Bölüme başlamadan yine araya gireceğim ve bölümü okurken, Jeremy Soule - From Past to Present dinlemenizi önereceğim. Keyifli okumalar.
Yanan zamanın külleri etrafta uçuşuyordu ve her biri farklı bir hikâye taşıyordu. Küllerden biri ayak ucuma düştü; bir hikâye anlatıyordu: İzleri silinip gidecek bir zamanın kayıp amaçlarını anlatan bir hikâye.
Şimdi o hikâyenin ortalarına varmıştım. Eza veren kış, her hatırlandığında aynı ezayı hissettirecek soğukluğuyla, acılara gömülü bir hâlde geride kalmıştı. Karlar erimiş, yaşamı süsleyen bitkiler eriyen karlarla beslenmişti. Bahara kavuşmuştuk. Tomurcuk vermeye başlayan ağaçların rengarenk görüntüleri, rüzgârın yumuşakça esmesiyle güzel kokularını yayan, yeni yeni açmaya başlamış çiçeklerle ahenk içindeydi. Bazı zamanlar, hızını arttıran rüzgâr sebebiyle kaldırımlar pembe çiçeklerle doluyordu. Oradan oraya yuvarlanan çiçekler kokularını yaymadan hiçbir yere kaybolmuyordu. Güneş ise onları kucaklıyordu. Altın ışığını yeryüzüne yansıtan güneşin aydınlattığı noktalar yaşama bulanıyordu.
Fakat baharın gelişine tezat bir sessizlik, hevessizlik, umutsuzluk vardı havada. Kimse neşeli değildi, kuşlar bile. Bazı zamanlar Kale'nin etrafında uçuşan birkaç bülbülün ağıt yakarcasına öttüklerine bizzat şahitlik etmiştim.
Koca kışı geride bırakmak kolay olmamıştı. Zira sarılması gereken yaralar vardı. Perla ve Asel Hanım'ın gözlerindeki ışığı yakmak, ruhlarına nefes üflemek için epey uğraşmıştık. Çabalarımıza belki Perla değil ama Asel Hanım yanıt vermişti. Onun bir an olsun eğilmeyen boynu bu süreçte de dik kalmayı başarmış, gururlu ve ne yaptığını bilen bakışları çökmeyi reddetmişti. Duruşu da bakışları gibi sağlamdı. Hatta geçen zamanın onda birçok iyi etkisi olduğunu söyleyeceğim. Antropedos'a ziyarete geldiği zamanlardaki hastalıklı görüntüsü, iki kaybıyla mücadele ettiği kış zamanlarında bir iyileşmeye tabi tutulmuştu. Artık bakışları daha canlı, adımları daha sağlamdı. Hayatla olan bağını koparmak istediğine dair hiçbir belirti yoktu bu kadında. Aksine yaşamak ve elinden alınan iki canın gururlu ruhlarına hizmet etmek istiyordu. Mücadele ederek oğlu ve eşini gururlandırmak istiyordu.
Perla, o iyileşmeyi henüz başaramamıştı. Zayıflamıştı, teni hastalıklıydı. Pamir'in eksikliği her anda, her şekilde gözüne batıyor, onu unutmak istemiyordu. Fakat Perla'nın anlamadığı bir nokta vardı. Kimse ondan Pamir'i unutmasını istemiyordu. Fakat o, kendisine yeni bir dünya kurmuştu ve o dünyada bizler ondan Pamir'i unutmasını bekliyorduk. Onu gerçeğe döndürmek, gözlerine bir küçük ışıltı eklemek zamanın arsız dakikaları içinde mümkün olmamıştı. O, kayan bir yıldızın parlamasını beklemeyiniz, diyordu. Fakat bizler bekleyecektik. Onu bekleyecek ve yolumuza onunla devam edecektik.
Aren ve Antropedos'a dönmek yerine Kale'de bizimle birlikte yaşayan Kunter, bedenlerine yapışan yorgunlukla nefes alıyor, tökezlemelerini sağlayacak her şeye sırt çevirip önlerine bakıyordu. Ancak gece olunca, etraf sessizliğe gömülüp herkes köşesine çekilince, bir araya gelip konuştuğumuz anlarda maskelerini düşürüp üzüntülerini bizlerle paylaşıyorlardı. O anlar, koyu karanlığın ortasına yakılan ışığın altında gerçekleştirilen muhabbetler, bu hayatın bana ait olduğunu hissettiren nadir anlardandı.
O anlar, paylaşılan sırlar ve hisler, yabancılaşmış hisleri bedenimden arındırmıştı. Bu hayatın bana ait olmadığını beyan edecek hiçbir bahanem ve gerekçem yoktu artık. Özellikle de diğer yaşamım zihnimden kayıp giderken, nefes aldığım hayatı itelemek kimsesizliğe koşmak gibi olacaktı. Bunu yapamazdım. Bir hayat benimle kalmalıydı. Diğeri gidiyorsa, bir diğeri benimle durmalıydı.
Fırsat bulduğum bazı anlarda diğerlerine Alisa'yı ne kadar hatırladıklarını soruyordum. Böylece diğer ailemin beni ne kadar hatırladığını öğrenmiş oluyordum. Anladığım kadarıyla net ve belirgin bir detay pek kalmamıştı. Bizler, artık, yalnızca birer silik anılar hâline gelmiştik. Doğru bir anın içinde olsaydık, bunun beni ne kadar üzdüğünü, engin bir hüzün okyanusuna nasıl düşürdüğünü anlatır dururdum. Ama itiraf etmeliyim ki, benim birbirinden sağlam destekçilerim vardı. Verdiğimiz kayıplar, yapılan mücadeleler bile, onların zihninden yaşadığım kederi silmiş değildi. Uygun gördükleri her an, verdiğim kurbanın yarattığı boşluğu doldurmaya ve olabildiğince güzel hatırlanacak anılar yaratmaya çalışıyorlardı.
Bu kişilerin başında şüphesiz Atlas geliyordu. O, omuzlarını çökerten ağırlığa rağmen ne Perla'yı, ne Asel Hanım'ı, ne zarar görmüş diğer bedenleri, ne de beni ihmal ediyordu. Hepsine ve herkese nasıl yetişiyordu bilebilmek mümkün değil ama çoğu geceler soluğu dostlarının ve benim yanımda alıyordu. Atlas'a göre benimkisi yalnızca bir hayranlıktı. Onun söylemine göre, o çoğu şeye yetişemiyor ve hatta bazı şeyleri bu yüzden yitiriyormuş. O, her ne kadar bu düşüncelerimin yalnızca hayranlığın yarattığı abartılı beklentiler olduğunu savunsa da, sarayı düşmana bırakmadan önce yanına aldığı Lavon Çiçeği ile görüşünü kendi kendine çürütmüştü. Benim bile o kargaşada aklıma gelmeyen şey onun aklından hiç çıkmamıştı. Şimdi ise odam, onun sayesinde Lavon ile hayat buluyordu; tıpkı bir zamanlar onun sayesinde Lerink ile renklendiği gibi.
Ayrılık ve kayıplar yıpranmış bedenleri birbirine yakınlaştırma görevini üstlenmişti. Dışarıya etki eden soğukluğu görmezden gelirsek, Kale'nin içi, bedenlerin birbirinden beklentisi sıcacıktı. Bir zamanlarki uzun boylu, zayıf ama gururlu kadın artık Lena değildi; o, benim halamdı. Geçmişte, isteğim reddedilmesin diye kullandığım kelime nihayet diğer yaşamımdaki saygın anlamına kavuşmuştu. O saygın anlam Aren'in hayatında da yeniden yer edinmeyi nihayet kazanabilmişti. Hayat, yaydığı acımasızlığı telafi etmek için, geçirdiğimiz zor süreci bazı güzel şeylerin başlangıcı olarak resmetmemize olanak tanımış ve bazı soğuklukların bu acılı süreçte yumuşamasına ses etmemişti. Kısaca hayat bize müsaade etmişti. Aren verdiği kayıpların üzüntüsünü yaşadıktan sonra, yitirdiği cesaretini bulmuş ve halamın karşısına çıkmıştı. Yavaş yavaş ısınan hava beraberinde yavaş yavaş ısınan kalpleri getirmişti.
Halamdan yayılan sıcaklığa ve anlayışa eş değer bir anlayış ile sıcaklık da Henna Hanım'dan ulaşıyordu bana. O, halama kıyasla biraz sivri dilli biriydi. Hele geçen şu zaman Henna Hanım'ın dilini daha bir sivriltmişti. Lafını kimseden esirgemiyordu; ne düşünüyorsa kaygısızca dile getiriyordu. Ancak muhabbet biraz koyulaşsın, Henna Hanım da özüne dönüyor, sivri kelimeleri yalnızca bir anne öğüdü niteliği taşır hâle geliyordu. Ona artık karşı çıkmıyor, yürüdüğü yolu yargılamıyor, aksine ona karşı hayranlık ve anlayış duyuyordum.
Kale'ye çekildikten sonra, kimin bizden tarafta, kimin düşmandan yana olduğunu uzun uzadıya düşünmemize, buna bağlı olarak vicdan azabı duymamıza ve eylemlerimizi sorgulayıp gözden geçirmemize hiç gerek kalmamıştı. Biz Roves'e girer girmez düşman bir bildiri yayınlamıştı. Açık açık kimlerin kendi saflarında olduğunu ve kimleri 'hain' olarak nitelendirdiklerini beyan etmişlerdi. Katrin halkını bu bildiri ile bizlere karşı kışkırtmaya çalışmışlar ve bu çabaları sonucunda oldukça başarılı olmuşlardı. Üstüne üstlük Eli Ran ve Timun Almedal, halkı bu bildiri ile galeyana getirdikleri yetmiyormuş gibi bir de Perla'ya özel bir not yollamış ve Aldo Bey'i ortadan kaldırdığı için ona teşekkürlerini sunmuşlardı. Sözlerine bakılırsa Aldo Bey'in gözü yönetim koltuğundaymış. Böyle birinin, ülkeyi eski düzenine getirmeye çalışmak yerine güç aşkıyla yanıp tutuşan birinin onlara ayak bağı olmak dışında bir işe yaradığı yokmuş. Bu mektubu Perla'dan sakınmaya çalışsak da gizli saklı kalan şeylerin yarar sağlamadığını ilk elden tecrübe ettiğimiz için istemeye istemeye mektubu Perla'ya ulaştırmıştık.
Perla'nın üzüntüsü mektubu okuduktan sonra beklediğimizin aksine fena hâlde alevlenmemişti. O ve onun öfkesi dinmişti; yanmış yanmış ve küle dönmüştü. Olacağı buydu, demişti. O adam er ya da geç ya benim tarafımdan ya da onlar tarafından öldürülecekti, diye devam etmişti sözlerine. Aldo Bey, hiç haz etmediği Timun Almedal'ın yanına bir rüyaya kapılıp gitmiş ve onlara uyum sağlıyormuş gibi görünmeye çalışarak kendi planını hayata geçirmeye çalışmış ama neticede Timun Almedal ve Eli Ran tarafından fark edilmişti. Belki de onlar Aldo Bey'in amacını ta en baştan biliyorlardı. Belki Aldo Bey'i bir noktaya kadar yarar sağlaması için yanlarında bulundurmuş ve artık işe yaramayacağına kanaat getirdikleri ilk an onu ortadan kaldırmanın derdine düşmüşlerdi. Sebep her ne ise Aldo Bey ortadan kaldırılmış ve bu durum düşmanın pekâlâ işine gelmişti.
Bildiride her bir isimden özenle bahsedilmişti. Edvin Bey'in Almedal Sarayı'na sızan bir hain olduğu, durumun anlaşılır anlaşılmaz kontol altına alınmak zorunda olunduğu ve dolayısıyla hiç istenmeyerek Edvin Bey'in infazına karar verildiği detaylıca yazıyordu. Fakat hainler Aldo Bey ve Edvin Bey ile kısıtlı kalmıyordu. Şu anda Roves Kalesi'nde bulunan herkesin adı, hainlerin adının sıra sıra yazılı olduğu kâğıtta büyük harflerle yazılı bulunuyordu. Sözde bizim amacımız Eli Ran'ı devirmek ve onun açtığı boşluktan faydalanmakmış. İddia kısmen doğru olsa da, asıl amacımız, kesinlikle, yönetimin tek kişinin eline geçmesini sağlamak değildi.
İşin ilginç kısmı bu koca metinde Pamir'in adı kısa bir anlığına dahi olsun geçmiyordu. Belki süslü bir yalan bulamadıkları için, belki de Pamir'in kaybını o kadar önemli bulamadıkları için olsa gerek, bildiride Pamir'e yer vermemişlerdi. Doğrusu bu durum benim canımı sıkmamıştı. Masum kişilerin isimlerinin bu yalanlarla dolu bildiride yer edinmesi, hayatlarının ve amaçlarının kirletilmeye çalışılması daha korkunç ve acımasızdı. Bu durum, belki de, Pamir'in ölümüyle alakalı tek güzel şeydi. Adı yeniden aşağılanmaya çalışılmamıştı. Fakat bunlar yalnızca benim düşüncelerimdi. Bildiriyi baştan sona okuyan Perla'nın daha farklı hissettiğine emindim. Eminim ki, Perla sevdiği kişinin ismini, ne şekilde anılmış olursa olsun, o kâğıtta görmeyi beklemişti.
Bildiride Kors ailesine de uzunca yer verilmişti. Eli Ran bu aileyi özenle seçtiği kelimeleri ile yüceltmiş, yolun en başından beri Kors ailesinin sağladığı yardımlar için aileye özel olarak teşekkürlerini ve minnetini iletmişti. Bizlerin ise Kors ailesine 'hain' diyerek ne kadar alçak bir düşüncenin izinden gittiğimizi ve yolumuzun doğruluktan ne kadar uzak bir noktada olduğunu halka bildirme gereği hissetmişti. Öte yandan kendisi Aldo Bey için doğrudan hain kelimesini kullanmamıştı. Aldo Bey'in birkaç sapkın düşünceye daldığını ama bu durumun Aldo Bey'den ümidi kesecek kadar önemli ve çözümsüz olmadığını bildirmiş ve bu neticede Perla'ya yolladıkları mektuba ters düşen bir acıyı dile getirerek, Aldo Bey'in ölümünün onları çok sarstığını belirtmişti. Yalanlarla süslenmiş birkaç sayfalık bildiri elimize ulaştığında, bildirideki her bir kelime işin ucunun doğrudan savaşa değeceğini anlamama yetmişti. Sanıyorum ki artık beni kendi taraflarına çekmeye çalışmakla uğraşmayacaklardı.
Kızının acımasızca ve büyük bir soğukkanlılıkla eşi Aldo Bey'i öldürmesinden sonra dehşete ve korkuya kapılan Verena Hanım'ın ise kendi yanlarında olduğunu, o korkunç olaydan sonra bu zavallı kadının kendilerine sığındığını yazmışlardı. Şüphesiz bildiride yer alanlar arasında Perla'yı en çok üzen, en çok yıpratan nokta bu olmuştu. Perla, annesinin yüzüne baka baka onun hain olduğunu söylemiş olmasına rağmen, bildiri yayınlanana dek, Verena Hanım'ın buraya, Roves Kalesi'ne sığınıp af dilemesini beklemişti. Fakat görüldüğü üzere Verena Hanım bizlere değil karşı tarafa sığınmıştı. Bundan dolayı Atlas, Verena Hanım'ı hain olarak adlandırmaktan çekinmemiş ve bu saatten sonra hiçbir şekilde Verena Hanım'ın affının sağlanmayacağını eklemişti. Bu haber, en çok Perla'ya derin bir nefes sağladığı gibi, en çok da Perla'nın yüreğini burkmuştu.
Kors ailesi nasıl övülmeye layık görüldüyse, Morison ailesi de o denli büyük bir küfre layık görülmüştü. Eli Ran, Timun Bey'in o biricik kız kardeşini, Adin Hanım'ı öldüren kişinin Alpay Bey olduğunu yazmış ve bu olayın Morison ailesini hain olarak damgalamalarına yetecek kötülüğe sahip olduğunu ifade etmişti. Bu yazılanlara, artık yanımızda bulunan Alpay Bey'den ziyade oğlu Aren tepki göstermişti. Alpay Bey kiminle uğraştığını pek iyi biliyordu; öfkesini kontrol etmeyi öğrenmişti; bu yazılanların tek amacının bizleri kışkırtmak olduğunu da anlamıştı. Öyle ki ondan taraf sessizdi. Ne yaşıyorsa içinde yaşıyor, üzüntüsünü veya öfkesini hiçbir türlü belli etmiyordu.
Yine de, nasıl ki bizim etrafımız dostlarla sarılı ise, Alpay Bey'in etrafı da aynı şekilde, aynı sıcaklıkla sarılıydı. Fedor Bey, Efendi Ramon ve Alpay Bey uzun yıllar süren dostluklarını sürdürüyor, bazı kıymetli şeylerin geçmişte kalmasına müsaade etmiyorlardı. Gecenin geç saatlerinde bizim bir araya gelip birbirimize sığındığımız gibi, onlar da koyu göğün altında bir araya geliyor ve yüreklerini birbirlerine açıyordu. Bunu bilmek kendimi iyi hissettiriyordu. Çünkü bu büyük isimlerin gelip bizlere içini açacağı yoktu. Fakat en azından birbirlerine sahiptiler. Bazı şeyler, bazı kıymetli hisler bizimle paylaşılmıyordu ama ruhun içinde mahkûm da kalmıyordu.
Bu durum Lena, Henna Hanım, Asel Hanım, Leydi Demitre ve Lara için de geçerliydi. Evet, Lara da onlara katılmıştı. Bizim yanımızda yalnızca bir görevli kimliğine bürünen Lara'nın bir zamanlar hizmet ettiği kişilerle yan yana oturup içini dökmesi ve bir noktada o kişilere destek olması içimi ısıtıyordu. Tabii bunu bizimle de yapmasını isterdim. Fakat o, nedense, bizlere yalnızca hizmet vermeyi doğru buluyordu. Yine de bir şikayetim yoktu. Sonuçta yalnız olmadığını, yalnız kalmadığını görüyordum. Bu da içimi rahatlatmaya yetiyordu.
Tüm bu isimlerin arsında kalan Leydi Demitre'nin solgun yüzüne can gelmese bile yüzü gülüyordu. Bir zamanlar benim bedenime yapışıp kalan aidiyetsizlik bu sefer onun bedenine tutunmuştu. Leydi'nin yuvası burası değildi. O yüzdendir ki bir misafir gibi hissediyor ve çoğu zaman bir misafir gibi davranıyordu. Bazı zamanlar, hatta çoğu zaman onu uzaklara dalmış bir hâlde yakalıyordum. Bakışları öyle dalgın, öyle doluydu ki. Ne düşünüyor, neyi düşlüyordu öylesine merak ediyordum ki, ama sormaya cesaret edemiyordum. Sanki o anlar ona özel kalmalıydı, nitekim o anlarda zihnine uğrayan düşünceleri ve yüreğine uğrayan hisleri de. Lakin itiraf etmeliyim ki, onu bu şekilde görmek, Büyülü Orman'ın derinliklerine tutsak kalmış bir hâlde görmekten daha çok üzüyordu beni. Önem verdiği bir şeyini yitirmiş gibiydi. Fakat anlamıştım ki, o şey Büyülü Orman değildi. Leydi daha başka bir şeyini yitirmişti.
Bölgenin giriş kapısı, bize uzakta kalan o sınır, gün geçtikçe daha çok hareketleniyordu. Şu ana kadar birkaç küçük saldırı yapılmıştı bile. Kışın sonlarına doğru düşman ordusunun sınıra doğru yaklaşması sonucu başlayan gerginlik orada kolayca hissediliyor, Kale'nin güvende kalması için üstün çaba sarf ediliyordu. Sien Qa Sarayı'nı kaybettiğimiz gibi burayı da kaybetme şansımız yoktu.
Alsondro ordusundan ve özgür ruhların oluşturduğu ordudan desteğe gelenler sayesinde bölgenin girişi ve Kale, koca bir kalabalığın gölgesinde soluklanıyordu. Zaman daralmıştı. Sanıyorum ki, birkaç güne, belki birkaç haftaya, tüm şansımız elimizden kayıp gidince ruhları uyandırmak dışında bir seçeneğimiz kalmayacaktı. Doğrusu ruhları uyandırmamız düşmanın acımasızlığını arttırırsa diye korkuyor ve bu işi biraz ertelemeye çalışıyordum. Düşmanın elindeki güçle yüzleşmek istemiyordum. Şüphesiz o, bizden daha savurgan olacaktı.
Antropedos'ta yaşananlara gelecek olursak, orası kontrol altına alınmıştı. Ayaklanma belirtisi gösteren herkes tutuklanmış ve yer altında bulunan zindanlara atılmıştı. Normal şartlarda desteklemeyeceğim bu karara, ortalığın giderek karıştığı şu zamanlarda, itiraz edecek değildim. Ezra sık sık oraya gidiyor, işler ne hâlde diye kontrol ediyor ve ardından buraya dönüp bizlere gelişmeleri aktarıyordu. Galen İlgar orada kalmayı tercih etmişti. Antropedos'taki ruhların başında duruyordu. Hatta Ezra'nın aktardığı bilgiye göre İlgar ailesinden birkaç kişi de Galen İlgar'ın yanına gitmeyi doğru bulmuştu.
Ayaklanmaya çalışan Katrin halkı değil de, Permondura'dan gelen sert rüzgâr darbeleri Antropedos'u sarsıyor, bölgenin güvenliğini tehlikeye atıyordu. Erya, ayaklanan ve isyan eden ilk ruh, ısrarla Ezra'ya ulaşmaya çalışıyor, fırsattan istifade Ezra'yı devirmek ve Antropedos'un başına geçmek istiyordu; ruhlara hükmetmeyi arzuluyordu. Bu arsız isteği onu hiç durdurmuyor, onun devamlı harekette kalmasını sağlıyordu.
Erya'nın bana gönderdiği notlar arasında elime ulaşanlardan birinde, aylar öncesindeki göğün kırmızı hâline sebep olan şeyin kendisi olduğu yazıyordu. Göğü o hâle peşinde koştuğunuz kişiler değil, ben getirdim, yazmıştı gururla. Elindeki gücü anlamamızı ve onu ciddiye almamızı istiyordu. Gönderdiği her notun elime ulaşamadığını da söylüyordu. İddiasına göre Ezra, gelen notlardan bazılarını yok ediyormuş; o notlarda yazan şeyi okumamı hiç istemiyormuş. Erya'nın yazdıklarına göre gerçeği öğrendiğimde koşa koşa kendisine sığınacakmışım ve o gün geldiğinde, Erya, ona inanamak yerine ısrarla sırtımı Ezra'ya dayamamı görmezden gelip beni kabul edecekmiş.
Ezra'nın benden bir şeyler gizlediğini zaten biliyordum. Hatta Kale'de geçirdiğimiz anlar sayesinde bu durumu Valmir bile fark etmişti. Koruyucuna dikkat et, demişti Valmir. Sana zarar vereceğini sanmam ama seni zarar göreceğin bir durumun içine sürüklüyor gibi görünüyor, demişti. Bir şey diyememiştim. Öylece Valmir'in yüzüne bakmış, ardından onun yanından ayrılmış ve saatlerce bu sözleri düşünmüştüm. En nihayetinde ise hiçbir yere varamamış ve konuyu kapama kararı almıştım.
Bölgenin adını alan Roves Kalesi, şehrin sınırında bulunduğu için, hem Katrin'i hem de az buçuk Alsondro topraklarını görmemize olanak tanıyordu. Bölgeyi çevreleyen İres Ormanı'nın iç kısımlarında, dik bir uçurumun kenarında yer alan Kale, gözler önüne serdiği manzaranın aksine sessiz ve de cansızdı. Kale'nin herhangi bir penceresinden baktığınızda gördüğünüz engin yeşillikler, burada yaşadığımız hayatı düşmana gizlediği gibi, şehrin iç kısımlarında yaşanan kargaşayı da bizlerden sakınıyordu. Sakınıyordu sakınmasına ama biz, orada neler yaşandığını pekâlâ biliyorduk.
İres Ormanı, birçok noktasında dik uçurumlar ve dizili dağların arasına gömülü kalkmış derin vadiler barındırıyordu. Kale'nin önü ve yamaçları düzlük olsa da, geri kalan bölgelerde dik yokuşlar, koca kayaların kapadığı zorlu yollar bulunuyordu. Fezaya doğru uzayan ağaçlar, odağınızı yitirdiğiniz ilk an sizi kapana kıstırıyor ve yön algınızı zedeleyerek sizi yutuyordu. Burada kaybolmak fazlasıyla kolaydı.
Uzun ve dar bir taş köprü yardımıyla ulaşılan, dik bir uçurumun kenarına dikilmiş Roves Kalesi oldukça korunaklıydı. İki kenarında parapet ve mazgalların yer aldığı savunma kulelerinin bulunduğu, demir parmaklıklı, zincirlerle açılıp kapanan, oldukça ağır ve sağlam bir ana kapısı vardı. Kapıdan geçince, çoğunlukla asker ve muhafızların dolaştığı geniş bir alan çıkıyordu karşınıza. Taşlı yolların oluşturduğu bu avlu, diğer avluya kıyasla daha küçük olsa da, görevlilerin rahatça dolaşabileceği ve askerler ile muhafızların konakladığı garnizon alanlarına yetecek kadar büyüktü. Asıl avluya açılan alana kadar karşınıza surlarla çevrili birden fazla kale bedeni çıkıyordu. En nihayetinde Başkule'yi ekseni etrafına alan geniş avluya varıyordunuz. Avlunun sağ tarafında içme suyu sorununu gideren sarnıçlar ve kuyular vardı. Geniş avlunun bir kısmı tarım için ayrılmıştı. Ayrıca tarım için ayrılan alanda, kışı geride bırakmamızla birlikte tomurcuk vermeye başlayan çiçeklerle dolu tarhlar da bulunuyordu. Dış cephesi kesme taşlarla sağlama alınmış Başkule'nin ve diğer kulelerin çatıları, yağmur sularından korunmak için kurşun kaplamalar ile sağlamlaştırılmıştı.
Başkule beş kattan oluşuyordu. Zemin katında, alışık olduğumuz gibi, zindanlar, yiyecek depoları ve cephanelik bulunuyordu. Zemin katın bir üstünde, giriş katta, Başkule'yi korumakla yükümlü muhafızların konakladığı odalar ve askerî malzemenin bir kısmının saklandığı odalar yer alıyordu. İkinci katta, yöneticiler ile bir araya geldiğimiz büyük salon ve çalışma odaları vardı. Ayrı olarak Valmir'in odası da bu kattaydı. Üçüncü kat tamamen yatak odalarına ayrılmıştı. Son kat ise çatının bulunduğu, gözetleme ve savunmanın yapıldığı yerdi.
Üçüncü katın dar bir koridorunun ucunda bulunan odam Sien Qa Sarayı'ndaki odamı aratmıyordu. Dört direkli yatağın perdeleri yatağın üstüne örtülen örtüyle aynı desene sahipti. Çiçek deseniyle kaplanmış yatağın baş ucunda ahşap bir sandık, sandığın içinde değerli eşyalarım vardı. Odanın duvarları dışarıdan gelen soğuğu olabildiğince azaltmak için goblenlerle kaplanmıştı. Tavanlar da goblenlerdeki çizimlerle uyumlu fresklerle dekore edilmişti. Yatağın karşısına büyük bir şömine konumlanmıştı. Aydınlatma işini gören bronz şamdanlar ise olabildiğince fazla yere konulmuştu.
Odanın dopdolu ve canlı renklerle kaplı görüntüsü bahara yakışıyordu elbet ama havada, odanın görüntüsüne yakışmayan bir çirkinlik ve cansızlık mevcuttu.
Odadan ayrıldığımda, odamın karşısındaki Atlas'a ait olan odanın kapısını açık gördüm. Merakla başımı kapıdan içeri soktum. Atlas, çalışma masasında dağınık duran kâğıtlarla ilgileniyordu. Atlas'ın görünüş olarak değiştiğini söylemek doğru olmazdı fakat, neyse ki, bir zamanlar aniden çöken yüzü şu süreçte azıcık toparlanmıştı. O açık yeşil gözleri onu ilk gördüğüm zamanlardaki gibi kendinden emindi.
Kafasını kâğıtlardan kaldırınca beni gördü. "Gelsene."
"Valmir ile görüşme yaptığını sanıyordum. Lara öyle söylemişti."
"Yaptık," dedi Atlas. "Fakat bir yere varamayınca kısa kesme kararı aldık."
Çalışma masanın önünde duran koltuğa oturdum. "Yine bir fikir ortaya atacağım ve sen yine reddedeceksin."
Önündeki kâğıtları kenara iteledi. "Doğru çünkü sunduğun fikirler hiç makul değil, Alisa."
"Şu durumda makul gördüğünüz herhangi bir şey var mı ki?"
"Buyur, söyle fikrini," dedi Atlas, pes edercesine. "İçinde kalıp sana dert olmasın."
"Fakat lafımı kesme lütfen. Önce dinle sonra itiraz edersin." Bir tepki vermesini bekledim ama Atlas yalnızca itiraz etmeye hazır bir hâlde bana bakıyordu. Kolumu koltuğun kenarına dayayıp masaya doğru eğildim. "Timun Almedal ile iletişime geçmek istiyorum."
Atlas itiraz etmeye hazırlanıyordu ki, "Atlas!" diye yakındım. "Önce bir dinle!"
"Peki peki. Muhteşem fikrini anlatmaya devam et lütfen."
"Merak etme," dedim bastırarak. "Eskisi gibi onun masum olduğunu savunmayacağım. Ben yalnızca düşmanın oynadığı gibi bir oyun oynamak istiyorum."
"Alisa! Oyun oynayacak durumda mıyız?"
"Fikrimi dinlemeyecek misin?"
Eliyle devam etmemi istedi.
"Bence o hâlâ benden bir adım bekliyor. İstediği şeyi ona versek ya! Ona inanmış taklidi-"
"Alisa! Ciddi misin?"
"Ne var Atlas? Siz de hiçbir fikri beğenmiyorsunuz. Ayrıca lafımı kesme demiştim. Halamdan ve benden gelecek olan bir çağrının izini sürüyorlar. Halamı da yanıma alıp Timun Almedal ile bir görüşme yapsam ve..."
"Dile getirmekte zorlandığın şeyi gerçekten yapabilecek misin?"
"Ben değil," dedim, fısıldar gibi. Eminim ki yüzüm acı çekiyormuş gibi görünüyordu. "Halam yapacak. Bana söz verdi."
"Alisa," dedi Atlas, yeniden fakat bu sefer sesi itirazla değil, anlayışla doluydu. "O adamı kandırabileceğine inanıyor musun sahiden?"
"Denemekten zarar gelmez."
"Bu sefer gelir. O adamın yanına gittikten sonra geri dönenileceğinizin bir garantisi yok. Kaldı ki, sizden böyle bir teklif alınca, size yeni bir oyun oynamak isteyebilir."
"Ne yapacağız Atlas? Üzerime azar azar saldığı adamları savuşturmaya mı çalışacağız? Böyle mi geçecek bu süreç?"
"Ruhları uyandıracağız ve savaş başlatacağız. Yapacağımız şey bu işte."
"Biz elimizdeki gücü kullanınca, o da elindeki gücü kullanacaktır. O güçle nasıl baş edeceğiz?"
"Alisa, elindeki gücün inanılmaz şeyler yapabileceğine inandığın zamanlara ne oldu?"
"Geride kaldı," dedim, sitem ederek. "Farkındaysan onların adamları ne kadar zarar görürse görsün ordularındaki insan sayısı hiç azalmıyor."
"Valmir ile aynı düşünceye sahip olduğun ender anlardan birindesin," dedi Atlas. "O da beklememizi söylüyor. Savaşın bizi yok edeceğine inanıyor. Düşmanla anlaşma yapmamı teklif etti."
"Valmir mi?" dedim hayretle. "Demek ki durum vahim. Fikrimi Valmir'e sunacağım."
"Hayır, Alisa. Valmir'in senin deli saçması fikirlerini benimsediği nerede görülmüş?"
"Müsaade edersen belki bugün görülebilir."
"Etmeyeceğim. Boşuna Valmir'i rahatsız etme. Zaten onun yolunu onaylamadığım için bir hayli öfkeli. Seni dinlemeyecektir bile."
"Sana sinirli, bana değil," dedim. "Aksine her geçen gün beni daha çok sevmeye başlıyor. Elbette dinleyecektir." Yerimden kalktım. "Hatta sen de gel. Bir de üçümüz birlikte kafa yoralım."
Muhabbetin ortasında Aren odaya girdi. "Tartışacağınız zaman kapıları kapatmanız taraftarıyım."
Atlas Aren'i gösterdi. "Buyur, fikrini kuzeninle de paylaş."
"Paylaşırım, ne var? Sanki insanlık suçu işlemeyi teklif ediyorum."
Aren benim yapmadığımı yapıp kapıyı kapattı. "Bir gelişmeyi aktarmaya gelmiştim." Elindeki kâğıdı salladı. "Medora bölgenin şifacılığından istifa etmek istiyormuş. Dilekçesini göndermiş sana. Fakat herkese istifa etmek istediğini söylediği için işin sürprizi kaçtı."
Duyduğum gelişme tuhaf bir şekilde beni mutlu etmemişti. "Ne sürpriz ama!"
Aren kâğıdı Atlas'a verdi. "Bence boşuna okuma. Onayla istifasını, nereye gidiyorsa gitsin."
Atlas bıkkınca soludu. "Bakıyorum da bu aralar herkes sevgi dolu. Çok hoş!"
Medora'nın dilekçesini merak ettiğim için geri yerime oturdum. "Ne yazıyor? Baksana."
Atlas zarfın içinden çıkardığı kâğıdı bana uzattı. "Buyur, oku Alisa. Gün geçtikçe merakını törpülemek yerine bitki sular gibi suluyorsun."
Atlas'ın aksi sözlerine ve Aren'in kahkahasına aldırış etmeyip kâğıdı alıp okudum. Okuduğum kâğıdı Atlas'a uzattım. "Bence yalan söylüyor; yorulduğu ve yaşlandığı için değil, başka sebeplerden dolayı istifa etmek istiyor."
Yanıma oturan Aren, "Bahanesi bu muymuş?" diye sordu. "Fazla bayat. Bence de yalan söylüyor olmalı."
"Siz ikinizin başka işi yok mu?"
"Bence Permondura'ya gidecek," dedim. "Bak görürsün, birkaç güne o ülkeye gitmek için izin isteyecek senden."
Aren, muhabbetin uzayacağını düşünüp koltuğa iyice yayıldı. "Niye Permondura'ya gitsin ki?"
"Erya'nın yanına," dedim. "Atlas, Valmir sana bu konuda bir şey dedi mi?"
"Hangi konuda?"
"Valmir, Erya'nın ona gönderdiği notu okuduktan bu yana epey düşünceli," dedim. "O notta ne yazdığını söyledi mi sana? Ayrıca o günden beri Ezra'ya bakışları da değişti. Anlaşılmayacak gibi değil; ilginç bir bilgi öğrenmiş."
"Söylemedi. Daha doğrusu hiç sormadım."
"Sorsana," dedim hızlıca. "Belki sana söyler. Ben sordum ama bana söylemedi."
Aren yeniden güldü. Ters ters baktım ona. "Şu kalede bildiği her şeyi diğerleriyle paylaşan tek kişi benim sanırım."
Atlas'ın cevapları asla şaşırtmıyordu. "Valmir gerekli görseydi ne yazdığını söylerdi sana."
"Ama Atlas, tam da o günden sonra, Valmir beni, 'Koruyucuna dikkat et,' diye uyardı."
"Sahi mi?" diye sordu Aren. "Ezra'nın haberi var mı?"
"O da anlamış bir şeyler olduğunu. Bilge'nin ona olan bakışlarının değiştiğini söylemiş ve sebebini bilip bilmediğimi sormuştu."
"Bence Valmir'in savaşı engellemek istemesinin Erya'nın ona gönderdiği notta yazanlarla bir ilgisi var," diye devam ettim. "Bir ara Valmir ile konuşurken bunun konusunu açmalısın."
Atlas, Medora'nın dilekçesini ikiye katlayıp masaya koydu. "Aren görevlilere söylesene, Medora'ya onunla görüşmek istediğimi bildirsinler."
Aren huzursuzlandı. "Ne konuşacaksın onunla?"
"Neden istifa etmek istediğini."
Yayıldığı yerden doğrulan Aren hiç istemeyerek odadan çıktı. Onun peşinden ben de ayağa kalktım. "Biliyorsun akşama doğru Antropedos'a geçeceğim. Gitmeden evvel Valmir ile konuşacağım."
"Fikrini mi paylaşacaksın?"
"Hayır," dedim. "Fakat Erya'nın notunda ne yazdığını benimle paylaşması konusunda biraz daha baskı uygulayacağım."
"Öyleyse sana bol şans." Uyarılarla dolu bir bakış attı bana. "Lütfen Bilge'yi daha fazla öfkelendirme. Yarın kendisiyle yeniden konuşmam gerekecek."
"En fazla senin öfkelendirdiğin kadar öfkelendiririm."
Bir alt kata inip Valmir'in odasına geçtim. Bilge, her zamanki düşünceli hâliyle kitaplarına gömülmüş duruyordu. Göz ucuyla bana baktı fakat aldırış etmedi; kitabını okumaya devam etti. Sağ olsun Atlas, Bilge'yi selam sabah verilmeyecek kadar öfkelendirmeyi başarmıştı. Meşe ağacından yapılmış masanın etrafına dizilmiş sandalyelerden Valmir'e en yakın olanına oturdum. "Ne okuyorsun Bilge?"
Valmir dalga geçer gibi güldü. "Ne istiyorsun Alisa?"
"Aman, bugün kimseye selam verilmiyor! Herkes epey aksi."
"Alisa, ne istiyorsan söyle ve ardından beni rahatsız etmeyi kesip odadan çık."
Valmir'in huysuzluğu epey üstündeydi. Parmaklarımı masaya hafifçe vurmaya başladım. "Atlas, senin düşmanla anlaşmaya varmak istediğini söyledi. Doğru mu?"
"Evet, doğru."
"Neden?" Ondan taraf uzunca süre sessiz kalınca söze yeniden atıldım. "Erya'nın sana gönderdiği notta savaşın hiç başlamaması gerektiği mi yazıyordu?"
"Derdin şimdi anlaşıldı! Bazı şeyler kişiye özel kalmalıdır. En azından bir süreliğine."
"Ne hikmetse hiçbir şey bana özel kalmıyor şu diyarda!"
"Mızmızlanmayı kesip odamdan çık, hadi!"
Olabildiğince samimi görünmeye çalıştım. "Valmir, ne olur söylesen? Hem belki durumu öğrenirsem Atlas'ı savaş fikrinden vazgeçirebilirim."
Valmir oflaya puflaya kitabın kapağını kapattı. "Şu günlerde kimse mi büyük sözü dinlemez? Alisa... bir şey öğrenmek istiyorsan beni değil, koruyucunu köşeye sıkıştır. Hadi, şimdi rahat bırak beni."
"Koruyucum köşeye sıkışmıyor," diye söylendim. Ağır hareketlerle yerimden kalkıp Valmir'in yeni bir şeyler söylemesini umut ederek kapıya yaklaştım ama Valmir'in çoktan kitabın kapağını açtığını görünce hüsranla odadan çıktım.
Oyalanmdan giriş katına indim ve doğruca bahçeye çıktım. Başkule'nin arka bahçesinde talim için ayrılan alana vardığımda, Perla'yı ok talimi yapan kız kardeşini izlerken buldum. Narya o olaydan sonra bırakın Alsondro'ya dönmeyi, eğitime devam etmeyi bile istememiş ve buraya yerleşmişti. Narya'nın isteğine fazlaca saygı gösteren Myra kardeşlerden Selina zaman zaman önemli birkaç kitabı buraya yolluyor ve Narya'nın burada, kısıtlı imkânlar dâhilinde eğitimine devam etmesi için çabalıyordu. Narya da Selina'nın çabasını boşa çıkarmamak adına ve elbette büyü öğrenmeye meraklı birisi olarak gönderilen kitapları belleğine kazımadan bırakmıyordu.
Öte yandan Narya, bu ağır süreçte, Perla'nın acılarını dindirme konusunda hepimizin önüne geçmiş ve büyüğünün ruhuna akıtılmış koyuluğu kendi bedenine çekmişti. O hâliyle ise gelip bana sığınmış ve bu neticede onunla aramızda abla kardeş bağı oluşmaya başlamıştı. Bu sayede Narya'nın ne denli düşünceli ve anlayışlı bir insan olduğunu anlamıştım. Onun bizden değil, bizim ondan öğrenmemiz gereken onlarca şey vardı.
Oturduğu yerde gözlerini kırpmadan kardeşini izleyen Perla'nın yanına geçtim. Omuzlarına gelen saçları ığıl ığıl esen rüzgârın darbeleriyle azıcık havalanıyordu.
"Ah, Alisa, gittiğini sanmıştım!"
"Sana veda etmeden gider miyim?"
Yorgun bedenini ağırca bana döndürdü. "Bir sorun mu var? Canın sıkkın gibi."
"Valmir ve Atlas," demekle yetindim.
Başını salladı. "Atlas'ı bilmem ama bu aralar Valmir'in canı epey sıkkın. Normalde de huysuz ama şu günlerde huysuzluğu seviye atlamış durumda."
Elimi omzuna koydum. "Aman, boş versene! Yine bir şeyler gizliyorlar. Bırakalım ne istiyorsalar onu yapsınlar."
Perla hafifçe güldü. "Böyle düşünmediğini biliyorum. Kandırma beni."
Narya bizi fark ettiğinde bir ceylan gibi seke seke yanımıza geldi. Mart'ın başında küçük bir kutlama ile Narya'nın yeni yaşını kutlamış ve böylece Narya'nın on sekizine basmasını sevinç dolu gözlerle seyretmiştik. O, zamanla büyüyordu ama bazı huyları, bazı alışkanlıkları hiç değişmiyordu.
"Merhaba büyüklerim!"
"Narya gün geçtikçe daha iyi atışlar yapıyorsun," dedi Perla. "Hızlı öğreniyorsun; hem de hepimizden daha hızlı."
"Yanlış hatırlamıyorsam sizler benim yaşımdan daha küçük yaşlarda öğrenmiştiniz tüm bu şeyleri."
"Doğru," dedi Perla. Fakat yeni bir söz eklemedi.
"Ben dönene kadar ablana eşlik et Narya. Kaç gün kalacağım belli değil."
"Elbette," dedi Narya. "Keşke uygun bir anda olsaydık, ben de sizinle gelirdim."
Perla yerinden doğruldu. "Bu havalar beni yoruyor. İçeri geçeceğim."
Onun gidişini seyrettikten sonra ayaklandım. "Sen talimine devam et. Eğitimin aksamasın."
Narya geldiği gibi talim alanına döndü. Avlunun ön kısmına geçtim; Kunter, askerler ve muhafızlarla birlikte Kale'yi gözetiyordu. Beni görünce baş selamı verdi. "Görünüşe bakılırsa sen de diğerlerine katılmışsın." Başkule'nin girişine çıkan merdivenin önüne yaklaştı. "Huzursuzluğundan bahsediyorum; bunca zaman diğerlerine nazaran daha iyi sakladığın huzursuzluktan."
"Atlas veya Valmir sana bir şeyler söyledi mi?"
"Hayır," dedi Kunter. "Atlas birimize bir şey söyleyecek olsa, söyleyeceği şeyi hepimizle paylaşır."
Hâlâ merakla ona dönük olduğumu görünce, "Valmir bana söyleyeceği şeyi elbet öncesinde sana da söylerdi," diye ekledi. "Siz onunla daha samimisiniz."
"Lakin görüyorsun ya, hiçbir şey söylemiyor bana. İlk zamanlara geri döndük sanki. Yine bilinmeyen, gizli tutulan onlarca şey var."
Kunter dostane gülümsedi. "Önüne bak Alisa. Merakın seni yere düşürmesin. Paylaşılması gerekenler herkesle paylaşılıyor zaten."
"Bu öylesine, çocuksu bir merak değil. Önemli bir şeyler olduğunu seziyorum. Sen sezmiyor musun? Havadaki gergin kokuyu almıyor musun?"
"Bilge ile çok muhabbetim yoktur ama bakışlarını fark edemeyecek kadar kör değilim. Doğru anladıysam sorun senin koruyucun."
"Bizi darlamak yerine git ruhları darla mı demek istiyorsun?"
"Hayır, ama koruyucunla konuşmanı öneririm. İstediğin yanıtı sana Bilge vermeyecektir."
"Antropedos'ta Ezra ile ordunun başında durduğunuz anlarda ona dair tuhaf şeyler fark etmiş miydin?"
"Pek sayılmaz. Bunları bana sormak ve aradığın yanıta kavuşmaya çalışmak yerine Ezra ile konuşmayı denemelisin. Sen onun efendisisin. Sana cevap vermek zorunda olduğunu hissedecektir."
"Onu tanımıyorsun," dedim. "O, cevap vermek yerine, seni binlerce yeni soruyla baş başa bırakır."
Kunter'i sıkboğaz etmek istemediğim için hafifçe başımı eğdim. "Görüşürüz Kunter," diyerek oradan ayrıldım.
Yanımda götüreceğim eşyaları almak üzere odama çıkarken Leydi Demitre ile karşılaştım. "Alisa," diyerek yanıma ulaştı. "Seninle Antropedos'a gelmek isterdim ama eminim ki bu yalnızca zarar doğuracaktır. Senden isteğim, Ezra sana her ne söyleyecekse, buraya döndüğün zaman benimle paylaşman. Aklıma bir şeyler uğruyor. Doğru mu anlıyorum yoksa yalnızca kuruntu mu yapıyorum, bilmem gerek."
"O, bir şeyler saklıyor."
"Evet," diyerek onayladı beni. "Bir şeyler saklıyor. Sanırım ne sakladığını anladım fakat emin olmadan seninle paylaşamam. Dönünce yanıma uğra, olur mu?"
"Olur. Fakat sizden de hep bir şeyler saklar mıydı? Yoksa bu bana mı özel?" Duraksadım. "Onun efendisi gibi hissetmekten ziyade, onun peşinden sürüklenen değersiz bir eşyaymış gibi hissediyorum. Bir şeyleri yanlış mı yapıyorum ki?"
Leydi Demitre'nin gözlerinde anlayış vardı. "Sen, koruyucunun senden bir şeyler gizlediğini anlayacak kadar farkındalık kazanmış birisin. Sanıyorum ki, biz, onun diğer efendileri, bu farkındalığı biraz geç kazandık; veya bazılarımız hiç kazanamadan, koruyucularının bir şeyler gizlediğini fark edemeden göçtüler... Alisa, sen eksik değil, tamsın. Koruyucun eksik hissetmene neden oluyorsa, bu onun suçudur. Onun gayesi seni korumak, yaşatmak ve tamamlamaktır. Bir şeyleri eksik yapan kişi Ezra'dan başkası değil."
Tanıdığım ilk andan beri Ezra'ya toz kondurmayan kadının bu sözleri hayra alamet değildi. "Bu konuşmanın sebebi anladığınız şey mi?"
"Eğer doğru şeyi anladıysam, Ezra'yı ömrümün sonuna dek, hatta ölüm beni bulduktan sonra bile affetmeyeceğim."
"Beni korkutuyorsunuz."
Kararsızca etrafına bakındı. Sonra beni kolumdan tutup bir köşeye çekti. "Ezra'ya, bir şeyler anladığını ve eğer başımızın üstünde tüten dumanı söndürmemize yardımcı olmazsa çekip gideceğini söyle. Efendi Ruh olmanın avantajlarını kullanmayı reddederse, bedenindeki gücü ona asla teslim etmeyeceğini de söyle. Söyle, tüm bu sözlerine dayanarak yeni bir yol çizsin kendisine."
"Leydim neler oluyor?"
"Sen dediğimi yap. Kafa karışıklığımı giderdiğim ilk an sana geleceğim ve neyin ne olduğunu seninle paylaşacağım."
Leydi beni o köşede o hâlde bırakıp odasına çıkınca başka seçeneğim olmadığını bilerek odama geçtim. Yanıma almam gerekenleri aldığımda odadan çıktım ve kendimi bahçeye attım. Kale'nin içinde geçit oluşturmamız yasaktı. Ancak Kale'nin kapısına bağlanan taş köprüyü geride bıraktığımızda geçit oluşturabiliyorduk. Köprüyü geçinceye kadar Kunter eşlik edecekti bana. Köprünün etrafına sisler dağınıkça yayılmıştı. Karşı dağlar göğe değin yükselen sislerin ve koca bulutların arasında kayboluyordu. Güneş tepede asılı olmasına rağmen hava birazcık bulanıktı.
Köprüyü geçince ormana giden patikaya geçtim ve geçidi oluşturdum. Kunter ben geçide girinceye kadar geçidin başında durdu. Lordabur Sarayı'na vardığımda, geçidin yanında beni Ezra karşıladı. Karşımda saygıyla eğildi. "Hoş geldiniz Efendim."
Yanından geçip saray kapısına çıkan merdivene yöneldim. Basamakları çıkarken, "Şehirde kargaşa mı çıktı?" diye sordum.
"Hayır, şehir kontrol altında. Sizi buraya çağırma sebebim biraz kişisel."
Sarayın geniş holüne geçtiğimde durdum. "Seni dinliyorum."
Ezra eliyle büyük salonu gösterdi. Kapısının yanında Leydi Demitre'nin portresinin asılı olduğu salona geçtim. Oturma alanında alnını bastonuna dayamış, oldukça yaşlı ve zayıf bir adamın oturduğunu gördüm. Kıyafetine bakılacak olursa kendisi soylu değildi fakat hâline, rahat tavrına bakılacak olursa kendisi köylü de değildi. Ayak seslerimizi duyan adam başını kaldırdı. Bölge bölge kızarmış beyaz, solgun teni gözlerinin yeşilini belirginleştiriyor ve sanki, ön plana çıkan gözlerinin eşsiz bir renk gibi göze çarpmasına neden oluyordu. Düzgün giyimli bu adam bizleri görünce ayağa kalkma gereği duymadı.
Bir an için bu kişinin İlgar ailesinin bir ferdi olabileceğini düşündüm. Yanına yaklaşıp başımı eğdim. "Merhaba Efendim."
"Ben bir efendi değilim," dedi. Sesi, yaşlı ve çökük görüntüsüne kıyasla tok ve net çıkmıştı. "Ben sizlerin aksine sıradan bir insanım."
Ne diyeceğimi, ne tepki vereceğimi bilemeyince Ezra'ya döndüm. Ezra, benimle adamın arasında durdu. Adama beni gösterdi. "Efendim Alisa."
Yeniden başımı eğdim ve Ezra'nın adamı bana tanıtmasını merakla bekledim. Ezra eliyle yaşlı adamı işaret etti. "Efendi Evan. Evan Varkal."
"Ben bir efendi değilim, Ezra," dedi Evan Varkal. "Tüm yaşamına şahitlik ettiğin adamın kim olduğunu ısrarla reddetmenin âlemi ne?"
Evan Varkal bir İlgar değildi; yoksa Ezra'nın eski efendilerinden biri miydi? Fakat olamazdı. Ezra'nın eski efendilerinden yaşayan tek kişi Leydi Demitre idi. Ayrıca Leydi Demitre'den önce yalnızca Katrin Hükümdarlarının koruyuculuğunu yapmıştı. Bildiğim kadarıyla Varkal soyadında bir yönetici yoktu.
Yeniden Ezra'ya baktım. Adamın kim olduğunu açıkça söylerse daha rahat hareket edecek ve kafamdaki soru işaretlerini giderecektim. Fakat Ezra adamın kim olduğunu açıklamak şöyle dursun, başka söz söylemeyi bile reddetmişti.
"Oturmaz mısınız?" diye sordu Evan Varkal. "Sizi buraya çağırtan kişi bendim. Sizinle konuşacaklarım var."
Koltuklardan birine oturup adamın derdini anlatmasını bekledim. Bu esnada onu daha detaylı inceleme fırsatım oldu. Göz altı torbaları belirgindi; bir çizgi misali uzayan ince dudağı, yüzünde yer edinmiş, hayatta geçirdiği zamanı temsil eden kırışıklıkların arasında kırmızıya çalan rengiyle belli ediyordu kendini. Dudaklarının kırmızısına eş bir kızarıklık göz altında duruyor, bakışlarına derinlik katıyordu. Görünüşe göre uzun boylu birisiydi. Otururken bile destek aldığı siyah bastonuna bakılırsa epey zaman önce güçten düşmüştü.
Konuşmaya mecali yok gibiydi. Zorla dudaklarını araladı. "Bana sorular soracak olmanız muhtemel. Fakat sormazsanız ve ricamı yerine getirirseniz beni gereğinden fazla memnun edersiniz."
O ana kadar fark etmediğim küçük cam şişeyi masanın üstünden alıp bana uzattı. "Ezra benim yapamadığımı yapar ve size durumu, bu şeyin ne olduğunu açıklarsa ne istediğimi, sizden neyi rica ettiğimi anlayabilirsiniz. Ben, kendimi ifade etmeye çalışmayacağım. Sizden yalnızca bu şişedeki sıvıyı içmenizi rica edeceğim."
Şişeyi uzattığı eli ya korkudan ya kaygıdan ya da yaşlılıktan ötürü titriyordu. Gözlerim ayakta dikilen Ezra'ya kaydı. Kahve gözlerde birçok duygu geçiyor, o duyguların hepsi çırılçıplak ve savunmasız bir şekilde bana aktarılıyordu. Ezra belki de ilk kez endişeye kapılı bir hâlde başımda dikiliyordu. Gözleri ve duruşu kendinden emin olmaktan çok uzaktaydı. Kararsız, kaygılı, endişeli ve birçok kötü ihtimalin arasında kendini telkin ederek ayakta kalmaya, direncini korumaya çalışır bir vaziyette, çıkan fırtınadan sağ kurtulmayı diler gibi duruyordu.
İçeceği elime aldım. Kırmızı sıvıda minik baloncuklar oluştu. "Nedir bu?"
Evan Varkal Ezra'ya bakındı. "Size bunu açıklayabilecek tek kişi Ezra'dır. Lütfen bana soru sormayınız."
Başka hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı ve buraları iyi biliyor gibi salondan çıktı. Şaşkınlıkla Ezra'ya bakakaldım. "Ezra neler oluyor? Bu adam kim?" Elimdeki şişeyi gösterdim. "Bu nedir? Neden bunu içmemi istiyorsunuz?"
"O," dedi Ezra. "O adam, Evan Varkal, Medora'nın oğlu."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
745 Okunma |
114 Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |