62. Bölüm

AMA SEN BANASIN....

Berfu
morzamiku

Normalde bölümü tamamlayamadım ama bir kısmı hazır olduğu için direkt yayınlamak istedim hem de daha fazla beklemenizi istemedim umarım bu bölümü beğenirsiniz ve lütfen beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayalım okunan kişi sayısına göre çok az kişi beğeniyor bu biraz kırıcı oluyor umarım açıklayabilmişimdir ....Herkese keyifli okumalar dilerimmmmmmm...

Say kardelen çiçeğim

Bir kış günü doğmuştum

Baharda öleceğim

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

“Çocuklar, yarına kadar sayfa 90, 91, 92 ve 95’teki ikinci etkinliği tamamlayın. Ayrıca, yarın sulu boyalarınızı getirmeyi unutmayın!”
Zil çalar çalmaz sınıf bir anda kıpır kıpır oldu. Sandalyeler gıcırdayarak çekildi, çantalar telaşla kapatıldı. Çocuklar, neşeyle gülüşerek kapıya yöneldiler. . Ama sadece o kadar. O tebessüm… bugün kalbime dokunmadı. Yüzüme asılı kaldı yalnızca, soğuk bir maske gibi.

Yavaşça kabanımı üzerime geçirdim. Her düğmesini ilikledim. Atkımı boynuma sardım; belki biraz fazla sıktım. . Çantamı omzuma astım, son kez sınıfa baktım.
Mihri’yi okuldan aldım. Her zaman yaptığı gibi, parmaklarını avucumun içine sıkıca yerleştirdi. Elimi sımsıkı tutması, her seferinde içimde bir yere dokunuyordu. Küçücük elleriyle hayatımın en büyük sessizliğine tutunuyordu sanki.
– Kardelen, dayımın yanına gidelim mi? – dedi birden
Korkut'la konuşmuyorduk. Onunla kalmak istemeyişime sanırım kırılmıştı ve bende sanırım onu özlemiştim ama aramızda yine yanlış anlaşılan bir konu vardı düzeltmeliydim
– Güzelim... Dayın meşgul. – dedim, yüzüme yapay bir gülümseme yerleştirerek. Kelimelerime ihanet eden bir titreme vardı sesimde.
Bir anda yüzü düştü. Sessizleşti. Küçük omuzları çöktü, adımlarını ağırlaştırdı. Üzülüyordu
– Kardelen... Annem geldiğinde, sen gidecek misin?
Duraksadım. Cevap vermek istemedim. Ama sessizliğim bile bir cevaptı artık.
– Gitmemi istiyorsun değil mi Mihri kuşum? – dedim, ona doğru eğilerek.
Başını hızla iki yana salladı.
– Hayır! Hayır gitme! Annem ve benimle kalsan... Annem bana masal okumuyor. Sen ona masal öğretsen?
Gülümsedim, gözlerim nemlendiğini hissettim ama göstermemeye çalıştım.
– Hmm... Düşünmem lazım.
Ama o ciddiydi. Dudaklarını büzdü
– Lütfen Kardelen... Sen, ben, annem, sütlaç... ve daayıııım... Lütfen...
Yine Korkut… Adını duymak ....Onu konuşmamak bile yetiyordu canımı yakmaya.
– Bu konuları sen düşünme kuşum, tamam mı? Sana söz... Seni bırakmam.
O sırada saçlarındaki tokası gevşemişti. Eğildim, sarı saçlarını usulca düzelttim. Beresini özenle taktım, alnına küçük bir buse kondurdum.

Aramadı.
Yine aramadı.
Ne saçma... Her seferinde aynı şeyi yapıyorum. Telefonuma anlamsızca bakıyorum, ekran ışığı yansıyor yüzüme, ama adı yok. Sesi yok. Hiçbir iz yok. Sanki hiç olmamışız gibi.
Sahi, kaç gün oldu?
Üç mü? Dört mü?
Bir insan nasıl susar böyle?
Nasıl yokmuşum gibi davranır?
Kendimi aptal gibi hissediyorum. Seni düşünüyorum, hâlâ...
Sana küsmekle seni özlemek arasında sıkıştım.
Keşke bir sesin gelse.
Sadece bir "Kardelen" deyişin…
Bu sessizlikte en çok onu özlüyorum.

Ekranı parmaklarımla açtım. Titreyen bir refleksle ismini arattım rehberde. "Korkut."
Sanki dokunmam bile yasakmış gibi duruyordu orada. Soğuk, mesafeli ve suskun. Tıpkı kendisi gibi…
Bir an durdum. “Yapma,” dedi içimdeki gurur. “Yazma.”
Başparmağım "Mesaj gönder"e dokundu.
Yazdım.
“Korkut, nasılsın?”
Hepsi bu. Üç kelime.
Gönder’e basmadan önce uzun uzun baktım cümleye.
Bir yanım "Bırak, gönder. Ne kaybedersin?" derken, öbür yanım, "Aramayan biri, bir mesajla mı döner sanıyorsun?" diye fısıldıyordu.
Gözlerimi kapattım.
Ve…
Sildim.
Kelime kelime, harf harf…
"n", "a", "s", "ı", "l", "s", "ı", "n"…
Hepsi yok oldu.
Telefonu kapattım.
Kendime kızar gibi derin bir nefes aldım.
Olmaz... Onu önce özlemekten vazgeçmem lazım.
Ama nasıl?

. Eve vardığımızda, Özlem çok geçmeden çıkageldi. Neşesi her zamanki gibiydi, capcanlı,
“– Kardelen, bu hafta sonu bil bakalım kim yurt dışına gidiyor?” dedi gözlerini kocaman açarak.
“– Şaka yapıyorsun!” dedim, şaşkın ama gülümseyerek.
“– Sonunda yurt dışına çıkabildim! Ölmeden önce başardım, şükrediyorum resmen.”
“– Abartma Özlem…”
“– Ne abartması kızım! Üç yıldır kıyı köşe Avrupa ülkelerine vize kovalıyorum. Az mı süründüm?!”
“– Bu konuda haklısın…”
“– Ben her zaman haklıyım Kardelen,” dedi, sırıtarak.
“– Sen… dedi

“– Biliyorsun,” dedim
“– Biliyorum… ama yani... istersen bu durumu düzeltirsin,” diye devam etti,
“– Nasıl yani?” dedim merakla.
“– Ayy Kardelen! Sen benim sınavımsın. Yemek hazırla diyorum, romantizm diyorum…”
“– İşe yarar mı sence?”
“– Tabii ki! Hatta sonra bana teşekkür edeceksin.”

“– Denemeye değer,” dedim ve başımı hafifçe salladım.
Sonra içimde ansızın kabaran o tanıdık boşluğa kulak verdim. “Biraz hava almam lazım,” dedim yalnızca.
Başını salladı. Göz göze gelmemize gerek yoktu; içimin hâli zaten gözlerimden taşıyordu. Mihri’yi Özlem’e emanet ettim.
Kapıyı arkamdan kapattığımda, Ankara’nın o meşhur kuru soğuğu yüzüme tokat gibi çarptı.
.Telefonumu çıkardım, parmaklarım titreyerek Sena’yı aradım. Ekrana uzun uzun baktım önce, sonra arama tuşuna bastım. Adımlarım yavaş, zihnim karmaşıktı. Tunalı’dan aşağı doğru yürürken, kaldırımdaki çatlaklara basmamaya çalıştım
Telefon birkaç kez çaldıktan sonra açıldı.
“Alo?”
Sesi yorgundu. Belki de biraz kırgın.
“Sena, nasılsın? Her şey yolunda mı?” dedim, gözlerim Ankara'nın gri göğüne kayarken.
“İyiyim, Kardelen,” dedi.
Kısa bir sessizlik oldu. Sokaktan geçen bir otobüsün uğultusu o sessizliği doldurdu.
Sonra birden, sesi biraz yumuşadı:
“Bebeğimin cinsiyetini öğrendim.”
O an yüreğimde bir şey kıpırdadı. Dikkatim o an kendine geldi, ayaklarım durmuştu bile.
“Ciddi misin? Hadi söyle hemen, neymiş?” dedim, içimde beliren minik sevinci bastıramayarak.
“Hazır mısın?”
“Hazırım! Dayanamam, hadi söyle!”
“Erkek…”
“Yaaa! Allah’ım, küçük bir prensimiz olacak!”


Sena’nın kahkahasıyla birlikte ben de hafifçe gülümsedim. Sanki içimdeki o sıkışıklık bir anlığına gevşedi. Ama sadece bir anlığına…
“İsme karar verdiniz mi?” diye sordum, yürürken etrafıma bakınmaya başladım. Sokak lambaları titrek bir sarıyla parlıyor, kaldırımda tek tük insanlar geçiyordu. Herkesin bir telaşı vardı
“Henüz hayır,” dedi Sena. “Ama birkaç fikrim var. Umut olabilir, belki de Mert… Kararsızım
“Her biri çok güzel,” dedim usulca. “Ama hangi ismi koyarsanız koyun, eminim yüreği annesi gibi kocaman olur.”
Sessizlik. Bu kez uzun sürdü. Belki de ikimiz de söylemek istediklerimizi yutuyorduk. Sonunda o bozdu sessizliği.
“Kardelen,” dedi, sesi daha ciddiydi şimdi. “Sen iyi misin?”
Bir an durdum. Adım bile atmadım. Gözlerimi kapattım. Bu soru, günlerdir kendime sormaktan kaçtığım soruydu. İyi miydim?
“Bilmiyorum,” dedim. Gerçeği saklamanın anlamı yoktu artık. “Kendimi bir sisin içinde yürüyormuş gibi hissediyorum. Ne önü görüyorum, ne arkayı. Sadece yürüyorum. Sanki adım atmasam çökeceğim.”
Sena bir şey demedi. Sessizliğiyle yanımda olduğunu hissettirdi. Bazen en çok da bu gerekiyordu;

Kendimi hemen toparladım, sesimi biraz neşeli hale getirerek sordum:
“E, bugün ne yapacaksın bakalım?”
“Şimdi abimle alışverişe çıkacağız,” dedi Sena, sesi biraz daha canlıydı artık. “En azından doğum çantamı hazırlayayım diyorum. Gerisini sonra hallederim nasılsa.”.
“Tamam canım, bir şeye ihtiyacın olursa her zaman yanındayım,” dedim, tüm içtenliğimle. Gerçekten de öyleydi. Onun için elimden geleni yapmaya hazırdım.
“Biliyorum, iyi ki varsın,” dedi Sena. Bu sefer sesindeki minnettarlık daha belirgindi. O cümle, öylesine kurulmamıştı. Kalpten gelmişti.
“Sen de iyi ki varsın, Sena. Neyse, seni fazla tutmayayım, hazırlıklarını yap,” diyerek konuşmayı sonlandırdım.
Telefonu kapattıktan sonra, yüzümde fark etmeden oluşmuş o küçük gülümsemeyi hissettim.
Korkut’un yanına gitmeye kararlıydım. Günlerdir içimde büyüyen o sessiz özlem artık susmuyordu. Halil İbrahim’in yardımıyla, akşamları eski evimizde kaldığını öğrenmiştim.Bizim evimizdi ve ben artık evimde olmak istiyordum. Onu görmek istiyordum. Önce markete uğradım. Ne yapacağıma karar vermiştim: İslim kebabı. Yanına birkaç meze aldım. Bir de çorba yapacaktım. Ama bu sefer tarhana değil… Yayla çorbası. İçimde bir yer, onun bu sefer beğenmeyeceğini fısıldasa da… “Belki de kafasına dökerdim bu sefer,” diye kendi kendime gülümsemeyi ihmal etmedim. Ama sonra hemen toparlandım.
Eve vardığımda hâlâ anahtarın bende olduğunu hatırladım. Parmaklarım anahtarlığın ucunda bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes alıp kilidi çevirdim.
Bir ürperti geçti içimden. Derin bir nefes aldım. . Kollarımı sıvayıp mutfağa geçtim.
Patlıcanları önce özenle yıkadım, sonra ocakta közlemeye başladım. Tüm mutfak mis gibi patlıcan kokusuyla dolarken, bir yandan da yoğurtlu mezeleri hazırladım.
Yemekler hazır olduğunda masayı itina ile kurdum. Her çatal, her tabak neredeyse milimetrik bir özenle yerleştirilmişti. Her şey neredeyse kusursuzdu.
Ve şimdi… Geriye tek bir şey kalmıştı: Onun gelmesini beklemek.

Zaman yerinde sayıyor gibiydi. Saat ilerliyor, gölgeler uzuyordu… ama o hâlâ gelmiyordu.
Salondaki masa hazırdı. Tabaklar, çatal bıçaklar, iki kişilik kurulan sofra… Ama tek bir ses bile yoktu evde.
Ayağa kalktım.
İçimde bastıramadığım bir dürtü vardı. Yavaş adımlarla koridora yöneldim. Korkut’un odasının kapısına geldim. Gözüm kapının tokasında, elim duraksadı bir an. Sonra… açtım.
Odaya adımımı attığım an, yüzüme çarpan o koku… Kalbim ansızın göğsümde kıvrıldı. İşte buydu. Tam da bu. Onun kokusu.
Yavaşça dolabın kapağını açtım. Gömlekleri sıralıydı, aralarında bir iki kazak. Elimi uzatıp koyu renkli, hafif buruşmuş bir gömleği çıkardım. Gözlerimi kapatıp burnuma çektim.
Derin derin, doyasıya. Sanki onun omzuna başımı koymuşum da, susuyormuşuz gibi.
İçime işliyordu bu koku. Sesi, susuşu, en çok da bana bakarken kaçırdığı bakışları.
O gömleği kucağıma almışken eğildim, İşte o anda gözüm çarptı. Dolabın sağ alt köşesinde, yere yakın bir yerde… bir şey vardı. Hafifçe eğildim, eli uzattım.
Parmaklarım sert bir metal yüzeye dokundu.Koyu renkli, kare bir kasa. Ağırdı. Gözlerim bir süre üzerinde gezindi. Şifreliydi. Üzerinde hiçbir iz yoktu; ne isim, ne işaret, ne de bir açıklama.
İçinde ne vardı?
Ama o an… açmak gelmedi içimden. Çünkü bu gece hiçbir şey düşünmek istemiyordum , sadece onu istiyordum.
Yavaşça gömleği yerine astım, dolabı kapattım. Odanın kokusunu bir kez daha burnuma çektim. Son kez. Sonra kapıyı arkamdan çekip salona döndüm.
Salonda sandalyeye oturdum. Ellerim dizlerimin üstünde. Sakin olmaya çalışıyordum ama kalbim... O, çoktan koşmaya başlamıştı. Aklımda tek bir soru dolanıyordu:
Acaba bu çaba… aramızdaki kırgınlıkları silmeye yeter miydi?


Halil İbrahim’in söyledikleri hâlâ kafamda dönüp duruyordu. Evet, Korkut’un burada kaldığını söylemişti ama... içime tam bir huzur çökmemişti. Belki de gözlerimle görmek istiyordum. Belki de ondan gelecek en ufak bir bakışı, bir sözü bekliyordum—içimde titreyen umutlarla.
Elleri titreyen biri gibi defalarca cebimden çıkarıp geri koyduğum telefonu sonunda elime aldım. Başka çarem yoktu. Parmaklarım kendi kendine Halil İbrahim’in numarasını tuşladı. İçimde tuhaf bir heyecan vardı, boğazıma oturmuş bir düğüm gibi.
Telefon birkaç kez çaldıktan sonra o tanıdık, tok ve her zamanki gibi mesafeli sesi duyuldu:
“Efendim.”
Kelimeler bir an dilimin ucunda asılı kaldı. Tereddüt ettiğimi fark ettim ama merak daha güçlüydü.
“Korkut... senin yanında mı?” dedim, hiç dolandırmadan.
“İki saat önce çıktı,” dedi, net bir ses tonuyla. Her kelimesi keskin, her hecesi sanki kesip atan bir bıçak gibiydi. Uzun konuşmaları hiç sevmezdi.
“Anladım, sağ ol...” dedim, ama içimdeki kıpırtı dinmek bilmiyordu.
. “Gelir değil mi? Vallahi çok heyecanlıyım.” Sesimdeki telaşla karışık umut, belki de biraz çocukcaydı.
“Gelir. Merak etme,” dedi, yine aynı sakinlikle.
Onun bu kadar kesin konuşması, nedense beni rahatlatmıştı. Ama içimde hâlâ başka bir şey vardı. Belki de sadece biriyle konuşmaya ihtiyaç duyuyordum. Belki o yalnız anımı paylaşmak istiyordum, bilmiyorum.
“Sen nasılsın?” dedim aniden. “Seninle pek sohbet edemedik. Korkut’u beklerken canım sıkıldı.”
“Normal,” dedi.
Bir duraksama.
Sonra aynı sıradanlıkla devam etti:
“Sabah kalktım, mekân bastık. Sonrasında iki ölü, üç yaralı.”
Sanki bana sabah kahvesini nasıl içtiğini anlatıyordu. Sesi öyle sıradandı ki tüylerim ürperdi. Dudaklarımı ısırdım, istemsizce irkildim.
“Anladım,” dedim, biraz alayla. “Sabah rutinin güzelmiş.”
Ama o oralı bile olmadı. İç dünyasını öyle derinlere gömmüştü ki, konuşmakla yüzeye çıkarılacak gibi değildi.
Fırsat bu fırsat, konuyu değiştirdim.
“Ee, Özlem’le aranız nasıl?”
Bir an sessizlik oldu. Ardından, alışıldık o soğuk tonda cevap verdi:
“Aramız yok.”
Bir anlık afallamayla kaşlarımı çattım. Bu kadar mıydı yani?
“Bu kadar mı? Yani... ben Özlem’le ilgileniyorsun sanmıştım,” dedim. Sadece şaşkınlıkla değil, biraz da onun kendine bile itiraf edemediği bir duygunun ucunu dürtmek ister gibi.
Ama o benden bir adım geride değil, birkaç duvar uzaktaydı.
“...Kapatıyorum,” dedi birden. Sesi sabırsızlaşmıştı.
“Bekle, bekle, tamam!” dedim hemen. Konuşma böyle bitmesin istiyordum. Gerçekten bitmesin.
“Anladım, konuşmak istemiyorsun ama…”
Bir an yutkundum. Kalbimin derininden gelen bir cümleyi usulca bıraktım:
“Sen çok iyi birisin. Umarım mutlu olursun.”
Kısa bir sessizlik. Belki düşünüyordu. Belki sadece duygularını saklıyordu, kim bilir?
“Sağ ol bacım. Allah’a emanet ol,” dedi sonunda. Aynı dingin, aynı buz gibi sesle.
“Sen de,” dedim ve telefonu kapattım.
Elimde tuttuğum telefon bir anda ağırlaşmış gibiydi.-
. İçinde neler döndüğünü anlamak neredeyse imkânsızdı. Ama tuhaf bir şekilde... onun mutlu olmasını istiyordum. Belki de insan, en uzak duranı bile iyilikle görmek isterdi bazen.
Özlem’le aralarındaki o gri alan ise aklımın bir köşesini kurcalamaya devam etti.


Düşüncelerimin girdabından çıkıp saate baktım. Dakikalar sanki saatlere dönüşmüştü. Kalbim, gelmeyen bir adamın ayak sesine kilitlenmişti. İçimden, neredeyse fısıltı hâlinde mırıldandım:
“Keşke şu anda burada olsaydı...”
mutfağa gidip , yemeklerin altını kısıp kontrol ediyordum. Derken... kapı açıldı. Anahtar sesi.
Yüreğim göğsümden fırlayacak gibi atmaya başladı. Kalbim, “O geldi!” diye bağırdı içten içe. Yüzüme heyecanlı bir gülümseme yayılmıştı ki…
Bir kahkaha.
Yabancı değil.
Aksine, fazlasıyla tanıdık.
Günce.
Saniyelik bir şok yaşadım. İçimden bir şeyin kırıldığını hissettim. Sesini her yerde tanırdım. O kahkaha, içime bir hançer gibi saplandı.
Ayaklarım olduğu yere mıhlanmıştı. Sanki zemin altımdan kaydı ama bedenim düşmeyi unuttu. Nefesim tutulmuştu. Yutkundum. Sonunda kendimi toparlayıp yavaşça salona doğru yürüdüm.
Ve o anda gördüğüm şey, hayalini kurduğum her şeyi yerle bir etti.
Korkut…
Günce’nin koluna girmişti.
Dünya bir an sessizleşti. Renkler soldu. Kalbim, göğsümde bir boşluğa düştü sanki.
Hayal kırıklığı.
Öfke.
Şaşkınlık.
Hepsi üst üste,
Korkut bana baktı.
“...Kardelen,” dedi.
Ne bir şaşkınlık, ne de pişmanlık vardı sesinde.
Sanki orada olmam hiçbir şeyi değiştirmemeliydi onun için.
Boğazımda düğümlenen sözcükleri çıkaramadım. Yalnızca geri adım attım. İstem dışıydı; bedenim kalbimden önce tepki vermişti. Gözlerim Korkut’tan ayrılmadı. Ondan bir açıklama beklemiyordum. Ama yine de... bir bakış, bir işaret, hiçbir şey yoktu.
O sırada Günce, benim üzerimdeki bakışlarını hiç sakınmadan Korkut’a döndü ve kahkahayı bastı.
“Korkut, yüz ifadesine baksana,” dedi.
Sonra tekrar bana dönüp, gözlerimin ta içine baka baka güldü.
Bir eli hâlâ Korkut’un göğsündeydi.
İçimde bir şey paramparça oldu o anda.
Kalbim, kelimenin tam anlamıyla kırıldı.
Ve onun gözlerine baktığımda… sadece boşluk gördüm.
Hiçlik.
Ne öfke, ne özlem, ne pişmanlık.
Sadece soğuk bir boşluk.
Gözlerimde yaşlar birikmişti ama dökülmesine izin vermeyecektim. Dişlerimi sıktım. İçimdeki kırıklığın sesi kulaklarımda çınlıyordu. Sonra Günce, birden Korkut’un kolundan sıyrıldı, dengesiz adımlarla sendeledi.
Tam düşecekken Korkut onu tuttu.
Nazikçe.
Neredeyse şefkatle.
Ona o şekilde dokunması..
Günce koltuğa bırakıldığında, yüzü hâlâ bana dönüktü.
“İyi saatte olsunlar uğramış herhalde,” diye geçirdim içimden. Ama dile getirecek gücüm kalmamıştı.
Kendine zar zor hâkim olan Günce, “Korkuttt... beni götürrr buradannn,”
Sesi inlemeye dönmüştü. Ellerini havaya kaldırıp bir şeyler arar gibi yaptı, sonra kendi kendine güldü.
“Nereye gideceğğğimmi... unuttummm Korkut gidelim mi hani sana dediğim yer varya oraya gidelim ne olur bir kere olsuunnn gel benimlee sesi kısılıyordu ”
Ve başını koltuğa yasladı.
Fazlaydım.
Yaralıydım.
Ve hâlâ oradaydım.


Bir an başını kaldırdı. Gözleri bulanıktı ama o tanıdık alaycılığı hâlâ yüzünde taşıyordu.
“yazııık...” dedi dalga geçer gibi, sesini uzatarak. “Korkut, şu kadına bir peçete versene! Ağlayacak galibaaa...”
Cevap vermedim.
Gereği yoktu. Ağzından dökülenler ağır sarhoşluğun bulanık cümleleriydi. Ama her kelime, içime işliyor, içten içe yakıyordu.
Günce ardından tamamen sızdı. Koltukta bir yığın gibi yattı kaldı.
Ben ise hâlâ oradaydım. Ayakta, boş gözlerle
Mutfağa dönüp hazırladığım yemekleri çöpe mi atmalıydım? Yoksa hiçbir şey olmamış gibi davranıp gitmeli miydim?
Zihnimdeki sorular birbirine karışmıştı.
O sırada Korkut’la göz göze geldik.
Koltuğun üzerindeki çantama uzandım. Parmaklarım titriyordu.
Bir şeyler söylemeye çalıştı:
“Açıklayabilirim,” dedi.
Soğuk bir gülümseme dudaklarıma yayıldı. Gözümün içindeki yaşları geri ittim.
“Neyi?” dedim sessizce, ama her harf diken gibiydi. “Boşver... Seninle kalmadım diye hemen Günce’ye gitmen devam edemedim ....
“ Gitmedim. Dinlersen açıklayacağım.”
“Dinlemiyorum,” dedim net bir sesle. Sesim çatlamaya hazırdı ama hâlâ ayakta duruyordum. “Ben burada sevgilim için çabalarken, sen o kadınla birlikte bu eve geliyorsun. Şaşırdın mı? Beni burada beklemiyordun, değil mi? Özür dilerim... gecenizi mahvettim.”
“Kardelen,” dedi, biraz daha yaklaşarak. “Beni dinlemeden yargılıyorsun şu an.”
“Yargılamıyorum,” dedim. “Her şey ortada. Yemek yapmıştım... Günce’yle yersiniz. İyi akşamlar.”
Aramızda bir sessizlik oldu. Sanki tüm dünya, bu evin içinde duraksadı.
Sonra Korkut’un sesi yükseldi:
“Bir adım daha atma yoksa..... devam etmedi bende umursamadım tekrar sesi yükseldi
-Çocuk gibi davranmayı bırak.”
“Ben mi çocuk gibi davranıyorum?” dedim, sesim titriyordu ama geri çekilmiyordum. “Sevgilime duyguları olan bir kadınla aynı havayı soluyorum şu an. Ve sen... sen onun yanında olmayı seçiyorsun. Belki de başlamamalıydık biz. Erken davrandık.”
Sözlerimi bitirdiğimde odanın içi yine sessizliğe gömüldü.
Ama bu seferki sessizlik...
Sonun sessizliğiydi.
Ne ben adım atabildim…
Ne de o.
Aramızdaki duvar artık görünmez değildi.
Simsiyah, soğuk bir beton gibi yükselmişti aramıza.
Ben öfkeli, kırık ve tükenmiş bir hâlde duruyordum.
O ise...
Yüzünde hayal kırıklığının gölgesi vardı.
Bir şey söylemek istiyordu belki, ama artık geç kalınmıştı.

Korkut’un gözleri karardı, yüzünde sinir ve hayal kırıklığı birbirine karışmıştı.
“Yeter artık, Kardelen!” dedi. “Her seferinde aynı şeyleri duymak zorunda değilim. Benim seçimlerim var, senin kararların var. Bu hayatı birlikte yaşamak istiyorsak, birbirimizi anlamamız lazım. Ama sen... sen sadece suçlamayı seçiyorsun.”
“Anlamak mı?” diye karşılık verdim, sesi titreyerek. “Anlamak, senin evine başka bir kadınla gelmeni mi? Bana yalan söylemeni mi? Gözlerimin içine bakıp aldatılmayı kabul etmemi mi bekliyorsun?”
Korkut derin bir nefes aldı, yumruklarını sıkıp gevşetti. “ Tek bildiğin beni suçlamak.Dinlemiyorsun ,anlammıyorsun .”
“Dinlemedim mi? Sen bir açıklama yapmadın bile! Sadece kapıyı açıp başka bir kadınla içeri girdin. Ben burada, senin için yemek hazırladım!”


Yanlış anladın,” dedi Korkut, Gözleri keskin, yüzündeki sert ifadeyle bana baktı. “Bir kere olsun bana güvenemez misin? Seni asla aldatmam. Sen ne sanıyorsun, benimle kalmadın diye başka kadınlara mı gidiyorum? Böyle bir şeyi bana yakıştırabiliyor musun?”
İçimdeki acıyı bastırmaya çalışarak cevap verdim,
“Empati yap bir an... Ben sarhoş bir halde, başka bir adamın kollarında olsam, sen ne yapardın?”
Korkut gözlerimi uzun uzun süzdü. Dudaklarını sıkıp bir an düşündü. Sonra yavaşça başını salladı, ve gözlerinde alev gibi parlayan bir öfkeyle, “O adamı tanınmayacak hale getirirdim,” dedi.
İçimdeki acı daha da büyüdü. Sesim titreyerek devam ettim:
“Peki ben şimdi ne yapayım? Günce’ye kızamıyorum çünkü sen ona o yakınlığı zaten tanımışsın. Sanki sevgilin yokmuş gibi davranıyorsun. Normalleşmiş bir şeymiş gibi davranıyorsun. Bir davranışta bulunurken benim hissettiklerimin önemi yokmuş gibi...”
Korkut’un yüzü aniden bembeyaz kesildi. Sinirle bana doğru bir adım attı, sesi bağırır gibiydi:
“Yakınlık yok! Çıldırttma beni! Önce dinle, sonra kararını ver!”
Bağırışıyla irkildim, ama o anlarda gerçekten ne hissettiğimi bilemedim. İçimde bir boşluk, derin bir çaresizlik vardı, sanki dünyam yerle bir olmuştu.
Gözlerimi kırpmadan ona baktım, gözyaşlarım dizginimi kaybetmişti:
“Yakınlık var, Korkut. Var! O kadının sana karşı duyguları olduğunu bilmiyor musun?”
Korkut derin bir sessizliğe gömüldü. Başını öne eğdi, o sessizlik her şeyin bittiğini, artık dönülmez bir yola girdiğimizi fısıldıyordu.
“Biliyordun, ve onu bu eve getirdin,” dedim

Gözlerimin dolduğunu fark ettiğimde, çok geçti. Sözlerim boğazıma düğümlenmişti. Ama sustuğum her saniye, içimde birikmiş ne varsa beni içten içe çürütüyordu. O yüzden bu kez susturmadım kendimi. Ne çıkarsa çıksın içimden… duyması gerekiyordu.
Sesim titrekti ama kararlıydım. Onun karşısında dikilirken, artık gurur değil, yalnızca gerçek konuşacaktı.
“Sen… beni sevdiğine emin misin?” dedim, gözlerime hücum eden yaşları saklamaya çalışarak. “Çünkü bazen… sanki aramızda görünmeyen, kalın duvarlar varmış gibi hissediyorum. Dokunsam bile ulaşamıyorum sana.”
Korkut, yerinden kıpırdamadı. Bakışları sabitti. Her zaman olduğu gibi, o duvarın diğer tarafında kalmayı seçmiş gibiydi.
Derin bir nefes alıp devam ettim. Bu sefer yutkunmadım, geri adım atmadım. İçimden geçenleri olduğu gibi döktüm önüne:
“Yurt dışına gittin. Bana haber bile vermedin. Biliyorum, dedim kendi kendime… tamam, belki alışkanlıkların farklıdır. Belki bu ilişki sana hâlâ yabancı. Dedim ki, affet Kardelen, yeni bir şey bu… alışması zaman alır. Ama artık anlıyorum. Sorun alışmakla ilgili değil. Sorun… senin bana hiçbir zaman gerçekten yer açmamış olman.”
Dudaklarım titredi.
“Sen hep bir sır gibisin. Soğuk değil belki ama... gizli. Ulaşılmazsın, Korkut. Tahmin edemediğim bir adam oldun. Sana yemek yaparken bile, neyi sevdiğini bilmediğimi fark ettim. Beş kez düşündüm aynı şeyi pişirirken. Ne sever, ne yemez? Acaba yer mi, beğenir mi? Çünkü anlatmadın. Anlatmıyorsun. Çünkü… beni merak etmiyorsun benimle kendin ile alakalı konuşmuyorsun .
Ve ben devam ettim, çünkü ilk kez kendime bu kadar dürüsttüm:
“Her sabah günaydın mesajı istemiyorum. İki harflik ‘günaydın mesajı ’ bile değil mesele. Ama bir kere, sadece bir kere... ‘İyi misin?’ deseydin ya. Nasılsın Kardelen? Bugün kalbin ağrıyor mu? Uyuyabildin mi? Bunu sormanı bekledim. Ama sen… hiç sormadın. Çünkü yoktum senin için. Vardım ama yoktum.”
Bir an başımı eğdim. Ama hemen sonra gözlerimi tekrar onun bakışlarına kaldırdım. Cesaret edemediğim o cümle de döküldü sonunda:
“O gece seni yalnız bıraktığım için… hâlâ vicdan azabı çekiyorum. Saatlerce düşündüm. Kendimi suçladım. Ama sen… sen beni arayıp, ‘Kardelen, iyi misin?’ bile demedin. Kendimi hırpalamamam için bir tek kelime etmedin. Kendimi iyi hissetmem için bir şey yapmadın ”
Gözlerinde belki birkaç kıvılcım… ama yetmiyordu artık. Konuştuğumda duyulmak istiyordum gerçek anlamda

Korkut’un yüzü bir anlığına yumuşadı. Göz kapakları hafifçe düştü, çenesi gevşedi, sanki içinde bir yerlere gizlenmiş pişmanlık, kısa bir an için gün yüzüne çıkmıştı. kararlı, hatta biraz kırıcıydı.
“Sana, seni sevdiğimi söyledim. Sen hâlâ kanıt peşindesin. Kusura bakma ama sevgi açlığını ya da ailenden getirdiğin güvensizlikleri benim omzuma yükleyemezsin. Sana karşı bir yanlışım yokken, kafanda kurduklarına inanıyorsun.”
Sakin kalmaya çalıştım. Ama boğazıma düğümlenen sözleri bastırmak zordu. Dudaklarım titreyerek açıldı, sesim ne kadar sakin olmaya çalışsa da içimde kabaran öfkeyi bastıramıyordu.
“Korkut, delirtme beni. Tamam mı? Mükemmel değilim, evet! Güven ve sevgi problemlerim var, bunu inkâr etmiyorum. Ama bunlar bu sorunun cevabı değil. O kadın neden seninleydi? Neden bu evde? Neden şu an sızmış bir halde yatıyor?”
konuşmadı yine ve yine...
“Bu kadar basit bir soruya bile cevap veremiyorsun çünkü…”
Boğazım düğümlendi. O son cümleyi tamamlayamadım. Çünkü tamamlarsam, bazı şeylerin dönüşü olmayacaktı. İçimde bastırmaya çalıştığım bir ihtimal, cümleyi tamamlamamla yok olabilirdi.
Korkut başını hafifçe yana eğdi, alaycı bir gülümseme kıvrıldı dudaklarına. O bakış... Sinirlerimi delip geçti.
“Çünkü ne?” dedi. Sesindeki alaycılık, içimi lime lime ediyordu.
Bir adım attım, nefesim hızlandı.
“Anlamıyorsun sen... ona...” dedim ama kelimelerim içimde sıkıştı. Devam etmek istiyordum ama edemedim. Çünkü devam edersek, bu ilişki de bir eşikten düşecekti.
Korkut aniden yaklaştı. Yüzüme o tanıdık karanlıkla baktı. Sesi bu kez buz gibiydi, tehdit değil, nihai bir sınır gibiydi.
“O cümleyi tamamlarsan... istediğin gibi bu ilişkiyi bitiririz .İstediğin nasılsa bu bitirmek ve benden kaçmak çünkü zaten sana olan sevgim gözünde bir hiç asıl olan şu sen benim sevgimi hissetmiyorsun bir hata yapmamı bekliyorsun Kardelen benden ölümüne nefret edecek bir hata ve bırakacaksın beni ....bizi öyle değil mi dürüst olan kendine ”
Sessizlik.
Elleri kollarımdaydı sanki, görünmeyen ama ağır zincirlerle beni yerime çiviliyordu.
Sonunda konuşabildim. Sesim titremedi ama içimdeki fırtınanın izlerini taşıyordu.
“Beş dakika. Sadece beş dakikan var. Bana her şeyi anlat. Ama eğer ikna olmazsam… giderim. Ve bir daha ‘biz’ diye bir şey olmayacak.”
. Korkut’un gözlerinde bir an için bir tereddüt belirdi. Dudaklarını araladı ama kelimeler çıkmakta zorlandı. Sonra konuşmaya başladı.
“Günce’yle aramızda bir ilişki söz konusu değil. Sadece…”
Sustu. Cümle yarım kaldı. Tamamlamadı. Ben ise onu delicesine izliyordum; yüzündeki en ufak mimik, zihninin içindeki kargaşayı anlatıyordu.
“Sadece ne, Korkut?” dedim. Sesimde artık sabır değil, baskı vardı. Dürüstlük istiyordum. Gözlerimi kaçırmadan bana bakmasını,
Korkut bir adım geri çekildi, başını geriye attı, derin bir nefes aldı. Gözleri bu kez uzaklara daldı, sanki kendi geçmişinde bir noktaya tutunmaya çalışıyordu.
“Bak… kendimi ona borçlu hissediyorum. Sarhoştu. Yardıma ihtiyacı vardı. Evinin adresini bile bilmiyordum. Güneyle aram da bozuk, oraya götürmek istemedim. Başka çarem yoktu, buraya getirdim.”
Ben gözlerimi kapattım. Yutkundum. İçimdeki güven duvarı, bir çatlakla daha sınanıyordu. Ama kırılmış mıydı, hâlâ ayakta mıydı… bilmiyordum.

Her kelimesi... Her kelimesi kafamda yeni bir soru işareti daha doğuruyordu. Söyledikleri, yüzeyde mantıklıymış gibi görünüyordu ama altını kazıdıkça daha da bulanıyordu her şey. “Yardıma ihtiyacı vardı” demek, bir insanı gecenin bir yarısı kendi evine getirmek için yeterli olabilir miydi? Bilmiyordum. Ama bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum. Cümleler tamamlanmıyor, duygular netleşmiyor, gerçek asla ortaya dökülmüyordu.
Bakışlarımı kaçırmadan, dudaklarımda alaycı bir kıvrımla konuştum.
“Borçlu musun yani? Öyle mi?” dedim, sesimi titrememesi için içimde bastırdığım öfkeyle zor tuttum.
O kadına duyduğu “borçluluk” hissi... Açıklanamaz, hatta kabul edilemez bir şekilde gereksiz geliyordu. Beni bu kadar yıkan, bu kadar savunmasız bırakan bir şeyin adı "borç" olamazdı. Olmamalıydı.
Korkut bir süre suskun kaldı. Sonra gözlerini bana çevirdi. Ama bu kez farklıydı. Daha önce görmediğim bir şey vardı o bakışlarda. Sanki içinden geçeni söylemek, ona bedel ödetiyordu. Dudakları aralandı. Sesi bu kez daha sakindi, daha ağırdı.
“Kardelen güzeli , dinleyecek misin?” dedi.

O an kalbim bir anlığına durdu. Çünkü o kelimeyi, o tonda söylediğinde, içimde bir yer hâlâ onun beni sevdiğini biliyordu. Ama öfkem buna izin vermiyordu.
“Mantıklı ol,” dedi ardından, sesi birden yükseldi. “Sözümü kesmeden dinleyeceksin.”
“Tamam,” dedim. Sesimdeki hayal kırıklığını bastıramadım. Zaten gerek de yoktu. Her şey ortadaydı.
Korkut konuşmaya başladığında, . Sanki kelime değil, yara izleriydi anlattıkları. Her biri içime saplandı. . Nefesim kesildi, gözlerimdeki yaşlar aniden birikti ama hâlâ tutuyordum. Çünkü ağlamak, onu anlamaktan kaçmak gibi geliyordu. Oysa anlamak, çok daha zor bir savaştı.
“Günce’ye borçluyum,” dedi, sesi çatallanmıştı. “Çünkü... bana yardım etti.”
Derin bir nefes aldı.
“Mihri ilk doğduğunda... ablam çok kötüydü. Hamilelik depresyonu... Bitmişti. Ayakta duracak hâli yoktu. Evde tek başımaydım. Annem, babam... yoktu. Sadece elime küçük bir kız çocuğu verdiler. Küçücük. Ufacık bir canlı... Kollarımda titriyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Nasıl bakacağımı, nasıl seveceğimi bile bilmiyordum.”
Dudakları titredi. Gözlerindeki boşluk... işte o her şeyi anlatıyordu. O gözlerdeki karanlık, beni de içine çekti. Çünkü bu karanlık tanıdıktı.
O an... ilk kez Korkut’un başka bir Korkut olduğunu gördüm. Sert, inatçı, suskun adamın ardında; baş edemediği yüklerin altında ezilen, "yardım istemeyi bile bilmeyen" bir adam vardı.
Ama bu, içimdeki boşluğu doldurmaya yetiyor muydu?
Hayır.
Ama anlamaya başlamıştım.


Ona doğru birkaç adım daha attım. Kalbim hızla çarpıyordu. Elimi yavaşça onun elinin üzerine koydum; “Herkes güçlü olduğumu düşünüyor…” dedi, sesi artık neredeyse fısıltıydı. “Ama bazen… ben bile bilmiyorum. O zamanlar gerçekten ne yaptığımı hiç bilmiyordum.”
Gözlerim doldu. İçimde bir yer kırıldı. Korkut’un sesi gittikçe kısıldı. Dudakları titriyor, gözleri geçmişin içinden çıkamıyordu.
“Bebeği emzirmesi gerekiyordu… ama sütü yoktu. Belin’in sütü kesilmişti,” dedi. Gözlerinde büyük bir suçluluk vardı, sesi daha da yavaşladı. “Emzirmedi bile… Belin, o dönem... annelikten çok uzaktaydı. Depresyondaydı. Mihri’yi her gördüğünde... ağlıyordu.”
. “Ama...” dedi. “Yavaş yavaş… anne oldu ablam. Annelik içgüdüsü... sonra geldi.”
Sustu. Sanki ağzından çıkan her kelime, başka bir yaraya dokunuyordu. Derin bir nefes aldı,
“O kadar çaresizdim ki... Mihri’yle birlikte eve yalnız döndüm. Daha yirmi günlük bir bebekti. Küçücük. Nefesi bile zor duyuluyordu. Ellerim titriyordu... Onu tutarken sanki parçalayacakmışım gibi hissediyordum.”
“O gece… ne yapacağımı bilemedim. Sürekli onu kontrol ettim. Aç mıydı? Gazı mı vardı? Üşüyor muydu? Ağlıyordu... ve ben… ben ne yapacağımı bilmiyordum.”
Sesi artık neredeyse yoktu. Elini daha sıkı tuttum. Ona o sessizlikte yalnız olmadığını hissettirmek istedim.
“Gece… onun ağlamalarını duyarken bir şey fark ettim,” dedi. Gözleri bana döndü. Ama bakışlarında bir anlığına korku vardı. “Ben... Gözü kapalı tehlikelere yürüyen, kendi canını hiçe sayan adam... O küçücük ağlamayla dizlerimin bağı çözüldü. İlk defa... bir şeyi yanlış yapma ihtimali beni bu kadar korkuttu.”
Sustu. Ellerini yüzüne götürmedi ama gözleri dolmuştu.
“O kadar küçüktü ki…” dedi, sesi çatallıydı. “Nasıl dokunacağımı bile bilmiyordum. Sürekli ağlıyordu. Ve ben... dayanamıyordum. Ağlamasını duydukça kulaklarımı kapatıyordum. Ama bu daha da kötüydü. Çünkü biliyordum… annesini istiyordu. Onun sıcaklığını... onun kokusunu. Ama Belin... veremiyordu. Ben de veremiyordum. Ben sadece… yetemiyordum.”

Onu yargılayamazdım. O, yalnız kalmıştı. Ben sadece bugünü görürken, o geçmişte kalmıştı.”
Gözlerindeki derin hüzün, her cümlesine eşlik ediyordu. Sustuğu her an, içinden geçen fırtınaların uğultusu odamı dolduruyordu. Korkut konuşmuyordu sadece—itiraf ediyordu, yıllardır kimseye açamadığı bir yarayı, sakince, ama içini parçalayan bir titizlikle önüme seriyordu.
“Dokunsam kırılacakmış gibi hissediyordum,” dedi, gözlerini kaçırarak. “Doktorun yazdığı mamayı almıştım ama... Yedirememiştim. Beceriksizliğim yüzünden az daha boğuluyordu.”
Sesi çatladı, kelimeleri yarıda kaldı. Gözleri doldu. Ağlamamaya direniyordu ama her kelimesi gözyaşı gibiydi, içe akıyordu.
“Soğukkanlı olmasaydım,” dedi bir süre sonra, sesi bir çocuğun titrek itirafı gibiydi, “Mihri şimdi olmayabilirdi. Az daha... az daha kaybediyordum onu.”
-“O ağladığında ben de ağladım,” diye fısıldadı. “O kadar masumdu ki... dokunmaya kıyamıyordum. Sanki kemikleri kırılacakmış gibiydi. O kadar küçüktü... o kadar savunmasızdı ki...”
Durdu. Gözleri uzaklara kaydı, sanki zihninde o günleri yeniden yaşıyordu. Sonra boğazını temizledi, yutkundu.
-“Televizyon kumandasından biraz büyük düşün,” dedi. Gülümsedi,
Yutkundu tekrar. Sesinde geçmişin tozu vardı, hâlâ silinmemiş bir pişmanlık.
“Mihri’yi gördükçe... o zamanlar hissettiğim çaresizlik, artık başka bir şeye evrildi. Mutluluk belki... ama hep bir parça o korkuyu taşıyorum içimde. Onu kaybetme korkusu. O ağladığında, o küçücük bebeği sakinleştiremediğim zaman hissettiğim tedirginlik... hâlâ içimde bir yerlerde yaşıyor.”
Sesi karanlık bir kuyudan geliyor gibiydi. Her kelime, içinde taşıdığı ağırlığı belli ediyordu.
“Çok küçüktü,” diye yineledi, neredeyse bir fısıltıydı bu kez. “Zaten çok zayıftı... Daha doğar doğmaz sarılık geçirdi. Hayatımdaki en zor zamandı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Parmağımı emmeye çalışıyordu… Biliyorsun, bebekler öyle yapar. Açlıktan, çaresizlikten... Parmağımı emdiği anları düşündükçe, hâlâ kalbim sıkışıyor.”
Bir an sustu. Yüzünde acıyla karışık, kırık bir tebessüm belirdi.
“Son çare, Günce’den yardım istedim,” dedi sonunda. “Ablam kendini toparlayana kadar bana destek oldu. Ne yapmam gerektiğini, nasıl bir bebeğe bakacağımı bilmiyordum. Günce’ye çok şey borçluyum. Ama…”
başını kaldırdı, gözlerini gözlerime dikti. Bakışları, kalbimi sıkıştıracak kadar yumuşak ve içtendi.
“Ama Günce’ye asla o gözle bakmadım,” dedi net ve kararlı bir tonla. “O, o dönemde sadece bir dosttu, bir destekti. Bana bir arkadaş gibi yardım etti, bana bir yol gösterdi. Ama aramızda hiçbir zaman başka bir şey olmadı, Kardelen. Onun bazı hareketlerini fark ettim elbette... Ama o anlarımda, ona umut verecek hiçbir şey yapmadım. Vicdanım o konuda çok rahat. Yardım istemek... sadece çaresizliğimi kabullenmekti.”
Korkut sustu. Ama sessizlik, onun konuşmasından daha gürültülüydü. İçinden geçenleri belki tamamen anlatamamıştı ama kalbinin en derin köşesini açmıştı bana.
ellerimi tutarak daha yumuşak bir sesle devam etti:

Sesi sakindi, ama sözlerinin içinde taşıdığı dürüstlük, güven veren bir sıcaklıkla doluydu. Onun bu açıklığı, içimdeki tüm tereddütleri birer birer siliyor gibiydi. Gözlerine baktım ve ona, her şeyin yolunda olduğunu göstermek istercesine elini sıktım.

- “Yalnızdım, çaresizdim,” dedi, sesi titriyordu ama güçlüydü. “Yanımda kimse yoktu. Ama o yanımdaydı... Günce kötü de olsa yanımdaydı. Hiç kimse olmamasından iyiydi. En azından çocuk bakımı konusunda bilgisi vardı. Bir süre boyunca Mihri ile ilgilendi. Ben o sırada izliyordum, gözlemliyordum. Onun ne yaptığını öğrenmeye çalışıyordum. Sonra, sadece ben bakmaya başladım. Mihri artık tamamen benim sorumluluğumdu. Kendimi bir kız çocuğunun sorumluluğunu alırken bulmuştum üstelik ailem yoktu ... ablam yok eski hayatım mesleğim hiçbir şey yoktu sadece gözlerime beni bırakma diyen bir kız çocuğu vardı ben onunla iyi hissediyorum şuan bu evde sesi yok ya ben üzülüyorum onun sesine bu evde çok alışmıştım bende insanım sandığın kadar gaddar değilim derin nefes aldı

bana kızmıştın Mihri yi sana emanet ettiği için ama asıl mesele beni unutmasıydı benim varlığımdan kopmasıydı bu seninle mümkündü bana da bir şey olursa Mihri üzülmesin istiyorum ben sadece Mihri beni güzel hatırlasın istiyorum ama bu tüm bunlar Mihri içindi Güncede yardım almam bu yüzdendi ...
Bir an durdu, nefes almak ister gibi derin bir iç çekti. Gözleri bulanıklaşmıştı, başka bir zaman diliminde, başka bir acının içinde kaybolmuş gibiydi.

- Günce alkolü fazla kaçırmıştı. Çok kötüydü, yalnız bırakamazdım. Evine gitmek istemedi. Ben de son çare olarak buraya getirdim. Ama bu kadar. Daha fazlası yok, Kardelen. sadece kendimi ona karşı borçlu hissetim o zor zamanlarımda yanımdaydı ....Şimdi Günce bu kötü durumdayken arkamı dönemezdim anlıyormusun beni lütfen beni anladığını söyle çünkü ihtiyacım var sana ..sözlerine
Bana baktığında, yüzündeki ifadede yorgunlukla karışık bir çaresizlik vardı.

- “Anla artık,” dedi, sesi neredeyse fısıltıya dönmüştü. “Sana sevgimi kanıtlamak zorunda kalmak istemiyorum. Ben zaten yorgunum. Sen beni daha da yoruyorsun. İçimde o kadar ağır yükler var ki... Ne yaparsam yapayım, hiçbir şey hafiflemiyor. . Şimdi... Senin güvensizliklerini de taşırım. . Sürekli kendimi sana açıklamak, seni ikna etmeye çalışmak... Bu beni yoruyor, Kardelen.” .

- “Belki de sana sevgimi daha fazla hissettirmeliydim,” diye devam etti, . “Ama ben bu kadar yapabiliyorum. Senin sevgi açlığını doyuramıyorum .Elimde , kalbimde sadece bu kadar var senden sevgimi saklamadım ne varsa ortada hepsi senin ne eksik ne fazla sadece bu...
Sözleri bitince, odada derin bir sessizlik oldu. Gözlerim dolmuş bir şekilde, ona bakarken dudaklarım titredi, ama hiçbir şey söyleyemedim. Yalnızca, “Ben bilmiyordum… Bilseydim…” dedim, kelimeler boğazımda düğümlenerek çıkamadı. Sanki ne kadar çok şey söylesem de anlamsızdı

Elimdeki çantamı sıktım, parmaklarımın arasından geçtiğini hissederek. Havadar bir sessizlik vardı, kalbim ağırlaşıyordu. Bir şeyler söylemek, bir şeyler yapmak istedim ama hiçbir kelimeye güvenemedim. "Özür dilerim, keşke... yanında olabilseydim. Keşke..." dediğimde, sesim titredi. Korkut’un anlattığı her şey kalbimi acıtıyordu; tek başına bu sorumluluğu üstlenmesi, yalnızlığı, çaresizliği. Hissettiğim, ona yardım edememekti. O an, Korkut’u daha da kırmak, ona daha fazla yük yüklemek istemedim. Çünkü, o, bunu hak etmiyordu.

Korkut derin bir nefes aldı, gözleri beni izlerken ağır bir şekilde konuştu: “Özür dileyeceğin bir mesele yok. Mihri'nin varlığından haberin yoktu, olsaydı... Biliyorsun, elinden gelenin en iyisini yapardın .”
Gözlerim dolmuştu, sıcak yaşlar yanaklarımda süzüldü. “Olabilirdi… Varlığından haberim olabilirdi.” “Ama… kırgınsın, değil mi bana?”


Korkut, birkaç saniye boyunca sessiz kaldı. Yalnızca nefes alışverişi duyuluyordu. Sonra başını hafifçe eğdi, sanki içinde taşıdığı ağırlığı bastırmak ister gibi bir nefes aldı; derin, yorgun, ama yine de kararlı bir nefes.
“Sana kırılmadım,” dedi. “Gördüklerini başka bir şekilde yorumlaman... normal. Belki ben anlatmakta geç kaldım, belki de sustukça daha çok büyüdü içindekiler. Ama... ne olursa olsun, önce benimle konuş. Olur mu?”
Gözlerime baktı. O karanlık, tanıdığım ve artık korkmadığım o derinlik… şimdi bambaşka bir şeyle doluydu. Teslimiyetle.
“Bana hiçbir konuda güvenmeyebilirsin,” dedi. “Hiçbir şeyde. Ama sadece bir tek konuda... sadece bir tek yerde güven bana: sana olan sevgimde. Ve ölsem bile bitmeyecek sadakatimde. Bu konuda... ne olur, güven bana. Olur mu?”
. Dizlerimin bağı çözüldü sanki. Sesinde ne yemin vardı ne de isyan. Sadece saf bir gerçeklik.
“Söz veriyorum,” dedim.
Sonra ona sarıldım. Tüm duvarlarım… birer birer, sessizce yıkıldı. Öfkem, küskünlüğüm, içimde yıllanmış o kırgınlık… sadece kollarının arasında eriyip gitti.
Mihri’yi ondan uzaklaştırdığım için içimde kabaran vicdan azabı bir anda boğazıma düğümlendi. Kelimeler çıkmadı. Gözlerim doldu, ama ağlamadım. Sadece başımı onun omzuna yasladım ve neredeyse dudaklarımı bile kıpırdatmadan fısıldayabildim:
“Affet beni…”
Omzunun titrediğini hissettim. Bu, sessiz bir affedişti belki.
“Beni affet. Mihri’yi senden uzaklaştırdığım için… Hiç hakkım yoktu buna. Ben ne yaptım size?”

Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Titreyen ellerinin üzerine usulca dokundum. Önce bir irkildi. Geri çekilecek gibi oldu. Ama sonra, başını eğip gözlerini yumdu..
“Başını hâlâ eğmişti. Ama yüzüne doğru eğildiğimde, gözlerindeki yaşların yanaklarına süzüldüğünü gördüm. Sessizdi. Ağlamıyordu; sadece akmasına izin veriyordu.
Korkut başını yavaşça kaldırdı. Gözleri hâlâ ıslaktı ama içinde ilk kez başka bir şey gördüm. Bir minnettarlık...
“Ben… Mihri’ye iyi bir hayat vermek istiyorum,” dedi. “Ona hep bir sığınak olmak. Ama bazen… kendim bile nereye sığınacağımı bilmiyorum.”
Elimi çekmedim. Konuşmadım da. Sadece orada kaldım. Yanında.
Ben vardım. Artık yalnız değildi.

Korkut’un kolları bedenimi sardığında, içimde kopan fırtınalar bir anlığına duruldu. O, başını hafifçe eğdi, saçlarımın arasına dudaklarını bıraktı. Nefesi, alnımda gezinen bir bahar rüzgârı gibiydi
“Sana kırılamam ben…” dedi usulca, sesi yumuşacık, neredeyse fısıltı gibi. “Hadi... sakinleş artık, Kardelen güzeli.”
O kelime, “güzelim”… dudaklarından dökülürken içime işledi. Kalbimin daralan köşelerinde hafif bir gevşeme hissettim. Ama içimde hâlâ çözülmeyen bir düğüm vardı. Öyle bir düğüm ki, sevgi bile ona erişemiyordu. Göğsümün ortasında kilitli duran o gerçekleri, ne sarılış çözebiliyordu, ne de fısıltılar.
Nefesimi tuttum. Birkaç saniye gözlerini inceledim—o tanıdık, hüzünle sarmalanmış, ama bana güven veren gözleri. Sonra ağır ağır kollarından sıyrıldım.
“Ben artık gitsem iyi olur…” dedim sessizce.
Korkut’un kaşları çatıldı. Gözlerinde, bir anda beliren ince bir hayal kırıklığı belirginleşti. Yutkundu, belli belirsiz başını salladı ama sonra, fısıltıdan biraz yüksek bir sesle sordu:
“Hâlâ mı?”
Hemen başımı iki yana salladım. “Hayır! Hayır, yanlış anladın,” dedim aceleyle. Kelimeleri toparlamaya çalışırken, boğazım düğüm düğüm oldu.
“...Günce yüzünden gidiyorum sanıyorsun, değil mi?” Derin bir nefes aldım, içimde ne varsa o an itiraf etmek istedim. “Onu kıskanıyorum, evet… Çünkü o senin için önemli biri. Sana yardım etmiş, yanında durmuş, Mihri’yi büyütürken tek başına kalmana izin vermemiş. Böyle bir insanı kıskanmak bile ayıp belki. Ama kıskandım işte. Bunu değiştiremiyorum.”
Gözlerini benden ayırmadan dinliyordu. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşmişti, ama dudakları kilitliydi.
“Şimdi…” diye devam ettim, sesim çatallaşırken, “kendi kıskançlığım yüzünden onun bu evden gitmesini istemek bana düşmez. Hakkım yok buna. Ama burada da kalamam, Korkut. Ne onu görmezden gelirim, ne de kendimi kandırırım. Anlarsın... değil mi?”
Bir şey söylemek istedi, dudaklarını araladı. Ama ben hemen araya girdim, daha fazla zayıf görünmeden, sözlerimle kendimi ayakta tutarak konuşmam gerekiyordu.
“Sana kızgın değilim, Korkut. Gerçekten değilim. Seni anlıyorum. Kalbini görüyorum. Hatta... saygı duyuyorum. Ama gitmem gerek. Hem senin, hem benim, biraz yalnız kalmaya ihtiyacımız var bu gece. Sana haksızlık ettiysem... beni affet. Ama gerçekten affet çünkü... ben kendimi affedemiyorum.”
Bir anlık sessizlik…
O tür sessizliklerden, hani zaman sanki birkaç saniyeliğine nefesini tutar da dünya dönmeyi unutur ya… Öyle bir sessizlik.
“Kardelen güzeli…”
Sesi… Tanrım, o ses…
Yalvarmazdı Korkut, ama sesinde öyle bir sessizlik vardı ki, yalvarmaktan da derindi.
Ve ben...
Ben o cümlenin sonunu duymaya can atsam da, bitirmesine izin veremezdim. Çünkü izin verirsem, belki de kalırdım. Kalmak demek… kendimden geçmek demekti.
Gözlerine baktım.

“Israr etme, lütfen,” dedim, boğazımda düğümlenen tüm duygulara inat, titrememeye çalışan bir sesle. “Sana kızgın değilim. Ama gitmem gerekiyor.”
Ama bu defa, onu daha fazla yaralayacak olan kalmak olurdu.
“Sana yemek yapmıştım,” dedim, yukarı baktım, gözyaşlarım düşmesin diye.
“Isıtıp yersin…”
Korkut bir şey demedi. Sadece baktı.
Ben ise başımı eğip çantamı kavradım, adımlarımı kapıya çevirdim.
Kapının eşiğinde durdum. Omzumu dönmeden, gözlerimi kaçırarak son kez söyledim:
“Benim yaptığım yemeği bir türlü yemek nasip olmuyor sana…” yalandan gülümsedim
Yutkundum.
“Tadına bak. Beğenmezsen... çöpe at.”

Kapının önünde durmuş, bir adım daha atmama mani olacak gibi bekliyordu.. Sesini çıkarmıyordu önce. Sanki susarak kal diyordu. Ama sonunda kelimeler dudaklarından döküldü
“Yine mi gidiyorsun?”
Başımı eğdim, ona bakmadan cevapladım.
“Gitmek zorundayım.”
“Nereye?” dedi ardından.
“Her defasında gitmekle nereye varacaksın, Kardelen?”
İç çekerek yüzümü kaldırdım.
Göz göze geldik.
Öyle bir bakışı vardı ki…
“Sana varamıyorum en azından…” dedim.
- Bu yaptığın kaçmak sen neden beni her defasında yalnız bırakıyorsun varlığına ihtiyaç duyuyorum ben dedi korkut
Yüzümdeki kırıkları ezberliyordu sanki.
- Kaçmıyorum hem belki beni bırakmana yardım etmiş olurum ikimize de iyi gelir
“Ben seni hiç bırakmadım ki…” diye fısıldadı.
“Sadece nasıl tutacağımı bilemedim.”
Gülümsedim; buruk, yaralı bir gülümsemeydi bu.
“Peki şimdi?” dedi, neredeyse fısıldarcasına.
“Gittikten sonra ne olacak?”
Omuzlarım düştü, çantam elimde ağırlaştı sanki.
Belki de en gerçek cevabı o anda verdim:
“Belki… belki nefes alabileceğim.
Belki gerçekten gitmiş olacağım.”
“Son kez gözlerine baktım.
Ardımda ne bıraktığımı bile bile.

Kapının tokasını tutan parmaklarım buz kesmişti.
İçimde fırtına vardı ama dışımda sadece sessizlik…
Son bir nefes…
“İyi geceler.”
.Birkaç saniye daha baktım ona. Gözleri beni durdurmak ister gibiydi, ama ne ben dönüp sarılabildim ne de o beni çağırabildi. Sessizce kapıya yürüdüm. Ayakkabılarımı giyerken ellerim titriyordu. Kalbimde hem bir hafiflik vardı hem de tarifsiz bir ağırlık. Sanki aynı anda hem özgürleşiyor hem de bir şeyleri sonsuza dek kaybediyordum.
Kapıyı araladım. Duraksadım. Arkadan bir ses bekledim. Belki “Gitme” der, belki bir adım atar. Ama hayır… sadece sessizlik. O tanıdık sessizlik yine en gürültülü hâliyle önümdeydi.
Son kez dönüp baktım. Göz göze geldik. Dudaklarım kıpırdadı ama ses çıkmadı. Ne söylesem eksik kalacaktı. Ve sustum. Hiçbir şey demeden kapıyı çektim, evden çıktım.
Sokağa adım attığımda gece serinliğinin yüzüme çarpmasıyla kendime geldim. Ne hayallerle gelmiştim o eve… Kalbimde küçük bir umut, Korkut’a biraz daha yaklaşırım sanmıştım. Ama gerçek başka çıktı. Ona kızamazdım. Haklıydı. O hep güçlü kalmak zorunda kalmıştı. Ve ben, sadece izlemiştim. Hep uzaktan, hep geç...
Yürürken düşündüm. Adımlarım beni nereye götürüyordu bilmiyordum ama içimde bir ses yankılanıyordu:
“Korkut’a geç kaldım…”

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

“Keşke geçmişe gidebilsem...” dedim içimden. O cümle, zihnimin kıyısında titreyen bir mum gibi yanıp sönüyordu. “Keşke her şeyi düzeltme şansım olsaydı.”
Bir anda gözümün önüne o ilk karşılaşmamız geldi. Her şeyin başlangıcı... O anı yeniden yaşayabilseydim, her kelimeyi daha dikkatle seçerdim. Belki Korkut’un yalnızlığına nefes olur, suskun gecelerine fısıltı gibi sızardım. Belki bugünkü bu kırgınlık hiç yaşanmazdı. Ama şimdi... Yapabileceğim tek şey, içimde kabaran bu acıyla yüzleşmekti.
Ve sonra o lanet düşünce sokuldu aklıma.
“Ya o gün karşılaşmasaydık? Ya Korkut o zaman Günce’ye bir şans verseydi?”
Bu ihtimal, sinsi bir yılan gibi kıvrılıp dolandı zihnime. Sessizce içime sızdı, kalbimin en kırılgan yerini ısırdı. Bir kere o zehir akmaya başladı mı, düşüncelerinin önünü alamıyorsun. Ve ben... O düşüncenin zehriyle yandım.
Eve gitmek istemiyordum. O duvarlar üzerime çökebilirdi. Nefes alamazdım. O yalnızlık ses getirirdi orada; yankılanırdı içimde. Keşke... keşke sığınabileceğim bir yerim olsaydı. Sessiz, beni yargılamayan, sadece varlığımı kabul eden bir köşe... Ama yoktu.
Ve o kolye...
Boynuma asılmış bir hatıra gibi değil, kaderin bana attığı bir ip gibi duruyordu. Eğer o kolye olmasaydı... belki de onların hayatına asla dâhil olmayacaktım. Tanışmayacaktık. Birbirimizin yollarına hiç düşmeyecektik.
“Bu kadar mıydım?” diye sordum kendime.
Sadece bir tesadüf... Sadece bir rastlantı mıydım?
Bu düşünce öylesine acı verdi ki, kalbimde bir şey çöktü sanki. Varlığımın anlamını sorgulamak... bu kadar küçük hissetmek... İşte en çok bu yakıyordu canımı.
Ayaklarım beni bilmediğim bir yere götürdü. Parka... Issız, yalnız bir parka.
Sanki şehir nefesini tutmuştu, yalnızlığımı dinliyordu.
Boş bir bank buldum ve oturdum. Ayaklarım, bedenimin ağırlığını daha fazla taşıyamıyordu artık.
Soğuk havada nefesim buharlaşıyordu .Ellerim titriyordu ama o titreme içimdeki fırtınanın yanında önemsizdi.
Çantamdan telefonumu çıkardım. Ekran açıldığında karşıma Mihri’nin gülümseyen yüzü çıktı. O masum gülüş... O gülüşte geçmişin tüm pişmanlıkları saklıydı.
O gülüş... bana “geç kaldın” diyordu. Telefon ekranından ona sarılmak istiyorum

- Mihri kuşum sen neler yaşamışsın öyle hiç de söylemdin bana söyleseydin daha fazla severdim seni bazen bilerek isteklerine hayır diyorum ama inan seviyorum seni sen mutlu bir çocuk olacaksın büyüyeceksin ve ben küçüleceğim yani bu yaşlanmak oluyor çocuk dilinde sen bana çok benziyorsun biliyor musun bazen sana kızdığımda benim gibi güçsüz olma diye yapıyorum gülü o diye kimse seni ağlatmasın istiyorum çünkü beni herkes ağlatıyor senin ailen yok ama varlıklarında seni fazlasıyla çok severlerdi ama benim ailem varlıklarında bile bir gram sevgi vermediler sadece kilogramlarca acı ve yine acılar verdiler ama biliyorum sen, ben olmayacaksın sana sevgiyi öğreten biri var nasıl sevildiğini hissediyorsun değil mi ... belki bana da öğretir dayın bir insan nasıl sevilir , nasıl mutlu olunur ama ben bilmiyorum ... Mihrim seni mahvetmek istemiyorum bazen acaba diyorum benimle kalman bir hata mı ya sana istemden canını yakacak bir söz söylersem ya da bir davranışta bulunursam sana vereceğim hasarları miligramlarca hesaplıyorum ama hesaplar bazen tutmaya biliyorsun.. elimdeki telefonu dudaklarıma yaklaştırdım ve resmini öptüm evde gerçeği mışıl mışıl uyuyordu çünkü .

Çantamın içinde sakladığım. Bir parça çikolata.. aklıma geldi
Paketi açtım. Küçük bir ısırık aldım. Belki iyi gelir, belki buğulu gözlerimin ardında bir tebessüm olur diye umut ettim. Ama olmadı.
Tat damağımda erimeden, gözlerimden yaşlar boşaldı.
Sessizce, kontrolsüzce...
Nefret ediyordum bu hâlimden.
Bu kadar güçsüz olmaktan. Duygularımın esiri olmaktan.
Ama... ne yaparsam yapayım, o lanet gözyaşları dinmiyordu.
Boş bir park, soğuk bir gece, elimde eriyen çikolata...
Ve ben.
Tüm yalnızlığımı iliklerime kadar hissediyordum.
Sanki dünyanın en sessiz köşesine bırakılmıştım.
:

Her şey öyle sessizdi ki, varlığım bile fazlalık gibiydi bu karanlıkta.
Birden, arkamda bir şey hissettim. Bir esinti değil… rüzgâr hiç değildi bu. Daha ağır… daha sıcak bir varlık.
İçgüdüsel bir titremeyle doğruldum. Ve o an, omuzlarıma bir mont yerleştirildi.
Tanıdık, güven veren, yumuşak bir dokunuştu bu.
Kalbim… kelimenin tam anlamıyla yerinden fırlayacak gibiydi. İçimdeki her şey sarsıldı.
Dönüp baktım.
“Sen…” dedim, nefesim yarıda kaldı. Gözlerim büyüdü, kelimeler boğazımda birbirine dolandı.
Korkut’tu.
Soğuk gecenin, yalnızlığın ve sessizliğin tam ortasında… ansızın karşıma dikilmişti. Sanki içimdeki boşluğu duymuş, onu doldurmaya gelmişti.
Bakışları ciddiydi
-“Yanımdan kırık bir kalple ayrılmana asla müsaade edemem,” dedi.
Sesi, geceye sinmiş o sessizliği paramparça etti.
“Sen çıktıktan sonra... evde duramadım. Her şey anlamsızlaştı . Ama asıl mesele bu değil…” Duraksadı. Seni yalnız bırakmayacağım şimdi tek başına burada sen acı çekerken ben orada nasıl durabilirdim .
“Kalbim kırık değil,” dedim, Yalan. Elbette kırgındım. Elbette içimde bir yara vardı. Ama o an, incinmişliğimi göstermek istemedim. Çünkü onun yüzünde de benzer bir yara vardı.
Bir anlık sessizlik oldu.
“Ben… her şeyi berbat ettim, değil mi?” dedi.
Bu kez sesi düşmüştü.
Cevap vermedim. Çünkü bazen kelimeler yetersiz kalır.
Çünkü bazen… sadece bakmak yeterlidir.
Ve ben o an ona baktım.
Gerçekten baktım.
Ve kalbim, onun varlığıyla biraz daha ısındı.


zorlama bir gülümsemeyle. “Sadece... düşünüyorum.” dedim
Korkut gözlerini gözlerime dikti.
“Neyi?” diye sordu.
Gözlerimi kaçırdım.
“İhtimalleri...” dedim.
Belirsiz, kaçamak bir cümleyle geçiştirdim.
Bilinmesini istemediğim şeyler vardı. Açıldığında daha da acıtacak, belki de dönüşü olmayan şeyler...
Korkut bir kaşını kaldırdı.
“Mantıksız.”
Sadece bunu söyledi. Kısa, net, tartışmaya kapalı.
Ve o an... o tek kelimelik yanıt, içimi hem ısıttı hem de yaktı.
Çünkü biliyordum; onun gözünde ihtimaller yoktu.
Sadece gerçekler vardı.
Ve ben, onun gerçeği olabilir miydim...
İşte bunu bilmiyordum.


Derin bir nefes aldım, ciğerlerime dolan soğuk havayı içine çekerken kelimeler yavaşça döküldü dudaklarımdan:
“Eğer ben hiç karşına çıkmasaydım... Yani, Günce iyi bir seçenek olurdu, değil mi?”
Korkut’un gözleri aniden kısıldı, yüzünde şaşkınlık dalgası belirdi ama hemen sonra ifadesini sertleştirip kontrolü tekrar ele aldı.
“Onu sevebilme ihtimalimi mi soruyorsun?” diye sordu,
“Evet,” diye fısıldadım, sanki sözcükler boğazımdan düğümleniyormuş gibi.
Korkut ağır ağır başını salladı ve kelimeyi dikkatle seçmeden, tereddüt etmeden söyledi:
“Severdim.”
Gözlerimi yere indirdim. Elimdeki çikolatayı sıkıca tuttum, parmaklarımın arasından eriyip gidiyordu O dürüstlük… takdire şayandı belki de. Ama içten içe keşke söylemeseydi, keşke duymak istediğim yalanı fısıldasaydı. Çünkü o kelime, içimde yeni yaralar açıyordu. Belki de o zaman biraz daha az acırdı kalbim.
Ama Korkut, sözlerine devam etti.
“Arkadaş olarak severdim. Ama gerisi yok. Eğer onu gerçekten sevseydim... Sekiz yıldır tanışıyoruz, Kardelen. Sence ona karşı herhangi bir duygu beslemez miydim bu kadar zamanda?”
… Hepsi, kalbimde hem rahatlatan hem de yakan bir ateş yaktı.
İçimden bir şey kırılırken, diğer yanım yavaşça onarıldı.
Bir an sessiz kaldım. Cümleler boğazıma dizilmişti. Söylemek istediklerim vardı elbet, ama ne zaman ona dönsem kelimeler kaçışıyordu içimden. Sanki ne desem eksik kalacaktı. Elimde tuttuğum çikolataya baktım. Parmağımı biraz bastırarak kırdım, küçük bir parçayı ayırdım ve Korkut’a uzattım.
Hiçbir şey söylemeden aldı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir çizgi belirdi. Belki de gülümsemeye çalıştı, ama vazgeçti. Sonra o da küçük bir ısırık aldı.
Park sakindi. Rüzgâr ağaçların arasından usulca geçerken yaprakları hafifçe hışırdıyordu Şehir gürültüsünün dışında, bu köhne parkta zaman duraklamış gibiydi. Bankta yan yana oturuyorduk ama aramızda kilometrelerce sessizlik vardı. Konuşmamız gerekmediğini düşündüğüm o anlardandı. Korkut’un derin bir nefes alışını duydum. Ardından o tanıdık, çatallı sesiyle sessizliği böldü.
“Bazen düşünüyorum da…” dedi, gözlerini önümde uzanan boşluğa dikerek, “İnsan birini gerçekten severse, sessizlikte bile onunla konuşabiliyor olmalı.”
Başını hafifçe çevirdi. Gözleri gözlerimi buldu. Baktı. Uzun, sessiz, sorgulayan bir bakış. İçinde ne vardı bilmiyorum. Pişmanlık mıydı,
“Ben hep sustuğumda sen yanımdaydın,” dedi. “Ve o sessizlikte beni en çok anlayan sendin. Belki de en korktuğum buydu.”
“Anlaşılmak mı?” diye sordum.
Başını iki yana salladı
-Anlaşıldığında insanın bahanesi kalmaz ya hani… Artık kaçamaz. Savunamaz. Ben hep kaçtım, Kardelen. Senin ellerinden, gözlerinden, o susup da her şeyi anlatan halinden bile…”

Bir parça çikolata daha kopardım. Bu kez, kendime… Sessizce ağzıma attım. O an gözlerini kaçırdı Korkut. Gözlerinin kenarındaki çizgiler derinleşti, içinden bir şeyler çözüldü ama sesi çıkmadı. Sözcükler, boğazında düğüm olmuştu sanki.
O bankta, sanki iki yabancı gibi oturmaya devam ettik.
Sustuk.
Ne kadar sustuk sahiden? Bir mevsim kadar mı, yoksa bir ömür gibi mi?
Sonra bana döndü.
Ben mi? Boş boş etrafa bakıyordum. Cesaretim yoktu ona dönmeye.
“Yalnız kalmalıydım, Korkut,” dedim fısıltıyla.
“Hayır,” dedi anında, sesi netti. “Yalnız kalamazsın. Ben varım.”
Başımı eğdim. “Korkut… Neden her şeyi zorlaştırıyorsun? Sana kırgın değilim. Sana asla zorluk çıkarmıyorum.”
Bir an sustu, sonra dudaklarının kenarı titredi.
“Belki… Belki de sevgilim olduğun için,” dedi.
“Yani… bir zorunluluk gibi mi?” dedim sessizce.
Adımı usulca söyledi:
“Kardelen… İyi misin? Ben seni sevdiğim için yanındayım. Sadece mutlu olduğun anlarda mı yanında olmalıyım?”
-“Senden bir beklentim yok seni fazlasıyla zorluyorum sen zaten yorgunsun ben daha fazla sorun çıkarmak istemiyorum tüm sorunlarımı içimde çözeceğim hem böylelikle iyi oluruz
Gözlerime baktı. Ciddiydi.
“Kardelen, yanında küfretmek istemem ama… Benden beklentin olmalı. Sen iste ki, ben yapayım. Mesela, şu an… Sarılmaya ihtiyacın var.”
“Hayır, yok,” dedim hemen.
“Var,” dedi sakin bir inatla. “Bence var.”
“Yok.”
“Tekrarlamayacağım sevgilim. ‘Sarıl bana’ diye söyle … ve sarılayım.”
Bakışlarımı kaçırdım. Sonra başımı yavaşça ona çevirdim.
“Belki… biraz sarılabilirsin,” dedim kısık bir sesle.
Kollarını açtı.
Aramızdaki mesafeyi sessizce kapattım. Omzuna yaslandım. O, beni sıkıca sardı. İstemsizce güldüm.
“Bak,” dedi kulağıma, “güldürebildik sonunda seni, Kardelen güzeli.”
Hemen ciddileştim. “Hayır, gülmedim ki.”
“Bu inat… fazla,” dedi alaycı bir tebessümle.
-“Değil. Ben zaten çocuk gibiyim senin yanında. Bence benimle vakit kaybetme… Git.”
Korkut, yavaşça başını salladı.
“Kardelen… Gerçekte kalbimden geçenin bu olmadığını biliyorsun.”
Gözlerim doldu. “Umurumda değil. Beni kırdın.”
“Demin… kırılmadığını söyledin.”
Yutkundum.
“Yalan söyledim. Kırıldım.”
Gülümsedi. “İşte bu.”
“Ne bu?”
“Duygularını dürüstçe söyledin sonunda.”
“Ben… yalancı mıyım?”
Kahkaha attı usulca.
“Senin harbiden kafan kırık.”
Sinirlendim. Yanından kalktım. Ama yürüyemedim.
Gitme, Kardelen ikimizde burada mutsuzca oturalım ama gitme
Elimi tuttu. Sıcaklığı parmaklarıma işledi. Kalbimin ritmi hızlandı. Sanırım ben korkuta a hayır diyemiyordum fazlasıyla
“Sen… bana deli diyorsun ya,” dedim gülümseyerek, “tam bir dağ sığırcığısın sen.”
tekrar oturdum yanına
Gülümsedi, ama gözleri başka bir şey anlatıyordu. Elini saçlarıma uzattı, usulca okşadı. Sanki beni sakinleştirmek istiyor, sanki her şeyi unutup sadece onun varlığını hissetmemi diliyordu.
Sonra birden banktan kalktı. Anlamaya çalışırken, bir dizinin üzerine çöktü. “Ne yapıyorsun sen?” diye fısıldadım. Kalbim göğsümde bir kuş gibi çırpınıyordu.
Parktan geçen birkaç kişi göz ucuyla bize bakıyordu. Gözlerimi kaçırdım, utandım.
“Korkut, kalk… Bir gören olacak…”
“Sus,” dedi kararlı bir sesle. “Ve dinle.”
Gözleri gözlerimdeydi. Orada bir ciddiyet vardı; oyun değil, alay değil… Gerçek.
“Kardelen… Burası bizim miladımız olsun. Şimdi, tam burada. Artık bir karar verelim.”
Yutkundum. Sesim titredi. “Neye karar vereceğiz, Korkut?”
Bir anlık sessizlik oldu. Sonra kaşlarını çattı, gözlerini kısıp ciddi bir ifadeyle,
“Kurban Bayramı’nda keseceğimiz danaya, Kardelen,” dedi.
“Dalga geçme ya…” dedim gülerek, hafifçe ittim omzunu.
“Ne olabilir başka?” dedi alaycı bir tebessümle. “Sevgili olma olayına mesela.”
Derin bir nefes aldı. Bu kez sesi daha yavaş, daha içten geldi:
“Kardelen güzeli… Sevgilim olur musun? Mutlu olalım biz. Birlikteyken iyiyiz. Gerçekten. Başka ihtimal yok.... senden başka hiçbir ihtimal beni heyecanlandırmıyor . Şu an… önünde diz çökmüş bir adamı mutlu eder misin?”
Yüzüme baktı.
“Sana aşktan öte bir duyguyla bağlıyım.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Kalbim karmakarışıktı. Dudaklarım kıpırdadı ama sesim çıkmadı.
“Bilemedim,” dedim sonunda. “Düşünmem lazım.”
“Kardelen…” dedi bu kez adımı daha yavaş, daha anlamlı söyleyerek.
“Ne var?” dedim, gülümseyerek kollarımı kavuşturdum. “Keyfini çıkarıyorum. Her gün biri önümde diz çöküp yalvarmıyor bana.”
- Eline düştüm artık kardelen güzeli
Sonra biraz eğildi, gözlerini kıstı:
“Kardelen… hadi ama, dizim ağrıdı.”
Gülmemek elde değildi. “Hemen pes mi ediyorsun?”
- seni bu şekilde cevabını bir ömür beklerim ben
- Gülümseyerek korkuta baktım
“Sadece ‘evet’ de… Kardelen,” dedi yavaşça. “Sadece söyle.”

-
“Evet,” dedim usulca. Gözlerim gözlerinde, elleri ellerimdeydi. “Olurum… sevgilin olurum, Korkut.”
Bir an boyunca zaman durdu. Yüzünde bir şaşkınlık, sonra tarifsiz bir sevinç belirdi. Gözleri parladı. Birbirimize sarıldık. Sanki eksik olan yarımızı bulmuşuz gibi. Sessizdi, ama o sarılışta bin kelime vardı. Üşüyen yanlarımız birbirine değdiğinde, içimiz ısındı.
Sonra yeniden oturduk bankta. Korkut sürekli beni sıkıca sarıyordu sanki saklamak ister gibi

Korkut sessizce bana baktı. Gözleri anlamlı, yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
“Yanında kalem var mı?” dedi.
Bir kaşımı kaldırarak baktım. “Bir öğretmenin çantasında her zaman kalem olur. Ama ne yapacaksın?”
“Ver bakalım,” dedi gizemli bir ifadeyle.
Çantamdan kalemi çıkardım, tereddütle uzattım. Elime dokunduğunda kalbim yine hızlandı.
Korkut kalemi aldı, sonra oturduğumuz eski, solmuş tahta bankın boş kalan kısmına eğildi. Titiz ve yavaş hareketlerle bir şey yazmaya başladı.
“Ne yapıyorsun acaba?” dedim şüpheyle. “Korkut, bankı niye karalıyorsun? Bu yaptığın kamusal alana zarar vermek. İhlal bu! Resmen kamu malına zarar veriyorsun.”
Korkut dönüp bana baktı, kalemi havada salladı.
“Sevgili olduğumuz tarihi yazıyorum, ?”

25.12.2024
Elimle yazdığı yeri silmeye çalıştım. “Yapma! . Sil bunu hemen!”
Gülerek kalemi yeniden dayadı tahtaya, silmeye çalıştığım yeri tekrar yazdı.
“Kardelen… burada kalıyor,” dedi inatla.
“Hayır! Kamu malına zarar veriyorsun, kabul etmiyorum.”
“Kardelen,” dedi sabırla, gözleri gözlerimde. “Bir kere olsun kuralları esnetemez miyiz?”
İç çektim. “Of… Korkut… Korkut…”
“Ne var? Sevgilime romantiklik yapıyorum. Suçsa suçumla gurur duyarım.”
Gülmeye başladım, kendimi tutamadım. “On yaşında olsak belki hoş olurdu.”
O an birden ciddileşti. Kaşlarını çattı. “On yaşında sevgilin mi vardı Kardelen?”
“Yoktu! Hemen sinirlenme, lafın gelişi söyledim.”
“İyi işte,” dedi gözlerini kaçırarak. “Yaşayamadığın bir duyguyu sana şimdi yaşatıyorum, fena mı?”
O an sustuk. Birbirimize baktık. Sonra birden ikimiz de gülmeye başladık. Bankta oturmuş, hem kavga edip hem gülüyorduk.
“Tamam, ver bana kalemi,” dedim.
Korkut kalemi bana uzattı. Elimi tutarken bile bırakmak istemiyor gibiydi. Kalemi aldım, onun yazdığı tarihin hemen altına ikimizin baş harflerini yazdım:
K ❤️ K
Kalbin kenarlarını dikkatlice çizdim, sonra geri döndüm ve Korkut’un gözlerine baktım.
Alaycı bir ifadeyle başını salladı.
“Bana laf atıyordun birde ? Kalp çizen Kadın .”
Kahkaha attım. “Düşündüm de… fena fikir değilmiş. Artık bu bank… bize ait. Bir hatıra.”
Korkut elini uzattı, beni kendine doğru çekti. Başımı boynuna yasladım. Elini saçlarımda gezdirdi, sonra hafifçe boynumdan öptü.
İrkilerek geri çekildim. “Korkut! Ya, huylanıyorum… yapma!”
Kahkaha attı. “Kardelen… bence şükret.”
“Ne içinmiş o?”
“Sabırlı bir adam olduğum için. Seni sevme şeklimi gerçekten göstersem… korkarsın diye tutuyorum kendimi.”
Sustum. Sözleri içime işledi. O an başımı yeniden omzuna yasladım. Elimi tuttu. Avucuna koydu. Dudaklarını yavaşça elime değdirdi. Uzun uzun öptü. Sonra sımsıkı tuttu.
Sessizlik…
Kulağıma eğildi.
“Hadi kalk,” dedi kısık bir sesle. “Hastalanacaksın.”
Ben hâlâ sırtımı ona yaslamış, gözlerimi kapatmış, o anı bir ömürlük hafızama kazımaya çalışıyordum.
“Biraz daha kalalım mı?” dedim. “Sadece biraz.”
O, başımı usulca okşadı. “Biraz, ama sadece sen üşümeye başlayana kadar.”

Ne kadar birbirimize sarılmış halde durduk bilmiyorum ama Sessizce ayağa kalktım. Omuzlarımdaki montu çıkarıp ona uzattım.

“Üşüdüysen kalsaydı,” dedi, hafif bir gülümsemeyle.

“Gerek yok,” dedim kısa bir cevapla.

Birden ellerimi tuttu. Ellerinin sıcaklığı, soğuk havanın sertliğini bir anda unutturdu. Yan yana yürümeye başladık.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordum, kafamı çevirip ona bakarak.

“Bu geceyi güzel bitirelim,” dedi, yüzünde belli belirsiz bir tebessümle.

“Günce evde yalnız,” diye hatırlattım, tereddütle. “Git istersen...”

“merak etme,” dedi Korkut, hafif bir omuz silkişle. “Şu an sen önemlisin.”

Sessizce yürümeye devam ettik ama o an konuşmaya devam etti.

“Az önce bir şey fark ettim,” dedi duraksayarak. “Biz seninle... zaman geçirmedik. Yani sevgili olarak. Hep bir şeyler yüzünden ayrı düştük ya da uzaklaştık. Ama artık bir yerden başlamalıyız. Ancak bu şekilde bana güvenebilirsin.” .
Haklıydı biz hiç baş başa zaman geçirmemiştik hep Mihri ya da başka olaylar yüzünden yan yanaydık
- "Ne yapacağız ki?" diye sordum, merakla yüzüne bakarak.

- "Şu date.. Doğru söyledim değil mi? Yani date çıkalım şimdi," dedi Korkut,
- "Ciddi misin sen?" dedim, gülerek.

- "Tabii , ne sandın beni? Dün gece ilişkilerle ilgili video izledim. Bu arada, 'yükselen' denen bir şey varmış. Doğduğum saati bilmiyorum ki ben," dedi Korkut, ciddiyetle.

Bir anda kahkahalarla gülmeye başladım.

- "Başka ne öğrendin peki?" diye sordum
- "Aura rengin varmış mesela," dedi yüzünü buruşturarak. "Pembe çıktım."

- "Korkut, sen ne izledin acaba?" dedim, gülmekten kendimi zor toparlayarak.

- "Kadın sürekli 'Şu videomu izleyin, daha net açıklayacağım' diyordu, ben de izledim," dedi Korkut, omuz silkerek.

Gülme krizine girmiştim artık. Korkut'un bu halleri beni hem güldürüyor hem de garip bir şekilde mutlu ediyordu.

Korkut’un o hafif sitemli sesi, üzerimde hem bir tebessüm hem de bir hafif gerginlik bıraktı. “Kardelen, güleme. Ben burada ilişkimiz için çabalıyorum,” demişti. Gözlerindeki o kararlılık, sözlerinden daha çok şey söylüyordu.
Ben de karşılık verdim, “Ben de çabalıyorum, Korkut,” diyerek, yüzümde hafif bir tebessüm belirdi. Korkut kaşlarını kaldırarak ekledi, “Bence sen daha çok huysuz tarafındasın.” Bu söz, ona karşı savunmaya geçmem için iyi bir bahaneydi.
“Yok be, o kadar da değil. Gayet makul bir kadınım,” dedim hafifçe alttan alarak, sesimde küçük bir meydan okuma vardı.
Korkut gözlerini devirdi ve “Kardelen, huysuzluklarını kamera kaydına alsam, üç sezonluk dizi çıkar,” dedi. Bu cümle üzerine kahkahalarla güldüm,
“Tı tı tı, ayıplıyorum seni!” diyerek şaka yollu azarladım onu. O da sırıtarak karşılık verdi.
Sonra ciddiyetini hafifçe koruyarak, “Ee, beni nereye götürüyorsun? İlk date’imiz sonuçta! Ama bak, balık yemem, haberin olsun. Sonra bozuşmayalım,” dedim parmağımı şakacı bir şekilde sallayarak. “Ve tabii ki romantik bir yer çok önemli.”
Tam o sırada Korkut’un telefonuna bir bildirim geldi. Aniden kaşlarını çattı, eliyle alnına vurdu.
“Hassiktir lan, nasıl unuttum!” diye kendi kendine söylendi.

Merakla yüzüne baktım, “Neyi unuttun? Ne oldu?” diye sordum.
Korkut kararsızca bana baktı, sonra garip bir gülümsemeyle toparlandı. Gözleri parıldamaya başladı, “. Çok güzel bir yere gideceğiz! Asla unutamayacağın bir date olacak. İlerde torunlarımıza anlatacaksın!” dedi heyecanla.
Ben de hafifçe gülerek, “Korkut, çok iddialı konuşuyorsun. Yoksa beni ünlü bir restorana mı götüreceksin? Ama kıyafetim uygun değil ki...” dedim, biraz çekingen ama neşeli.
O an Korkut elimi tuttu, yüzüme yaklaştı ve yumuşak bir sesle fısıldadı, “... Sadece sus ve date’imizin tadını çıkar.”
Kalbim hızla çarparken, gözlerimi ona çevirdim; akşamın büyüsüne kapılmıştık bile.Korkut,

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
çay ocağının televizyonunda izlediği maçtan bir pozisyona öfkeyle tepki gösteriyordu.

Korkut’un sesi birden yükseldi:
— “Lannnn, penaltı lan! Resmen on iki kişiye karşı oynuyoruz!”
Sandalyeden fırladı doğruca, öfkesi gözlerinden okunuyordu.
— “Lan, temas var, kör müsün? Net kırmızı bu! Hakeme bak ya!”
Heyecanla hareket ederken arkasındaki sandalye devrildi. Ben ise şaşkınlıkla izliyordum onu. Karşımda oturan adam, romantik bir date planlamıştı ama şu an tamamıyla maçın içine dalmıştı.
Elimdeki et döneri ve yanında soğuk ayranı kavrayıp etrafıma baktım. Ahşap sandalyeler, duvarda asılı, toz tutmuş eski saat… Bu yer romantik bir mekandan çok uzaktı; tipik bir çay ocağıydı. Maçı izleyen kalabalığın bağırışları, tezahüratları… Ve ben, hayalimde şık bir akşam yemeği kurarken, gerçekler soğuk bir çay ocağı, et döner ve maçtan ibaretti.
Ama dürüst olmalıyım: Döner mükemmeldi. Tavuk döner yerine bu çıktı ya, şükretmeliydim.
Korkut maça o kadar dalmıştı ki, bir an beni tamamen unuttuğunu sandım. Ama sonra dönüp bana baktı, gözlerindeki gülümseme bir özür gibiydi.
— İçimden istemsizce bir kahkaha yükseldi. Et döner elimde soğuyordu ama maçın heyecanına kapılmıştım.
Ekrandaki oyunculardan biri kaleye doğru hızla ilerleyince, herkes gibi ben de refleksle heyecanlandım.
Ve aniden,
— “Gooool!” diye bağırarak kendimi kaptırdım, Korkut’un omzuna hafifçe vurdum.
Ne yaptığımı fark edince hemen toparlanmaya çalıştım ama Korkut gözlerini ekrandan ayırmadan ellerimi tuttu.
— “Dur! Totem yapıyorum,” dedi ciddiyetle.
O anda fark ettim ki, sevgili olalım demiştik ama şimdi neredeyse asker arkadaşına dönüşmüştüm.
Penaltıdan gol yediğimizde Korkut aniden elimi bıraktı, yüzünde hafif bir hüzün ve biraz da espriyle:
— “, uzak dur benden,” dedi.
Sinirle,
— “Sen ciddi misin? Totem tutmuyor diye , beni uzaklaştırmazsın, değil mi?” diye çıkıştım.
Maç devre arasına girmişti ve ben artık bir tepki vermek istiyordum.
— “Tamam o zaman, şu yan masadaki adamlarla oturayım,” dedim alaycı bir tonda.
Korkut dalgın dalgın,
— “Tamam,” dedi gözünü ekrandan ayırmadan. Ama sonra ne dediğinin farkına vardı ve hızla toparlandı. Tam kalkacakken elimi tuttu,
— “Güzelim, affet. Uzun zamandır maç izlememiştim, ,” dedi.
Sonra açıklamaya devam etti:
— “Beşiktaş nasıl bu hale geldi, onun siniri var üzerimde. Üstelik maç izlemeyi de unutmuştum…”
Yanındaki sandalyeye biraz daha gömüldüm, elimdeki ayrandan bir yudum aldım. İlk dateimin böyle geçeceğini asla düşünmemiştim. Çay ocağı, et döner, ayran ve Beşiktaş maçı; küfürler, bağrışlar… Gerçekten unutulmazdı.
— “Bu ne ya? Beşiktaş, et döner, ayran… Çok unutulmaz oldu gerçekten,” dedim gözlerimi devirmeden duramadan.
Korkut gülerek başını salladı:
— “Bak sana söylemiştim, asla unutmayacaksın,” dedi kendinden emin bir sesle.
Ben de çaresizce gülerken,
— “Sen iflah olmazsın Korkut, pes doğrusu,” dedim.
O an, bu sıradan ama kendine has an, bizim için özel olmuştu bile.
Korkut biraz daha yaklaşıp ciddi bir ifadeyle konuştu:
- , sen şöyle az yanaşsana bana," dedi.

Ona ters ters bakıp tehdit eder gibi cevap verdim:
- "Korkut, yemin ederim bir küfür ederim, nefes alamazsın."

Ama o, benim gözdağımı hiç ciddiye almamış gibi bir gülümsemeyle devam etti:
- "Ama sende de bir şeyler var, Kardelen güzeli. Az önce bayağı dikkatli izliyordun maçı, fark ettim."

Derin bir nefes alıp başımı iki yana salladım.
- "Senin gözün Beşiktaş’tan başkasını görüyor muydu ki?" dedim alayla.

Tam o anda Korkut bir hamleyle kolunu belime doladı ve beni kendine doğru çekti.
- "Bir sen, bir Beşiktaş... dedi, göz kırparak.

Bu kadar saçma bir romantizm görmemiştim. Kendimi özel hissettiğimi söyleyemezdim. Yine de alaycı bir şekilde güldüm ve ekledim:
- "Ah, çok teşekkür ederim. Rafa Silva resmen kumam. Yoksa ben mi Rafa Silva’nın kumasıyım, Korkut?"

Korkut kahkaha attı ve alaycı bir şekilde, "Kıskanma," dedi.

Şu an o kadar sinirlenmiştim ki, tırnaklarımı etine batırma isteğiyle doluydum. Ama Korkut’u izlemek, sinirlenmekten daha eğlenceliydi.

Maçın devre arası bitti ve Korkut, dikkatini bir kez daha ekrana verdi. Bu sırada yine arada bir küfürler eşliğinde maçı yorumlamaya devam etti.
Maç bitmişti ve Beşiktaş kaybetmişti. Korkut, moralini bozulmuş bir şekilde omuzlarını silkerek, oldukça sinirli bir şekilde yürüyordu. Ben de ona biraz takılmak istedim.

- "Aa, benim sevgilim üzülmüş mü? Hadi ama, asla o suratını! Bir dahaki maç kazanırsınız," dedim, gülerek.

Korkut omuzlarını bir kez daha silkerek cevap verdi.
- "Bu sende şampiyonluk gitti! Kafayı sıyıracağım," dedi, sinirle.

- "Ne olacak ki?" dedim,
Korkut gözlerini bana dikip, ciddiyetle devam etti.
- sen anlamazsın."

Ben de ona biraz eğlenerek ve sinirli bir şekilde baktım.
- "Korkut, vallahi elini bırakırım!" dedim.

- "Bırakmam ve bırakmana da izin vermem," dedi Korkut, kararlı bir şekilde.

- "Bugün biz ilk defa date çıktık ama sen ne yaptın?" dedim, kafamı eğerek.

Korkut şaşkınca bana baktı.
- "Ne yapmışım?" dedi.


“Et döner yedirip, maç izlettin bana. Ben senin devren miyim be?” diye takıldım, biraz şikayet biraz şaka karışımı bir sesle. Gözlerimde hafif bir kızgınlık, dudaklarımda ise tebessüm vardı.
Korkut, yüzünde o kendine has hafif gülümsemeyle, şikayetimi görmezden geldi. "Kardelensin işte... Kardelen güzeli benim sevgilim,"
Ben alaycı bir edayla karşılık verdim:
“Ha, şunu bileydin; ben romantizm istiyorum. Yani azıcık böyle aşk, tutku, dokunuş...”
Gözlerini kısıp kaşlarını kaldırdı, sanki benim söylediklerimden pek emin değilmiş gibi, hafifçe tebessüm ederek,
“Tutku mu?” diye sordu.
“Evet, yani sevgiliyiz biz,” dedim, kararlı bir ifadeyle.
Korkut omuz silkerek karşılık verdi:
“Sana mumlar, güller vaat etmedim ki,” dedi, kahkaha atarcasına.
Bir an duraksadım,
'Hiç mi olmayacak böyle güzel bir yemek, sonra dans etsek...
' Korkut saçlarımı yüzümden çekti , “Tamam,” dedi.
“Ne tamam?” diye hemen tepki verdim.
“Olmuş, bil diyorum. Bugün ani ve beklenmedikti; ilk buluşmamız ama ikincisini gerçek anlamda date olacak ilkini hatırlamayacaksın bile,” dedi,
“Ya maça getirirsen?” diye biraz şikayetle, biraz da alaycı bir şekilde sordum.
O an, omzuma elini attı, hafifçe sıktı ve yürümeye devam etti.
“Artık maçlara gelemeyeceksin. Uğursuz geldin,” dedi, gülerek.

- "Dalga geçme, Korkut!"

Korkut, ciddiyetle başını sallayarak söyledi.
- "Geçmiyorum, artık maç ayır sen ayır," dedi, hala biraz dalga geçerek.

- "İyi bari, rahatladım şu an," dedim,


Korkut’la yan yana, sessizce yürürken, kafamda tek bir düşünce dönüp duruyordu: Bu gece, kesinlikle unutulmazdı. Soğuk havaya rağmen içimi ısıtan bir his vardı. Gözlerim hafifçe parlıyor, dudaklarım istemsizce kıvrılıyordu. Birden, bu anı bozan sessizliği ben bozmak istedim.
“Hoşuma gitti,” dedim, hafifçe nazlanarak ve gülümseyerek.
Korkut, şaşkın bir ifadeyle bana baktı, kaşlarını kaldırdı, sanki ne demek istediğimi anlamaya çalışıyordu.
“Ne hoşuna gitti?” diye sordu merakla.
“Date,” dedim, hafifçe gülümseyerek, “Hayatım boyunca unutamam bunu. Döner de çok lezzetliydi. Ayrıca paraya kıyıp et döner aldın, tavuk döner de alabilirdin,” diye şakalaştım, omzumu hafifçe silkerek.
Korkut hemen itiraz eder gibi, “Ne alaka?” dedi.
Ben ise, kıkırdayarak cevap verdim:
“Ah Korkut, kırmızı et benim için bir sevgi göstergesidir. Unutulmaz date için teşekkürler,” dedim, gözlerim ona değerli bir sırrı paylaşır gibi parıldayarak.
Korkut, kendinden emin bir sesle, rahatça yanıt verdi:
“Beşiktaşlı date nasıl kötü geçsin ki?” dedi, alaycı bir tebessümle.

“Allah seni kahretsin! Ben bizden bahsediyorum, sen Beşiktaş’ı konu getiriyorsun, pes!” dedim, hafif kızgın ama içten bir sesle. Korkut’un elini bırakıp, ani bir kararla önden yürümeye başladım. Adımlarımı hızlandırdım, arkamdan gelen nefesleri duyuyordum ama umursamıyordum. Ama o da pes etmedi, hızla peşimden koşmaya başladı.
Yavaş yavaş hızımı artırdım, Korkut biraz geride kaldı. Aramızdaki mesafe açılınca, o gür ve hafif nefes nefese sesiyle bağırdı:
“Dur... dur, kadın! Dur, bende kalp var!”
Kısa bir süre sonra, nefes nefese yanıma ulaştı. Gülümsemem büyüdü, hafifçe alay edercesine:
“Ayy, sen yaşlısın, değil mi? Yazık sana!” dedim, kahkahalarımı tutamadan.
Korkut, kendinden emin bir şekilde cevap verdi:
“Sen de bu yaşlı adamın sevgilisisin,” dedi, gözlerinde parıldayan o kendine güvenle.
Sonra şakayla karışık ekledi:
“Artık benim bastonumsun sevgilim.”
O an içimden bir kahkaha daha yükseldi. Ona alaycı ama sıcak bir bakışla karşılık verdim:
“Ayy, bilemedim. Neyse, acıdım koluma, tutun bari! Zaten yavaşsın!” dedim, nazlanarak.
Korkut kolumu sımsıkı tuttu, adımlarımız yavaşladı ve aramızdaki mesafe tamamen kapandı.

Korkut, elimi tuttu ve yürümeye devam ettik. Bu gece, kesinlikle farklıydı.-
Korkut birden bana dönüp sordu:

, ayak numaran kaç? Yürüşün hızlı," dedi, biraz şaka yaparak.

- "46,5," dedim, gülümseyerek.

Korkut ayaklarıma bakınca, şaşkın bir şekilde:

- "O kadar büyük görünmüyordu, yakından bakayım mı?" dedi, gülerek.

- "Korkut, pisleşme!" dedim, hafifçe uyararak.

- "Ne var, ? Ayak numarası önemli,"
Bir anda beni yanına çekip, yanaklarımdan öptü. "Çok üşümüşsün, yanakların buz tutmuş," dedi, gülümseyerek. "Yürü, yürü!"

- "Korkut, bu gece güzeldi," dedim, biraz da yorgun ama mutlu bir şekilde. "Kızsam da çok eğlendim."

- "Sana unutmazsın demiştim," dedi Korkut, gülümseyerek, "Ama romantizmde sınıfta kaldım."

- "Yani benim için romantikti," dedim, gülerek. "Normal bir yerde bu kadar eğlenemezdim, gerçekten sevdim. Maçta da izledim."


Korkut, gözlerinde bir ateşle bana baktı ve dudakları arasında o sıradan, ama derin anlam taşıyan bir gülümseme belirdi.

- "kardelen güzeli ,"
- "Hı?" diye cevap verdim, hafifçe şaşkın ama bir o kadar da meraklıydım.

- "Öpüşsek mi?" dedi, bu kez daha kesin, gözleri bana doğru çekiliyordu.
"Çok ısrar ettin," dedim, gülümseyerek.

Ve sonra her şey yavaşladı. Korkut, yavaşça bana doğru eğildi ve dudakları benimkileri buldu., fakat giderek daha derinleşen bir öpücük. Dudaklarımızın birleşmesiyle içimdeki tüm kasveti, tüm korkuları bir anda silip atmış gibi hissettim. Bütün dünya sadece onun ellerindeymiş gibi geldi, sadece o an vardı. Vücutlarımız birbirine yakınlaştıkça, tutku da büyüdü. Aramızda bir çekim vardı, adeta onu hissedebiliyordum.

Ama tam o an, iki köpek birden koşarak yaklaştı ve havlamaya başladılar. Birden irkilip ayrıldık,
Arkamı dönmeden hızla kaçtım, kalbim çılgınca çarparken bir an bile durmadım. sonra, yavaşça durup arkamı döndüm. Korkut, köpeklerin yanına yaklaşmış, seviyordu . Gözlerinde alaycı bir gülümseme vardı.

- "Gel buraya," dedim, sesimde biraz sinirli bir ton vardı. "Seni ısıracaklar, dikkat et!"

Korkut, hala o rahat tavırlarıyla, köpeklerin etrafında bana gülümsedi.

- "beni bırakıp kaçman... İlişkimiz hakkında geleceğe dair güzel bir umut vaadetin " dedi alaycı bir şekilde. "
Gözleriyle beni izlerken, köpeklerden birkaç adım uzaklaşarak bana doğru yöneldi.
- "Ya ne yapayım? Köpek fobim var, seviyorum ama uzaktan," dedim, biraz utanarak.

Korkut, yüzünde yarım bir tebessümle yanıma geldi. Gözlerindeki o alışıldık ciddiyetin yerini hafif bir oyunbazlık almış gibiydi.
“– Korkak sevgilim… Sence abartıyor muyum?” diye sordu, dudaklarının kıyısından yayılan bir gülümsemeyle.
Kaşlarımı çattım. “– Ben mi korkağım? Ne alaka şimdi?”
Korkut, başını iki yana sallayarak güldü.
“– Gülme Korkut!” dedim ama gözlerimdeki parıltıyı saklayamadım.
“– Gülerim,” dedi, “Zaten yüzümü güldüren tek sensin.”
Bir an nefesim kesilir gibi oldu. Kalbim, göğsümde usulca devrilmiş bir sır gibi yer değiştiriyordu. Dudaklarımda oyunbaz bir kıvrım belirdi.
“– Aa, o zaman durumlar başka…” dedim, gözlerimi kısmıştım. “Acıdım, gül hadi.”
İkimiz de birbirimize öylece bakarken, Korkut’un gözlerinde dalgalanan bir şey belirdi. Sanki bir şey söylemek istiyor ama kelimeler dilinin ucunda yanıyordu. Yutkundu.
“– Kardelen… güzeli,” dedi kısık sesle.
“– Efendim?”
“– Yok bir şey…”
Kaşlarımı kaldırdım. “– Ayy Korkut, kıvranıyorsun resmen. Hadi söyle artık.”

Bakışlarını kaçırdı. Elleri cebinde bir şeylerle meşguldü. Sonra başını yere eğdi.
"Şey… ben yani… seni düşününce…"
Cümlesi yarım kaldı.
"Neyse… boşver."
“Korkut!” dedim, sesim neredeyse yalvarır gibiydi. “Söyle artık.”
Cebinden küçük bir şey çıkardı. Ne olduğunu göremiyordum. Avuçlarının içinde sıkı sıkıya tutuyordu.
“Elindeki ne? Merak ettim.”
Eli istemsizce saçlarına gitti. Parmağıyla ense kökünü kaşırken yüzündeki gerginlik açıkça görülüyordu. . Gözlerinde çekingen ama samimi bir bakış vardı.
“Kardelen güzeli… saçların çok güzel sürekli gözlerini yüzünü kapatıyor yani gözlerini kaptmasın saçların ” eliyle önüme düşen saçalarımı geriye attı
Durdu, derin bir nefes aldı.

“Kardelen...” dedi Korkut, sesi hafifçe titreyerek, gözleri biraz uzaklara dalmıştı. Uzun zamandır sakladığı bir şeyi söylemek ister gibi, tereddütle başladı:
“Yani... uzun zamandır saçlarına takmak istediğim bir şey vardı. Tabii, sen her şeklide çok güzelsin ama...”
Bir an durdu, kelimeler ağzında düğümlenmiş gibiydi. Gözlerim sabırsızlıkla ona bakıyordu, nefesimi tutmuş bekledim.
“Devam et,” diye cesaretlendirdim onu, gülümseyerek.
“Yani... saçların... gözlerin... Seni anlatırken cümlelerim karıştı,” dedi, mahcup bir gülümsemeyle. Sanki kelimeler yetmiyordu hislerini ifade etmeye.
“Anlat işte ya, dokuz doğdum burada,” diye hafifçe şakalaştım, ama içimden her kelimesini dikkatle dinliyordum.
Korkut biraz daha yaklaştı, gözlerindeki o samimiyeti saklayamadan:
“Kardelen, dursan sana romantiklik yapacağım ama sen odunsun,” dedi alaycı ama yumuşak bir sesle.
“Ben mi odunum, Korkut?” diye sordum, biraz şaşırarak, biraz da tebessümle.
“Evet,” dedi, ciddiyetle.

“Gidiyorum ben, sende kendine odun olmayan bir sevgili bul,” diyerek yürümeye başladım
Ama daha adımlarımı atmadan beni tuttu. Elini hafifçe koluma dokundurdu, gözlerine baktı.
“Güzel bir anda vermek istedim ama bir türlü cesaret edemedim, ve sanki güzel bir an hiç gelmeyecek gibi hissediyorum belki hiçbir zaman bir fırsat bulamayacağım .

Gülümsedim.
“Bunun için mi ecel terleri döküyorsun?” dedim, tatlı bir alayla.
“Hayır… yani… senin için…”
“Benim için ne?”
Sessizlik birkaç kalp atımı sürdü. Sonra yavaşça avucunu açtı.
Avuçlarının içinde, gümüş renginde küçük bir toka vardı. Üzerinde uğur böceği deseni vardı. Basitti ama bir şekilde göz alıcıydı. Eski bir havası vardı. Ona dokunmaya kıyamazdım.
“Bu… basit,” dedi. “. İlk hediyem olacak. Ucuz ama…”
Sözünü bitiremeden araya girdim.
“Saçlarıma takar mısın?”
Korkut, tokayı eline aldı. Parmakları saçlarımda usulca gezindi. Tokayı dikkatlice yerleştirdi. Ama ben duramıyordum; elim hep o tokaya gidiyordu.
Korkut’un eli hâlâ saçlarımdaydı. Tokayı yerleştirmişti ama elini çekmemişti. Parmağı, bir tutam saçımı usulca düzeltti. Sonra ağır ağır avucuna alıp baktı.
O anda bir şey oldu… Sessizlik, başka bir şeyin önünü açtı. Daha derin, daha eski bir şeyin…
Yavaşça konuştu. Sesi çatallıydı.
“Bu toka…”
Duraksadı. Elini tekrar tokaya götürdü, parmakları üzerinde dolaştı.
“Annemindi… Annem öldükten sonra tokayı bir kutuya koyup kaldırdım. Kırılacak gibi geldi bana. Ya da belki… ben dokunmaya kıyamadım.”
Derin bir nefes aldı. Bu kez tokaya değil, saçlarıma değil — doğrudan gözlerime baktı.
“Ama şimdi biliyorum. Bu toka artık hak ettiği yerde. Çünkü değerini bilen bir kadının saçlarında.”
Elini yeniden tokaya götürdü. Parmak uçlarıyla saçımı okşar gibi dokundu.
“Ne zaman saçlarına baksam,” dedi, sesi daha yavaş ve daha kararlıydı, “bu tokayı görmek istiyordum.”
Yutkundum.
“Korkut… ya ben kaybedersem? Ya zarar görürse? Bu annenin…”
Gözlerini kısmadan, doğrudan konuştu:
“Kaybedebilirsin. Ama saçlarında gördüğüm an bana yeter.”
“Sen… beni neden böyle ağlatacak cümleler kuruyorsun?”
“Doğrular.”
Başımı eğdim. Kalbim göğsümden taşacak gibiydi.
“Korkut… seni çok pis sevesim var.”
Önce sustu. Sonra sesi, boğazındaki çatallanmayı bastırmaya çalışarak:
“Öyle mi?”
Başımı salladım.
“Hıhı. Sen azıcık eğilsene. Sana bir şey diyeceğim.”
Korkut eğildi. Ben de yanağına kocaman bir öpücük kondurdum.
Hemen geri çekildim.
Korkut gülümsedi.
“Kardelen güzeli… ama böyle olmaz. Eşitlememiz lazım.”
“Banane. ne yapayım?” dedim, dudaklarımda yaramaz bir tebessümle.
Korkut’un park ettiği arabaya ulaştığımızda, o her zamanki sakin ve kendinden emin tavırlarıyla bana döndü…


"Kardelen güzeli, sen arabada bekle. Ben iki dakikaya geliyorum," dedi Korkut, her zamanki gibi sakin ama ne yapacağı belli olmayan tavrıyla.
Gözlerimle onu takip ettim. Adımlarının kararlılığıyla, sanki sıradan bir şey değil de, önemli bir görev üstlenmiş gibiydi.
Birkaç dakika sonra geri döndü. Bir elinde çay, diğerinde kahve… Arabanın kapısını açtı ve kahveyi bana uzattı.
"Al bakalım, Türk kahvesi. İçine süt de eklettirdim," dedi, o kendine has, alaycı ama düşünceli ses tonuyla.
Kahveyi şaşkın bir ifadeyle aldım.
"Sen… biliyorsun," dedim sadece.
O ise umursamaz bir gülümsemeyle omzunu silkti.
"Yani… önce tuhaf gelmişti. Ama senin neyinde normal bir şey var ki? Türk kahvesini sütle içiyorsun ve tabii kahve yaptıysan, kesin sıkıcı belgesel açıp , oturup izliyorsundur."

Gülümsedim. Bu kadar ayrıntıyı hatırlıyor olması… içimde tuhaf bir sıcaklık yankılandı. Sanki hafızasındaki her köşe, bana dair küçük ama değerli anlarla doluydu.
“Beni dikkatli gözlemlemişsin,” dedim, sesimde hafif bir şaşkınlık ve teşekkür gizliydi.
Korkut gözlerini kaçırmadı, bakışlarımdan kaçmadı.
“Evimde sürekli güzel gözleri olan bir kadın vardı, Kardelen. Varlığına karşı kayıtsız kalabilir miydim sanıyorsun? Sen gittin ama… evde sana ait izler kalmaya devam etti.”,

içimde şuan filler tepişiyordu
Güzel gözler ...kadın ben ayy yanıyorum sanki şimdi ben kadın mıyım evet yani ben kadınım tamam ben kadınım
Kaşlarımı kaldırdım, merakla sordum:
“Ne yaptım ki ben yani ne hatıram var ki o evde sende evde bile doğru dürüst kalmıyordun ?”
Gülümsedi. O kendine özgü alaycı ama sevgi dolu haliyle cevapladı:
“Birincisi… mutfak dolaplarını sürekli açık bırakıyorsun. İkincisi, tokaların evin her yerindeydi. Üçüncüsü… sesin evin her köşesindeydi. Mihri için okuduğun o masalları bile… istemsizce dinliyordum.”
Şaşkınlıkla bir adım attım ona doğru, “Sen dinliyor muydun ?” dedim, kıkırdayarak.
Başını hafifçe eğdi, gözlerini kısmadan, yumuşak bir sesle yanıtladı:
“Senin sesin olduğu için dinledim.”
Sustuğumda kalbim susmadı. .… Beni benden daha iyi tanıyordu belki de.


Korkut durdu. Bir anlığına geçmişe gitti sanki. Yüzünde hem gülümseme hem de özlem dolu bir ifade belirdi. Sesi alçaldı
“Senin ev halini izlemek… hayatta hiçbir şeye değişmem Kendi yaptığın çayın bile altını açık unutuyordun, sonra da kim altını açtı diye bilmiyormuş gibi yapardın
utanmıştım adam benim hamart mutfak hallerimi görmüştü rezalet
Bir an sustu. Derin bir nefes aldı.
“Senin olduğun ev, evdi. Senin sesin vardı, gülüşün vardı. Mihri’ye masal okurken kelimeleri uyduruyordun Mihri için hep sonları değiştiriyordun . Hatta bazen sırf seni görmek için mutfak dolabından tabak çıkarıyordum bilerek kirletiyordum , yıkayacak bir şey olsun diye. Daha fazla yanınızda kalmak için

Evet İlk başlarda sürekli Korkut u mutfakta tabak yıkarken görüyordum ama bunun benimle alakalı olacağını hiç düşünmemiştim o zamanlar ona fazlasıyla sinir duyuyordum
Kahkahamı tutamadım bu kez.
Korkut gözlerini kısmış, bakışlarını yere dikmişti. Ama sonra yavaşça bana döndü:
“Sen evin ta kendisiydin, Kardelen. Gittiniz ya… evin kapıları kapanmıyor sanki.
“Bir de o sabah uyanma hâlin var ya… seni öyle görünce güleceğim diye tutuyordum kendimi. Saçın tepede lastikle tutturulmuş ama sabaha kadar çözülüp sağa sola fırlamış… gözlerin hâlâ uykuda, suratında yastık izi. Ama gel gör ki o hâlinle mutfağa gidip kahve yapmaya çalışıyordun uykulu hâlinde bile… öyle güzeldin ki

Sonra gözlerini kısıp güldü:
“Tabii, o uzun kollu, bol çizgili pijaman yok mu… Hani dizleri çıkmış
Gözüm doldu, ama gülmeden de edemedim.
“Seninle yaşamak… sabah kahveni nasıl içtiğini bilmekti. Kitap okurken nasıl kıvrıldığını, uykun gelince nasıl yavaşladığını… Ütü yaparken kendi kendine şarkı uydurduğunu.
“Ben nefes alamıyorum şu an.”
İçimden sadece bu cümle geçiyordu. Göğsümün tam ortasında bir şey büyüyor, genişliyor, sonra kalbimin etrafına usulca sarılıyordu. Boğulmuyordum ama nefes almak da kolay değildi. Bu his... Bu… sevilmek.
Ne garipmiş...
Ne güzelmiş...
O beni ne güzel anlatmıştı...
Ben bile bazen kendimi bu kadar net göremiyordum. Ama o — umursamaz sandığım, hiçbir şey fark etmiyor sandığım o adam — minicik gülüşlerimi bile belleğine kazımıştı.
Eve gitmek istedim.
Ama bu sefer içimi acıtmak için değil...
Sevinçten ağlamak için.
Ben… onun zihnindeydim.
Her şeye rağmen.
Boğazım düğüm düğüm oldu. Gözlerim doldu.
Ağlamamak için hemen toparlandım.
Elimi kaldırdım ve göz altlarıma bastırdım; o tanıdık hareketle, yıllardır öğrendiğim gibi.
Bir gözyaşı süzülmeden önce bastırdım.
“Sakın düşme.” dedim içimden.
“Henüz değil.”

-"Bu kadarını beklemiyordum beni benden daha iyi tanıyorsun sanki . Ama belgesel konusunda… izlemek zorunda değilsin."
Korkut, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümsemeyle başını iki yana salladı.
"İzleriz… sadece uyuya kalırsam kızma."
"Kızmam," dedim, kahvemden bir yudum alırken. "Belki zamanla seversin."
Yüzünü buruşturdu.
"Şüpheliyim."
Kahvenin içindeki süt, yavaşça kendini belli etmeye başlamıştı. Yumuşak, alışılmışın dışında bir tat… t
İçimden geçirdim: "İyi ki süt koydurmuşsun. Şu an belki de en mutlu olduğum an."
Korkut, çayından bir yudum aldıktan sonra hafifçe bana baktı.
"Her anın aklımda," dedi, hafif alayla. "Ama Mihri için aldığım sütleri sen bitiriyorsun. Sahi… boyun neden bu kadar kısa senin?"
Gözlerimi kısıp, kaşlarımı kaldırdım .Normaldi ideal Türk kadını ortalamasındaydım
"Vücudumu beğenmiyor musun sen?" dedim, yarı ciddi yarı oyunbaz bir tonla.
Güldü.
"Bilemem."
"Nasıl bilemezsin ya? Çabuk öv beni. Vücudumda en beğendiğin yeri söyle!"
Cevap vermek yerine çayını içmeye devam etti. Sessizliğinin içinde bir oyun gizliydi.
Ben gözlerimi kaçırdıkça, o inadına çayını höpürdetiyordu.Bilerek beni sinirlendiriyordu
Sonunda, sanki pes etmiş gibi:
"Ellerin," dedi.
Şaşkınlıkla döndüm ona.
"Ellerim mi?"
Başını salladı.
"Evet. narinler. İnsan baktıkça tutmak istiyor. Güvende tutmak..."
Ellerimi avuçlarına aldı. Parmaklarımın arasında, sıcaklığıyla bir şey bıraktı sanki. Sonra gözlerini ellerimde gezdirdi.
"Bir parmağında boşluk var," dedi, sesi aniden ciddileşmişti.
"Nasıl bir boşluk? Eğik mi yani? Ne alaka şimdi?"
gözlerinde ince bir tebessüm gezindi.
"Boşluk işte," dedi.
Sonra gözlerini yüzüme kaldırdı.
"Ama yakında o eksik parça yerinde olacak."
Kalbim bir an durdu sanki. Ne söylediğini biliyordum. Ne demek istediğini…
Ve o an, bir şey söylemeye cesaret edemedim.
Korkut, bana öyle bir baktı ki… Sanki içimden geçen her düşünceyi okuyabiliyordu.
"Frekansın… çok iyi " dedim, boğazım düğümlenmişti.
Sonra birden gülerek:
"Dur, nazar duası okuyayım!" dedim, iki elimi açıp mırıldanmaya başladım. Arada "tüt tüt!" diyerek usulca tükürdüm;
Korkut kaşlarını kaldırarak hafifçe güldü.
"Tükürmene gerek yok bence," dedi. "İlişkimiz… bizim ellerimizde. Bize bağlı."
?
- "Doğru söylüyorsun," dedim, ama hâlâ kafamda bir sürü soru vardı. "Ama ne bileyim, mutlu olunca arkasından mutsuzluk geliyor gibi hissediyorum."

Korkut daha derin bir nefes aldı, sonra sakin bir şekilde devam etti:

- "Fazla düşünüyorsun, anı yaşa. Belki bu günleri özleyeceğiz. Şu anda sen ve ben varız, yarın yok, dün yok. Şimdi, şu anda anladın mı?"
Gözlerim Korkut’un gözlerine kilitlenmişti, ve o anda her şeyin tam yerinde olduğunu fark ettim.

"Evet," dedim, gözlerimde bir parıltı, "Şu anda buradayım ve seninleyim. Ait olduğum yerdeyim. Ama bu, date saymıyorum. Ben romantik bir date istiyorum, baş başa."

Korkut, hafifçe gülümsedi. "Olmuş bil," dedi, sesindeki sakinlik her zaman olduğu gibi.

Kahvemi iki elime almış, yavaş yavaş içiyordum. Her yudumda biraz daha içine çekiyordu beni bu gece. Korkut, çayını bitirmiş, bardağı ön konsola koymuştu. Ama eli hâlâ dizimin yakınındaydı. Değmiyordu ama oradaydı. Varlığı yeterdi.
"Bazen..." dedim fısıltı gibi. "Böyle anlarda konuşmak istemiyorum. Bozulmasın diye."
Korkut, gözlerini bana çevirdi.
"Bozulmaz," dedi. "Bunu biz kurduk. Kurduğumuz şey öyle kolay dağılmaz."
"Ben seninle olduğumda," dedim, "Kendimi… tamam hissediyorum."
Kelimeler dökülürken dudaklarım titredi. Belki biraz utandım, belki biraz kırılmaktan korktum.
Korkut derin bir nefes aldı.
"Ben de seninle olduğumda... kendimi daha az suskun buluyorum.
Sonra bir anda, hiç beklemediğim bir şey oldu. Elini uzattı, kahveyi aldı, bir kenara koydu. Ardından parmaklarıyla elimden tuttu. Avucumun içine dokundu, tıpkı biraz önceki gibi… ama bu sefer daha uzun, bir şekilde.
"
Yutkundum. Sesim çıkmadı. Sadece başımı eğdim. Ama o, parmaklarımı kendine doğru çekip dudaklarına götürdü. İçimden bir ürperti geçti. Sessizliği bir öpücük bozmuştu.
Kalbim hızlı atıyordu. Sessizliğin ortasında sadece onun nefesini ve kalbimin gürültüsünü duyabiliyordum.
İşte bu sahneyi detaylandırıp duygu yoğunluğu yüksek, romantik ve roman havasında bir biçimde yeniden yazdım:

“Korkut…” dedim, neredeyse bir fısıltı kadar inceydi sesim. Gözlerim, onun gözlerinde kaybolmaktan korkar gibiydi. “Beni bu kadar güzel hissettirme… sonra nasıl yaşarım?”
Bir an durdu. O kendine has, sakin ve derin gülümsemesiyle baktı yüzüme. Gözlerinin içi ışıldıyordu. Bir şey demedi önce; sanki o an, kelimeler yetmeyecekmiş gibi geldi ona. Sonra başını hafifçe eğerek konuştu:
“İyi hissetmelisin,” dedi. “Çünkü hak ettiğin şey bu.”
Gözlerim doldu, ama gözyaşlarımı sakladım. Bu duygulara yabancıydım. Ne yapacağımı bilememenin kırılganlığı vardı içimde.
“Daha önce…” dedim, boğazımda düğümlenen cümleyi güçlükle tamamladım. “Böylesi olmadı.”
Korkut’un bakışları birden ciddileşti. Kaşlarını çatıp bana döndü. “Ne olmadı?”
“Beni böyle…” dedim, gözlerimi kaçırarak. “Beni mutlu hissettirecek biri olmadı. Bana böyle bakan biri… Sen yüzüme uzun uzun bakıyorsun ya, işte o zaman çekiniyorum.”
“Alışkın değilsin yani?” dedi, ses tonunda anlayış vardı.
Başımı hafifçe salladım. “Değilim…”
Korkut, hafifçe başını iki yana salladı. Gülümsemesi yine yüzüne yayıldı. “Güzel,” dedi.
Şaşkınlıkla ona döndüm. “Anlamadım? Ne güzel?”
Bakışlarını uzak bir noktaya dikti, sonra yeniden bana çevirdi. İçinde kararlılık olan bir sesle konuştu:
“Çünkü o zaman seni sevilmeye ben alıştıracağım. Sana, gerçek sevgiyi… ben öğreteceğim.”
Kalbim bir an yerinden çıkacak sandım. Sanki yıllardır kilitli kalmış bir kapının anahtarıydı bu sözler. Ama hâlâ temkinliydim. Sarsılmış biri gibi.
“İddialısın…” dedim, gülümsemeye çalışarak. “Büyük konuşuyorsun.”
O ise hiç tereddüt etmeden, gözlerini gözlerime kilitledi.
“İzle ve gör,” dedi. “Seni nasıl sevdiğimi… her anına dokunarak, her yarana iyi gelerek, her gülüşünü ezberleyerek… yaşayarak öğreneceksin. Seni sevmek benim en iyi yaptığım şey olacak, Kardelen.”
Sözleri yüreğime battı ama can yakarak değil… bir yaranın üstüne şefkatle konmuş bir merhem gibi. Sessizce başımı eğdim. Ne diyeceğimi bilemedim.
Nefesi, dudaklarıma değecek kadar yakındı artık. Ve sonra…
Korkut, yavaşça dudaklarıma dokundu.
Sert değil, aceleci hiç değil… Tam aksine, durup düşünülmüş bir öpüştü bu. Kırılgan yanlarımı ezmeden, korkularımı ürkütmeden… sanki “ben buradayım, güven” diyen bir dokunuştu.
Gözlerimi kapattım. Sadece hissettim. Dudaklarımız birbirine değdiği anda içimdeki bütün şüpheler susmuştu.
Öpücük bittiğinde, yüzünü çekmedi hemen. Alnını benim alnıma yasladı. Gözlerini kapatıp mırıldandı:
“İşte böyle seveceğim seni… her defasında ilk defaymış gibi

Başımı omzuna yasladım.
Bir süre konuşmadık. Zaman, gece ve biz… üçümüz susarak anlaşıyorduk.
"Kardelen güzeli…" dedi. "İçimde, senin için ayırdığım bir yer var. Çok önce açılmış ama hiç kimseye gösterilmemiş. Orası artık senin."
Gözlerim doldu. Ama bu sefer ağlamadım. Ağlamak değildi hissettiğim.
Bu… tamamlanmaktı.

Araba apartmanın önüne yanaştığında içimi tarif edemediğim bir huzursuzluk kapladı. Kalbim bir anlığına hızla çarptı. Vedalaşmak istemiyordum. O an, sanki ondan ayrılmak, sadece arabadan inmek değil de… bir bağdan kopmak gibiydi. Elim kapı koluna uzanmıştı ama içimden bir ses, "Dur," diyordu. Dayanamadım.
“Beni bıraktıktan sonra ne yapacaksın?” diye sordum.
Sorunun tonunu yumuşatmaya çalışsam da, içimdeki kıskançlık çoktan yüzeye çıkmıştı. Nereye gideceğini bilmek istemiyordum aslında, sadece… merak ediyordum. Belki de korkuyordum. Korkut bir an sessiz kaldı. Sonra yüzünde o tanıdık, alaycı gülümseme belirdi.
“Güncenin yanına gidip gitmeyeceğimi mi soruyorsun?” dedi. Sesi alaycıydı ama soğukkanlı.
İçimde bir şey dürtüldü, rahatsız edici bir şey. Hemen toparlanmaya çalıştım. “Çok mu belli ettim?” dedim, utangaç bir gülümsemeyle.
“Sabah’tan beri kıvranıyorsun,” dedi, kaşlarından biri hafifçe kalkarken.
Bir açıklama yapmalıydım. Kıskanç biri değildim. Ya da... en azından öyle olduğunu düşünmek istiyordum. “Sana güveniyorum da işte... şey olarak düşün, bir içgüdü.”
Korkut, başını hafifçe eğdi. Gözlerinde tatlı ama dokunaklı bir alay vardı. “Güdü hayvanlarda olur, Kardelen. Refleks olmasın.”
İç çektim. “Çok sağ ol, beni düzelttiğin için, sevgilim.”
“Rica ederim, eğik sevgilim,” diye yanıtladı aynı tonda.
Bir kahkaha attım ama gözlerimi devirdim. “Espri anlayışın berbat, Korkut.”
“Espiri anlayışım iyidir. Herkes algılayamaz,” dedi kendinden emin bir tavırla.
İçimdeki öfke bir kıvılcım gibi belirip söndü. Aynı anda, dudaklarımda istemsiz bir gülümseme belirdi. Bu adam beni delirtmeyi başarıyordu ama onu sevdiğim gerçeğini değiştirmiyordu.
“Tabii tabii,” dedim, hafif bir alayla.
Korkut gözlerini kısmıştı, yüzünde ince bir merak. “Alay mı ediyorsun sevgilinle?” diye sordu.
Tam yanıt verecekken, beklenmedik bir şey oldu. Dudaklarımın kenarına kondurduğu bir öpücükle kelimeler boğazımda düğümlendi. Donakaldım. Kalbim göğsümde gürültüyle atmaya başladı. Birkaç saniye içinde kontrolümü kaybettim.
"Ben artık gideyim," dedim aceleyle, ne yaptığımı bilemeden. Sonra hızla eğilip dudaklarını öptüm ve kapıyı açıp arabadan indim. Yanaklarım alev alev yanıyordu.
Korkut camı açtı, sesi hemen arkamdan geldi:
“İnsan sevgilisinin karşılık vermesini bekler. Öpüp kaçtın, yangından mal kaçırırcasına.”
Dönüp ona baktım. Alaycı sesi beni hem kızdırdı hem güldürdü.
“Hızlı olup karşılık verseydin, reflekslerin yerlerde,” dedim, içten içe hâlâ kalp atışlarımla boğuşurken.
“Senin yüzünden,” dedi, omuzlarını silkerek.
“Ben mi?” dedim, şaşkın ama bir o kadar da gülerek.
“Öpücüğünle beni altüst ettin.”
Sesinde bir öfke değil de... itiraf gizliydi. Etkilenmişti. Bu kadar kolay mıydı onu altüst etmek? Bilmiyordum ama etkilediğimi biliyordum.
“Öyle bir etkim olduğu söylenir,” dedim, çarpık bir gülümsemeyle.
Korkut’un gözleri bana odaklandı.
“Kim söylüyor sana bunu?” dedi, bir anda sesinde hafif bir kıskançlıkla.
Gözlerim büyüdü. O an ciddi miydi? Gerçekten kıskanıyor muydu?
“Ciddi olamazsın,” dedim, gülerek.
“Gayet ciddiyim. Kim söyledi?” diye tekrar etti.
Ona bakarken içimden kahkaha atmak geldi. Ama biraz da… hoşuma gitmişti bu hâli.
“Lafın gelişi, be adam,” dedim, omuz silkip. “Sadece senin etkilenmen yeterli benim için.”
Bir an durdu. Sustu. Sonra hafifçe başını salladı.
“- ben zaten çoktan etkilenmiştim.”
Bunu öyle bir ses tonuyla söyledi ki... kalbim bir anlığına yer değiştirmiş gibi hissettim. Gözlerimi kaçırdım, ama içimde dalga dalga yayılan o sıcaklık… sanırım uzun süre dinmeyecekti.

"Beni deli ediyorsun bazen," dedi, derin bir nefes aldı.
"Ben ne yapmışım ki?" dedim, içimdeki kıpırtıları zor bastırarak.
– Kardelen güzeli… Beni hep böyle sev, dedi. Bu sefer gözlerinde başka bir duygu vardı.
– Severim… Hep severim.
– Sözümü aldım. Sözünden dönme.
– Alayla baktım. "Benim sevgim sana karşı sınırsız tabii… Seni bilemem."
– Ne demek o, Kardelen güzeli?
– O demek işte… Beni sevmeyi unutursun sen.
– Bu sözlerin anlamsız. Seni sevmeyi unuttuğum gün… ben ölmeyi seçmişimdir.
Her yer bir anda kasvetli olmuş gibiydi.
– Ayy Korkut, 90 yaşında bir dede gibi konuşuyorsun. Ayrıca… beni sevmeyi bırakmazsın sen. Beni asla unutmazsın.
"Bana laf yetiştirme, Kardelen güzeli. İçeri geç, titriyorsun," dedi.
Gülümsedim. Ama içimdeki o çekim duygusu gitgide büyüyordu. Sanki bu sözler, onu bana bir adım daha yaklaştırıyordu.
Arkamı döndüm ve binanın içine girdim. Korkut ise, ben girdikten sonra hiçbir şey söylemeden uzaklaşmıştı.
O an fark ettim; mutlu olmak, güzel bir şeydi.

Odaya girdiğimde Mihri kuş derin bir uykudaydı. Yüzündeki huzur, dışarıdaki dünyanın karmaşasından habersizdi. Ayak uçlarıma basarak, sessizce üzerimi değiştirdim. Sonra usulca yanına kıvrıldım.
– Mihrim, diye fısıldadım.
Saçlarını nazikçe okşadım. Parmaklarım o altın tel gibi saçların arasında gezinirken içimde tuhaf bir dinginlik hissettim. Sanki o küçücük beden, benim bütün acılarımı emip yok etmek için yaratılmıştı.
Kendi kendime konuştum alçak sesle, neredeyse nefes gibi:
– Dayın sanki tüm acımı almak için yaratılmış Mihri kuş…
Uyuyordu. Derin, huzurlu bir uykuda.
– Uyu… Mihri kuş sen uyu. Çok şanslısın biliyor musun? dedim. Çocukluğunu kurtaran bir adamın elinde büyüyorsun sen… Babandan farklı bir çocuk olacaksın . Meleğim… güzel meleğim...
Bir süre onu izledim. Nefes alışları, rüya gibi… Sanki o nefesler sayesinde ben hayattaydım.
Sonra kulaklıklarımı taktım. Gözlerimi kapattım. Karanlığın içinden bir melodi süzüldü kulaklarıma. Tanıdıktı…
Gülümsedim. Bana yine şarkı göndermişti. …
“Kara zehir gibi delirtir aşk beni,
Bu defa başka.
Yedi sekiz dokuz kere diriltti aşk beni,
Bu defa başka…”
Şarkının sözleri odanın duvarlarında yankılanıyormuş gibi geldi.
“Beyaz kelebek bulsun da seni,
Söyler belki kaderi.
Varsın yansın bu şehir kül olsun…”
Gözlerim doldu ama akmadı yaşlar. O şarkıda saklıydı hissettiklerim. Kelimelere dökemediklerim. İçimden geçen ama ona söylemeye cesaret edemediklerim.
“Dilimdeki küfür gibi fısıldar o beni
Bu defa başka…”
Şarkı sona yaklaşırken, kalbimde bir fısıltı dolaşıyordu:
“Benden fazla seven bulsun ya seni
Isıtsın, sarsın… sebebim bende kalsın
Ama sen banasın.”
“Sen banasın,” dedim usulca, karanlığa.
Sonra rüyayla uyanıklık arasında bir yerde, o şarkının eşliğinde uyuya kaldım.

-----------------------------------------------------

evetttt nihayet bu bölümün sonuna geldik

Bu bölümde en sevdiğiniz kısım hangisiydi

korkut hakkında ne düşünüyorsunuz

Kardelen hakkında da düşünceleriniz merak ediyorum

kitabın ilerleyen bölümleri hakkında tahminleriniz var mı

kardelen ve korkutun birlikte beraber geçireceği bölümlere olmalı mı yoksa fazla mı olur

 


 

Bölüm : 14.06.2025 19:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...