda savrulan genç bir kızdı. Hayatındaki en büyük sevgiydi, hâlâ öyleydi.
Yavaşça yerinden kalktı. Belki dizleri ağrıyordu ama kalbinde hâlâ gençliğin kuvveti vardı.
“Meryem,” dedi yumuşak bir sesle, “gel bakalım… Kollarıma.”
Meryem yüzünü buruşturdu, utangaçça. “Rıza Bey, bakma bana öyle…”
Rıza Bey elini uzattı. “Sana ömrümün sonuna kadar bakacağım.”
İkisi de yaşlanmıştı, ama yürekleri hâlâ birbirine aitti.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Belin, arabasını park edip evine girdiğinde yorgunluk tüm bedenine yayılmıştı. Ama yine de kendini bir şekilde meşgul etmek istedi. Kapıyı açıp içeri adım atar atmaz çantasını bir köşeye bıraktı ve doğrudan salona yöneldi. Salonun köşesindeki çiçekler susuzluktan boyunlarını bükmüş gibiydi. Belin, çiçekleri sularken yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı.

sonrasında mutfağa gitti . Dolabın kapağını açarak atıştırmalık bir şeyler aramaya koyuldu. Gözü bir kutu dolusu çileğe iliştiğinde, zihninde o gece canlandı. Yıldırer’le geçirdiği o özel gece... Yüzü kıpkırmızı oldu. Dolabın kapağını hızla kapatıp elini yüzüne götürdü, utancını bastırmak istercesine yüzünü yelpazeledi. “Of, Belin, toparlan! Neler düşünüyorsun?” dedi kendine. Ama Yıldırer’in teninin sıcaklığı, kokusu,
İlk birlikte oldukları geceyi hatırlayınca iç çekti. O anı düşünmek bile kalbini hızlandırıyordu. Canı yanmıştı, Yıldırer onunla birlikte ağlamıştı. sonrası ise hayallerinin ötesinde sevdiği adam narin, öylesine şefkatli sevmişti ki...

Belin’in elindeki çilekler bir anda önemsizleşti. Masaya bıraktı ve mutfağın ortasında durakladı. Derin bir nefes aldı, kalbindeki boşluğu hissediyordu. “Yıldırer,” diye fısıldadı yeniden, bu kez sesi biraz daha hüzünlüydü. Onu öylesine özlemişti ki...

Artık aralarındaki ilişkiyi Korkut’un bildiğini ve bunu sorun etmeyeceğini biliyordu. Belin, Yıldırer’in Ankara’da olmasının rahatlığını hissetti. Bu kez birlikte rahatça vakit geçirebileceklerdi.

Ama bir yandan da endişeliydi. Belin, o kadar yoğun duygular içindeydi ki Yıldırer’e duyduğu özlem zamanla bir fırtına gibi büyüyordu. Düşüncelerini toparlayıp salona geri döndü. Çiçeklerin yanına oturdu ve gözlerini bir noktaya dikti.

Yarın Ankara’da seni görür görmez bütün bu özlemi unutacağım, değil mi?” diye mırıldandı. Ama aslında biliyordu ki Yıldırer’e olan sevgisi sadece onu görmekle dinmeyecekti. Aksine, onu her gördüğünde bu sevgi daha da büyüyecekti.

Belin, bir süre daha oturduktan sonra derin bir nefes aldı ve kendini toparladı. Yarın yeni bir gündü. Ve o gün Yıldırer’i görecek olmak, içindeki tüm karmaşayı bir nebze olsun dindirecekti. Yatak odasına yöneldi, Ankara için hazırlık yapmaya koyuldu.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Uçağa bindiğinde düşünceler zihnini ele geçirmişti. Yıldırer’i görme ihtimali kalbindeki heyecanı körüklüyordu. Ankara’ya indiğinde doğruca otele gitti. Kısa bir duş aldı, sıcak suyun rahatlatıcı etkisi bedenindeki tüm yorgunluğu aldı götürdü. Saçlarını özenle kurutup düz bir siyah elbise giydi. Aynanın karşısına geçti, sade ama etkileyici görünüyordu.

Makyaj yapmayı planlamıyordu; cildi zaten pürüzsüzdü. Ama makyaj çantasındaki kırmızı ruju görünce bir an duraksadı. Yıldırer’in kırmızı ruja olan zaafını hatırlayıp tebessüm etti. "Beni bu halde görse dayanamayıp çıldırır," diye düşündü ve dudaklarına ruju dikkatlice sürdü. Şimdi hazırdı. Elmalı kurabiyeleri alıp arabasına geçti ve askeriye yolunu tuttu.


Askeriyeye vardığında, görevli nöbetçiye kimliğini uzattı. Rutin kontrollerden sonra onu ziyaretçi alanına yönlendirdiler. Belin’in kalbi hızla atıyordu. Beklemek zor geliyordu, ama çok geçmeden o tanıdık siluet göründü.
Korkut, üniforması içinde ciddiyetle yürüyordu ama gözleri ablasını görünce bir anda yumuşadı.
Belin’in yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Bir an bile duraksamadan ona doğru koştu, kollarını açtı ve kardeşine sıkıca sarıldı.
“Oyy, benim maymun suratlı kardeşim!” diye bağırdı, sesi yankılandı askeriyenin duvarlarında.
Korkut utançla başını eğdi, etrafına göz gezdirdi. Diğer askerlerin gülümsediğini fark edince sesi kısık ama sitemkâr çıktı:
“Belin, yapma ya! Herkes bize bakıyor, rezil oldum…”
Belin, hiç aldırış etmedi. Başını geri çekip kardeşinin yüzüne dikkatle baktı.
“Korkut, sus! Ablana karşı mı geliyorsun? Bakayım sana…” Gözlerini kısarak inceledi onu.

“Hımm… Biraz kilo vermişsin sanki.
Bunu dedikten sonra tekrar sarıldı. Bu kez daha sıkı, daha uzun. Sanki o kucakta geçen zamanın telafisi varmış gibi…
Korkut boğuk bir sesle mırıldandı:
“Belin, şu an beni boğuyorsun…”
Belin başını onun omzuna yasladı, gülerek fısıldadı:
“Hayır… Sana mutluluk enerjisi veriyorum.”
Kardeşini bırakınca, elindeki kurabiye kutusunu uzattı. “Annem yaptı. Oğluşuna kıyamıyor.”

Korkut kutuyu alırken derin bir nefes aldı. “Babam?” diye sordu, sesi tereddütle doluydu.

Belin, Korkut’un gözlerinin içine bakarak gülümsedi. “Bence seni affetti. Ama işte, gururuna yediremiyor. Yakında barışırsınız.”

Korkut derin bir nefes verdi. “Umarım...” dedi kısık bir sesle.


Belin etrafına bakınmaya başladı. Gözleri birini arıyordu; belli ki sabırsızdı. Gözleri kalabalığın içinde gezinirken ayakları yerinde duramıyor, avuçları heyecandan terliyordu.
Korkut, bu hâli hemen fark etti. Kaşlarını hafifçe kaldırdı, dudaklarının kenarına bir gülümseme yerleşti.
“Hayrola ablacığım, birini mi arıyorsun?” dedi, sesi hafifçe alaylıydı.
Belin, hemen ona döndü ve kaşlarını çatıp tehditkâr bir bakış attı.
“Korkut, uğraştırma beni. Sevdiceğim nerede benim? Hani Yıldırer?”
Korkut ellerini cebine soktu, çenesini hafifçe yukarı kaldırarak gülümsedi.
“Ablacığım, sakin ol ya... Hem, sen niye böyle elbise giydin?

makyaj da yapmışsın… Çok süslenmişsin.”
Belin gözlerini devirdi. Bir adım öne çıkıp eteklerini hafifçe tuttu, döner gibi yaptı.
“Üf, Korkut! Süslendim işte. Güzel olmuş muyum, asıl onu söyle!”
Korkut ciddi bir yüz ifadesi takınarak başını iki yana salladı. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra gözlerini kısarak, sanki büyük bir sırrı açıklıyormuş gibi fısıldadı:
“Abla… Bıyıkların çıkmış.”
Bir an sessizlik oldu.
Sonra Belin’in ağzı açık kaldı. “Ne?!” dediği anda Korkut kahkahaya boğulmuştu.
Belin onu kolundan dürttü, ardından yanağına hafifçe tokat attı.
“Seni var ya! Allah’tan kardeşimsin!”

Belin kardeşinin kolunu çimdikledi. “Korkut, edepli ol! Seni mahvederim!” dedi, gülerek.

Korkut kahkahayla arkasına yaslandı. “Tamam, tamam, şaka yaptım. Neyse, ben kaçar!”

“Dur, nereye? Yıldırer nerede?”

Korkut ciddileşerek, “Göreve gitti, Akşam dönecek,” dedi.

Bu sözler, Belin’in içinde küçük bir endişe dalgası yarattı. “Görevde mi?” diye sordu, sesi titrek bir endişeyle.

Korkut gülümsedi. “Merak etme. Her şey yolunda. Akşam geldiğinde, burada olduğunu ona söylerim.”

Belin, Korkut’a minnet dolu bir bakış attı, gözlerinde biriken acı ve hüzünle. "Korkut, iyi ki varsın," dedi, sesi zar zor duyuluyordu. "Yıldırer’i kabul ettin, hep yanında oldun. Bize zorluk çıkarmadın. Hep onun yanında durdun. O çok yalnız biri, Korkut... Bizim gibi değil. Onu asla yalnız bırakma.. Bizim bilmediğimiz bir dünyada kayboluyor. Onun kalbinde bir boşluk var, bir eksiklik. Ben bunu hissediyorum, her zaman. Ama kimse görmüyor, kimse anlamıyor."


Belin’in sesindeki acı devam etti. "Yıldırer’e 'Seni seviyorum' dediğimde, her seferinde gözlerinde bir değişiklik oluyor. O anları sana anlatamam, Korkut. O an, her şey susuyor, sadece gözleri kalıyor. Bunu anlaman gerek. Her defasında, o ‘Seni seviyorum’ kelimelerim, ona sadece bir anlık bir umut veriyor. Ama sonra, o eski yalnız haline geri dönüyor. . Ama ben... ben onu görüyorum, Korkut. O boşluğu hissettim."

Gözleri dolmuş, sesi daha da kırılgan hale gelmişti. Korkut, ablasının acı dolu sözlerine yanıt vermek için bir şeyler bulmakta zorlanıyordu. .

Korkut, Belin’in gözlerinin içine baktı. “Yalnız değil Çünkü sen varsın. Seni harbiden çok seviyor .Sürekli dilinde olan tek kelime senin adın

Belin’in yanakları kızardı. “Ya… Benden mi bahsediyor sana sürekli?”

Korkut, alaycı bir gülümsemeyle, “Benden duymuş olma ama… Uykusunda bazen senin ismini sayıklıyor. Tabii ben sinirleniyorum. Sonuçta, ablamasın. Kim bilir nasıl bir pozisyonda görüyor seni şerefsiz rüyasında…” dedi.

Belin, utançtan ve öfkeden kardeşine bir tokat atacak gibi elini kaldırdı. “Korkut, edepli ol!” diye bağırdı.

Korkut gülerek geriye çekildi. “Tamam, tamam! Şaka yapıyorum. Dua et, kafasını kırmıyorum. Kendimi zor tutuyorum ama sana söz verdim; şiddet yok.”

Belin kaşlarını kaldırıp hafif bir tebessümle karşılık verdi. “Aferin benim minnoş Korkut’uma,” dedi, şirin bir ses tonuyla.

Korkut homurdanarak cevap verdi. “Belin, o sesini kıs. sinirlerim bozuluyor.”

Belin kahkahasını bastıramadı. “Ne var be? Kardeşimsin, benden küçüksün, dolayısıyla benim kölemsin! Ayrıca seni seviyorum, maymun surat.”

Korkut gözlerini devirdi. “Ne kadar insancıl bir yaklaşımla ifade ediyorsun sevgini, Belin. Gerçekten duygulanıyorum,”
Belin omuzlarını silkerek gülümsedi. kabul et, ablan çok tatlı!” dedi, elini uzatarak Korkut’un saçlarını karıştırmaya çalıştı.

Korkut hızla geri çekildi. “Dur, yapma ya! Saçlarımla uğraşma, Belin. Seninle uğraşırken askerlikten sonra terapiye falan ihtiyacım olacak!”

Belin, kahkahasını bastırmaya çalışarak, “Senin yerinde başkası olsa bu kadar güzel bir ablası olduğu için şükrederdi!” dedi, göz kırparak.

Korkut kaşlarını çatarak ona baktı. “Seninle uğraşmak gerçekten bir sabır işi. Bazen düşünüyorum da acaba sen gerçekten benim ablam mısın, yoksa bana gönderilmiş bir sınav mı?”

Belin kahkahayla cevap verdi. “Sınav değilim, tatlım. Ben senin hayatındaki tek eğlence kaynağıyım!”
Korkut elindeki kurabiyeye baktı, yalnız yemek istemiyordu. “Gelsene, birlikte gömelim şu kurabiyeleri,” dedi, göz ucuyla Belin’e bakarak. Hafif bir gülümseme takındı.

Belin, önce biraz nazlanır gibi yaptı, sonra omuzlarını silkti. “Eh, madem çok ısrar ettin. Ama çay da getir bari, kuru kuru yemeyelim,” dedi
Korkut, Belin’in bu tavrına alışkındı, ama yine de gülmeden edemedi.
Belin çayı alıp bir yudum aldı, ardından annelerinin elmalı kurabiyelerinden bir ısırık aldı. “Annem gerçekten bu işi biliyor
Korkut başını salladı. “Evet, annem bu konuda harika. Ama Belin, sana bir şey soracağım. Bu kadar harika bir kadın olan annemizden nasıl böyle bir sivri dilli insan doğdu, anlamıyorum.”

Belin kahkahasını bastıramadı. “Bunu bana mı soruyorsun? Kendi keskin zekânı ve dilini unutuyorsun galiba. Hem sen benim kadar tatlı ve neşeli bir insan tanıdın mı hiç?” dedi, göz kırparak.

Korkut gülerek başını iki yana salladı. “Sen tatlı değil, baş belası bir ablasın.
Abla-kardeş, annelerinin yaptığı kurabiyeleri yerken. Sohbet, çocukluk anılarından Belin’in işlerine, Korkut’un askerlik anılarına kadar uzandı. İki kardeş, bu anın tadını çıkardı.

Sonunda Belin, saate bakınca ayağa kalktı. Artık otele dönmem lazım. Yarın Yıldırer’le buluşacağım, enerji toplamam gerekiyor,”

- Korkut ise ablasına baktı

- Hevesini kırmak istemem ama Yıldırer görevden akşam dönecek yani yorgun yarın vakit geçirin

Korkut ablası da olsa dürüst olmalıydı
Belin, gülerek kardeşine göz kırptı. “Beni bu kadar çok seven bir adam yorulmaz. Sen hiç merak etme,” dedi neşeli bir ses tonuyla. Ardından çantasını kaptığı gibi kapıya yöneldi.

Korkut, ablasının ardından bakarken yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. "Gülüşün hiç solmasın, abla," diye mırıldandı
------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Belin, otel odasında bir ileri bir geri volta atıyordu. Odanın sessizliği, kalbindeki huzursuzluğu daha da büyütüyordu. Telefonu elinde, parmakları defalarca ekranı uyandırıyor ama hiçbir bildirim gelmiyordu. Ne bir mesaj... ne de bir arama.
“Bir ses ver,” diye fısıldadı kendi kendine, sesi çatallaşmıştı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. İçindeki sıkışmayı bastırmak için bir şey yapmalıydı.
Küveti hazırlamaya karar verdi. Sıcak suyun buharı banyoya yayılırken, üzerindeki kıyafetleri çıkardı. Suya adım atmak üzereydi ki—
Kapı çaldı.
Bir anda irkildi. Banyodan çıkıp alelacele havluyu bedenine sardı,

Adımları yavaş, tereddüt doluydu. Kapıya yaklaşırken içinde garip bir heyecan kıpırdanıyordu.
Kapı deliğinden baktı.
Yıldırer.
O an kalbi göğsünde yankılandı. Derin, tok bir sesle atan kalp. Gözleri büyüdü, dudakları aralandı ama kelime çıkmadı. Birkaç saniyelik tereddütten sonra, elini kapının koluna uzattı ve kapıyı araladı.
Aradaki mesafe yalnızca birkaç santimdi , teni havlunun altına gizlenmişti ama utancı, heyecanı, şaşkınlığı ortadaydı.
Yıldırer’in bakışları önce gözlerinde sabitlendi, sonra hızla başka yere kaçtı.
“Rahatsız mı ettim?” diye sordu
Belin, başını hafifçe salladı. “Hayır… sadece...
Yıldırer bir adım geri çekildi.
“İstersen sonra gelirim,” dedi.
Ama Belin kapının kenarına yaslanmış, onu bırakmak istemeyen bakışlarla başını eğdi.
“Gel içeri. Zaten çok bekledim.”

Yıldırer içeri adım attı ve kapıyı arkasından kapatıp Belin’i sırtını kapıya yasladı. Belin’in ağzından bir kelime bile çıkmadı
Saniyeler içinde dudakları Belin’in dudaklarına yapıştı. Öyle tutkulu bir öpücüktü ki, Belin başını geri çekmek yerine daha fazla yaklaştı.

“Çok özledim seni,” diye mırıldandı Yıldırer, sesi boğuk ve tutku doluydu. Gözleri, Belin’in her bir hareketini dikkatle izliyordu.

“Yalnızca sen mi özledin?” dedi Belin, sesi nefes nefese. “Seni düşünmekten uykusuz kaldım... Bir ay oldu, Yıldırer. Bir ay boyunca seni hissetmeden, tenine dokunmadan nasıl yaşadığımı bile bilmiyorum.”

Bu sözler Yıldırer’i daha da kışkırtmıştı. Belin yıldırer e tekrar yaklaşınca
bir anda durdu Yıldırer , geri çekildi.

“Dur,” dedi, derin bir nefes alarak. “Benim önce duş almam gerek. Helikopterden iner inmez buraya geldim. Kaç gündür yıkanmadım bile rahatsız olursun benden

Belin, hafif bir gülümsemeyle başını eğdi. “O zaman sana yardım edeyim... yani duş almana ” dedi, havlusunu yavaşça yere bırakarak. Yıldırer’in nefesi kesilmiş gibiydi. Karşısında tüm çıplaklığıyla duran bu kadına bakarken, gözleri ondan başka bir şey görmüyordu. Dudaklarını ısırarak kendini dizginlemeye çalıştı, ama bu hiç de kolay değildi.
Belin, elini uzatıp Yıldırer’in elini tuttu ve onu banyoya yönlendirdi. Yıldırer, Belin’in ne yaptığını anlamaya çalışıyordu ama aynı zamanda onun her hareketini gözlemliyordu. Belin, suyun sıcaklığını kontrol etmek için küvetle uğraşırken, Yıldırer gözlerini ondan bir an bile ayıramıyordu. Gözleri, Belin’in tenindeki her kıvrımı, her detayı ezberliyordu.

“Su hazır,” dedi Belin, hafif bir gülümsemeyle. “.”

Yıldırer, bir an duraksadı. Bu kadar masumca bir hareket bile onu delirtmeye yetiyordu. Kendini kontrol etmekte zorlanıyordu .

Yıldırer, Belin’in gözlerine bakarak yavaşça yaklaştı. “Belin bana böyle yaklaştığında, varya çıldırıyorum
Belin, hafif bir tebessümle Yıldırer’in yüzüne dokundu. “Beni böyle hissettirdiğin için asıl ben çıldırıyorum
Yıldırer, onu izlerken artık kendini tutamayacağını hissetti. Aralarındaki mesafeyi yavaşça kapatarak Belin’e yaklaştı. Elleri onun çıplak omzuna dokunduğunda Belin irkildi ama kaçmadı. Yıldırer’in dudakları sırtına hafif öpücükler bırakırken, Belin’in nefesi hızlanmaya başlamıştı.
Ellerini Yıldırer’in kemerine uzattı ve yavaşça çözmeye başladı. Parmakları titrerken, Yıldırer’in gözlerinden bir an bile ayrılmıyordu. Ancak kemeri çıkarınca bir adım geri çekildi, daha ileri gitmek konusunda cesareti tükenmiş gibiydi

- Yıldırer, Belin’i yavaşça küvetin yanına götürüp suyun sıcaklığını kontrol etti. “Tam istediğin gibi,” dedi, hafifçe gülümseyerek. Belin’in elinden tutup ona yardım ederek küvete girmesine yardımcı oldu. Su, Belin’in tenine dokununca yüzünde rahatlamış bir ifade belirdi. Yıldırer, birkaç saniye boyunca onun bu halini izledi; Belin’in huzurlu duruşu, gözlerini ondan alamamasına neden oluyordu.

Belin’in yüzüne kilitlendi. Ardından, ellerini yavaşça onun yanaklarına uzattı. Parmakları, onun teninde gezinirken bir tüy gibi hafifti, sanki hatırlamak istermişçesine, sanki onun varlığından emin olmak istermişçesine dikkatli ve özenliydi.
Göz göze geldiler. Yıldırer’in sesi bir sır gibi, yorgun ama içten bir tonda döküldü dudaklarından:
“Belin… Hâlâ ağrın var mı? O gece… sen acı çektin. Eğer böyle olacağını bilseydim, yemin ederim, sana dokunmazdım.”
Belin, bir anlığına afallamış gibi Yıldırer’in yüzüne baktı. Ardından dudaklarında kıvrılan yaramaz bir tebessümle güldü. Hafif bir kahkaha eşlik etti sözlerine.
“Yıldırer, sen kafayı yemişsin,” dedi tatlı bir alayla. “İlk kezdi, elbette acıdı. Ama mesele o değil. Mesele... sensizlik. Sana hasretim, be adam. Anlıyor musun? Sana...”
Yıldırer, gözlerini kaçırmadan, ağır hareketlerle küvetin kenarına eğildi. Sesindeki tını bu sefer daha derin, daha karanlık bir yerden geliyordu.
“Belin,” dedi fısıltı gibi bir sesle, “Senin tenine dokunmayı, kokunu içime çekmeyi... özlemek yetmedi. Her gece kabusum oldun. Sensiz geçen her dakika, bir ömür gibi ağırdı.
Belin’in kalbi, sanki göğsünün içinde değil de boğazında atıyordu. Onun bu itirafı bir bıçak gibi işliyordu içine, aynı anda hem acıtıyor hem de şefkatle sarıyordu. Gözleri doldu ama ağlamadı. Başını yavaşça kaldırdı, Yıldırer’in gözlerine baktı.
“Yıldırer…” dedi, sesi neredeyse bir mırıltıydı. Ellerini göğsüne koydu, parmakları titriyordu. “Beni böyle mahvetmeye ne hakkın var? Beni delicesine özletip, sonra gelip bir dokunuşla her şeyi alt üst etmeye… Buna nasıl dayanayım?”
Yıldırer, yüzünü onun yanağına yaklaştırdı. Dudakları Belin’in kulağına değdiğinde içi titredi. Fısıldadı:

“Çünkü ben de mahvoluyorum, Belin. Sensiz kaldığım her an… kendimi kaybediyorum. Sana sığınmadan geçirdiğim her gece, anlamsız geliyor
O an, Belin düşünmeyi bıraktı. Cümleleri unuttu. Yalnızca kalbinin çırpınışını duyuyordu. Yıldırer’i elleriyle kendine çekti. Dudakları birleştiğinde, Küvetin kenarında başlayan o temas, sabırla bastırılmış arzuların, özlemin ve sevdanın bir patlaması gibiydi.
Yıldırer’in boynuna sıkıca sarılırken, Belin fısıldadı:
“Senden uzak kalmak... nefessiz kalmak gibiydi. Bunu bir daha yapma. Tamam mı? Beni bir daha yalnız bırakma.”
Yıldırer, onu kollarına aldı, daha sıkı sarıldı. Gözlerini kapadı ve dudaklarının arasından tek bir söz döküldü:
“Söz veriyorum… Bir daha asla.”
Belin bir an kafasını kaldırıp gözlerinin içine baktı. Hafifçe gülümsedi, sonra dudaklarını ısırarak usulca sordu:
“Peki... Sen de girmeyecek misin?”
Sesinde hem bir masumiyet hem de açık bir çağrı vardı. Yıldırer önce bir an duraksadı, sonra bakışları Belin’in gözlerinde kilitli halde, sessizce tişörtünü çıkardı. Belin, gözlerini ondan ayırmadan izledi. Kaslarının her hareketi, tenine düşen her gölge, Belin’in içinde bir yerlere dokunuyordu. En son pantolonunu çıkardığında, Belin istemsizce yutkundu.O an, suskunluk daha çok şey anlatıyordu kelimelerden. Ve gece, artık geri dönülmez bir yola adım atıyordu.

Yıldırer küvete girdiğinde, Belin’in içinden gelen o keskin his bir anda tüm bedenine yayıldı. Derin bir nefes aldı, göğsü kalktı, suyun sıcaklığı ile birlikte Yıldırer’in varlığı, teninin neredeyse her noktasına değiyormuş gibi hissettirdi. Aralarındaki mesafe yalnızca birkaç karıştı.
Yıldırer karşısına geçtiğinde, suyun içinden çıkan eli Belin’in yanağına dokundu.Ardından, sessizce ona doğru eğildi ve dudaklarını onun dudaklarına bastırdı. İlk öpücük yumuşak, narin ve dikkatliydi. Fakat birkaç saniye sonra, o bastırılmış hasret alev aldı. Dudaklar daha kararlı, daha derin ve daha aç bir tutkuya dönüştü. Belin’in elleri Yıldırer’in omuzlarına kaydığında, ikisi de dünyadan tamamen kopmuştu. Zaman durmuş, sadece o an kalmıştı geriye.
Yıldırer öpücüğün arasından geri çekildi. Gözleri Belin’in gözlerinde kilitlendi. Koyu bakışlarında :
“Sana dokunmaktan korkuyorum.”
Belin hafifçe başını yana eğdi, kaşları kalktı. Gözlerinde hem kırgınlık hem alay vardı.
“Yıldırer… Bana porselen bir bebek gibi davranma. O geceki gibi sert ol
Yıldırer derin bir yutkundu. Bu kadın, kalbiyle oynuyordu. Bunu biliyordu ve bundan sinsi bir keyif alıyordu. Ama buna engel olamıyordu.
“Belin…”
İstiyorum,” dedi Belin, sesi biraz daha keskinleşmişti. “Banane senin korkularından.
Allah’ım…” diye başını geriye yaslayıp gözlerini kapadı, su saçlarının arasından süzülüyordu. “Beni neyle sınıyorsun sen?” dedi Yıldırer
Yıldırer, onun sırtına dokunduğunda elleri titrese de Belin’in teni hâlâ tanıdık, hâlâ sarhoş ediciydi. Parmakları, omurgasını takip ederek yukarı çıktı. Saçlarının arasına daldı, nazikçe ovalamaya başladı. Belin başını yana çevirdiğinde gözleri onunla buluştu. O bakışta bir sessizlik vardı, ama o sessizlik her şeyi anlatıyordu.
“Sana istediğini bu gece fazlasıyla vereceğim,” dedi Yıldırer, sesinde hem bir teslimiyet hem bir kararlılık vardı.
Saçlarını okşarken parmakları boynuna, sonra omzuna, sonra göğsüne kaydı. Belin’in teni kar gibi beyazdı, o güzellik çıldırtıcıydı. Yıldırer, aniden onu kucağına aldı. Belin şaşkınlıkla gözlerini açtı ama karşı koymadı. Şimdi Yıldırer altta, Belin üstteydi. Parmaklarıyla beline eziyet ederken, dudakları göğsünün çevresinde dolaşıyordu. Belin, bir eliyle Yıldırer’in saçlarına tutundu, nefesi kesilmiş gibiydi.
“Yıldırer... yavaş, acıyor…” diye mırıldandı, sesi neredeyse yalvarırcaydı.
Bu sefer Yıldırer daha nazikti. Dudakları özür diler gibi dokunuyordu her bir noktasına, her öpücükte biraz daha şefkatli, biraz daha derin bir anlam vardı.
Sonra birden, Belin’i kucağına alıp küvetten çıktı. Belin’in gözleri anlamaz bir ifadeyle açıldı.
“Yıldırer… ne yapıyorsun?”
Küvet dedi durdu … canını acıtabilirim. Senin için daha fazlasını istiyorum,” dedi fısıltıyla.
Belin’i yatağa uzattığında, gözleri onun vücudunda gezindi. Bu kadın... bu kadın bu gece her zamankinden daha da güzel, daha da kutsaldı gözünde.
Belin yatakta, kendisine bakan adama kalbini ve bedenini sunuyordu. Yıldırer, onun teninde öpülmemiş tek bir yer bırakmadı. Belin nefes nefese, elleriyle yorganı sıkarken, içindeki yangın kontrol edilemez bir hal almıştı.
Ve en sonunda, ikisi de sadece birbirlerine ait olduklarını hatırlatan o bütünlükte buluştu. Nefesleri birbirine karıştı.
Yıldırer, Belin’e sarılmıştı. Belin, onun göğsünde, parmaklarını yavaşça gezdiriyordu.
Tam her şey dinginliğe ermişken, Yıldırer birden küfretti.
“Güzelim… Biz korunmadık. Nasıl unuttuk bunu?”
O an sanki oda soğudu. Yıldırer’in yüzündeki panik, Belin’in içine bir bıçak gibi saplandı. Kaşlarını çattı, bakışlarını yere çevirdi.
Yıldırer’in o cümlesi... bir korkudan mı geliyordu? Yoksa bir pişmanlıktan mı? Belin’in içi karma karışıktı. Çocuk konusu daha önce hiç konuşulmamıştı. Belki Yıldırer çocuk istemiyordu. Belki sadece onunla bir çocuk istemiyordu.
Düşünceler kafasında volkan gibi fokurduyordu.

Gözlerini yavaşça Yıldırer’e çevirdi. O ise başını ellerinin arasına almış, sessizce odada dolanıyordu. Yalın, güçlü ama sarsılmış bir hâli vardı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Dudakları kıpırdıyor ama kelimeler havada yok olup gidiyordu.
Belin nihayet fısıldadı:
“Korktun değil mi?”
Yıldırer bir an durdu. Gözleri Belin’inkilerle buluştu. O an her şey durdu; zaman, sesler, düşünceler. Sadece o bakışlar vardı
“Korktum,” dedi sonunda, sesi çatallıydı. “Ama senden değil. Kendimden...
Belin, gözlerini kısmıştı.
“Yani… beni seviyorsun, ama benimle bir gelecek hayal etmeye cesaret edemiyorsun. Doğru mu anlıyorum?”
Yıldırer yaklaştı, yatağın kenarına oturdu. Ellerini Belin’in dizlerine koydu, parmaklarıyla hafif hafif daireler çizdi.
“Belin… Sen benim huzurum, deliliğim, yangınımsın. Ama seninle bir çocuk… Bu düşünce beni tarifsiz korkutuyor. Ya senin gibi bakarsa bana? Ya onun gözlerinde senin gözlerin olur da, ben her gün yeniden yanarsam?”
Belin’in gözleri doldu. Gülümseye çalıştı ama dudaklarının kenarı titredi.
“Yıldırer dedi Belin devamını getiremedi
… Yıldırer bir an sustu. O güçlü adam, o soğukkanlı duruşun altında, şimdi gözyaşlarına direniyordu. Sonra başını eğdi, Belin’in elini dudaklarına bastırdı. Öptü, uzun uzun… O öpüş, bir özürden, bir teşekkürden, bir yeminden daha ağırdı.
“Eğer bir gün bir çocuğumuz olursa… Gözleri senin gözlerin gibi olur mu, Belin?”
Belin yutkundu sonrasında duydukları ise onu derin bir hüzüne soktu

“Olursa, biterim ben. . Ben yapamam bir çocuk istiyorum şuan değil beni anlıyor musun hamile kalmanı istemiyorum çocuk istemiyorum
Yıldırer’in o cümlesi Belin’in içine keskin bir bıçak gibi saplanmıştı:
“Çocuk istemiyorum, Belin.”
Sessizlik, odaya kurşun gibi çöktü. Belin önce anlamamış gibi yaptı. Gözlerini kırpıştırdı, dudakları aralandı, ama sesi çıkmadı.
Sonra yavaşça doğruldu. Yatağın üzerinde, çıplak omuzlarına ince bir örtü aldı. Onun gözlerindeki boşluğu gördükçe içinde bir şey çatırdamaya başladı. Kırılganlık değil… Hayır. Bu öfkeydi. Sessiz, yakıcı ve derinden gelen bir öfke.
“Ne dedin sen?” dedi, sesi buz gibiydi.
Yıldırer başını önüne eğdi. Gözlerinden kaçmak ister gibiydi. Ama Belin ona izin vermedi. Ellerini yumruk yaparak yatağın ucuna geldi. Gözleri alev gibiydi artık.
Yıldırer gözlerini ona çevirdi, ama içinde korkudan çok yorgunluk vardı. Derin bir iç çekti.
Sana yalan söylemedim. En azından geç kaldığım için üzgünüm. Ben… bir baba olmak istediğimden emin değilim ”
Belin bir kahkaha attı. Acıydı. Hem de ne acı.
“Senin ne istediğinle benim ne yaşadığım arasında uçurumlar var,
Yıldırer öne eğilip onun ellerine dokunmak istedi ama Belin geri çekildi.
“Hayır, dokunma! ... bana dokunmana izin yok artık!”

“Belin, ben seni korumaya çalışıyorum,” dedi Yıldırer, sesi çatallı, boğazı düğümlüydü. “Ben bir çocuğu koruyamam. Ben bir çocuğun gözlerinin içine bakıp ‘ben senin babanım’ diyemem! Senin gibi bir kadının, benim gibi bir adamdan çocuk doğurması... bu adil değil!”
Belin’in gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Ama ağlamıyordu. Bu gözyaşları sinirden, kırılmaktan ve içindeki hayal kırıklığından doğmuştu.
Bana acıyormuş gibi konuşma. Ama beni böyle, sessizce geri itmeni kabullenemem. Bana hayal kurdurup, sonra onu tek cümleyle öldüremezsin.”
Yıldırer başını iki elinin arasına aldı.
“Ben seni sevdim, Belin. Ama bu sevgi çocukla tamamlanacak bir şey değil. Ben seni sadece kendim için istiyorum. Paylaşamam!”
Belin bir adım geri attı. Artık tir tir titriyordu.
“Sen aslında beni bile istemiyorsun. Sahip olmakla sevmek arasında kalmışsın. Ben senin malın değilim, Yıldırer. Yıldırer bir anda yerinden kalktı, onun karşısına geldi.
“Bunu deme…” dedi, sesi çatlamıştı. “. Sensiz ben—”
“Ne?” diye bağırdı Belin. “Sensiz ne? Nefes alamıyor musun? Uyumuyor musun? Aynı ben gibisin işte.
dışarıda yağmur çiseliyordu
Yıldırer usulca yanına yaklaştı, durdu. Aralarındaki birkaç adımlık mesafe, kilometreler gibi hissediliyordu. Sessizce konuştu:
“Belin.”

Belin başını çevirmedi. Sesi yavaş ama netti.
“Sadece bir şey sormak istiyorum.”
Durdu. Cümlesini toparlamak için gözlerini kapattı.
“Beni sevdiğini söyledin. Defalarca. Hissediyorum da. Ama… bu sevgi ... Geleceğe taşımaya korktuğun bir şey mi?”
Yıldırer nefesini tuttu. Cevabı biliyordu. Ama doğru kelimeleri seçmesi gerekiyordu. Belin bu sefer onu parçalamaya değil, anlamaya gelmişti.
“Seni seviyorum,” dedi. “
Belin gözlerini kapattı, hafifçe başını eğdi.
“Çocuk… Ben senden bir çocuk istediğimde...sen sanki bu isteğimle seni zincire vuruyormuşum gibi davrandın.”
Yıldırer ileri bir adım attı. Şimdi yanında duruyordu ama dokunmadı.
“Zincir değil… Korku. Bu… bu benimle ilgili bir eksiklik, seninle değil.”

Belin ona döndü. Gözleri nemliydi ama güçlüydü.
“Ben senden bir mucize istemedim. Kusursuz bir baba ol demedim.
Yıldırer yutkundu.
“Ama o çocuk bir gün bana bakar da, ‘Sen neden hep uzak duruyorsun baba?’ derse, buna verecek bir cevabım olmaz. Belin başını salladı. Gözlerinden yaş süzüldü, silmedi.

““Belin,” dedi yavaşça,
Yıldırer birkaç adım yaklaştı. Derin bir nefes aldı.
“Eğer bir çocuğum olacaksa… bil ki o sadece senden olacak.”
Bu cümle Belin’in omuzlarında görünmez bir kıpırtı yarattı. Kısa bir sessizlikten sonra Yıldırer devam etti:
“Ama şu an… Şu an ben kendimi bir çocuğun gözlerinin içine bakacak kadar hazır hissetmiyorum. Onun huzurlu bir evi olmalı

O yüzden, şimdi değil. Ama bir gün… hazır olduğumda… O çocuk olacaksa, onun annesi sen olacaksın. Bundan zerre şüphem yok.”
Zorlayamazdı karşısındaki adamı şuan istemiyordu belki acele etmişti ama Yıldırer ile yaşamayı onunla bir aile olmayı çok istiyordu
Belin ona doğru döndü, birkaç adım attı. Aralarında artık hiç mesafe yoktu.
“Ben senden mükemmel bir adam olmanı istemiyorum, Yıldırer. Sadece yanında olmayı, yaralarımızı birbirimize gösterebilmeyi istiyorum.”
Yıldırer başını eğdi.
“Biliyorum.

Başını kaldırdı, gözlerinin içine baktı.
“Sakın, seni istemediğimi sanma. Seni hayatımın her anında istiyorum. Sadece… çocuk kısmı için biraz daha vakte ihtiyacım var.
Belin, onun elini tuttu. Sıcak, yumuşak bir dokunuştu bu.
“Yıldırer o eli avuçlarının arasına aldı.
“Söz… Çok geç kalmayacağım.”


Belin, sessizce yatakta doğruldu. İnce çarşaf omzundan kayarken . Ayaklarını yere bastı, ama kalkmadan önce birkaç saniye boyunca öylece oturdu. Derin bir nefes aldı, sonra sessizliği bozmadan konuştu:
“Ben... gidip eczaneden ilaç alayım,” dedi.
Yıldırer, Belin’in gözlerinde o tanıdığı ama her defasında yüreğini sızlatan hüzün vardı.
Yıldırer, derin bir nefes aldı. Gözlerindeki keskinlik, bir anlığına buhar gibi dağıldı. Sert hatları gevşedi
“Belin…” dedi, kelimeyi yutkunarak. “Eğer bir çocuğumuz olursa… ve sen bir gün pişman olursan... ya da onu sevmezsen, ilgisiz bırakırsan… işte, bunu kaldıramam
Bakışlarını kaçırmadı.
“Bu yüzden emin olmadan böyle bir şeye kalkışmanı istemiyorum. Ne benden ne de bizden. Çünkü… senin emin olman gerek. Çok emin olman gerek.”
Belin’in gözleri dolmuştu. Ama o anda ağlamadı. Sadece dinledi.

Yıldırer sesini alçalttı, neredeyse bir dua gibi konuştu:
“Ben çocuğumuzu çok severim. Tüm kalbimle… Ama şu an ona iyi bir baba olur muyum, bilmiyorum. Beni anlıyorsun değil mi, sarı civciv?”
Küçük bir tebessümle ekledi:

“Seni incittiysem… binlerce kez özür dilerim. Ama senden bir şey istiyorum. Bekler misin beni? Hazır olmamı, biraz daha büyümemi… sadece biraz vakit verir misin bana? Çünkü... senin beni sevmen bile başlı başına bir mucizeyken, senden zaman istemem… büyük bir şey. Ama yine de... lütfen.”
Belin bir süre sessiz kaldı. Gözleri Yıldırer’in yüzüne takılmıştı. Yüzündeki çizgilere, göz altlarındaki yorgun gölgelere, dudaklarının titrek hareketine… Bir şey söylemedi; çünkü söyleyecek kelimeler aklından uçup gitmişti.
Derken, kaşlarının arasındaki o düşünceli çizgi yavaşça dağıldı. Yüzünde usulca beliren bir gülümseme… bir barış teklifiydi.
Yavaşça yatağa döndü, adımları sessizdi. Yıldırer’in yanına geldi, eğildi ve parmak uçlarıyla ensesine dokundu. Tam da o bildiği yerden—Yıldırer’in sinir olduğu ama saklamaya çalıştığı, o küçük tikten.
Yıldırer gözlerini kırpıştırdı, omzunu hafifçe gerdi.
“Belin... yapma,” dedi,
Belin dudaklarını kıvırarak cilveli bir sesle fısıldadı:
“Çookkk tatlısın...”


Belin, gülümseyerek Yıldırer’in boynunu okşamaya devam etti. Parmak uçları, boynunun çizgisini nazikçe takip ederken sesi neşeli ve hafifti:
“Neden yapmayayım? Böyle ciddi konuşunca daha da tatlı oluyorsun,” dedi, gözlerinin içi gülerek.
Yıldırer, onun dokunuşuyla gevşeyen omuzlarını hissedip derin bir nefes aldı. Ama dudaklarının arasından çıkan ses yine de ciddiyetini koruyordu.
“Az önce söylediklerimi dinledin mi, civciv?”
Belin başını hafifçe yana eğerek gözlerini onun gözlerine kilitledi.
“Hıhı… Dinledim. Şu an hazır değilsin. Ama ben beklerim. Eminim… çok güzel bir ailemiz olacak.”

. Belin’in bilmediği, ona hiç anlatmadığı bir parça: geçmişi… ve kardeşi.
İçinden konuştu:
“Bizim… ailemiz… Evet. Bir gün olacaksa, o aile seninle olacak, Belin. Ama…”
Gözleri uzaklara daldı. Bir zamanlar kollarına sığınıp uyuyakalan, saçlarını karıştırdığı o küçük kız çocuğunun hayaline…
Kardelen…
Ne haldesin? Bir zamanlar ‘ağabeyim’ derdin, şimdi adımı bile anıyor musun?
Göz kapaklarını sıktı.
“Kırgınım sana… ama asıl sen bana kırılmış olmalısın. Gitmene sebep olan her şeyi düşünmeden edemiyorum. . Ama seninle konuşmadan hiçbir şey tam değil. Belin de… onun da haberi yok. Belin’in sesi onu düşüncelerinden çekip aldı.
“Bizim ailemiz olur değil mi, Yıldırer?”
Yıldırer başını kaldırdı, bakışlarını Belin’in gözlerine sabitledi. İçinden geçen onca fırtınaya rağmen sesi sükûnetle süzüldü:
“Tabii ki olur.”
“Şu an bile tamamız. Sadece… minik bir mucizemiz eksik. Başka eksik yok.” dedi Belin, dudaklarını kıvırarak gülümsedi.

Yıldırer, derin bir nefes alıp geri çekilmeye çalıştı. Ama Belin onun bu halinden fazlasıyla keyif alıyordu.

Yıldırer sonunda dayanamayıp, “Yarın biraz vakit geçirelim, olur mu?” dedi, konuyu değiştirmeye çalışarak. “İki günlük izin aldım. İstediğin her şeyi yapabiliriz.”

Belin’in yüzü hemen aydınlandı. “Ciddi misin?dedi, gözleri heyecanla parlıyordu. Sonra düşünceli bir şekilde ekledi, “Ama ne yapsak acaba? Bir fikrin var mı?”

Yıldırer, Belin’in neşeli haline istemsizce gülümseyerek baktı. “Sen ne istersen onu yaparız, güzelim
-Belin ise yarın için içi içine sığmıyordu


Belin, kucağında kıvrılmış bir kedi gibi huzurla nefes alıyordu. Teninin sıcaklığı, odanın sessizliğine karışıyor; uyku ile uyanıklık arasında bir yerlerde usulca salınıyordu. Yıldırer, başını yatağın başlığına yaslamıştı. Gözleri tavana dikiliydi, ama gördüğü hiçbir şey yoktu.
Boğazı kurumuştu. Gözleri yanıyordu, ama ağlamıyordu. Ağlayamıyordu. Ağlamak... artık onun için imkânsız bir şey gibiydi.
Kardeşini özlemişti.
Çok.
Kardelen’in yokluğu, zamanla alışılan bir sessizlik değil, içini sürekli tırmalayan bir eksiklik olmuştu. Belin’le Korkut’u birlikte gördükçe kalbi buruklaşıyor, içten içe kıskanıyordu. Birbirlerine bakan o iki kardeşin paylaştığı o sözcüksüz bağı... o sessiz dayanışmayı özlüyordu. Kendi çocukluğunu, kendi “biz”ini.
Belin’in huzurlu nefesi kulağında yankılanırken, içinde bir şey kırılıyordu. İkiye bölünüyordu ruhu. Bir yanda sıcaklığıyla ona yaslanan bir kadın vardı; umut dolu, geleceğe açık. Diğer yandaysa, çok uzaklarda, geçmişin tozlu koridorlarında kaybolmuş bir kız çocuğu... Kardelen.
Kısık bir sesle, sadece içinden duyulacak bir tonda mırıldandı:
“Bir yanım eksik Kardelen. Çünkü... ilk ailem sendin. Sana sımsıkı sarıldığım o gün hâlâ boğazımda düğüm. ‘Asla bırakmam’ demiştim sana... ama bıraktım. Ya da bırakmak zorunda kaldım. Her neyse. Ama işte... o gün orada kaldı benliğimin yarısı.”
Gözlerini kapattı. Karanlığın içinde Kardelen’in çocuk halini gördü. Minicik elleriyle eteklerini çekiştiriyor, cebine gizlice şeker sıkıştırıyordu. Geceleri rüyalarından uyanıp onun yanına kıvrıldığı anlar, Yutkundu. Sessizliği, kendine bile söylemekten korktuğu bir özlemle deldi:
“Ah, Kardelen… Keşke şimdi saçlarını karıştırıp, kulağını çekip ‘Yine nereye kayboldun, küçük bela?’ diyebilsem. Keşke... en azından iyi olduğunu bilebilsem.”
Sözlerinin ardından derin bir sessizlik çöktü odaya. Belin'in düzenli, güven veren nefesi dışında hiçbir şey yoktu.


Derin bir iç çekti. Göğsü daraldı, yutkunamadı.
“Seni merak ediyorum, Kardelen...”
Sesi yalnızca zihninde yankılandı, ama kalbinde bir yumruk gibi patladı.
“Nerdesin, kimlesin, mutlu musun… bilmiyorum. Bilmekten de korkuyorum. Çünkü… Ya gerçekten... benden nefret ediyorsan?”
Elleri yavaşça yanına düştü. Parmakları istemsizce kasıldı.
“Benden nefret ediyorsun, biliyorum. Ama... keşke nefretinin nedenini öğrenebilsem. Sadece bir kelime. Bir bakış. Bir cümle. Ne olursa olsun, seni anlamaya çalışırdım. Çünkü... seni anlamak, belki de kendimi affetmenin tek yolu olurdu.”


Belin uykusunda kıpırdandı, ince bir mırıltı gibi bir nefes saldı dudaklarından. Yıldırer refleksle gözlerini açtı. Onun uykusunda bile huzur taşıyan hali, Yıldırer’in içinde kendine bile itiraf edemediği bir hayranlık uyandırıyordu.
Belin onun tek nedeniydi.
Bu hayatta kalmak için, insan kalmak için, belki de sadece sabahları uyanmak için.
Onun varlığı şifaydı.
Sevgi, evet—ama ondan da öte bir şey. İçinde yargı olmayan bir anlayış. Yıldırer’in en sert yanlarına bile çarpıp kırılmayan yumuşaklık. Sessizce şefkatli kalmayı başarabilen bir merhamet. Sanki bir başka tür insan gibi. Nadide, içinden gelen ışıkla aydınlatan biri.
"Bazen," diye düşündü Yıldırer, "kendimi koca bir okyanusun ortasında hissediyorum. Dalgalar yükseliyor, karanlık basıyor, nefes alamıyorum. Ama tam batacakken, Belin geliyor. Hiç bağırmadan, hiç zorlamadan... elini uzatıyor. Ve ben yine su yüzüne çıkıyorum."
Onun yanında olmak, Yıldırer için hayatta en çok yaklaştığı huzurdu. Bunu dile getirecek kelimeleri yoktu belki, ama kalbi her gece fısıldıyordu:
"İyiyim çünkü sen varsın."
Belin uykusunda bir kez daha kıpırdadı, sonra başını usulca Yıldırer’in göğsüne yasladı. O an, bütün sesler sustu. Yıldırer’in boğazı düğümlendi,

Belin’in başı şimdi onun göğsündeydi, uyku hâlâ gözkapaklarında ağır ağır salınıyordu. Yıldırer, nefesini tutarcasına yavaşça başını eğdi ve usulca yüzüne baktı.
, dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme vardı. Yıldırer, bu gülümsemeyi defalarca görmüştü ama her seferinde ilk kez görüyormuş gibi hissediyordu.
"Nasıl bu kadar güzel olabiliyorsun?" diye düşündü,
Gözlerine bakmak, bir vadiye uzanmak gibiydi Yıldırer için—sonsuz, duru ve huzurlu.
Sonra dudaklarına geldi gözleri. Kaç kez onun bu dudaklardan çıkan bir cümleyle darmadağın olduğunu düşündü.
Parmakları kıpırdadı ama dokunmadı. Dokunmak istemedi. O an sadece bakmakla yetinmek istiyordu. Çünkü dokunduğunda kırılacak kadar narin gördüğü bir şey vardı Belin’de.
"Ben her gün senin yüzüne bakarken, iyileşiyorum. Ama senin haberin bile yok."
Belin, uykunun içinde hafifçe iç geçirdi. Başını daha çok Yıldırer’e yasladı.
Yıldırer gözlerini kapadı, ama Belin’in yüzü zihnine kazınmıştı bile.


-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ankara’nın serin yaz akşamlarından biriydi. Gök, açık ve yıldızlarla doluydu; sanki bu gece özel bir şey olacağını biliyormuş gibi parlıyordu. Ankara Kalesi’nin silueti uzaktan belli belirsiz görünüyordu

Belin heyecanla Yıldırer’in koluna asıldı, çocuk gibi neşeliydi. Gözleri ışıl ışıldı, adeta etrafa hayranlıkla bakınıyordu.
“İlk defa açık hava sinemasında film izleyeceğim,” dedi, sesi kuş cıvıltısı gibi şendi.
Yıldırer’in dudakları belli belirsiz kıvrıldı, gülümsedi. Ama her zamanki gibi ciddiyetini koruyordu. Sessizce Belin’in neşesini izledi, sanki içinden “Senin böyle mutlu olman yeter bana,” diyordu.
“Burayı beğeneceğine emindim,” dedi sonunda, ses tonu sakin ve kararlıydı. Gözlerinde ise fark edilmesi güç bir yumuşama vardı. Belin hemen bunu fark etti, gözlerini Yıldırer’in üzerine dikti, dikkatle onu izlemeye başladı.
Yıldırer kaşlarını çattı. “Ne bakıyorsun, Belin? Oturacak mıyız, yoksa burada mı dikileceğiz?”
Belin dudaklarını büzüp suratını astı. “Romantik bir şeyler söyleyeceksin sanmıştım ama nerede!” diye homurdandı, sonra kolunu Yıldırer’in elinden çekip hızla öne doğru yürüdü.

Kalabalığın ortasında, perdeden tam karşıya düşen ideal bir yer buldular. Belin oturur oturmaz sandalyeye yayıldı, sanki orası onun krallığıydı.
“İyi bir yer kaptık! Ama bana patlamış mısır almadan burada kalmam. Sen sıraya giriyorsun, Yıldırer,” dedi emredici bir tonla, kaşlarını kaldırarak.
Yıldırer gözlerini kısıp başını hafifçe eğdi, kaşlarını çatsa da o an yüzündeki sertlik sadece maskeydi. İçten içe Belin’in bu kaprisli ve çocuksu hallerine hayrandı. Ama bunu yüzüne yansıtmak mı? Asla.
Biraz sonra, elinde mısır ve iki içecekle geri döndüğünde film çoktan başlamıştı. Perdede eski bir Türk filmi dönüyordu; siyah beyaz karelerde iki sevgilinin hüznü
Belin, sessizce mısırdan bir avuç aldı, gözünü perdeye dikti. Ama aslında sahnelerle değil, Yıldırer’in tepkileriyle meşguldü. Göz ucuyla sürekli ona bakıyor, onun yüzünden geçen en ufak kıpırtıyı bile kaçırmak istemiyordu.
Sonunda dayanamayıp fısıldadı:
“Yıldırer... böyle ciddi ciddi izliyorsun ya, çok komik görünüyorsun.”
Yıldırer hafifçe ona eğildi. Gözleri ciddiyetini koruyordu ama içinde gizli bir eğlence parlıyordu.
“Belin,” dedi, dudaklarının kıyısında belli belirsiz bir gülümsemeyle,
“Filme odaklan. Yoksa sinema sonrası seninle uğraşacağım.”
Belin gözlerini kocaman açtı, mısır kutusunu göğsüne bastırdı. “Ne yani, tehdit mi ediyorsun beni?”
Yıldırer başını iki yana salladı ama gülümsemesini saklayamadı.
“Bu, bir uyarıydı sadece,” dedi alçak sesle. “Devam edersen, seni öpebilirim.”
Belin’in yüzü bir anda kızardı, gözlerini perdeden ayıramıyormuş gibi yapmaya çalıştı. Ama kalbi göğsüne sığmıyordu artık.
Film ilerledikçe Belin’in ruh hali, sahneden sahneye değişiyordu. Bazen kahkahalar atıyor, bazen gözleri dolu dolu hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordu. Yıldırer, onun bu iniş çıkışlarını izlerken hem hayranlık duyuyor hem de sabırsız bir şekilde iç çekiyordu.

Belin, farkında olmadan kendini Yıldırer’in omzuna yaslamıştı. Yıldırer, onun bu haliyle tamamen içine çekilmişti, gözlerini perdeden Belin’e kaydırmıştı. Arada bir, Belin’in saçlarına elini uzatıp,sarı civcivin perçemlerini düzeltiyor, bazen de Belin’in gözyaşlarını silmek istercesine saçlarına ufak bir öpücük konduruyordu. .

Belin, bir sahnede karakterlerden biri ölünce gözyaşlarını tutamadı ve burnunu çekerek fısıldadı, “Yıldırer... Kadın öldü! Ama onlar mutlu bir son hak etmişti. Bu haksızlık!” dedi, inatçı bir şekilde ekrana bakarken.

Yıldırer, hafif bir gülümsemeyle başını eğip onun kulağına yakın bir şekilde fısıldadı, “Güzelim, sadece bir film. Gerçek değil.”

Ama Belin, ona dönüp kararlı bir ifadeyle, “Hayır! Mutlu bitmeliydi. Mutsuz sonlara inanmıyorum,” diye ısrar etti. Yıldırer onun bu ısrarcı haliyle daha da keyiflenmişti.

“Fazla mı duygusalsın, Belin?” diye sordu, onun saçındaki bir perçemi geriye doğru atarken.

Belin, başını hafifçe kaldırıp gözlerinin içine baktı, “Hayır, değilim. Ama mutsuzluğu sevmiyorum. Sen bana sakın mutsuzluğu yaşatma, tamam mı
Yıldırer’in yüzündeki ifade ciddileşti. Gözlerini Belin’inkilere dikerek, “Yaşatmam,”

Film bittiğinde Belin hala mutsuz sonun etkisindeydi, gözleri hafifçe kısılmış, dudakları ise buruk bir şekilde büzülmüştü. Yıldırer, onun bu haline gülmemek için kendini zor tutuyordu. Bir süre sessizce yürüdükten sonra dayanamayıp, “Yine geliriz. Ama bu kez mutlu biten bir film seçerim, sarı civciv,” dedi, dudaklarının kenarındaki alaycı gülümsemeyi gizleyemeden.

Belin, gözlerini ona dikerek kaşlarını çattı, şakayla karışık bir tehdit tonuyla, “Alay mı ediyorsun, .

Yıldırer ciddi bir yüz ifadesi takınarak, “Seninle alay edecek cesaretim yok, sarı civciv,” dedi. .

Belin, Yıldırer’in gülmemek için dudaklarını sıktığını fark edince, istemsizce gülümsedi. “Hah, gül bakalım! Gül, sonra görüşürüz seninle,” dedi ve Yıldırer’in ensesine hafifçe dokundu, .

, “Belin, yapma güzelim! Kaç defa diyeceğim, tikim var,” diyerek onun elini ensesinden uzaklaştırdı.
Belin, kollarını göğsünde birleştirip kaşlarını çatarken, “O zaman sarı civcivi kızdırma!” dedi, sesi hafif bir meydan okuma içeriyordu.

Yıldırer, başını hafifçe yana eğip ona baktı ve gülerek, “Senin gibi bir sarı civciv kızdığında bile sevimli oluyor. Korkutmuyorsun, güzelim,” dedi.

Belin, Yıldırer’in bu rahat tavırlarına hem sinirlenip hem de eğlenerek, “Bir gün seni fena yapacağım, haberin olsun,” dedi ve hızlı adımlarla yürümeye başladı.

Yıldırer, arkasından yetişip Belin’in elini tuttu. “Sarı civciv, dursana! Sevgilini yalnız mı bırakıyorsun?” dedi, hafif bir sitemle karışık alaycı bir tonla. Belin, gözlerini devirerek elini çekti, ama yüzündeki gülümsemeyi gizleyemedi.

Yıldırer, Belin’in o masum ama bir o kadar da çekici gülüşünü görünce dayanamadı; o anı hafızasına kazımak istercesine hafifçe tebessüm etti. İçinden sessizce mırıldandı:
“O güzel yüzün hep aklımda kalsın…”
Birdenbire, ani bir hareketle Belin’i kucağına aldı.
“Yıldırer! Ne yapıyorsun? Herkes bize bakıyor!” diye itiraz etti Belin, yüzü kıpkırmızı, hem utanmış hem de keyifliydi.
Yıldırer, umursamaz bir omuz silkme ile karşılık verdi:
Şu an seni sevmek istiyorum ve otele gidiyoruz. İtiraz yok!”
Belin, onun bu kararlılığı karşısında dayanamayarak kıkırdamaya başladı.
“İtiraz eden yok!” diye karşılık verdi
Yıldırer, Belin’i sıkıca kucağında taşırken, yürüyüş yolu boyunca yıldızların altında sessizce ilerlediler.

 

 

 

 

Bölüm : 20.07.2025 01:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...