Dün geç saatlerde Myra ailesinden beklediğimiz not gelmişti. Yaptıkları incelemelerle, göğe ve ardından yeryüzüne bulaşan kırmızı lekelerin büyülerle ilgili olmadığı, ortaya çıkan oluşumun insan elinin değmesiyle elde edilemeyeceği sonucuna ulaşmışlar. Koruma ve önlem amaçlı tercih edecekleri yolun aşama ve detaylarından da bahsetmiş, bizleri de aynı şeyleri yapmamız konusunda uyarmışlardı. Öyle ki gün doğunca Perla ile beraber yola koyulmamız gerekmişti. Tabii Ezra da bizimle birlikteydi. Aren ve Pamir sarayda kalıp diğer işlerle ilgilenecekti. Leydi Demitre'yi onların yanında bırakmıştık. Yollara düşüp daha fazla yorulması mantıksızdı.
Hem gökyüzündeki hem de yeryüzündeki kırmızılıklar tamamen temizlenmişti. Bölge yeniden eski hâline kavuşmuştu. Ortadan kaybolan hayvanlar da bölgenin düzelmesiyle birlikte çıkagelmişti. Kuşlar ağaçların dallarında geziniyordu. Ağaçlık alanların iç taraflarından uluma sesleri de duyuluyordu. Kar, gecenin derinleştiği anlarda şiddetini arttırmaya başlamıştı ve hâlâ yavaşlamış değildi. Topçuğa bürünmüş pamuksu kar taneleri, bir türlü erimeyi becerememiş karların üstüne hemencecik yapışıyordu. Böylece yerdeki karın boyu giderek uzuyor, bacaklarımızı içine çekiyordu.
Fayton hazır olunca Perla ile beraber araca bindik. Geçit oluşturmak yerine yolculukta kullanacağımız atları büyülü otlarla beslemeyi tercih etmiştik. Saraya dönüşümüz akşam saatlerini bulacaktı. Bu havada seyehat etmemiz tehlikeliydi ama başka seçeneğimiz yoktu. Şehrin batısındaki Anit bölgesine gidecektik. O bölgede yer alan Benet Kulesi'nde aktif hâle getirmemiz gereken bir aygıt varmış. Şehirdeki kale ve kulelerin kapısı ise yalnızca yöneticiler tarafından açılabiliyormuş. O yüzden bizden birinin gitmesi gerekiyordu. Neyse ki yanımızda Ezra vardı. Onun varlığı bana güven veriyordu. Ayrıyeten önümüzden ve arkamızdan birer araç ilerleyecekti. Güvendeydik yani.
Ezra bizim bindiğimiz aracı sürecek olan kişiydi. Diğer iki aracı ise Aren'in çok öncesinde yarattığı iki koruyucu ruh sürecekti. Herkes ve her şey hazır olunca yavaştan harekete geçtik. Yolculuğa başladıktan sonra büyülü otlarla beslenen atlar sayesinde hızımız giderek arttı. Ağaçlar ve diğer yapılar yanımızdan şeritler misali akıyordu.
Şehrin kıyısından ilerlemeyecektik çünkü eğer şehrin kıyısındaki ormanlık bölgeye yaklaşırsak Almedal Sarayı'na yaklaşmış olacaktık. O yüzden bölgenin ortasından doğruca batıya ilerleyecektik. Şehir yolundan gerekmedikçe ayrılmayacaktık. Boşalan şehrin yalnızlığına ortaklık edecektik.
Perla birden elimi tuttu. "Gerginim. Böyle bir anda saraydan ayrılmamız içimi daraltıyor. Ayrıca Leydi Demitre'nin esaretten kurtulmayı seçmiş olması birilerinin kulağına gittiyse güzel şeyler olmayacaktır."
Rahatlaması için elini okşadım. "Sarayda binlerce muhafız var Perla. Zihninden bu düşünceleri sil. Odaklanman gereken bir yol var. Bana şu aygıtın ne olduğundan bahsetsene."
"Eski dönemlerde, büyülü korumaları depolaması için kurulan bir sistem aslında. Onu çalıştırdığımızda, deponun içine aktarılmış güçlü korumalar şehre yayılacak. Yalnızca tehlikeli, gerçekten tehlikeli durumlarda kullanılmasına karar verilmiş. Zira aygıt, bu diyara gelen bilge kişilerin ellerinden çıkan büyülerle doldurulmuş."
"Yine diyara zarar vereceğiz diyorsun."
"İstemeden de olsa, evet," dedi Perla. "Koruma amaçlı yapılan büyülerin doğaya zarar vermesi hiç hoşuma gitmiyor. Kendimi suç işliyormuş gibi hissediyorum."
"Şifa büyüleri gibi düşün. Onlar da zarar veriyor ama yaptığın şey neticede iyi bir amaca dayanıyor. Ayrıca verdiğin zarar, kara büyülere kıyasla çok az. Kendini sorumlu hissetme. Hepimiz aynı yola başvuruyoruz ve hepimiz aynı yolda yürüyoruz."
Perla aracın hafifçe araladığı camından dışarı baktı. Karlar görüş alanımızı kapatıyordu. Kış, şehrin ıssızlığına ayak uydurmayı başarmıştı. "Narya'yı özledim. Keşke eğitime küçük bir ara verseler."
"Uygun bir anda onu ziyaret edebiliriz," dedim. "Seni gördüğüne sevinecektir. Onu merak ettiğinizi öğrenince bile çok mutlu olmuştu."
"Onu sevmediğimi, önemsemediğimi düşünüyor olamaz. Gerçekten bazen kendime çok kızıyorum. Onun böyle hissetmesinin tek nedeni benim davranışlarım."
"Kardeşlik konusunda sana akıl vermeyeceğim Perla. Nitekim hiçbir şey bilmiyorum. Fakat bana sorarsan, sen kötü bir kardeş değilsin. Narya da öyle. Elinizden geldiğince çabalıyorsunuz. İlişkilerde kusursuzluk beklemek hata olur."
"Gerçekten senin kardeşin olsaydım beni sever miydin?"
"Neden sevmeyeyim ki? Yaralandığımda beni iyileştirecek, arkamı kollayacak bir kardeş kulağa fena gelmiyor. Ama büyük olanın sen olmasını isterdim. Böylece tüm sorumluluğu sana yıkardım."
Perla güldü. "Gerçekten Narya gibisin."
"Narya ise beni sana benzetiyor."
"Öyle mi?" diye sordu Perla. "Hangi açıdan?"
"İlgili olma açısından. O, senin aksine, senin ablalığını beğeniyor. Zamanın geçmesiyle birlikte onun üzerine titrediğini ve bu yüzden bazı zamanlar baskıcı gibi göründüğünü anlamaya başlıyor olmalı."
Büyülü Orman'ın içinden geçen yola girdiğimizde ilgim çabucak dağıldı. Bakışlarım karın örttüğü ağaçların üstündeydi. Leydi'nin burayı terk etmesi beni de kedere boğuyor, tuhaf bir hüznü içime yerleştiriyordu.
"Leydi Demitre neden burayı terk etme kararı aldı?"
"Öleceğini hissetmiş," dedim dürüstçe. "Ölmeden evvel yaşadığı topraklara yeniden ayak basmak istiyor."
Perla koluma uzandı. "Sahiden mi? Rüya mı görmüş? Belki bu Timun Bey'in bir işidir."
"Rüya görmüş ama daha başka şeyler hissetmiş. Kendini açıklayamadı. Açıklayabilse bile onu anlayabileceğimden pek emin değilim. Hissettikleri, yaşamayı gereken bir deneyimin getirdiği derslerden ibaret. Onu, onun yaşadığı şeyi yaşamadan anlayamam."
Korku ve endişe Perla'nın yüzünü soldurdu. "Onun geldiği noktaya çok üzülüyorum. Bu hayatı doya doya yaşamayı hak ediyordu."
"Bir pişmanlığı olmadığını söyledi. Pek inanmasam da bir şey demeye hakkım yok. Lakin onun hissettikleri beni korkutuyor. O zaten ölümü göze almıştı. Birden ne oldu da fikrinden vazgeçti, yoluna ters düşen bir yola girmeye karar verdi, onu anlayamıyorum işte."
Şelalenin sesi uğultu misali kulaklarıma ulaştı. Leydi gitmişti ama Leydi'nin yaşam verdiği yer hâlâ nefes alıyordu. Soğuyan havaya inat hâlâ şarıl şarıl akmaya devam eden suyun izlediği rotayı gözlerim seçemiyordu. Karların görüş alanımı engellemesi gibi, havaya yayılan sis de pek yardımcı olmuyordu bana. Önüme düşen görüntü, silinmeyi bekleyen bir hayal gibi bulanıktı ve sanki ilerledikçe, sisler daha da artıyor, kenarda fark edilmeyi bekleyen detaylar giderek silikleşiyordu. Sislerin arasına daldıkça yeni bir dünyaya geçiş yapıyormuşuz gibi gerçeklikten uzaklaşıyordum. Bölgeyi geride bıraktığımız gibi, bedenimize yapışmaya çalışan sıkıntıyı da geride bırakıyormuşuz gibi hissediyordum. Fakat bu yalnızca bir yanılgıydı.
Aracın camının açıkta bıraktığı alandan içeri doluşan karlar üstümüze birikiyordu. Ne Perla ne de ben bu durumdan rahatsızdık. Bazen siyah pelerinime düşen karları en ince detaylarıyla görmeye çalışıyordum. Orada, yüreğimde sakladığım hislerle örtüşen detaylar görüyordum. Gün yüzüne çıkmasına fırsat vermemeye çalıştığım keder, doğanın ürünü olan her şeyde, kendine has detaylarını gizleme gereği duymadan benimle buluşuyordu.
Yolculuk sessizce geçiyordu. Terk edilmiş duran bölgeye ses yayan tek şey, araçların koca tekerleklerinin çıkardığı, bir noktadan sonra oldukça kulak tırmalamaya başlayan dönme sesi ve atların karda bıraktığı narin ayak sesleriyle birlikte sık sık aldıkları soluk sesleriydi. Ezra'dan taraf o kadar sessizdi ki onun canlı olduğunu söylemek güçtü; o şu anda fazla sessiz, fark edilmesi güç ve görev odaklıydı.
Önümüzden ilerleyen atı görebilmem pek mümkün olmuyordu ama arkamızdan gelen at, gerek sesi, gerek görüntüsüyle daha kolay fark ediliyordu; arada çok mesefa yaratmamak için fazladan efor harcıyordu. Bazı anlarda siyah atın havaya yaydığı soluğun gri dumanı gözüme çarpıyordu. Büyüler sayesinde ne yorgunluğu ne de soğuğu hissediyorlardı. Fakat yine de bu şartlarda yola çıktıkları için kendimi kötü hissediyordum. Oysa bizi bekleyen savaşta niceleri yok olacaktı.
Yerinde durmayan kafam, sağa sola merakla dönerken, Perla'nın soğuktan dolayı kızarmaya başlayan hassas cildini görünce ona doğru sabitçe kaldı. Elimi Perla'nın yanağına koydum. "Üşüdün mü? Bunun için büyü yapmamış olman büyük hata. Büyü bilgini Perla'ya ne oldu?"
"Kafam o kadar dolu ki, normal şartlarda en önce düşüneceğim şey bugün hiç aklıma gelmedi. Ayrıca azıcık üşümekten zarar gelmez. Her ne kadar yazı daha çok seviyor olsam da, kışın yaydığı, içimi titreten soğuğu da seviyorum. Bana, hayatta olduğumu hatırlıyor."
Kafasına örttüğü, rüzgârdan dolayı hafiften geriye kaymış kukuletayı iyice önüne doğru çektim. "Bahse varım, asıl, sıcak yaz akşamlarında yapılan koyu muhabbetin ortasında hayatta olduğunu hissediyorsundur."
"Birileri oldukça az vakit geçirmiş olmamıza rağmen beni tanımaya başlamış. Umarım bir sonraki o tarz bir muhabbetin içine dalışımda sen de yanımda olursun."
"Uzun uzun vakit geçireceğimiz anlar, gelecekte, çok da uzak olmayan bir anda bizi bekliyor Perla. Azıcık daha sabret."
"Hiç sorun değil," dedi Perla. "En nihayetinde yüzümü gülümseten arzuma kavuşacaksam beklemeyi iyi bilirim."
Bakışlarım yeniden nereye uzadığı belli olmayan yola kaydı. Bu belirsizlik, bu bilinmezlik, zihnimin diğer yaşantıma kaymasına neden oluyordu. Fakat oralar bomboştu. Oraların boşluğu yüreğimi yakıcı hislerle dolduruyordu. Feda edilmiş olsalar da o anılar, bazı zamanlarda, boşluğa düşmüş gibi hissettikleri anlarda onların da zihnine uğruyor muydu? Yoksa bu kederi yalnızca ben mi taşıyordum?
Perla kolumu çekiştirdi, sanki aklımdan geçenleri hissetmiş gibi konuşmaya başladı. "Hiç konuşmadık Alisa. Her şeyi unuttun mu?"
"Çok oluyor," dedim. "Ertesi gün olduğunda zihnimin çoğu kısmı boşaltılmıştı. Fakat Lerink... Lerink onların bir hatırasını taşıyor. Diamour'un melekleri önüme sürekli olarak o çiçeği çıkartıyor. Her şey bir yana, senin sayende, o hatırayı boynumda taşıyorum."
Perla başını omzuma yasladı. "Farkına varmadan yaptığımız şeylerin bizi getireceği noktayı görebilseydik ne hissederdik acaba? O kolyeyi, evine dönünce bizi hatırlayabilmen, buradaki maceranı anabilmen için sana hediye etmiştim. Şimdi ise bizi hatırlatması gereken kolye, aslında yabancı olan ama bir süre orada bulunduğun için yuva sandığın yerin bir anısı, hatırlatıcısı olmuş durumda."
Kafasını kaldırdı. "Bu da bir kayıp. Hatta büyük bir kayıp. Her insanın en büyük korkusu sevdiklerini kaybetmektir. Nasıl baş ediyorsun Alisa? Kaybın düşüncesi bile yüreğimi sızlatmaya yetiyor."
"Yerine bir yenisi sunulan bir kayıp," dedim. "Bu hayat ve üstüme düşen vazife kaybın yarattığı sarsıntıyla baş etmemi sağlıyor. Bu, bir insanın başına gelebilecek en kötü şey değil. Boşluk var ama o boşluğu süsleyerek doldurabileceğim bir oluşum daha var."
"Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Yoksa seni kafamdan atayım diye beni kandırıyor musun?"
"Bunlar gerçek düşüncelerim Perla. Bazen farklı fikirlere kapılsam da asıl olan, bana ait olan düşünceler bunlar. Bu hayata sahip olduğum için mutsuz değilim. Yalnızca diğer hayatımın silik bir arzu gibi görünmesi canımı acıtıyor. O hayatta ne vardı, onu bilmiyorum bile. Yalnızca beni içine çekecek, hep aynı şeyi düşlememe sebep olacak kadar dolu bir hayat olduğunu hissediyorum. Ötesi yok. Bir de sevdiğim kişilerin zihninden silinip gidecek olmak, bunun bilincinde olmak yoruyor zihnimi ve de kalbimi."
"Gerçekten de yavaş yavaş siliniyor anılar," dedi Perla. "Alisa'ya dair hatırladıklarım belirgin olmaktan çok uzakta. Günün birinde tamamen unutulacak olması beni korkutuyor."
"Bahsettiğim şey bu Perla; unutulacağım. Siz onu, onlar beni unutacak. İşte bununla baş edemiyorum."
"Unutulma korkusu baş edilebilecek türden bir korku değil," dedi Perla. "Ölüm korkusunun yaydığı buhranı silmeyi beceren şey, öldükten sonra sevdiğimiz kalplerde ve o kalplerin bir sonraki eserlerinde hatırlanacağımızı bilmemizdir. Fakat siz o güçten, o ayrıcalıktan mahrum edildiniz. Diamour'un melekleri sana ne dedi bilmiyorum ama o diyarda atan kalplerin tamamından silineceğini düşünmüyorum. Unutmaya başlasalar ve birçoğunu unutsalar bile hatırlanmaya değer birkaç anıyı zihinleri hep saklayacaktır. İnancım bu yönde. Bunu bir kandırmaca olarak düşünebilirsin ama ben yine de bu olasılığa tutunmaya devam edeceğim."
"Umarım dediğin gibi olur Perla. Beni hatırlayacaklarını bilemesem de bu düşünceye körü körüne inanmaya ihtiyacım var. Orada hatırlanmak bana hiçbir şey katmayacak ama elimde değil; bir zamanlar beraber nefes aldığımızı bildiğim insanların beni unutmasına tahammül edemem. O kadar güçlü ve vurdumduymaz değilim... Aslında gücümü feda edecektim. Fakat melekler gücün özünde doğaya ait olduğunu ve bu yüzden feda edilmeyeceğini söyledi."
"Sahiden mi? Gücünden vazgeçmeye hazır mıydın?"
"Evet, feda edilebilecek değerler arasında aklıma gelen tek şey bunlardı: Gücüm ve anılarım. Biri bana ait değil, diğeri ise artık benimle değil. Atlas'ın da dediği gibi, o anıların yarattığı boşluğu burada, sizlerle birlikte dolduracağım. O boşluk, öncesinde orayı dolduran anılar ve hisler gibi, güzel ve özenli anılarla, hislerle doldurulmayı hak ediyor."
"O boşluk, öncesinde sahip olmadığı güzelliklerle de dolacak," dedi Perla. "Artık hükmettiğin, öncülük ettiğin bir topluluk var. Ruhlarla beraber paylaştığın anılar açılan boşluğu dolduracak bir diğer şey. Diğer hayatını bilmiyorum. Belki burada, orada olduğundan daha çok sevilecek ve daha kıymetli anılara sahiplik edeceksin."
Perla'nın kelimelere döktüğü inancına, ilk andan itibaren şiddetli bir ön yargının kurbanı olup samimiyet beslediğim ve bir şekilde kendime yakın gördüğüm Lena'nın da her daim dediği gibi, umalım ki öyle olsun, diyecektim. Şimdi onu daha iyi anlıyordum. Umut etmekten başka bir seçeneği olmayan, kenara sıkışmış hisseden ve içten içe kurtulmayı dileyen halama, en küçük birimlerimin derinliklerine etki eden bir merhametle anlayış gösteriyordum.
Bir nehrin kıvrılarak aktığı alanda, kenarına durmaksızın vuran sular sebebiyle hafiften aşınmış, karşıya geçmemize olanak tanıyan küçük ama geniş taş köprü eskiyen bedenine rağmen sağlamlığını henüz yitirmemişti. Nehir, Büyülü Orman'da bulunan şelalenin bir uzvu olmalıydı. Yolculuk devam ederken, sislerin azaldığı bir anda, uzaktaki yapıların koca bedenleri kasvetli dumanların arasında belirginleşirken, sol tarafımda uzanan bölgede, varış noktamız olan kulenin azıcık önünde taştan bir insan heykeli gördüm. Heykel öyle çok yakınlarda değildi. O yüzden üstüne işlenen ince detayları göremedim. Fakat yine de bu mesafeden öyle ahım şahım, ihtişamlı bir heykel olmadığını söyleyebilirdim. Siyah, hafiften parlak taşa verilen insan şekli, kuşkusuz, beyaz karların arasında normalde çekeceği dikkatten daha fazla dikkat ve ilgi çekiyordu.
"O kimin heykeli?"
Perla işaret ettiğim alana dikti gözlerini. "Ah, o mu? Alisa aslında o bir heykel değil. O, Kamran Lavidor. Katrin Hükümdarı Roman İlgar'ın yerine geçmeye çalışan ve ona büyülerle oyun oynayan kişi. Katrin Savaşı sona erdikten sonra Diamour'un melekleri tarafından lanetlendi ve bedeni siyah, katran gibi görünen bir taşa çevrildi. Melekler, ona ölümü bile layık görmedi. Nedense içimden bir ses Timun Bey'in sonunun ona benzeyeceğini söylüyor."
Perla'nın sözlerinden sonra iyiden iyiye geride bıraktığımız heykele doğru çevirdim bakışlarımı. Artık bakışlarım, sıradan bir nesneye değer gibi umursamaz değil de dehşet doluydu. Kendime geldiğimde sarkıttığım başımı camdan içeri soktum. "Roman İlgar'a büyü yaptığı için mi lanetlendi?"
"Yasaklı birçok büyü yapmış ve bir de Solur Tohumu'ndan bir parça koparmış. Tüm bunlarla birlikte diyara haddinden fazla zarar vermiş. Onun yüzünden çıkan savaş sona erince hak ettiğini bulmuş. Onun, Tohum'dan bir parçayı nasıl kopardığı hâlâ bilinmiyor. Leydi Demitre özel bir eldiven yapmış ama Kamran Lavidor Tohum'u eline alabilmek için nasıl bir yol izlemiş kimse bilmiyor. Yalnızca kulaktan kulağa dolanan söylentiler var."
Perla elini omzuma koydu. "Bence Timun Bey ondan fazlasıyla esinlenmiş. Sanki yürüdüğü yolu, Kamran Lavidor'un geçmişteki eylemleri ve amacı belirlemiş gibi. Timun Bey'in yaptığı şeyler Kamran Lavidor'un yaptığı ve yapmayı amaçladığı şeylere o kadar çok benziyor ki. Zaten o yüzden sonunun ona benzeyeceğini düşünüyorum."
"Anlatılanlara göre o da amacına ulaşmak için ruhlara başvurmuş," dedim. "Tıpkı Timun Bey'in yaptığı gibi. Tarihin yazılı olduğu eskimiş sayfalar bazılarına, bize görünenden daha uzak ve yabancı bir hayal sunuyor. Geçmişi okurken gördüğümüz şeyler aynı değil, tıpkı gördüğümüz şeylerin bizde bıraktığı etkilerin bir olmadığı gibi. Timun Bey, Katrin Savaşı'na kapı açan süreci bizler gibi dehşet ve korkuyla değil de, hayranlığa uzanan bir merakla okumuş."
"Aynı şey son için de yaşanmış gibi," dedi Perla. "En nihayetinde gelinen durum, Timun Bey'i amacından itmeye ve uzaklaştırmaya yetmemiş. Belki Kamran Lavidor'dan daha iyisini yapabileceğini düşünüyordur. Onun gibi başarısız olacağına ihtimal bile vermiyor olabilir."
"Elinde Meir ve Diamour'un ruhundan bir parça var," dedim. "O yüzdendir ki korkusu, Kamran Lavidor'un bir zamanlar taşıdığı korkuya kıyasla daha az ve etkisiz olmalı. Fakat tam olarak onunla aynı yolu seçmemiş. Kamran Lavidor büyüyü bizzat yerini almak istediği kişiye yapmıştı. Timun Bey daha dolambaçlı bir yoldan yürüyor."
"Sebebini anlamak güç değil. Aynı yoldan yürürse Kamran Lavidor'un çıktığı yere varacak. Yolunu birçok kola ayırmış olmalı. Başarısız olacağını hissedince sapacağı yeni yollar bulunuyordur. Yıllara yaydığı amacı, kusursuz ve detaylı bir plan yapmasına alan açmış."
Kulenin olduğu alana girmek için bölgenin az ilerisindeki kavşaktan sola döndük ve geride bıraktığımız heykele doğru yeniden yaklaşmaya başladık. Henüz öğle vakitlerine yeni yeni ulaştığımız anlarda hava biraz açıldı ve yolumuz aydınlandı. Etrafı kaplayan sisler de biraz dağıldı. Kar yağmayı kesmemiş ama şiddetini azaltmıştı. Hız kesmeden devam eden yolculuğumuz bazı zamanlar aracın yakınına doğru kanat çırpan kuşlar sayesinde renkleniyordu. Kanatlarını her açışlarında mavi parlak çizgilerin belirdiği kuşları gördükçe Medora'nın sözüne ettiği kuşlar geliyordu aklıma. Gökyüzünde adının Erouzer olduğunu öğrendiğim kırmızı kuşlardan bir tane bile yoktu. Erya'nın amacı gerçekten de beni kurtarmak olabilir miydi? Yoksa Ezra'yı yarı yolda bırakmam için uydurulmuş, bir intikamın gölgesine sahip, samimiyetsiz sözler miydi onlar?
Belli belirsiz görünen kuleye doğru yaklaştığımız vakitlerde, belki de bir dostun sözlerine duyduğum ihtiyaçtan ötürü, içine düştüğüm durumu Perla ile detaylıca konuşmak ve ondan beni tatmin etmeyecek olsa da birkaç söz işitmek istedim. Karmaşık ve güç bir durumla mücadele ediyorduk. Yine de biliyorum ki, Perla böyle bir anda bile beni dinlemek isterdi. Çekinmemi veya kendimi geriye atmamı gerektirecek bir durum yoktu ama yine de onun zihnini yormak, savaşa hazırlanan bedenine bir yeni yük eklemek istemiyordum. Ayrıca onun derdi başından aşkındı. Kardeşiyle olan ilişkisindeki eğri noktaları fark etmesi korkunç bir pişmanlığı beraberinde getirmişti. Böyle birine dert yakınmak, ondan yardım dilenmek bencillik ve kötülük olmaz mıydı?
Kulenin arka tarafına yayılan, kış yüzünden beyaza boyanmış, dağlarla kaplı ormanlık bölge soluk duvarlara rağmen kuleden yükselen ihtişama arka çıkıyordu. Bu beyazlığa zıt taştan heykel, kendi öyküsünü oluşturan laneti, hak ettiği biçimde, uğursuz ve göze batan cinsten sergiliyordu. Heykele konan karlar çabucak siliniyor ve ortaya, yanıltıcı detaylardan uzak bir görüntü çıkıyordu. Belki de tam da hak ettiği gibi boş, çıplak bir alanın ortasında duran taşın yüz kısmında sona geldiğini anlayan bir insanın çaresizliği ve dehşeti yatıyordu. Gözleri, geç kaldığını anlayarak hafiften açılmış, göz bebekleri dehşetle büyümüştü. Cüssesi, hayatına ve amacına yakışır şekilde, yanına yaklaştıkça küçülüyordu. İçimi ürperten heykele sırtımı döndüm. Sararmış kâğıtlara işleyen hikâyenin asli kahramanı, yaşananların ağırlığını havaya yayayacak kadar derin hislerle doluydu.
Kulenin önüne vardığımızda atlar durdu. Geride kalan heykelin varlığı sırtıma bir ok misali darbe vuruyordu. Soluk gri duvarların oluşturduğu yapı Hersenk Kulesi kadar olmasa da uzundu. Duvarları hâlâ sağlamdı, boyası bile akmamıştı. Demir kapısının üstünde, iki kılıcın birbirine çaprazlamasına geçirildiği, altından kabartma bir sembol vardı. Sembolün altın yüzeyi soyulmamıştı ve hâlâ yapıldığı ilk anki parlaklığına sahipmiş gibi canlıydı. Bizimle birlikte gelen görevliler kulenin etrafına konumlandı. Ben etrafı incelemeye devam ederken Perla demir kapının yanı başına yerleştirilmiş, dikdörtgen şeklindeki kahverengi alana elini bastırdı. Yaklaşık on saniye sonra demir kapıdan bir ses çıktı. Perla elini çekti ve kapıyı açtı.
"İsterseniz ben de burada kalayım Efendim."
"Dışarıda yeterince görevli var," dedi Perla. "İçeri girmeniz sorun oluşturmayacaktır. Bence siz de bizimle birlikte içeri girin."
Perla'nın isteği sonucunda üçümüz birlikte kuleye girdik. Dar alanın sağ tarafında üste doğru kıvrılarak çıkan merdivenlere geçtik. Birkaç dakika boyunca yalnızca basamakları çıktık. En nihayetinde basamaklar sona erince karşımıza alt kata kıyasla daha geniş bir alan çıktı. Karşıda, demir parmaklı pencerenin önünde, Hersenk Kulesi'nden aşina olduğum çıkıntının bir benzeri duruyordu. Beton çıkıntı, üstünde bir şekil oyuluydu ama netliğini çoktan yitirmişti, Perla'nın üstüne basıp kenara çekilmesi sonucu yavaşça uzadı. Zeminden pencere boyutuna kadar yükselen çıkıntıya bağlı kalın dişli çarklar çıkıntının yükselmesi sonucu gözler önüne serildi. İçi çarklarla dolu beton çıkıntının kenarına demir bir manivela bağlıydı. Perla vakit kaybetmeden kolu çevirmeye başladı. Demir kol döndükçe çarklar dönmeye ve dişlerin birbirine sürtünmesi sonucu odaya demir sesi yayılmaya başladı. Kol yerine oturuncaya kadar boyutu farklı çarklardan çıkan tiz ses kesilmedi. Nihayetinde kol yerine oturdu ve sistem durdu.
Kolun yerine oturması sonucu duran çarklar yavaşça kenara doğru kaydı ve çıkıntının içine gizlenmiş, birçok noktadan kablo bağlantısı olan bir kasa göründü. İki kenarına onlarca kablonun bağlandığı demir kasanın mat kapağı silik bir el izini taşıyordu. Beyaz iz silinmeye yüz tutmuştu ama hâlâ oradaydı. Perla el izinin üstüne sağ elini koydu ve elini ize bastırdı. İz, geriye doğru çöktü. El izinin açtığı oyuktan sise benzer beyaz dumanlar yükselmeye başladı. Sonra sistemin yeniden çalıştığını gösteren sesler duyuldu. Perla'nın geriye çekilmesiyle birlikte, kenara kayan çarklar yeniden kapandı ve beton çıkıntı yerine oturdu. Oda, ilk geldiğimiz andaki hâline döndü. Fakat çıkıntının içinden, yerin dibinden gelen sesleri duyabilmek hâlâ mümkündü.
Tam her şey eski hâline döndü diye düşünürken birbirine çarpan metal parçaların çıkardığı sesler kulenin içinden dışarıya doğru aktı. Şiddeti artan sesten yayılan bir soğukluk vardı. Yavaştan kuleden çıktık. Dışarı çıkar çıkmaz göğün hâline baktım. Giderek genişleyen hüzme varlığından bir şey yitirmemişti. Bir çubuk gibi dikilen yarık ise belli belirsiz asılı kalmıştı gökte. Kuleden yükselen sesler dışında tuhaf veya farklı bir durum yok gibi görünüyordu. Fakat Perla hareket etmek için acele etmiyordu. Dönüş vaktimizin henüz gelmediği belli olmuştu. Uzaklarda dikilen heykele yeniden baktım. Tam o sırada yerden sisler yükselmeye başladı. Şeffaf, beyaz dumanlar kıvrılarak göğe uzadı. Beyazlığın etkisi altına giren gök, yavaşça kaybolmaya başlayan güneşin üstüne çöktü. Etraf ağır ama keskin bir şekilde bulandı. Bölge tüm netliğini yitirirken kuleden sesler gelmeye devam ediyordu.
Perla yanıma yaklaştı. Eliyle kulenin arkasında kalan dağları gösterdi. "Buna benzer bir sistem Erin Dağı'nda da kurulu. İki sistem birbirine bağlı. Buradaki sistemin çalışmaya başlamasıyla birlikte Erin Dağı'ndaki sistem de aktif edilmiş oldu. Bu dumanlar aslında birer koruma büyüsü. Yaşanan her neyse buna Katrina dışındaki birinin veya bir şeyin sebep olduğu çok belli. Geçmişten günümüze, yaşamış tüm bilgelerin elinden çıkan büyülerin bölgeyi baştan sona sağlam bir şekilde korumasını umacağız."
"Bu, düşman bölgesini de koruma altına alacak değil mi?"
"Evet," dedi Perla. "Dış bölgeden, ülkenin dışından gelen bir tehlike söz konusu. Katrina'nın tamamının korunmaya ihtiyacı var."
Sislerin tamamı kalkınca ve bölge yeniden eski hâline dönünce hareketlendik. Biz araca bindikten sonra bizimle birlikte yola çıkan muhafızlar da kendi araçlarına bindi. Ezra yeniden sürücü koltuğunda yerini aldı. Havanın soğumaya başladığı ve yere doluşmuş karların soğuğa direnemeyip cama dönüştüğü anlarda atlar harekete geçti. Ruhumu daraltan heykele doğru yaklaştık. Sonra heykeli görmemek için başımı sol tarafımda uzayan ormana diktim.
"Orası Lyla Ormanı," dedi Perla. "Orası hakkında tuhaf söylentiler söz konusu. Katrina'ya yerleşen ilk insanlar o ormanın Tanrılardan birine ait olduğunu düşünmüş ve oraya o Tanrı için bir tapınak kurmuşlar. Başlangıçtan itibaren varlığını sürdürdüğüne inanılan Tanrı Eroyah'ın adına kurulan ve sıklıkla ibadet edilen o tapınak, günün birinde Katrin halkının Tanrıça Meroyah'a tapınmaya başladığı zamanlarda, kimsenin tanıklığına tutunmadan, kendiliğinden yıkılmış. Tapınağın parçaları hâlâ ormanın içinde duruyormuş. Bu ne kadar doğrudur hiç bilmiyorum. Hayatım boyunca o ormana hiç girmedim."
"İnsanlar, yani Katrin halkı şimdi kime tapınıyor?"
"Açıkçası bunlar karmaşık konular," dedi Perla. "İnsanların Tanrı Eroyah'a tapınmayı kesmesinin ardından tuhaf şeyler yaşanmış. O dönemden itibaren çoğunluk Tanrıça Meroyah'a ibadet etmeye başlamış olsa da başka tanrılara ve başka inançlara yönelen birçok insan da olmuş. Tanrıça Meroyah'a tapınanlar hâlâ çoğunlukta ama unutulmayı başaramamış tanrılar da yok değil."
"Valmir Litaryel'den söz etmişti."
"Litaryel, Bilgelik Tanrısı olarak bilindiğinden olsa gerek, bilgelerin kopamadığı ve karşı koyamadığı bir tanrıdır. Günümüzde adı neredeyse unutulmuş olan bu tanrıyı yaşatanlar bilgelerden ibaret."
Lyla Ormanı'nın koyu gölgeleri üzerimize çökerken ve insan bedeninin kararmış viranesi gecenin derinliklerinde kaybolurken, gündüz vaktinde yavaşlamış olan kar yeniden şiddetlendi. Ayın yolları aydınlatma konusunda başarısız olduğu şu saatlerde kar tanelerinin beyaz bedenleri aydınlatma görevini üstlendi. Amansız rüzgâra karşı direnip bir araya gelen kar taneleri, üzerlerine vuran mehtap ışığında, soğuk sulara vuran yakamoz gibi kıymetli bir taşın parıltısına eş değer bir cazibeye sahipti. Zorlukla silinen izler geçmişe doğru kaydı. Erin Dağı'nın ve Lyla Ormanı'nın korkunç gölgeleri gecenin karanlığında görünmez kılındı.
Anit bölgesini henüz terk etmeden önce, gecenin soğuğu buğu yaratıyorken hilal şeklindeki ayın bedeni titredi. Ayın etrafı bulutlar tarafından sıkıca kaplandı. Ayın bedeninde devam eden titreşimler yeryüzüne de yansıyordu. Karların üstüne vuran ışıklar titreşiyordu. Bundan dolayı etraf arada bir kararıyor, etrafın kararmasıyla bölgeye tuhaf bir sessizlik çöküyordu.
"Bölge adını neyden alıyor?" diye bir soru sordum.
Perla'nın canlı bakışları artık benim üstümdeydi. "Anit, yemin demektir. Diamour'un melekleri burada, Diamour'a karşı sadık kalacaklarına ve görevlerini layıkıyla yerine getireceklerine dair yemin etmiş. Yeminin gerçekleştiği bu bölgeye anit adının verilmesi uygun görülmüş."
Kısa bir es vermenin ardından yeniden söze girdi. "Her bölgenin adı Diamour ve meleklerinin yaratıldığı sürece ait izler taşıyor. Katrin'de yedi bölge bulunuyor olmasının nedeni Diamour'un yedi koruyucu meleğine bir atıftır."
Diğer bölgelerin isimleri hakkında yeni bir soru sormadım. Sormak istesem de aniden çıkagelen fırtınayı andıran rüzgâr buna mâni oldu. Üstümüze doğru savrulan, görüş alanımızı kısıtlayan ve bedenlerimizi titreten rüzgâr uğuldayarak çizgiler çekti etrafımızda. Bedenleri çoktan yenilmiş olan ağaçlar titredi. Rüzgârla beraber bir sis çıkageldi. Göz gözü görmüyor, karanlığın hiçbir noktasında ışığa benzer noktalar oluşmuyordu. Hızları azalan atların yürüdüğü yol karanlıktan ötürü dipsizdi. Sanki ay, ışığını söndürmüş gibiydi. Neredeyse aynı anda araçların içi aydınlandı. Yapılan büyü birbirimizi görmemizi sağlamış olsa da, dönüş yolları hâlâ zifiri karanlıktı.
Yola liderlik eden aracın durmasıyla birlikte Ezra sürdüğü aracı durdurdu. Göremesem de peşimizden gelen aracın da durduğunu anlayabilmiştim. Birkaç muhafız Ezra ile birlikte, karanlığın yarattığı bilinmezliğin altında, yola nasıl devam edecekleri konusunu tartıştı.
Perla bana doğru azıcık kaydı. "Sanırım gün doğmadan dönüş yolunu tutmamız mümkün olmayacak."
"Ne yapacağız peki? Nereye döneceğiz?"
"Belki kuleye," dedi Perla. "Sanırım konaklayabileceğimiz yerler arasında en yakınımızda bulunan yer orası."
"Kule epey geride kalmadı mı? Nasıl döneceğiz oraya?"
Sorum derin bir sessizlikle yanıt bulmuştu. Dışarıdakilerin konuşması bitene ve bir karar verilene dek bekledik. Bu esnada sisler yoğunluğunu arttırmıştı. Bulutlar, karanlığın yeryüzüne çökmesini sağlamak ve hiçbir ışığın yeryüzüne doğru ulaşmasına izin vermemek adına ayın önünü kapadı. Esen rüzgâr, büyü yardımıyla aydınlanan küçük alanı titretecek darbeler savuruyordu. Büyünün yarattığı ışıklar o kadar narindi ki, erimeye yüz tutmuş bir mum gibi titriyor ve dayanağını yitirdiğini belli eden cılız bir hâle bürünüyordu. Rüzgârın huzursuz uğultusu bile yayılan ışığı kısmaya yetiyordu.
Neden sonra gökyüzüne açılmış bir kırmızılık görür gibi oldum. Fakat ışık o kadar zayıftı ki, gördüğüm şeyin gerçek mi yoksa bir yanılsama mı olduğunu anlayamadım. Derin bir kuyuyu andıran gök sanki mümkünmüş gibi daha çok koyuluyordu. Göğün yarattığı karanlık uzun süre bakıldığında insanı içine çeken bir hortuma dönüşüyordu. İnsanın bakışlarını karanlıktan çekmesi ne kadar zorsa, karanlığın insana ulaşması o kadar kolaydı. Bakışlarım, yeniden dışarıda dikilen bedenleri bulmadan önce yıldırıma benzer bir ışığın gökte yandığına şahitlik etti.
Çok uzaklardan, bir tokmağın metal bir çana vuruşu, o sert ve acımasız darbenin sesi duyuldu. Keskin ses tüm bölgeye hâkimiyet kurdu. Yankılanarak yayılan sesin ilk notası kulaklarımıza dolduğunda karanlığın yarattığı bilinmezliğe dehşetin izleri bulaştı. Nedensizce yüreğime korku doldu. Telaşla Perla'ya döndüm. Şüphesiz Perla bu diyarı benden daha iyi bildiğinden dolayı benden daha endişeli ve zihnine dolan ihtimaller benim zihnime dolan ihtimallerden daha fazla olduğu için bana kıyasla daha korku doluydu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
745 Okunma |
114 Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |