42. Bölüm

42. Bölüm

Mera
mera01

Bölümü, Brad Derrick - Moth, Butterfly and Torchbug dinleyerek okumanızı tavsiye ederim. Keyifli okumalar.

 

 

"Medora'nın oğlu mu?" Yerimden kalktım. "Medora'nın başka bir oğlu daha mı vardı?"

"Hayır, yalnızca bir tane çocuğu var."

Gözlerim mümkünmüş gibi daha çok büyüdü. "Bu adam, Evan Varkal, uğruna bir canın feda edildiği hasta çocuk mu?"

"Evet."

"Kısa cevaplar vermek yerine olayı baştan sona anlatmaya ne dersin?"

"O dönemki efendim, Evan Varkal'ı bulup bana getirmişti. Onu ben büyüttüm. Bu kadar uzun yaşamasının sebebi yıllar önce, henüz bir çocukken ruhuna etkin bir büyünün yapılmış olması."

Ardı arkası kesilmeyen şüpheler yeni filizler oluşturuyordu zihnimde. "Hangi efendin? Ayrıca nereden bulmuş bu adamı? Hani Tanrı bu çocuğun canını almıştı? Ruberya'nın bana gösterdiği sahne gerçek değil miydi?"

"Gerçek elbette," dedi Ezra. "Herkes o çocuğu, Evan Varkal'ı ölü biliyor. Lakin ölmemiş; onu almaya gelen Ölüm Tanrısı çocuğun canını bağışlamış. Fakat çocuğu bir dağın tepesine bırakmış. Evan Varkal, Katrin şehrindeki Lyla Ormanı'nda terk edilmiş hâlde o dönemin hükümdarının askerleri tarafından bulunmuş ve himaye altına alınmış. Ardından o dönemki efendim, Katrin Hükümdarı'ndan izin isteyerek Evan Varkal'ı yanına almış ve sonraki zamanlarda bana teslim etmişti."

"Öyle mi?" diye sordum şüpheyle. "Kimdi o dönemki efendin? Katrin hangi hükümdar tarafından yönetiliyordu?"

"O dönemki efendim Remy Elenor idi. Renan Farzer ise o dönemin Katrin Hükümdarı'ydı; yedili sistem kurulmadan çok önce hükümdar olmuş önemli biriydi. Soyadının farklı olduğuna bakmayın, kendisi İlgar ailesinden gelen bir isimdir."

Eğer yedili sistemin öncesine ait dönemleri anlatan kitapların arasında dolaşırken bu isme sık sık rastlamış olmasaydım, Ezra'ya olan güvenim, tıpkı Leydi'nin bir zamanlarki koruyucusuna duyduğu güvenin sarsıldığı gibi sarsılacaktı.

Avuçlarım arasında duran şişeye baktım. Rengi, koyuluğu ve camdan yayılan sıcaklığı hiç güven vermiyordu. "Bu şişe neyin nesi peki?"

"Bana güvenmiyorsunuz," dedi Ezra. Onu oldukça huzursuz eden bir tahmini nihayet dile getirmişti. "Yanlış mı anlıyorum?"

Leydi'nin sözleri, şu geçen zaman neticesinde hayatımda önemli bir yere tutunmuştu. Onu hayal kırıklığına uğratmak istemediğim için Ezra'ya duyduğum güveni, eğer mümkünse, bir süreliğine saklamaya karar verdim. "Soruma cevap verirsen, soruna cevap alacaksın."

"Şişedeki sıvı, ruhları uyandırmadan önce içtiğiniz takdirde, özgür kalan ruhların gücünün temelli artmasına yarayacak bir tür büyü; doğada eşi benzeri bulunmayan güçlü bir içecek."

"İçip içmeyeceğime Bilge'ye danıştıktan sonra karar vereceğim," dedim. Salonun çıkışına doğru yürüdüm. "Soruna gelecek olursak, sana güvenmiyor değilim; lakin her geçen gün sana duyduğum güven giderek azalıyor."

Bahçeye çıktığımda ruhlar geçidi benim için hazır etti. Bu sırada, geçide girmeden evvel Ezra bana yetişti. Geçidin etrafındaki ruhlar dağılınca Ezra'ya döndüm. Leydi'nin isteği, Ezra'ya duyduğum güvene kesikler atıyordu. Ona güveniyor ama Leydi'ye ihanet etmek istemiyordum. Bu arada kalmış hâlim beni gereğinden fazla huzursuz ediyor ve sanki, benliğimden uzaklaşıyor gibi yabancı bir hissi avuçlarım arasına koyuyordu. "Bildiğimden, sandığımdan daha fazla gücün olduğunu fark edebiliyorum. Eğer savaşı kazanamazsak seni suçlayacağım Ezra. Haberin olsun."

Mavi geçidin bedenimi yutmasına müsaade ettim. Sislerin arasında yükselen Roves Kalesi önüne dizdiği yüzlerce bedenle birlikte akşamı karşılıyor; her beden gökteki yıldızlar gibi sönüp gideceği anı sabırla ve korkusuzca bekliyordu. Bir çizgi gibi uzayan köprünün direklerine asılmış meşaleler azimle yolu aydınlatıyor; kırmızılığın domine ettiği yol, başka bir evrene, bambaşka bir diyara açılır gibi, fezanın boşluğuna açılan bir kapı gibi, sislerin yuttuğu hâliyle karanlığa meydan okuyordu. Köprü sağlam, köprünün açıldığı alan ise eski bir medeniyetin beşiğiydi.

Geçidin soluk mavisi kırmızılıkla aydınlatılmış karanlığın içinde yok oldu. Yok olan geçidin bir yansıması ise gökteydi. Yaklaşık yirmi santimlik boyuyla gökte duran yarık kimi zaman bulutların arasında kayboluyor olsa da, çoğunlukla gözümüzün önünde sallanıyordu. Onun yaydığı ışık bazı anlarda güneşin ışığına baskın geliyor ve etraf tuhaf, solgun bir mavi ışıkla aydınlanıyordu. O zamanlar havanın kokusu da değişiyordu. Normalde ağırladığı mevsimin kokusunu taşıyan hava, gök solgun maviye çaldığında acı bir kokuyu taşır oluyordu. Şu ana dek kokladığım hiçbir kokuya benzemeyen bu koku, son gibiydi; nihai zamanın kokusu gibi geliyordu bana. İşte o anlarda penceremi kapıyor, kokunun bana ulaşmasını engelleyerek hazin sonun hayalinden kaçınıyordum.

Ağır zincirler yavaşça çekildi ve koca demir kapı yukarı doğru yükseldi. Açılan boşluktan geçip doğrudan Başkule'ye ilerledim. Akşamın bu saatlerinde bile boş kalmayan avlu ateşlerin kırmızı ışığı altında durgunlaşacağı, boşalacağı vakti bekliyordu. İçeri girince üst kata çıkıp büyük salona geçtim. Taş bir şömine, kırmızı küçük çiçek desenleriyle kaplanmış deri koltuklar, rengarenk desenlerle hayat bulmuş duvarlar, kalabalık alanlara hizmet vermek için köşede duran geniş masa, her yere konmuş vazo ve tablolar, mumlar, şamdanlar, oyulmuş tavanlar ve tüm bu zengin görüntünün ardına sığınmış bedenler; işte tüm bunlar büyük salonun beslediği canlardı; bedenler çoğu zaman buraya sığınır ve burada barınırdı.

Kapının eşiğinde durdum ve herkesi selamlayıp öyle girdim içeriye. Odanın sağ tarafında oturma alanı, oturma alanının karşısında şömine ve ta karşıda, odanın en uzak köşesinde yemek masası vardı. Kadınlar şöminenin karşısındaki oturma alanına yerleşmiş muhabbet ediyordu; erkeklerin ise bir kısmı yemek masanın etrafında, bir kısmı oval pencerelerden birinin önündeydi. Adımlarımı yavaşlatmadan masanın etrafına dizilmiş bedenlerin arasında duran Valmir'e yaklaştım. Yanlarına vardığımda yeniden bir selam verdim ve sıkıca tuttuğum şişeyi Valmir'e uzattım. Bilge, asasına dayadığı ellerini çözdü ve şişeyi aldı.

"Ezra verdi," dedim. "Daha doğrusu... Neyse, bunlar sonranın meselesi ama sıvıyı incelemeni istiyorum."

Valmir kırmızı sıvıya şöyle bir baktı. "Ne olduğunu söyledi mi?"

"Evet. Eğer ruhları uyandırmadan önce bunu içersem, ruhların gücü kalıcı bir şekilde artacakmış."

Efendi Ramon Valmir'in elinden şişeyi alıp inceledi. Kırmızı sıvı oldukça yoğundu; şişe sallandıkça, sıvıda köpürür gibi baloncuklar oluşuyordu. "İlginçtir ki kana benziyor."

Valmir, Efendi Ramon'un sözünü onaylarcasına başını salladı. "Fakat oldukça yoğun. Tam olarak ne olduğunu söylemedi mi?"

"Yalnızca bir büyü olduğunu söyledi. Eşi benzeri olmayan, etkin bir büyüymüş."

"Eşi benzeri olmayan... Demek öyle." Valmir şişeyi Efendi Ramon'dan aldı ve kapağını açıp kokladı. "Büyü gibi kokmuyor. Zaten var olan bir şeyin bir parçası gibi."

Şişe bu sefer Fedor Bey'in eline geçti. Fedor Bey'in tek odağı sıvıda oluşan köpürcüklerdi. "Büyü olduğu söylenen bir sıvıda köpürme meydana geliyorsa, o bir büyü değildir. Eski görevimden aklıma kazınmış en temel bilgilerden birisidir bu."

"Doğru," dedi Valmir. "Büyülü bir sıvıda köpürme oluşmaz." Keskin bakışları beni buldu. "Koruyucunun şüpheli hareketlerine bir yenisi daha eklendi Alisa."

"Neden bunu verme gereği hissetmiş?" diye sordu Alpay Bey. "Bu sayede savaşı kazanacağımıza mı inanıyor?"

"Söylemedi. Ayrıca şişeyi bana bir başkası verdi. Konusunu açmayacaktım ama... Ezra da yanımızdaydı."

"Kimdir o kişi Alisa?" diye sordu Valmir.

Bedenim gerildi. "Evan Varkal."

Nasıl oldu bilmiyorum ama salonun girişinde bulunan Leydi Demitre bile duydu bu ismi. Oturduğu yerden kalkıp yanımıza geldi. "Varkal mı?"

"Medora'nın oğlu," dedi Valmir. "Öyle mi? Kendisini bu şekilde mi tanıttı?"

"O tanıtmadı. Ezra tanıttı. O adam yanımızdan ayrılınca adamın kim olduğunu Ezra söyledi bana."

Bu sefer de Alpay Bey şişeyi aldı. "Bu mümkün mü? Ezra seni kandırıyor olmasın kızım?"

"Bana söylediği buydu."

Leydi, Alpay Bey'in yanına geçip sıvıya baktı. Bu esnada salondaki kalabalık masanın etrafına doluşmuştu.

"Olayı sana nasıl açıkladı?" diye sordu Fedor Bey. "Evan Varkal'ın hâlâ hayatta olmasını nasıl açıkladı?"

"Ölüm Tanrısı'nın çocuğu öldürmeyip Lyla Ormanı'na bıraktığını söyledi. Evan Varkal, o dönemin Katrin Hükümdarı Renan Farzer'in askerleri tarafından bulunmuş ve Hükümdar'a teslim edilmiş. Fakat Remy Elenor, Ezra'nın o dönemki efendisi, çocuğu Renan Farzer'den istemiş ve sonrasında Renan Farzer çocuğu Ezra'ya bırakmış. Evan Varkal'ı Ezra büyütmüş. Varkal'ın ruhuna yapılan bir büyü nedeniyle Varkal bugüne kadar yaşamış."

"Renan Farzer mi?" Fedor Bey güldü. "Desene hikâyeyi doğrulayacak kişiler var etrafımızda."

"Yarın ben Galen İlgar ile iletişime geçeyim," dedi Valmir. "Bakalım o ne biliyor bu konu hakkında? O zamana kadar bırakın," şişeyi eline aldı, "bu bende kalsın."

Valmir ile Leydi'nin arasında tuhaf, adlandıramadığım bir bakışma yaşandı. Valmir, zarar görmesini engellemek için şişeyi kendi odasına koymaya götürdü. Salondaki herkes birden huzursuzlanmıştı.

"Keşke sıvıya bir de ben baksaydım," dedi Narya. "O kadar eğitim aldım, belki ne olduğunu anlardım."

"Bilge Valmir de o kadar eğitim aldı," dedi Henna Hanım. "Nitekim Fedor ve ben de. Bu işler bilgiyle çözülmüyor Narya... Hadi oturun, yemeğimizi yiyelim."

Henna Hanım'ın gergin havayı dağıtmak için sunduğu teklif neticesinde masaya yerleştik. Konumuz elbette şişedeki sıvı idi.

"Medora bunu biliyor mu acaba?" diye sordu halam. "Yani oğlunun hayatta olduğunu."

"Sanmam," dedi Asel Hanım. "Bilse yerinde sessiz sessiz oturur mu?"

"Oturmuyor zaten," diye şikayet etti Aren. "Kendisi bugün istifa dilekçesini yolladı. Artık şifacı olmak istemiyormuş."

Sahi Medora'nın görevinden ayrılmak istemesinin asıl nedeni bu olabilir miydi? Medora, oğlunun hayatta olduğunu öğrenmiş olabilir miydi? Şayet öyleyse Medora ile çetrefilli, inişli çıkışlı ilişkimiz bataklığa batar gibi iyice batacak ve sorunlar üstüne sorunlar doğacaktı.

Henna Hanım elindeki çatalı bıraktı. "Daha neler! Neden böyle bir karar almış? Kendisi görüp görülen en iyi şifacıydı. Yazık ediyor bilgisi ve yeteneğine."

"Gencecik kız değil ya!" dedi Fedor Bey. "Uzun yıllardır hizmet veriyor; yapacağını yaptı. Fakat keşke yeni bir şifacı seçilene kadar beklese."

"Benim şifacı olmama daha çok var," dedi Narya. "Bir başkası mı olacak yani?"

İçeri giren Valmir kendisine ayrılan yere oturdu. Narya'nın sözlerini duymuştu. "Şu durumda birini bulabilirsek tabii."

"Henüz istifasını onaylamadım," dedi Atlas. "Yarın kendisiyle konuşacağım."

"Ben de size katılayım," dedi Valmir. "Yeni bir şifacı seçilene kadar görevine devam etmesi için onu ikna etmem lazım."

"O, bilir," dedi Alpay Bey. "Şişedeki sıvının ne olduğunu bilir."

"Bilge'nin bilemediğini o nereden bilecek Alpay?" diye sordu Asel Hanım.

Valmir gülümsedi. "Pek tabii bilir. Medora'nın bağlantıları epey güçlü. O bilemezse bile, bilen birini kolayca bulur."

"Bak, işte sen de itiraf ediyorsun," dedi Aren. "Bağlantıları olmasa, Medora tek başına bir ifade etmiyor. Kim bilir kaç kişiyi o bağlantılar sayesinde tedavi etti?"

"Kiminle bağlantısı var ki?" diye sordu Narya. "Söyleyin de ben de aynı bağlantıyı kurayım."

"Senin bağlantı kuramayacağın kişilerle," dedi Valmir. "Hatta benim bile bağlantı kuramayacağım kişilerle."

"Peki o nasıl kurmuş o bağlantıyı?

Narya'nın sorusu yerinde bir soruydu. Medora tüm bu bağlantıyı nasıl kurmuştu? Kendisine dayanak olacak, yolunu aydınlatacak kişileri nereden bulmuştu? Cevap çoktandır benim zihnimdeydi; Ezra'nın bana verdiği Ruberya Medora'nın oynadığı oyunu görmeme neden olmuştu.

O sırada, tam karşımda oturan Kunter ile göz göze geldik. Medora'nın yolunu o da biliyordu; zira birkaç ay önce öğrendiği bilgi sayesinde, bunca zamandır annesinin nerede olduğunu öğrendiği o gün, aynı zamanda Medora'nın yolunu da öğrenmiş oldu.

Cevap Leydi Demitre'nin ağzından çıktı. "Feda ederek."

Belki çok uzun zaman önce Efendi Ramon'un anlamış olduğu şey, kalabalık bir masada, uygunsuz bir anda dile getirilince Efendi Ramon'un keyfi kaçtı. Açılan konudan hoşnut değildi. Yine de içine düştüğü durumu belli etmemek adına sessiz kaldı.

Fakat Narya'nın merakı bitmiyordu. "Neyi feda etmiş ki?"

Onun bu hâlleri, meraktan ötürü sorduğum soruların insanları ne denli huzursuz etmiş olabileceği gerçeğiyle yeniden yüzleşmeme vesile oldu.

"Bilmem," dedi Leydi Demitre. "Yalnızca feda ettiği söylenir; neyi feda ettiğini kimse bilmez."

"Büyüğüm Alisa da bir feda gerçekleştirdi. Yani onun da mı güçlü bağlantıları var?"

"Narya!" diye uyarıda bulundu Perla. "Yemeğini ye."

Narya sessizliğe gömüldüyse bile, biliyorum ki, kafasının içi asla susmamış, onlarca ihtimal ve fikir zihninde yeşerip durmuştu.

Merak, arsızlığa açılan bir kapıydı. Ne olacağını görmek ve bilmeyi istemek, olanları öğrenmek, girinti ve çıkıntılarla dolu yaşamın sunacağı malzemeleri öncesinden bilmek, ihtimalleri yakalamak istiyordu insan. Yaşam bazıları için bir yemek tarifi gibiydi; kullanılacak malzemeler ve oluşacak karışım birileri tarafından kendilerine sunulsun istiyorlardı; kendi tariflerini başkalarının tariflerine bakarak oluşturmak istiyorlardı; yeniliğe ve deneyime açık değillerdi. Tarifteki malzemeye bir yenisini ekleme cesareti gösterseler, belki de oluşacak yeni karışım esasından daha iyi olacaktı. Fakat birçoğumuz gelenekselleşmiş olguları yıkmaya çekiniyorduk. Çoğu şey de olduğu gibi, fikir ve olasılıklar konusunda da hazıra konuyorduk.

Yemek bitince masadaki kalabalık dağıldı. Oturma alanına geçtiğimizde Leydi Demitre yanıma yanaştı. "Ezra'nın söyledikleri bunlardan mı ibaret?"

"Ah, Demitre," diye araya girdi halam. "Senin Ezra konusundaki ısrar ve ilgini görmek Alisa'nın geleceği hususunda endişelenmeme neden oluyor. Ölene dek kopamayacak mısınız ondan?"

"Açıkçası, geçmişten bu yana, gördüğüm kadarıyla Ezra size, sizin ona düşkün olduğunuz kadar düşkün değil," dedi Asel Hanım. "Oysa tam tersinin olması gerekirdi. Ne de olsa sizden güç olan kişi, o."

"Söz konusu Ezra ve ruhlar olunca kendimi ve merakımı dizginleyemiyorum," dedi Leydi Demitre. "Üstelik bunun beni ne denli korkunç bir duruma doğru sürüklediğini bile bile kendime engel olamıyorum."

"Sen de mi böyle olacaksın Alisa?" diye sordu halam, kendisini memnun etmeyen bir hayale dalmış vaziyette.

"Bilmem ki," dedim. "Sanırım yaşayıp göreceğiz hala."

Leydi güldü. "O bizden daha dirayetli. Alisa, Ezra'yı aşmanın bir yolunu bulacaktır."

"Bağımlılık gibi mi?" diye sordu Henna Hanım. "Belki yaratılışları gereği ruhlar efendilerini kendilerine bağımlı hâle getirebiliyordur."

"Mecbur hissediyorum," dedi Leydi Demitre. "Onu, Ezra'yı düşünmeye mecbur gibiyim. Başka ne şekilde anlatırım bilemedim. Eski zamanlarda size daha başka şeyler anlatmıştım; şimdi hislerim değişti. Sanki zaman geçtikçe ona beslediğim hisler azalıyor, etkisini yitiriyor ama merak hep olduğu şekilde kalıyor ve bazen artıyor. Merakım beni düşünmeye mecbur kılıyor."

"Fakat artık Tohum'un parçası bedeninizde değil," dedi Narya. "Buna rağmen hâlâ ona yakın mı hissediyorsunuz?"

"Bundan yalnızca ölünce kurtulacağıma inanıyorum." Aklına doluşan düşünceler nedeniyle gözlerini yumdu. "Umarım Alisa daha öncesinde kurtulmayı başarır."

Yalnızca bir günde Leydi Demitre ile konuşmam gereken şeyler bir hayli artmıştı. Fırsattan istifade onu odama davet ettim ve birlikte odama çekildik. Leydi'nin ilk durağı taştan duvarda gökyüzüne açılan, yıldızların direnişini seyredebileceği pencere oldu.

"Anladınız mı?" diye sordum, yanına yaklaşıp. "Ezra'nın neyi gizlediğini anladınız mı?"

"Ezra başka bir şey söylemedi mi?"

"Hayır, yalnızca sizin sözleriniz doğrultusunda ona harekete geçmesini istediğimi söyleyince, ona olan güvenimi sorguladı."

"Sen ne dedin peki?"

Soğukluğa aldırış etmeden goblenlerle kaplanmış duvara sırtımı yasladım. "Zaman geçtikçe ona duyduğum güvenin azaldığını."

"Ezra ne dedi?"

"Bir şey demesine müsaade etmedim." Arada bir sessizlik oluştu ama uzamasına izin veremezdim. "Anladınız mı?"

"Emin değilim... Şu sıralar, yarattığım ormana tutsak edildiğimde hissettiklerimle yeniden mücadele ediyorum. Durum farklı ama hissettiklerim aynı."

"Ne düşündüğünüzü bana söylerseniz bir yol bulabiliriz."

"Dürüst olayım mı Alisa?" Şimdi Leydi'nin gözü yıldızlarda değil, benim üstümdeydi. "Aklımda çok korkunç, uyumama müsaade etmeyen bir ihtimal var. Tam anlamıyla emin olmadan seni tehlikeye atamam. Eğer doğru şeyi anladıysam, bu Ezra'nın hiç hoşuna gitmeyecektir."

"Beni endişelendiriyorsunuz. Ezra'ya güvenmeyi kesmemi, onunla yollarımı ayırmamı mı istiyorsunuz?"

"Sanıyorum ki, istesen de onunla yollarını ayıramayacaksın."

Artık Leydi neyi fark ettiyse, Büyülü Orman'a bağlı olduğu zamanlarda bile gözlerinden kopmayı başaramamış o ışık Leydi'nin gözlerini terk etmişti. Gözleri cansız, bedeni yorgundu. Sanki aldığı nefesler bile onu yoruyordu.

"Bu sıvının ne olduğunu düşünüyorsunuz?"

"Daha önce buna benzer bir şey görmedim," dedi Leydi Demitre. "Fakat Ezra'nın yalan söylediğini sanmıyorum. Yalnızca olacak olan şeylerden en azından birini senden ve buna bağlı olarak bizden gizliyor."

"İçeceği içmemde bir sakınca olmadığını mı düşünüyorsunuz?"

"Eğer Bilge de uygun görürse evet, içeceği içmelisin." Leydi ellerimi tuttu. "Bir şey daha diyeceğim ve bu konuyu uzunca bir süreliğine kapatacağım... Bunun için, anlatacağım şey için benim dışımda kimseyi suçlama... Ruhları uyandıracağın zaman bildiğin büyüyü değil, benim sana vereceğim büyüyü yapmanı istiyorum."

"Ner-"

"Alisa, önce beni dinle kızım. Ruhları uyandırmak için başvuracağın farklı bir büyü daha var. O büyüyü yaparsan," birbirine geçmiş yüzüklerimi işaret etti, "onlardaki güç sana kalacak. Bu da demek oluyor ki, günün birinde Ezra'ya karşı kullanabileceğin büyük bir koz olacak. Savaş başlayıp bitinceye kadar ona ihtiyacımız var. Sonrasında ise senin korunmaya ihtiyacın olacak. İşte o zaman, bu güç seni koruyacak. Fakat Ezra'nın bundan haberi olmamalı."

"Siz o büyünün varlığını nereden biliyorsunuz?

"Dediğim gibi kimseyi suçlama. Yoksa kendimi kötü hissedeceğim... Lara, yer altında bulunduğunuz süre zarfında Sannur'u bulmuş ve kitabı baştan sona iyice karıştırmış. Bu büyüyü buraya geldiğimizde bana o verdi. Ezra'nın sana olan bakışlarından rahatsız olduğu için seni korumaya çalışıyor. O, bizden önce anlamış ve kendince önlem almaya çalışmış. Fakat lütfen bunu yaptığı için onu suçlama. Onu meydanın önüne çıkarıp yalnız bıraktığım için yeterince pişmanlık duyuyorum. Aranız açılırsa pişmanlığım giderek büyüyecek."

Düşünceleri zihnimde toparlamaya çalıştım. Lara'nın yaptığı şeye kızmıyordum. Benim daha farklı bir korkum vardı.

"Ezra bunu fark etmiş midir? Lara'nın Sannur'u okuduğunu biliyor mudur?" İstemsizce sesimi kıstım. "Sırf bu yüzden Lara'ya zarar vermek ister mi?"

Leydi uzaklara daldı. "Sanmıyorum. Lara güvende olacaktır." Hâlâ sıkı sıkı tutuyor olduğu ellerimi bıraktı. "Konu burada kapansın Alisa, en azından şimdilik. Lütfen Lara'ya bunu bildiğini belli etme ya da edeceksen bile kızma ona. En son istediğim şey şu kalede birbirine sığınmış olan kişilerin birbirine dargın düşmesidir."

"Onun yaptığını ben de yaptım. Ona kızabilecek bir durumda değilim. Fakat siz sahiden Ezra'nın bana zarar vereceğini düşünüyor musunuz?"

O an Leydi Demitre'nin zihninden geçen, yüreğini koyultan ve böylece direncini, dirayetini kıran düşünceleri bilmek istedim. Bir insanı böylesine hızlı ve böylesine şiddetli bir şekilde çökerten, âdeta ölüm döşeğinde can çekişen, kıvranan bir insana dönüştüren farkındalığı ben de kazanmak istedim. Sonucunda ona benzeyeceğimi bile bile istedim bunu.

Leydi zorla tebessüm etti. "Asıl niyeti sana zarar vermek değilse bile güçlenmek istediği aşikâr. Seni kullanarak, sendeki gücü sömürerek güç kazanmak istiyor. Bu durum hikâyenin sonunda seni tehlikeye sokabilir. Fakat sana doğrudan zarar vermek istiyor mu, orasını bilemem. Doğrusu bilmek de istemem."

Leydi yatağa oturmam için kolumdan çekiştirdi. Sonra çalışma masanın önünde duran tekli deri koltuğu yatağın yanına çekti ve oturdu. "Ben..." Gözleri kısıldı, kaşları çatıldı. "Seni yanıma çağırdığımda, gitmeyi seçme ihtimalinden ötürü sana her şeyi tüm şeffaflığıyla anlatmamıştım. Bazı şeyleri yalnızca burada kalmayı seçersen bilmen gerektiğine inanıyordum. Şimdi, Evan Varkal ortaya çıkmışken, neyin ne olduğunu anlatmanın vakti geldi çattı. Daha fazla ertelemenin bir manası yok."

Yüzü acıyla gerildi. "Ben önemli bir ailenin çocuğuydum Alisa. Babam bu topraklardan değil. Daha da önemlisi o, sizlerden değil. Tanrılardan biri, Baş Tanrı Eroyah'ın yarattığı insanın farklı bir türünü Tanrı Eroyah'a karşı gelmek adına, ona meydan okumak için yaratmıştır. İşte o türe Lek derler. Babam bir Lek idi. Kuzey'in büyük uygarlıklarından biri olan Kalssandra'da doğmuş ve Kalssandra Kralı'na hizmet vermiş bir komutandı. Annemle tanışmalarından ve evlenip yuva kurmalarından kısa bir süre sonra annem feci bir hastalığa yakalanmış. Kral, en gözde adamının eşi olan bu kadının çürümesine göz yummayı doğru bulmamış ve annemi sarayın kıdemli hekimine tedavi ettirmiş. Kral'ın hekimi uzun süren tedavinin ardından hava değişikliğinin iyi geleceğini düşünüp annemin buraya, Katrina'ya gelmesini önermiş. Babamın gönlü annemi yalnız bırakmaya razı gelmemiş ve Kral'dan müsaade isteyip annemle birlikte buraya gelmiş. Sözde bu seyahat kısa sürecekmiş."

Bir an için soluklandı. "Fakat seyahatin ikinci ayında Kalssandra Kralı Armando Kayzer öldürülmüş ve Kalssandra karışmaya başlamış. Kral'ın torunu Madis Kayzer, annesinin o saraya gelin geldiği ilk günden beri Kral'ın fiziksel zorlamalarına maruz kaldığını öğrenince çareyi atasını öldürmek ve onun yerine geçmekte bulmuş. Hatta bununla da kalmamış ve Kral'a hizmet etmiş herkesi kılıçtan geçirmeye başlamış. Bir dost babama, o topraklara asla dönmemesi gerektiğini bildiren bir not yollamış. Babam dönmek istemiş ama annem ona engel olmuş. Zira annem, o topraklara gitmek istiyorsa tek başına seyehat etmeyi göze alması gerektiğini söylemiş babama. Babam, toprağına karşılık eşini seçmiş ve buraya yerleşmişler."

"Babam burada hizmet vermeye başlamış. Kısa sürede adı her yerde duyulmuş. Özellikle Katrina Savaşı sırasında başında durduğu orduyu zekice komute etmesiyle birlikte o dönemin Katrin Hükümdarı Roman İlgar'ın takdirini kazanmış. Babam bu sayede Sien Qa Sarayı'na kıdemli, saygıdeğer bir danışman olarak girmeye hak kazanmış. Sonra, yıllar sonra ben doğmuşum."

Gri gözleri dikkatle değdi bana. "Yeni bir Lek'in doğması için anne veya babanın Lek olması yeterlidir. Babamın o kutsal kanı beni yarattı. Lekler tüm coğrafyaya yayılmış ama diğer ırklar gibi bir arada yaşamayı başaramamıştır. Özellikle Kalssandra'da gezinen ve yaşayan bu ırk, Madis Kayzer yüzünden tehlikeye girmişti. Zira Kral Armando'nun çoğu adamı bir Lek'ti. Bilinene göre, Kalssandra'da yaşayanlar arasında bu kıyımdan sağ kurtulmayı başaran tek Lek babamdı. Ben doğunca, tükenmesi beklenen soy için bir umut doğmuş oldu."

"İnsanların aksine yüzlerce yıl yaşayabilen Lekler, ömürleri boyunca üç kişiye kendi kanlarından akıtma hakkına sahiptir. Kanımızı armağan ettiğimiz üç kişi bir Lek olamaz ama bir Lek kadar uzun bir ömre sahip olur. Öyle ki oldukça ağır bir şekilde yaşlanırlar. Aynı biz Lekler gibi yani. Ben iki hakkımı çoktan kullandım bile Alisa. İlkini sevgili yoldaşım Elyas'a, ikincisini ise sevgili yoldaşımın biricik kardeşi Galen İlgar'a armağan etmiştim."

İnce, kemiksi eli bana uzandı. "Leklerin en belirgin özelliği nedir biliyor musun kızım?"

Dakikalar sonra nihayet söz hakkı doğmuştu bana. "Nedir Leydim?"

Leydi zarifçe tebessüm etti. "Gri saçlar ve gri gözlerdir Alisa."

Aklıma yalnızca bir isim geldi. Yutkunmakta zorluk çektim. "Medora bir Lek mi?"

Leydi beni onayladı. "Evet, hatta birçok Lek'ten daha uzun yaşamış bir Lek. Tahmini ömrümüz yaklaşık iki yüz yılı geçkindir. Medora, birden fazla Lek'in hayatta geçirdiği saatlerce toprağın üstünde yürümüş. Buna sanıyorum ki Erya sebep oldu. Fakat asıl demek istediğim şeyi anlıyorsun, değil mi?"

"Evan," dedi Leydi. "O da bir Lek. O da tıpkı annesi gibi gereğinden fazla hayatta kalmış. Bunun sebebini görebiliyor ama söyleme cüreti gösteremiyorum Alisa."

"Ezra bana yalan mı söyledi?"

Hiç ikircik yaşamadan, "Hayır," dedi Leydi. "Hayır, elbette söylemedi. O, benim anlatacağımı anlamış olmalı. Nitekim benim bir Lek oluşumu benden değil başkasından duymanı doğru bulmamış olmalı."

"Bir şey daha var," dedim. "Evan Varkal'ın gözü gri değildi."

"Bu, Ezra'nın yalan söylemediğini anlamak için yeterli bir sebep. Evan Varkal, kendisine yapılan bir büyü sonucunda görünüşünde değişiklikler yaşamış olmalı. Bu sayede tanınmadı. Onu giren kimse onun bir Lek olduğunu düşünmedi. Böylece bir tehditle karşı karşıya kalmamış oldu. Ne tehdidi diye soracaksın; bu diyar Lekleri öldürmek ve bu soyu yok etmek isteyenlerle dolu. Evan Varkal, ruhlar sayesinde dikkat çekmeden yaşamış; ama benim merak ettiğim şey onun bir çocuğu olup olmadığı. Evan Varkal, yok olmak üzere olan bu soya yeni bir evlat hediye etti mi? Nitekim ben bunu başaramadım. Hayatta olduğunu bildiğim tek Lek Medora idi. Görüyorsun ya, onun da Evan'dan başka bir hediyesi yok."

Leydi'nin yüzüne, göz kenarlarına yayılmış kırışıklıklara uzun uzadıya baktım. "Siz gençliğinizde tutsak edilmediniz. Aynı şekilde Solur'u da gençliğinizde bedeninize aktarmadınız."

"Evet," dedi Leydi, kısıkça. "Doğrusu Solur'u bulduğumda genç sayılırdım. Zira şu anki yaşımın yarısından bile küçüktü yaşım. Henüz yüz bile değildim."

"Ben, hayatınızın büyük bir çoğunluğunu tutsak geçirdiniz sanıyordum." Sözler ağzımdan hayal kırıklığına uğramış gibi çıkmıştı. Leydi'nin bir şeyler gizlemesini hiç beklemiyordum.

"Öyle zaten Alisa," dedi Leydi. "İki yüz küsür yaşında olan birinin seksen yaşından beri tehdit altında olması ve hayatı boyunca öldürülme tehlikesi hissetmiş olması, hayatının büyük bir çoğunluğunu tutsak olarak geçirdiği anlamına gelmez mi?"

Titrek bir nefes aldı. "Ben neden Demitre'yim, bunu hiç düşündün mü Alisa? Vorgus, yedili sistemin ilk din adamı, benim kimliğimi çaldı. Bölgenin şifacısı olmam için beni ikna etti; soyadımı, ailemin yadigârı olan o ismi benden aldı ama beni yarı yolda bıraktı. Amacı, beni ailemden ve sevdiğim adamdan koparıp Leklerin çoğalmasını engellemekmiş. Soyadımı yitirdim ama Elyas'ı geride bırakmaya razı gelemedim. Vorgus'un elinden kurtulunca Solur'u buldum ve Ezra'nın varlığına güvenip, geride bıraktığıma dair yeminler ettiğim Elyas'ı yeniden hayatıma dâhil ettim. Elyas'ın o korkunç hastalığa yakalanma nedeninin Vorgus'un yaptığı bir büyü olduğuna inanıyorum. Elyas'ı kurtarma çabam sonuçsuz kaldı. Nitekim artık Vorgus yoktu ama onun veliahtı Eli Ran vardı."

Elimin üstüne bir anne edasıyla üst üste iki kere vurdu. "Bunlar yeterli. Gerisini biliyorsun. Senden ricam Evan Varkal'ın bir çocuğu var mı yok mu öğren."

"Peki ya Valmir?" diye sordum. "O da mı bir Lek? O da aynı sizin gibi görünüyor."

"Değil," dedi Leydi Demitre. "Belki de bunu sana Bilge anlatmalıdır. Onun uzun yaşamının sebebi anlattıklarımla bağlantılı ama o, bir Lek değil. Gri gözleri seni yanıltmasın. Fakat öyle çok isterdim ki onun da bir Lek olmasını."

Leydi ayaklandı. Hemen ardından ben de ayağa kalktım. Leydi'nin kolunu tuttum. "Konuşmamı istemiyorsunuz, anlıyorum. Yorum yapmayacağım, merak etmeyin. Yalnızca Ezra konusunda bana yardım edin. Ben ona güveniyorum ama sizin kuşkularınız beni uyutmuyor Leydim."

Leydi saçımı okşadı. "Her şey kesinleşsin, o zaman her soruna cevap vereceğim Alisa."

Ansızın Leydi'ye sarıldım. Gözlerine yerleşen parlaklıklar, Leydi'nin acısını bana geçiriyordu. Köprücük kemiği beyaz elbisesinin yumuşak kumaşı altından yüzüme değiyordu. Yüzüme batan sert kemiğe rağmen hemen geri çekilmedim. Neyse ki Leydi de beni hemen bırakmaya meraklı değildi.

"Son hakkımı sana vermek isterdim," dedi Leydi. "Eğer ihtiyaç duyduğunu bilseydim."

Yüzümü bir kuğuyu andıran bedenden çektim. "Ne ima ettiğinizi anlamıyorum Leydim."

"Bunları sonra konuşalım. Kafanı çok karıştırdım, değil mi?" Yanağıma dokundu. "Kusuruma bakma Alisa. Sürekli şikayet ettiğin şeyi sana yaşatmak istemezdim. Anlayayım, hemen sana geleceğim kızım."

Leydi kapıya doğru birkaç adım attı. Sonra kararsızca bana baktı. Sanki bu anın, zihnindeki şeyi söylemek için doğru bir an olup olmadığını ölçtü. "Biliyor musun ne fark ettim? Ezra tüm hayatı boyunca kısa süreliğine de olsa efendilerini yalnız bırakmış birisidir. Bir yere gidiyor ve uzunca süre geri dönmüyordu. Şimdi bakıyorum da bir yere gittiği yok. Aksine seni hiç yalnız bırakmak istemiyor gibi."

"Ne demek istiyorsunuz?"

"Ezra'nın işi bitti, aradığını buldu demek istiyorum. Ondaki güç açlığı artık tetiklenmek zorunda değil çünkü gücünü tamamlamasına çok az kaldı. Ezra artık bir bütün olmak üzere. Bu yüzden gidip bir yerlerde kendisine güç verecek birilerini veya bir şeyleri aramayı bırakmış durumda. Aradığı her şey artık elinin altında, kullanılmayı bekliyor."

Leydi Demitre odadan çıktı. Gerisinde, zihnine cam kırıkları batan bir beden bıraktı. Zihnimde bir düzen yakalamak zordu. Düşünceler oradan oraya kaçışıyor, bir bağlantı kurmamın önüne geçiyorlardı. Ezra'ya güvenmiyor değilim. Tam da Leydi Demitre'nin bahsettiği gibi söz konusu Ezra olunca yüreğimden ve zihnimden geçenleri ayrıştırmak zor oluyordu. Mantıklı düşünemediğim gibi, vaziyetimi bilmeme rağmen bu durumdan nasıl kurtulacağımı da bilmiyordum. Onu düşünmek, onu zihnimde yaşatmak zorundaydım. Sanki onu kaybettiğimde, ruhumun bir parçasını yitirecektim.

Düşünceler bir yere varmama izin vermiyordu. Hepsi o kadar karmaşıktı ki, hiçbirinin ucunu yakalayamıyordum. Düşüncelerim, yarım kalan bir cümle gibi, asla tamamlanmıyordu. Eksik fikirlerin yarattığı zihnim, uzaydan daha geniş, çölden daha kuru, yarım kalmış bir öykü gibiydi. Ne son ne de başlangıç vardı. Yalnızca, rahatsızlık veren düşüncelerin meydana getirdiği bir uğultu ve böylece yüreğimde oluşan bir sızı vardı. Yarım kalan, tamamlanamayan düşüncelerden ötürü bir anlamsızlık, fakat hemen ardından her şeyin anlam kazanmasıyla birlikte hissedilen bir yorgunluk, yetişememezlik vardı.

Artık yolun sonunu görür gibiydim. Ne yaparsam yapayım sonu değiştiremeyecek, başıma gelenlerle farklı bir biçimde mücadele veremeyecektim. Son, hazırdı ve beni bekliyordu. Kaçmanın, inat etmenin, itiraz etmenin, saklanmanın bir anlamı var mıydı? Bizim isyanımız, öfkemiz, inadımız ve acımız sonu değiştirmeye yeter miydi?

Odamın kapısı tıklatıldı ve birisi, içinde süzüldüğüm diyardan çekip aldı beni. Hafifçe araladığı kapıdan girmek yerine eşikte duran Atlas, geçen zamanın hatırına, artık, beni daha iyi anlıyor, özel bir çaba sarf etmeden aklımdan geçenlere yetişebiliyordu. "Odama gelmek ister misin?"

Kapıya doğru ilerlerken, "Benim odamda neden durmuyoruz?" diye sordum.

"Odan zihninin bir yansıması gibi; havadaki hüzün tanecikleri ve onların yaydığı koku beni rahatsız ediyor."

"Lerink'tendir."

Atlas, ben içeri geçince kapıyı kapattı. "O gün yanında Ezra yerine ben olmalıydım. Koruyucun nasıl böyle bir feda gerçekleştirmene müsaade edebildi hâlâ anlayabilmiş değilim."

"Konunun sürekli aynı yere gelmesinden hoşnut değilsin, değil mi?"

"Sorun konunun geldiği yer değil, açılan konunun sende yarattığı hisler." Beraber çalışma masasının önüne konumlanmış koltuğa oturduk. "Baş edemiyorsun Alisa ve böyle giderse hiçbir zaman bunu atlatamayacaksın. Lerink kelimesi dilinden düşmüyor. Sırf bu yüzden, bu bilgiyi seninle paylaştığı için Lara'ya kızıyorum."

"Bazen, keşke verdiğim fedayı da unutsam, diyorum. Bilmek artık beni yoruyor Atlas, hem de hiç olmadığı kadar."

"Görebiliyorum... Fakat seni tam olarak üzen şey ne, onu anlayamıyorum. Önceden de diğer yaşamına hasret duyardın; fedan gerçekleşince, unutacağın için, o hayatı artık daha az özlersin diye düşünmüştüm. Fena yanılmışım. Bir insan hiç bilmediği, hiç hatırlamadığı bir hayatı neden özler ki?"

"Yitirdiği için."

"Fakat neyi, nasıl bir şeyi yitirdiğini bilmiyorsun."

"Evet, bilmiyorum fakat hislerimi dizginleyemiyorum."

"Sanırım," dedi Atlas. "Sanırım o yaşamın güzelliklerinin bıraktığı izler zihninden silinmiş değil. Bundan dolayı, o yaşamının güzel olduğuna inandığından dolayı hislerinle baş edemiyorsun."

"Sahiden güzel miydi?"

"Beni, o diyarda yaşamayı ister hâle getirecek kadar güzeldi. En azından o dönemlerdeki sızlanışlarından oradaki hayatının yeniden yaşanmayı istenecek kadar güzel olduğunu söyleyebilirim."

Oradaki kişilerin beni unutmuş olmasından ziyade benim onları unutmuş olmam daha zorlu bir mücadeleyi doğuruyordu artık. Hikâyemin bundan sonraki kısmı için istediğim şey hatırlanmak değil, hatırlamaktı. Böylece yerleştiğim zihin ve yüreklerin sıcaklığını ömrümün sonuna dek hissedebilirdim. O kişiler unutmuş dahi olsa, onların zihninde yaşadığım anları, o eski zamanları hatırlamak bir sonraki gün güneşin yeniden doğacağını bilmek gibiydi. Bir şeyler geride kalacak ve hayat tüm eksikliklere rağmen olduğu gibi, belki de yeni bir kalıba sığıp devam edecekti. Ben, onların, o insanların hayatlarının gerisinde kalacaktım ama onlar, zihnimin gerisinde kalmayı başaramayacak ve böylece yüreğimde solması imkânsız hisler oluşacak ve yüreğim her mevsimi teker teker, derin derin yaşayabilecek.

Unutulmak gerçekleşmemiş bir söz, unutmak ise verilmeye cesaret edilememiş bir söz gibiydi.

Öte yandan, şu an, bulunduğum durumdan kaçıp gitmeyi dilediğim zamanların varlığı bir yana, geride bırakacağım mirası, hangi zihinde nasıl kalacağımı düşünme zorunluluğu hissediyordum. Unutulmak korkutmuyordu ama sevgiyle, ince detaylarla hatırlanmama fikri, bir zihin ile yürekte yüzeysel bir şekilde kalmış olma durumu yeni sancılar yaratıyordu. Benim nezdimde hatırlanacak olmak kıymetli değildi; ne şekilde hatırlanacağım, her hatırlanışımda yüreklere ne gibi hisler doğuracağım önemliydi. Kendin kendime yarattığım hiçbir son beni tatmin etmiyordu çünkü hepsinin sonu, acı bir şekilde hatırlanmak ile başlıyordu.

Vakit geceye doğru kayarken odama geçmiş ve düşüncelerle yeniden boğuşmuştum. Ne duvarlarında, ne tavanında hiçbir boşluk, hiçbir boş yer bulunmayan odamın kalabalık görüntüsü gözümü yoruyor, gördüğüm şekiller zihnime farklı bir biçimde yansıyordu. Gördüklerim duvara kazınmış çiçek desenleri değildi; benim manzaramda solmuş çiçekler bile yoktu. Son öylesine korkutuyordu ki beni, o arazide çiçekler düşlemek zavallılıktan da öte, artık bir kandırmaca, kişinin kendine söyleyeceği aptalca bir yalan olarak kalıyordu.

Kale'nin manzarası, göğe açılan camların sunduğu bölge, kaldığım sarayların manzaralarından daha etkileyici idi. Bunun bir sebebi yaşamın ve yaşamı oluşturan doğanın arasında kalmış bir bölgede kalıyor olmamızdı ama bir diğer sebep, kuşkusuz, benim gün geçtikçe yoğunluğu artan hislerimdi. Hislerim engin yüreğime sığmıyordu; yüreğime eşlik edecek uçsuz bucaksız yerler arıyordum. Roves Kalesi'nin çevresini dolduran orman gökyüzünden sonra aradığım yere en uygun yerdi. Zaten gök ve ormanlar hep birbirine benzemez miydi? Sonsuz, uçsuz bucaksız, bazı anlarda ıssız, bazen çok kalabalık, bazen dingin ve sakin, bir de tek başlarına anlamsızlardır.

Atlas ile yaptığımız konuşmanın bir kısmında Atlas Medora ile yapacağı görüşmeye benim de katılmamı istemiş ve ben de kabul etmiştim. Yeni gün doğarken aylardır görmediğim Medora'nın yapacağı konuşmanın heyecanını taşıyordum. Onu azıcık tanıdıysam istediği şey konusunda ısrarcı olacak, diretecek ve kim bilir, belki de, vereceğimiz yanıt olumsuz olsa da kendi bildiğini okuyacaktı.

Medora'nın sözüne ettiği kırmızı kuşlardan, Erouzerlerden birkaç kere görmüş ama görmemiş gibi yoluma devam etmiştim. Onları ilk görüşümün Pamir'in infazının gerçekleştiği gece olduğuna inanıyordum. O gece, koyu karanlıkta gördüğüm kırmızılıklar o kuşlara ait olmalıydı. Bunu göz önünde bulundurursam Medora'nın bu kuşlar hakkındaki sözlerini ciddiye almam gerekirdi. Fakat daha yolun en başından beri bu şifacıya karşı beslediğim hisler oldukça negatif ve soğuktu. Zaman, Medora'yı bana ısıtmak yerine, onunla aramıza karlar yağdırıyordu. Şimdi Medora'ya karşı, yolun başındaki Alisa'dan daha fazla olumsuz hisler besliyordum.

Öğle vakitlerinde Medora Kale'ye ulaşmış, sıkı denetim altında Atlas'ın çalışma odasına yönlendirilmişti. Onu odada Atlas ve Valmir ile birlikte karşıladım. Değiştiğini söylemek pek mümkün değildi ama gözlerine tuhaf bir ışık yerleşmişti. Siyah elbisesini kapayan dantel işlemeli siyah örtüsü gri saçlarını gizlemeye yetmiyordu. Eskimiş ve oldukça yıpranmış asasını bugün de yanından ayırmamıştı.

Medora soğuk, mesafeli veya gaddar olabilirdi ama baştaki kişilere karşı saygısızlık etmemeye çalıştığını söylemek saçmalık olmazdı. Hatta aksini iddia etmek haksızlık olurdu. Özellikle Valmir'e değen bakışlarındaki hürmet yoğunluğu kuşkusuz gökteki yıldızlar kadardı. Üçümüzün karşısında saygıyla eğildi ve Atlas'ın daveti üzerine masaya yerleşti. Bu, ondan aldığım ilk baş eğmeli selam idi. Bunu neye borçlu olduğumu, sanıyorum ki, kısa zaman içinde öğrenemeyecektim.

Herkes yerine geçince Medora'nın söze atılmasını bekledik. Şifacı buruşmuş elleriyle kavradığı asasını masaya yatırdı. Bedeni giderek yaşlanıyor ve çöküyor ama bakışları bedenine inat ışığı yakalıyordu. "Beni buraya bir açıklama duymak için çağırdınız. Yüreğimden geçenleri size aktarmama müsaade edin... Bu görevi artık başkasına devretme vaktim geldi. Ben, eskidim. Şu durumda yalan söylemeye hacet yok. Artık şifacı olmak istemiyorum... Düzeltmeme fırsat verin. Artık bu bölgenin şifacısı olmak istemiyorum. Şu yaşımda yeni amaçlar edindim kendime. Geleceğim yön değiştirmiş durumda. Müsaadenizle işi bırakayım ve kendi yoluma bakayım. Artık fayda sağlayamayacağım."

"Sebep ne ola Medora?" diye sordu Valmir. "Ne kadar kıdemli olduğunu bildiğin hâlde, bölge bu durumdayken niye inat ediyorsun?"

"Efendi Valmir, henüz yolun başındayken, o acemiliğime rağmen bana gösterdiğiniz inanç için sonsuza dek minnettar olacağımı söylemiştim size. Hâlâ minnettarım. Fakat ben artık kendime olan güvenimi yitirdim. Yeni bir amacım var. Şifacı olarak değil, son kez normal bir insan olarak yaşamak istiyorum. Vaktim doluyor. Sizlerden anlayış bekliyorum."

"Yerin dolana kadar işine devam etmeni istiyoruz," dedi Atlas. "Bir şifacıya ne durumda olursak olalım ihtiyaç var."

"İhtiyaç duyduğunuz şifacı ben değilim. Bu zamana dek insanların benim hakkımdaki düşüncelerine kafa yormadım çünkü ne olduğumu gayet iyi biliyordum. Fakat şimdi kimliğim şekil değiştiriyor, dolayısıyla geleceği, ötede bekleyeni göremiyorum. Benden ne size ne de bölgedeki diğer kişilere yarar gelir."

"Şu durumda bölgeyi şifacısız bırakmamızı mı söylüyorsun?" diye sordu Atlas. "Yerin kısa sürede dolmayacak. Geçici süreliğine birini bulana dek görevinden ayrılmana müsaade etmeyeceğim."

"Madem öyle, benim yerime geçecek, en azından bir süreliğine bu görevde bulunacak kişiyi sizler için ben bulayım. Yerimi dolduracak kişiyi kendim seçeyim. O zaman müsaade edecek misiniz çekip gitmeme?"

Bunlar Medora'dan duymaya alışık olduğum kelimeler değildi, bu ses tonu Medora'nın daha önce kullandığına şahitlik etmediğim bir yalvarış gibiydi. Emir vermiyor, ricasını dillendirmiyor, âdeta yalvarıyordu. Gözlerinde görmeye alışık olduğum güven yoktu. Şu durumda Medora da kendisine güvenmiyordu; tam da söylediği gibi artık fayda sağlayamayacaktı.

Atlas Valmir'in sözünü bekledi. Geçici şifacıyı Medora'nın seçmesine müsaade edilip edilmeyeceğine Valmir karar verecekti. Valmir kararını açıklamak yerine önce aldığı kararı ölçtü. Bu esnada bakışları yalnızca Medora'nın üstündeydi; sorguluyor, arada isyan ediyor, yolun çıkacağı sonun neyi taşıdığını öğrenmeye çalışıyordu, hâliyle de yoruluyordu. "Peki madem, birini bulup istifanı gerçekleştir Medora."

"Size yeniden borçlandım Efendi Valmir." Yavaşça sandalyeden kalktı. "Bir ricamı daha paylaşmak isterim. Şifacılığı bırakınca ülkeyi terk etmek istiyorum. Eğer anlayış gösterirseniz Permondura'ya gideceğim."

Valmir'in ağır ağır salladığı başı, aylar öncesinde onunla paylaştığım bilginin gerçekliğini algıladığını gösteriyordu.

"Kimin yanına gideceğini tahmin etmek zor değil, Medora," dedim. "İsteğini yalnızca bir isteğimizi yerine getirmen sonucunda kabul edebiliriz."

Yalnızca Medora değil, Atlas ve Valmir de söze girip şifacıdan istekte bulunmamı beklemiyordu.

"Permondura'ya gittiğinde Erya'yı buraya göndermeyi başaracaksan elbette Permondura'ya gidebilirsin," dedim. "Şartım yalnızca bu. Diğer türlü yasa dışı yolları kullanmak ve suç işlemek zorunda kalacaksın."

 

 

Bölüm : 06.06.2025 20:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...