Mantar şeklindeki yeşil binayı karşıma aldığımda sis bulutlarının yükseldiği taşlı zeminde ağır adımlar atmaya başladım. Hislerim, buraya ilk geldiğimdeki hâllerinden farksızdı. Binanın kubbeli çatısına ve pencerenin önündeki çıkıntılara karlar doluşmuştu. Yerdeki kar da nereden baksan on veya on beş santim vardı. Çizmemin yere doluşan karda bıraktığı izler yeryüzüne inen taneler sebebiyle yavaştan kapanıyordu. Hava hiç olmadığı kadar soğuktu. Kalın, siyah pelerinimin üstü daha şimdiden beyaza örtünmüştü. Karlı dallarda dikilen kargalar soğuktan etkilenmiyor gibiydi. Sayıları o kadar çoktu ki, siyah bedenleri, beyazlığın egemenlik kurmasını engelliyordu. Geçitten çıktığım ilk andan beri hepsi bakışlarını bana dikmişti. Tedirginlik içinde yeşil kapıya ulaştım. Ben daha elimi kaldırmadan kapı kendiliğinden açıldı. Fakat kapının yanında şifacının bedeni görünmüyordu.
Kapıyı elimle iteleyip içeri girdim. Dışarıda kışın getirdiği bir kıyamet vardı ama içerisi yazdan farksızdı. Yerde biten otlar gün ışığıyla besleniyormuş gibi taptazeydi. Yeşilliğin arasından kayıp yaşlı kadının oturduğu masaya yaklaştım. Saçlarının dibi bembeyazdı ama uçları ilk günkü siyahlığını koruyordu. Gözlerinin koyuluğuna bir de göz altındaki karartılar eşlik etmeye başlamıştı. Tüm bu karartı kendisine yeterli gelmemiş olacak ki, göz kapaklarına siyah boya, göz içine siyah kalem sürmüştü. Bedeninde yer edinmiş minik dövmeler asla solmuyordu. Kafasına örttüğü siyah, dantelli örtüyü eliyle çekiştirdi. Sonra önündeki sandalyeyi gösterdi. Ben sandalyeye oturana kadar hiç ses çıkarmadı. Üstümdeki pelerini çıkardım, yanımdaki boş yere koydum.
Kırışmaya başlamış ellerini masanın üstüne koyup birbirine kavuşturdu. Parmaklarına kazınmış şekilleri ayırt edemesem de, tüm parmaklarında küçük birer dövme olduğunu görebilmiştim. Siyah gözlerini o kadar az kırpıyordu ki, tedirgin olmamak elde değildi. Yine de yaşlanmış yüzüne işlemiş duygular korkutucu değildi. Açıkçası onun ruh hâlini anlayamamıştım.
"Daha geç gelirsin sanmıştım," dedi şifacı. "Ne de olsa oyalanmayı epey seviyorsunuz."
Kaşlarımı çattım. "Yine anlamsız, çözülmesi zor cümleler kurmayacaksın, değil mi? Buraya beni aydınlat diye geldim. Lütfen zihnime çözülmesi gereken bilmecelerinden yeni bir tanesini yerleştirme."
"Pekâlâ, pekâlâ." Sırtını koltuğunun başlığına yasladı. "Seni buraya çağırarak ne denli risk aldığımı bilemezsin. Günün sonunda ikimiz de kârlı çıkarsak, bu eylemim yüzünden bir ayağımın çukura düşmesini dert etmeyeceğim. Gece uyanık mıydın?"
"Evet," dedim. Sorusunu garipsediysem de bir bildiği olduğunu düşünüp detay verdim. "Artık eskisi kadar uyumuyorum. Özellikle gece vakitlerinde uyumak zor oluyor. Niye soruyorsun bunu?"
"Efendi Ruh'un sana büyü yapmış olma ihtimalini ölçüyorum. Buradaki konuşmayı, sana aktaracaklarımı merak ediyor, biliyorum. Eminim bir kulağı bizdedir."
"Daha neler! Ezra'nın söyleyeceğin şeyleri öğrenmek için bana büyü yapmış olma ihtimalini gerçekten de kafanda tartıyor musun?"
"Onun hakkında ne biliyorsun ki?" Sorusu yeterli aşağılamayı yapmıştı. Fakat bununla da yetinmeyip üstten bakışlar atmaya başladı. "Daha ne kadar süredir bir aradasınız ki? Daha da önemlisi sen kimsin Alisa? Sana, onun yapabileceği şeyleri ölçebilecek kudrete sahip olduğunu düşündüren şey ne? Bu diyar hakkında bildiklerin bile kısıtlıyken, nasıl oluyor da bir anda karşına çıkmış birine bu denli güvenebiliyorsun?"
"Tamam, seni kışkırtmayacağım," dedim, pes edercesine. "O, bana büyü yaptıysa bunu pekâlâ anlayabilirsin, değil mi?"
"Sana sorduğuma göre anlayamıyorum demektir. Onu fazla küçümsüyorsun. Hâlâ Efendi Ruh'un ellerinde tuttuğu gücü fark edemedin mi?"
"Sözlerine bakılacak olursa edememişim," dedim. "Ayrıca onun gücünü, kimliğini küçümsemiyorum."
Kaşları havalandı. "Öyle mi? Küçümsemiyor ama aynı zamanda okuyamıyorsun. Görmekten, noktaları kafanda birleştirmekten acizsin."
"Bak," dedim, sesimin samimi çıkmasına fazladan önem verdim. "Buraya ne için çağırdıysan açıkça söyle işte. Bir iddiam yok. Aciz de olabilirim, bilgisiz de. Küçük görmek yerine aydınlat, yardımcı ol bana. Sözlerin sinirimi bozmak dışında bir işe yaramıyor. Nereye değinmek istiyorsan açıkça göster. Zira işaret ettiğin noktaları gerçekten de kafamda birleştiremiyorum."
"Buraya savaş hakkında konuşmak için çağırdım seni," dedi şifacı. "Fakat hazır gelmişken Efendi Ruh hakkında uyarı yapmadan da geçmek istemedim. Ne yapacağını biliyorum. Benim dilimin kemiği yoktur. Fakat şimdi dilimi ısıracak ve gerçek düşüncelerimi olduğu gibi aktarmayacağım." Biraz soluklandı. "Çok yanlış bir yola sapıyorsun Alisa. Hem de çok. Dön o yoldan. Ne yap biliyor musun? Savaş sona erince Efendi Ruh'la yollarını ayır. Bu, senin yazgın değil ya! Ruhlara efendilik etmeyi bir kenara bırak. Güven bana kızım, ruhların peşinden sürünerek kendine yazık edersin. Yolun sonu istediğin yere varmıyor. Ruhları uyandırman konusunda bir şey demeyeceğim. İster uyandıracak ol, ister olma; savaş bitince ruhların arasından sıyrıl ve Katrin'e dön. Burada seni daha düzgün bir yaşantı bekliyor."
"Bildiğin bazı şeyler var," dedim. "Bu işi ikimiz için de kolaylaştır ve bildiklerini doğrudan aktar bana."
"Bak, o dediğin mümkün değil işte! Sözlerime kulak verirsen beni anlayacaksındır." Yerinden kalktı. Baygın bakışlarla evin içine göz attı. "Sonu görebiliyorum. Yakında buralardan çekip gideceğim. Fakat burayı yitik bir hâlde bırakmayı istemiyorum. Gönlüm buna razı gelmez. Savaş engellenemez. Gelen şeyi kovmayı beceremeyiz."
"Bir önerin olsa gerek."
"Doğrusunu duymak ister misin?" diye sordu. Arkadaki kitaplığa doğru gitti. Raflardaki cam şişelere aktarılmış sıvıların rengi hiç iç açıcı değildi. Kitaplar ise belki de yüzyıllar öncesinden kalmaydı. Çoğunun kenarı aşınmış, derileri yüzülmüştü. "Hiçbir önerim yok. En azından fayda sağlayacağına inandığım hiçbir önerim yok. Söyleyeceklerim yalnızca, boğulan bir insanın son çırpınışları gibi, umudun doğurduğu, inanması güç tutunuşlardan ibaret."
Şifacı, rafların birinden, birkaç sarmaşığın arasına gizlenmiş Ruberya'yı açığa çıkardı. O kadar yavaş hakaret ediyordu ki sanki yapmak üzere olduğu şeyi hiç yapmak istemiyordu. Zorlandığı apaçıktı. Buna yaşlılığı mı yoksa çok başka bir şey mi sebep oluyordu? Belki bir korku, belki inançsızlık, belki de bir kaygı...
Ruberya'yı masaya koydu. Geri yerine oturdu. "Al bunu. Nasıl kullanman gerektiğini bilmiyorsan öğren bir şekilde. Bunun sende olduğu öğrenilirse başın belaya girer. Bunu göze alacaksan, öyle al. Eğer tehlike ve bela istemiyorsan alma, burada kalsın. Sen bilirsin. Karar senin."
"Ne bu?"
"Ruberya."
Ona bıkkınca baktım. Bunun Ruberya olduğunu biliyordum tabii. Kimin Ruberya'sıydı bu? Bana neyi gösterecekti? Elimi uzatıp gri taşı aldım.
"Kime ait? Ezra'ya mı?"
Şifacı güldü. "Hayır, onun peşinde olduğu kişiye ait."
"Ezra birinin mi peşinde?" diye sordum. "Kimin?"
"Kendi düşmanının."
"Çok yardımcı oluyorsun Medora," dedim. "Detay vermeye ne dersin? Böyle bir yere varamayız."
"Tüm sorularına cevap olacak şeyi elinde tutuyorsun. Bana soru sormak yerine onu isteyip istemediğine karar ver. Efendi Ruh, onun sende olduğunu öğrenirse, bundan hoşlanmayacaktır."
"Bana zarar verecek değil ya?"
Ellerini başına yasladı. Sanırım onu gereksiz gördüğü sözlerimle yormuştum. "Bilemeyiz," dedi. "Ne olacağını bilemeyiz."
"Bunu almam sonucunda en fazla ne yaşanabilir?"
Sorum ilgisini çekti. Başını dikleştirdi. "Ruberya'da saklanan gerçeği öğrendiğin zaman vereceğin tepkiye bağlı olarak ne yaşayacağın değişebilir. Kaçarsan, Efendi Ruh peşine düşer. İşte o zaman gerçek bir savaş çıkar. Kalırsan ve bir şey bilmiyormuş taklidi yaparsan, günün birinde yakalanabilirsin ve başın derde girer. Büyük ihtimalle tutsak olursun. Yakalanmazsan kaçma planı kurgularsın. Böylece ilk senaryo yaşanır. Kalırsan ve her şeyi bildiğini açıklarsan, vereceğin tepkiye bağlı olarak ne yaşanacağı değişebilir. Efendi Ruh'un huyuna gidersen, şu an yürüdüğün yolun sonuna varırsın. Efendi Ruh'un hoşuna gitmeyecek bir tepki verirsen tutsak edilirsin. Kalırsan ve Efendi Ruh'un düşmanıyla iletişime geçersen yeni bir savaşa kapı açarsın. Kalırsan ve Efendi Ruh'a yandaş olmak istersen, bilemiyorum. Belki bunu kabul eder. Fakat, yok, hayır. Kabul etmez. Bu teklifi yalnızca Enda etmiş olsaydı kabul ederdi. Efendi Ruh'a yandaş olmak istersen, buna müsaade etmez. O zaman da şimdi yürüdüğün yolun sonuna çıkarsın. Efendi Ruh'un karşısında dikilirsen, şimdi yürüdüğün yolun sonuna çıkarsın."
"Şimdi yürüdüğüm yol beni nereye çıkaracak ki?"
"Kararını verdin ya!" dedi şifacı, azarlarcasına. "Ölüme Alisa, ölüme! Ölmeyi dilemedin mi? Yolunun sonu ölüme çıkıyor."
"Ruberya'daki gerçeği öğrenirsem Ezra beni öldürür, öyle mi?"
"Benim zihnime başka bir seçenek uğramıyor," dedi şifacı. "Yüksek ihtimalle ya öleceksin ya da tutsak edileceksin. Sana bir sır vereyim. Tutsaklığının sonu da ölüme çıkacak."
"Peki, bu teklifi yapman sonucunda sana ne olacak?"
Şifacı güldü. "Bana bir şey olmayacak. Sana yeni bir sır vereyim Alisa. Bu teklifi kimin yaptığı hiç fark etmiyor. Bize bir şey olmayacak. Olay ilk kez seninle ilgili. Efendi Ruh için sen, tıpkı diğer efendileri gibi oldukça kıymetlisin. Kıymetli olduğun için, olursa sana bir şey olacak. Bizler zarar görmeyeceğiz. Onun dünyasında bizim bir değerimiz yok. Bizler onun için yalnızca birkaç süs ve dekoruz. Sen ise, diğer efendileri gibi, bir anlama tabisin."
"Ezra'nın kötü bir amacı olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun? Bunu söyleyen kişilerin hangi safta bulunduğunu biliyor musun?"
"Timun ve Eli Ran'ın gerekçelerine sahip değilim," dedi şifacı. "Beni onlarla bir tutma. Onların amacı benimkiyle aynı değil. Fakat Efendi Ruh, bu konuda sizlere yalnızca masum gerekçelerden ötürü yardımcı olmuyor. Ruhları uyandırmak istemesinin başka bir sebebi var. Savaşı kazanma ihtimaliniz bir hayli yüksek. Benim gözümü korkutan, savaştan sonra yaşanacak olanlar."
"İyi de Ezra ruhları uyandırmak bile istemiyor. Ben istediğim için-"
"Alisa, Efendi Ruh seni kandırıyor olabilir ama beni kandıramaz. Ben uzunca zamandır toprağın üstünde yürüyorum. Onu, çok uzun yıllardır tanıyorum. Onun gerçek anlamda kim olduğunu, ne olduğunu biliyorum. Efendi Ruh, ruhları uyandırmak istiyor. O ruhlarla elde edeceği bir şey var."
Geriye kayan örtüsünü düzeltti. "Hiç soru sorma. Anlatabileceğim şeyler bunlarla kısıtlı. Daha fazla bilgiyi paylaşmak istesem bile yapamam. Tek diyeceğim Efendi Ruh, Timun ve Eli Ran'ın elinde tuttuğu güçten daha büyüğünü elinde tutuyor. Onun gücü, etkisi tartışılmaz."
"Yanımdaki hâlleri bir aldatmaca mı? Çünkü bana sorarsan, o, yardıma ve bir efendiye delicesine ihtiyaç duyan biri."
"Doğru," dedi şifacı. "Bir aldatmaca. Fakat yine de bir efendiye ihtiyacı olduğu kesin. Tabii ben o ihtiyaç duyduğu şeye efendi demezdim. Daha farklı bir kelime tercih ederdim ama bunu da seninle paylaşamam."
Birkaç dakika düşüncelere daldım. Medora sabırla konuşmamı bekledi.
"Ezra, bu konuşmayı dinlemiş midir?"
"Onun gücüyle boy ölçüşemem," dedi şifacı. "Fakat bedeninden büyü kokusu gelmiyor. Uzaktan uzağa bizi dinleme ihtimalinin olmadığını da biliyorum. Sanırım bu konuşma ikimizin arasında kalacak."
"Ezra'nın peşinde olduğu kişiyi nerede bulabilirim?"
"O, burada değil, çok uzaklarda. Başka bir ülkede. Eminim Efendi Ruh başkalarına gönderdiğin her notu okuyordur. Ona ulaşmaya çalışma, yakalanırsın."
Permondura'dan gelen kutu aklıma geldi. "Permondura'da mı?"
Şifacı şüpheyle başını salladı. "Evet, orada. Sakın ha, not yollama! Kimseye bu durumdan söz etme. Başına iş açarsın."
"Savaş hakkında konuşacağını söylemiştin, fakat hiç konusunu açmadın."
"Timun ve Eli Ran'la yapacağınız savaştan söz etmiyordum," dedi. "Ondan sonrasında olacaklardan bahsediyordum."
"Yani başka söyleyeceğin bir şey yok mu?"
Şifacı endişe doluydu. Şüpheler ve ihtimaller gözünde büyüdü. "Bir şey daha diyeceğim. Bir yol daha var. İnancım bir başka yolun daha olduğunu söylüyor." Duraksadı. "Efendi Ruh'u kandırmaya çalışmaktan geçen tehlikeli, fakat umut vaat eden bir yol. Onu kandırabilir misin? Daha doğrusu Alisa, onu kandırmak ister misin? Yüreğin buna müsaade eder mi?"
Konuşmama izin vermedi. "Eğer kendinden eminsen al bu Ruberya'yı. Saraya dönünce bu konuştuklarımızı Efendi Ruh'a anlat. Ona güvendiğini göster. Savaş başlayınca, bedenindeki parçayı bir sıvıya aktar ve bana getir. Sonrasında seni koruyabilirim. Seni Permondura'ya, o kişinin yanına gönderirim. O, seni korur."
"Ya ben gerçekten de Ezra'ya güveniyorsam, o zaman ne yapmamı önerirsin?"
"O zaman her şey için geç kalmışız demektir."
Hâlâ ellerim arasında duran Ruberya'yı cebime koydum. Ayağa kalktım ve pelerinimi giyindim. "Seni kandırmayacağım Medora. Konuştuklarımızı, son cümleler de dâhil olmak üzere Ezra'ya anlatacağım. Eğer başının belaya gireceğini düşünüyorsan, gitmek ve saklanmak için hâlâ vaktin var."
Şifacı ağır ağır başını salladı. "Seçim senin Alisa. Ben üstüme düşeni yaptım."
Pencereden gördüğüm kadarıyla kar yağmaya devam ediyordu. Şifacının evinden çıkmadan önce kukuletamı başıma geçirdim. Bahçenin dışına doğru, evden uzak bir alanda geçidi oluşturdum. Geçide girdim. Lordabur Sarayı'ndaki odama açılan geçitten çıktıktan hemen sonra açık kapının yanında duran Ezra'yla göz göze geldim. Başımla selam verdim. Pelerinimin başlığını kafamdan çıkardım, pelerinin düğmelerini yavaştan çözmeye başladım.
Ezra odaya girdi ve kapıyı kapattı. Bedenimden ayrılan pelerini yatağın üstüne attım. Cebime koyduğum Ruberya'yı Ezra'ya uzattım. "Medora bunu bana verdi. Peşinde olduğun kişinin yaptığı büyüyü saklayan Ruberya buymuş. Medora bunu nasıl ele geçirdi bilmiyorum."
Ezra, Ruberya'yı aldı. Üstünkörü göz attı. "Bunu bulmak onun için çok zor olmamıştır."
"Medora'nın bana neyden söz ettiğini az çok anlamışsındır," dedim. "Ruberya neyi gizliyor bilmiyorum ama bana, seni kandırmamı bile önerdi. Permondura'daki kişinin beni koruyacağına inanıyor."
Ezra tebessüm etti. "Medora'dan beklendiği üzere. Ömrü boyunca sırtını hep inanca dayamış birinin sözleri beni şaşırtmıyor." Ruberya'yı bana uzattı. "Medora'nın oyununu oynuyorsunuz."
"Oynuyordum," diye düzelttim. "Bundan sonrası için oyundan sapacağım." Ruberya'yı almadım. "Sana güvenim tam. Hikâyeni paylaşmak istersen seni dinlerim. Fakat o hikâyeyi senin cümlelerin dışında başka birinden veya başka bir yerden öğrenmeyeceğim."
Uzattığı elini geri çekti. "Madem öyle, şimdilik Ruberya'yı sizden sakınacağım." Ruberya'yı cebine koydu. "Fakat günün birinde güveniniz için minnetimi sunacağıma emin olabilirsiniz. Benim nezdimde hiçbir iyilik karşılıksız değildir."
"Hikâyeni duymak benim için yeterli olacaktır. Ama sanıyorum ki, bunu yakın zamanda yapmayacaksın."
Reddetmedi ama onaylamadı da.
"Yalnızca şu soruya cevap vermeni istiyorum Ezra. Ruhları uyandırmak istiyor musun?"
Ezra beş saniye boyunca gözlerime baktı. "Evet."
"O hâlde uyandıralım."
Akşam olunca, diğerleri işlerini bırakıp saraya döndüğünde ve akşam yemeği için büyük salonda bir araya geldiklerinde, Ezra ve ben, yer altına doğru yola çıkmıştık. Önümden ilerleyen karartıyı takip etmek gecenin bu saatlerinde beni zorluyordu. Ay yeterli ışığı sağlayamıyordu. Gibor Dağlarına yöneldiğimizde yollara dağların gölgeleri düşüverdi. Karanlık yol daha da karardı. Ezra'nın omzundan sarkan şifon rüzgârda dalgalanarak bana yol gösteriyordu. Vadilerin daralttığı yollardan kurtulduğumuzda Hersenk Kulesi'nin sislerin arasına saklanmış bedenini görebildik. Atın her adımında giderek daha büyüyen yapı en sonunda bize kucak açtı. Kule'nin etrafını sarmış ordu yeryüzünün yıldızlarıydı. Nokta nokta, tane tane her bölgeye yayılmış ve Kule'nin eksenini ele geçirmişlerdi. Kule'nin kalkanı hâline gelen ruhlar Kule'ye yaklaşan bizlere yol açtı.
Kapının önüne vardığımızda atlarımızdan indik. Ruhların arasından sıyrılan Silas karşımıza geçip selam verdi. Elindeki kutuyu Ezra'ya uzattı. Kutuyu alan Ezra sessizce Kule'ye girdi. Öylece geçip gitmek hiç içime sinmeyeceği için, Silas'a teşekkür mahiyetinde bir tebessüm yolladım ve Ezra'nın arkasından Kule'ye girdim. Kapı, bedenim içeri girince hızla kapandı. Ezra'nın yanındaki yerimi aldığımda Ezra yuvarlak çıkıntıya bastı. Aşağı doğru inmeye başladık.
Merakla Ezra'ya döndüm. "O kişi bir zamanlar burada mı yaşıyordu? Yoksa Permondura'da da mı Ruberyalar var?"
"Buradaydı," dedi Ezra. "Burası bir zamanlar onun topraklarıydı. Bölge henüz keşfedilmeden önce buralara uğramış, ardından Permondura'ya göçmüştü."
"O kadar eski mi?" diye sordum şaşkınca. "Kendisi bir insan değil, anladığım kadarıyla. Ya da ölümsüzlüğün keşfini yapmış birisi olsa gerek."
Ezra yeniden samimi bir tebessümü yüzüne taktı. "Yaşamı benim yaşamımdan daha uzun sürmüş biridir kendisi. Bunu nasıl başardığını eğer imkân bulursanız kendisine sorarsınız Efendim."
"Medora o Ruberya'ya nasıl erişmiş olabilir? Ruberyaları bulmanın zor olduğundan bahsediyordunuz."
"Medora ve bahsettiğimiz kişi birbirine oldukça yakınlar," dedi Ezra. "Ruberya'sını Medora'ya kendisi vermiş olmalı."
"İyi de neden?"
"Size ulaştırması için."
Çıkıntı yerine oturdu. Ezra yuvarlak zeminden ayrıldı. Elini uzattı ve çıkıntıdan çıkmama yardım etti. Büyük yapıya varana kadar konuşmadık. Binaya girdiğimizde daha önce gitmediğimiz alana doğru, girişin sağ kısmındaki koridora yürüdük.
"Buranın özel bir adı var mı? Hem kule hem de kaleye benziyor."
"Bizler Sirna deriz," dedi Ezra. "Hem savunma hem de konaklama amacıyla inşa ettiğimiz yapılardır."
"Burası daha önce hiç saldırıya uğramış mıydı?"
"Hayır, başkaları tarafından bilinen ama henüz saldırıya uğramamış bir yer burası. Buraya saldırmak ve zarar vermek Antropedos'a zarar vermekten daha zordur. Şehrin topraklarında bulunan korumadan daha fazlasına sahip burası."
"Fakat o kişi buraya bir kutu yollamayı başarmış."
"Elinde kadim zamanların anahtarını tutan birisi için bu, başarı olmaktan çok uzakta bir kavram."
"O, daha sen oluşmadan önce bu toprakları terk ettiyse onunla nasıl tanıştın?"
"Ömrühayatımda buraları hiç terk etmediğimi düşünmüyorsunuz, değil mi? Ayrıca buradan temelli elini ayağını çekmemiş birisinden söz ediyoruz."
Uzun koridorun sonundaki basamakları tırmandık ve üst kata çıktık. Küçük holde yalnızca bir tane kapı vardı. Ezra, siyah mat kapının kanat şeklindeki altın kulpunu tutup aşağı çekti. Kapıyı hafifçe araladı, içeri kısa bir bakış attı, sonra benim geçmem için kapıyı iyice iteledi. Mat, koyu kırmızı duvarlar, desenli, altın çerçevelerle doluydu. Çerçevelere konu edinmiş resimler bir zamanların Antropedos'unu taşıyordu. Kapının karşısındaki duvarın önüne konmuş Solur Tohumu, arkasındaki duvara asılı resimle aynı manzaraya sahipti. Tek fark, gerçekteki hâli eksik, yama yama duruyordu. Tohum'un yanındaki altın masanın üstünde, bizi bekleyen gri bir kasa vardı. Ezra, Silas'ın verdiği anahtarla kasayı açtı. Açılan kasa, yeşil işlemeli gri taşı gözler önüne serdi.
Ezra, kasadaki Ruberya'yı alıp bana uzattı. Neyi taşıdığını bilmediğim taşı elime aldım. "Bu kimin Ruberya'sı?"
"Medora'nın."
"O da mı yasaklı bir büyü yaptı?"
Ezra hafifçe güldü. "Yakında sizlerin ruhları uyandırmasıyla birlikte, sanıyorum ki, bu diyarda yasaklı büyü yapmamış kimse kalmamış olacak."
Sanki farklı bir şey görecekmişim gibi taşın arkasını çevirdim. "Bunu neden bana veriyorsun?"
"Sizi bir oyuna dahil etmek isteyen kişinin kim olduğunu öğrenebilmeniz için."
Ezra odanın çıkışına ilerleyince onun peşine takıldım. "Bunu nasıl kullanmam gerektiğini henüz bilmiyorum."
"Ben size öğretirim."
Odadan çıktığımda kapıyı kapattı ve sanki elinde biriken güçle kapıyı kilitledi. Beraber basamakları inmeye başladık.
"Sen de Medora'nın beni kandırmaya çalıştığını mı iddia edeceksin?"
"Medora sizi kandırmaya çalıştığımı mı söyledi?"
"Evet," dedim. "Onun sözlerine göre, ister seninle ilerlemek isteyeyim, ister sana yüz çevireyim, günün sonunda beni öldürecekmişsin."
Son basamağı inen Ezra yüzünü bana döndü. Elini uzatıp basmaklardan inmemi kolaylaştırdı. "Sebebini söyledi mi peki?"
"Hayır, söyleyemezmiş. Senin önümüzdeki savaşı ciddiye almadığını da belirtti. Ya da ima etti diyeyim. Oyun oynadığını söylüyor. Fakat her nasılsa kendisi her şeyi biliyor."
"Erya ile yakınlar," dedi Ezra. "İma ettiği şeylerin tek nedeni de bu."
"Permondura'daki kişi mi?"
Başını salladı. Birkaç gün öncesine kadar Lara ile beraber kaldığım yere doğru ilerlemeye başlamıştık. Sol koridorun sonundaki basamaklardan çıkmaya başladık. Ezra sürgülü kapıyı açtı ve geçmemi bekledi. İçeri girince oturma salonuna geçtim. Şömine yanmıyordu ama içerisi normalden daha sıcaktı.
Ezra ilk kez ben demeden yanıma oturdu. Elimde tuttuğum Ruberya'yı aldı, önümüzdeki cam masaya koydu. "Ruberya'daki gerçeği size ulaştırmak için bir büyü yapacağım. Fakat bu sizi geriyorsa, Ruberya'yı kullanmak zorunda değiliz. Yaşananları size anlatabilirim, tabii sözlerime inanacaksanız."
"Anlatacağın şeyleri reddetmek için bir nedenim yok. Fakat Ruberya'yı kullanmak istiyorum. Nasıl bir deneyim yaşayacağımı merak ediyorum."
Ezra harekete geçince söze girdim. "Sonrasında Ruberya yok mu olacak?"
"Evet, Ruberyalar tek kullanımlıktır."
"İleride bu Ruberya işinize yaramaz mı?"
"Hiç kuşkunuz olmasın Efendim," dedi Ezra. "Bu Ruberya'nın bizlere bir faydası dokunmayacaktır."
Ruberya'yı masanın üstünden önüme doğru kaydırdı. "Gerçekler doğrudan zihninize akacak. Bir elinizi taşın üstüne koyup gözlerinizi kapatın."
Sol elimi taşa koydum. Taştan yayılan soğukluk bedenime nüfuz etti. Gözlerimi kapattım. Karanlık gitgide koyulaşırken sağ elim Ezra'nın elleri arasına hapsoldu. Aradan geçen saniyeler neticesinde birtakım resimler gözümün önünde canlandı. Yaratılış'ı görmedim ama sebep olduğu hayatlardan birinde sıkışıp kalmış bir bedenin kötülüğe bulanıp kaçışına şahitlik ettim. Bedeni hâlâ diri, saçları henüz beyazlığa bulanmamış olan Medora'nın, geçmişten gelen bir karartının yeliyle savrulduğu zamanlarda, liman belleyip sığındığı kişinin bir gölgesini gördüm. Ona, yaşlı demek doğru olmazdı fakat genç de değildi. Çelimsiz de değildi. Fakat bedeni, sahip olduğu tüm gücü göstermeye yetecek kadar dayanaklı değildi. Dirayetli ama gri gözlerinden yansıyan ışığa bakacak olursak hırslı ve kinciydi. Gözüne yerleşmiş bir siyahlık, sinsi arzularını temsilen bedenine yapışmış gibiydi; onu hiçbir zaman terk etmeyecekti. Medora'nın sığındığı bu adam, Medora'ya kapı açmış bekliyordu; yardıma hazırdı. Fakat amacının iyilik olduğunu savunmak yanlış olurdu; birkaç çıkarı vardı.
Medora, Erya'ya kaçışından önce, hâlâ Katrin topraklarındayken, bir günah işlemişti. Hastalığa yakalanan çocuğunu yaşatmak için, çocuğuna bedel başka bir çocuğu Tanrı'ya feda etmişti. Henüz yedili sistemin kurulmadığı dönemlerde yaşanan bu olay, Medora'nın peşine Tanrı Savaşçılarını takmıştı. Katrina dışından kendisine doğru yaklaşan gölgeleri hisseden Medora önce kendi toprağına sığınmış ama çare bulamamıştı. Önce çocuğunu yitirdi, sonra ise bedeni lanetlendi; o, anne olamayacaktı çünkü zihni, zifte bulanmıştı. Adını anarak kurban kestiği Tanrı'sı, Medora'ya bunu söylemişti. Medora kendi Tanrı'sının askerlerinden kaçıyordu. Yanlış bir eylemde adı anılan Tanrı, askerlerini Medora'nın üstüne salmıştı.
Ona liman açan kişi Erya'ydı. Gücü buna nasıl yetmişti bilinmez ama Medora'yı, kızgın Tanrı'nın elinden kurtarmıştı. Belki de yeni bir günaha nefes aldırarak yapmıştı bunu. Medora, Permondura'da yıllarını geçirdi. Medora'yı kurtaran Erya, ruhundaki güçten Medora'ya akıttı. Yaşamı bir insanınkinden daha uzun sürecekti. Kaçarak geçirdiği yıllarını geri kazanması için bu gerekliydi. En nihayetinde günahından arındı. Katrina'ya döndü, memleketi Katrin'e geldi. Günahının bedelini ödeyebilmek ve temizlendiğini göstermek için kendi toprağında bölgenin şifacısı olma yoluna girdi. Artık onu tanıyanlar, onun yalnızca şifasından yararlanıyordu. Geçmişi silinip gitmişti. O, bölgenin şifacısıydı. Böyle birinin geçmişini deşmek kimin aklına gelirdi ki? Sonuçta yaptığı tek şey insanlara yardım etmekti.
Göreve başladıktan sonra yeni yaşamına kapı açtı. Fakat gizli bir irtibatı vardı. Erya ile yolları tamamen ayrılmış değildi. Fakat Erya çıkarcıydı. Karşılıksız iş yapmazdı. Medora'dan, yıllar önce yaptığı iyiliğin karşılığını istedi. Medora, ona liman açan kişinin kuklası hâline geldi. O, Erya'nın Katrina'daki koruyucusu oluvermişti. Erya, kirlenen arzularını diriltmek için Medora'nın bedenini kullanmakta bir sakınca görmedi. Medora, Erya'ya sığındığı ilk an, hiç bilemediği bir anlaşmaya farkında olmadan imza atmıştı; ölene dek, Erya'ya hizmet edecekti.
Kim bilir, belki de Medora'nın, günahının kefaretini ödeyebilmesi için önce Erya'ya sığınması, sonra da onun tarafından kullanılması gerekiyordu.
Görüntü bulanıklaşıp silindi. Yeniden karanlığa çekildim. Sonra Ezra'nın sesini işittim. "Gözlerinizi açabilirsiniz Efendim."
Yavaşça açtım gözlerimi. Elimi boşalan masadan çektim. Ruberya çoktan kaybolmuştu. "O çocuk kimdi?"
"Hangi çocuk?"
"Kurban edilen çocuk."
"Kurban edilen çocuğun önemli biri olduğunu düşünüp, bu yüzden Tanrı'nın Medora'dan intikam aldığına mı inanıyorsunuz?"
"Binlerce masum kişi öldürülüyor," dedim. "Fakat şu durumda Tanrı'yı ortada göremiyorum."
"Haklı olabilirsiniz. Çocuğu tanımıyorum. Herhangi birinin tanıdığını da sanmam. Bu noktaya takılan kişiler azınlıkta olmalı ki çocuğun kimliği hiçbir zaman belirlenemedi."
"Tanrı'nın gözdelerinden biri olmalı," dedim. "Tüm bunlardan Erya'nın nasıl haberi olmuş?"
"O, sizlerden değil." Durdu. "Benim gibilerden de değil. Öyle veya böyle durumu duymuş ve Medora'yı kendisine çekmiş."
"Bunu söylediğim için Kunter bana sinirlenebilir ama yine de seninle paylaşacağım. Geçtiğimiz günlerde Kunter'e gelen notu hatırlıyor musun?"
"Veda Hanım'dan gelen notu mu diyorsunuz?"
"Evet," dedim. "Kunter, notu okumama müsaade etti. Veda Hanım savaş konusunda ve siz ruhlarla iş birliği yapmaları konusunda Lenor ailesini suçluyor."
"Veda Hanım hakkına bildiklerim Efendi Kunter'den bağımsız ve oldukça geniştir. Fakat değinmek istediğiniz noktayı anlayamadım."
"Veda Hanım'dan not geldikten sonra Permondura'dan buraya bir kutu gönderildi. Veda Hanım'ın hayat hikâyesini bilmem. Fakat onun da Erya ile bir bağlantısı olabilir mi?"
"Bağlantılı olmadığım kişilerin hayatları hakkında konuşmayı sevmem," dedi Ezra. "Bunları size Efendi Kunter'in anlatması daha doğru olur. Fakat doğru bir noktaya adım attığınızı belirtmek isterim. Veda Hanım, Efendi Kunter'i doğurduktan sonra buraları terk etti. Permondura'ya yerleşti. Erya ile husumetim olduğu için onun hayatına giren kişilerden haberdarım. Veda Hanım ile Erya'nın bir ilişkisi olduğunu biliyorum. Fakat daha fazlasını benden duyamacaksınız."
Neden'lerin cevabı eksik kalmıştı. Durumu deşmedim. Kunter'e daha fazla saygısızlık etmek istemiyordum. Fakat Erya'nın amacı neydi ki? Buralardan kendisine insan çekiyordu. Ne için?
"Onun hikâyesi de mi Medora'nın hikâyesine benziyor?"
"Öyle diyebiliriz," dedi Ezra. Ayağa kalktı, elini uzattı. "İsterseniz artık saraya dönelim."
Deri eldivenlerin geçirilmiş olduğu eli tuttum. Oturma salonundan çıktık. Kaldığım odanın önünden geçeceğimiz esnada aniden durdum. "Bir saniye, Ezra."
Odanın kapısını araladım. Lerink komodinin üstünde duruyordu. Bu görüntüyü görmek nedense şu an bana oldukça iyi gelmişti. Diamour'un meleklerine haksızlık etmişim. Onların bir bildiği varmış. Daha düne kadar beni rahatsız eden detay, şimdi birden bire kıymete binmişti. Çiçeği almadım, olduğu yerde kaldı. Olur da bir gün yine buraya gelirsem, onu görmek isteyecektim. Onu görecek ve yüreğimi dindirecektim. Kapıyı örttüm. "Şimdi gidebiliriz."
Sözlerime rağmen Ezra olduğu yerde durdu. Sonra kendine geldi ve önüme geçti. "O hayatın varlığını hatırlamak ne hissettiriyor size Efendim?"
Derin bir yorgunluk uyandırıyordu. Önceleri, çiçeği gördükçe, o hayatı unuttuğum gerçeğinin yüzüme vurulduğunu hissedip öfke duyuyordum. Çiçek, yüreğimi ağrıtıyordu. Hâlâ ağrıtıyor. Ama şimdi öfke bedenimden çekip gitmişti. Yorgunluğum, kalbimdeki ağrıyla beraber yapayalnız kalmıştı.
"Hatırlayamamak bedenimi yoruyor," dedim. "Fakat fiziksel bir yorgunluk söz konusu değil. Belki de yıpratıyor demeliyim. Zihnimin şekli bozuluyor gibi. Birtakım tuhaf hislerle sarılıyorum. Fakat yine de başka bir diyarda başka bir hayatım olduğunu hatırlayabiliyor olmak bana yetiyor. Hüzünleniyorum ama en azından gerçeğe sahibim diye kendimi telkin edebiliyorum."
"Sizden bir hayat çalındı. Bunun yarattığı hislerle nasıl mücadele ediyorsunuz?"
Ben, düşüncelerimi kafamda bir araya getirirken Ezra yeniden söze girdi. "Edemiyorsunuz, yeniliyorsunuz. Değil mi? Ölmek isteme nedeniniz bu. Bu gerçeği kaldıramıyorsunuz."
Sirnadan çıktık. Ben hâlâ Ezra'ya vereceğim cevabı düşünüyordum. Bizi yukarı çıkaracak olan asansöre gelene kadar bekledim. Ne zaman Ezra çıkıntıya bastı ve zemin yükseldi, o zaman söze girdim. "Bir noktada haklısın, gerçeği kaldıramıyorum. Bedenim benden bağımsız tepkiler veriyor. Bununla baş edebileceğimi pek düşünmüyorum. Sanki sona kadar bu, bu şekilde devam edecek gibi. Kurtulmanın bir yolu yok gibi."
"Bu yüzden mi ölmek istiyorsunuz?"
"Ölmek istediğimi nereden çıkardın?"
"İstemiyor musunuz?"
Sessiz kaldım. Nitekim verecek belirgin bir cevabım yoktu.
"Vereceğiniz cevap, size aktaracağım gerçeklerin süresini belirleyecek."
"Ne demek bu?" diye sordum.
"Cevabınızı duymak istiyorum. Ardından sorunuzun cevabını alacaksınız."
"Bilmiyorum Ezra. Ne istediğimi bilmiyorum. Kendi hayatımı şekillendirmeye gücüm yok."
"Net bir cevap verdiğinizde, Medora'nın sözlerinde haklılık payı olup olmadığını öğreneceksiniz."
Çıkıntı Hersenk Kulesi'nin giriş katındaki açıklığa oturdu. Ezra Kule'nin kapısını açtı. Dışarı çıktım. Antropedos'taki gökyüzü minik karlarla bezenmişti. Kar taneleri, oldukça azar azar, oldukça ağır ağır yeryüzüne iniyordu. Kış, nihayetinde buraya da uğramıştı. Gök, her zamankinden daha açıktı. Bölge gündüz gibi aydınlanmıştı. Önüme bırakılan ata bindim. Ezra atıyla önüme geçip yolu gösterdi. Kule'yi geride bıraktığımızda yavaşladı, ona yetişmemi bekledi. Gibor Dağlarının arasında, yağan karın altında, ağırca esen rüzgâr eşliğinde atlarımızı sürdük.
Birkaç adım yanımda atını süren Ezra'ya yanaştım. "Hangi sözlerden bahsettiğini anlamadım."
"Sizi öldüreceğimi söyleyen sözlerden bahsediyorum."
"Alacağın yanıt vereceğin cevabı mı değiştirecek?"
"Bunu ancak cevabı aldığımda söyleyebilirim."
Yolculuğun bundan sonrası sessiz geçti. Gece olmuştu ama hava açıktı. Yollar, Kule'ye gittiğimiz zamankinden daha belirgindi. Yere düşen karlar, dur durak bilmeden yağan yağmurun ıslattığı zemine tutunamıyordu. Fakat üstüme geçirdiğim pelerine kolayca yapışıyor, bir süre orada kalıyorlardı.
Saray geceye esir olmuştu. Tüm ışıklarını söndürmüş, uykuya yatmıştı. Uykunun kollarını geri çeviren bedenler bahçede geziniyordu. Ruhların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Ruhlar, biz onları uyandırmadan, yuvalarını terk ediyordu. Tines öylesine dingindi ki, ruhların oraya sığındığını söylemek saçma olurdu. Sanki hepsi orayı, temiz suları terk etmişti. Fakat eski hayatlarına devam edecek kadar rahat değillerdi. Önce affetmeleri, belki de unutmaları gereken şeyler vardı. Kimse öylece, birden bire yeni bir hayata uyum sağlayamazdı. O hayat kendisine ait olsa da, yapamazdı bunu.
Odama geçtik. Uyuyacak değildim. Bedenimin değişimi giderek farklı bir boyuta ulaşıyordu. Ne uyku, ne yemek, ne de başka insancıl istekler ilgimi çekiyordu. Şu noktada ilgimi çeken en insancıl şey hislerdi, bana kalan hislerle nasıl baş edeceğim konusuydu.
"Ruberya'daki gerçeklerin şifacıya bakış açımı değiştirdiği pek söylenemez," dedim. "Onda beni iten bir şeyler var. Buna rağmen sonrasında onu yeniden ziyaret etmem gerekecek, tabii beni görmek isterse."
"Ondan alacağınız başka şeyler mi var?"
"Bugünün konusu sendin Ezra. Başka bir zaman, şifacının bunca zaman benimle paylaştığı sözler üzerine şifacıyla konuşmak isterim. Bugün hiçbiri aklıma gelmedi. Ana konu sendin ve ben odağımı iyice sana vermiştim. Kendi hayatım, şifacının sözleri üzerine yaşadığım şeyler aklıma bile gelmedi."
"O da sizinle görüşmek isteyecektir," dedi Ezra. "Yanlış bir şey yaptığınız yok. Sizi evine kabul etmemek için bir nedeni yok."
"Bunu bir de kendisine sormamız lazım." Her zamanki gibi pencereyi açtım. Ezra'nın soğuğu hissedemiyor oluşu bir bakımdan iyiydi. Bu hareketime hiç itiraz etmiyordu. "Yarın Bilge'nin yanına gideceğim, biliyorsun. Oraya gittiğimde kafamda başka bir şey olsun istemem. Eğer bu hislerle baş etmenin bir yolunu bulabilirsem yaşamak isterim Ezra."
"Medora sizden tam olarak ne istedi?"
"Cevap vereceğini söylemiştin, yeni bir soruyla beni boğuşturacağını değil," dedim sitemle. "Sana güveniyormuş gibi davranmamı ve savaş sona erince bedenimdeki parçayı ona verip Permondura'ya gitmemi önerdi. Yardımcı olacağını da söyledi."
"Bedeninizdeki parçayı Tohum'a aktarıp, sonrasında da Tohum'daki ruhları özgür bırakmayacak mısınız?"
"Amacımız oydu. Fakat şifacıya göre, parçanın bende kalması ve sonrasında da onun eline geçmesi daha hayırlı olacak ki, böyle bir teklif sundu bana."
Ezra karların ayrıldığı gökyüzüne baktı. "Siz ne istiyorsunuz? Parçadan ayrılmak istemez misiniz?"
"Parça benden kopunca size efendilik edemeyeceğim, değil mi?"
Başıyla onayladı. "Doğru fakat benim efendim olarak kalmaya devam edebilirsiniz. Bunda bir sakınca veya engel yok."
"Konuyu nereye getirmeye çalıştığını merak ediyorum Ezra. Medora'dan hoşlanmıyorsun ama şu an aynı onun gibi lafı uzatıyorsun."
"Yalnızca anlamaya çalışıyorum," dedi Ezra. "Benimle nereye kadar gelebileceğinizi anlamaya çalışıyorum."
Esen rüzgâr saçlarımı dalgalandırdı. "Güvenimi mi ölçmeye çalışıyorsun? Sana ihanet edip etmeyeceğimi mi öğrenmeye çalışıyorsun?"
"Bir nevi," dedi Ezra. "Yaptığım her şeyi onaylamıyorsunuz. Günün birinde, amacımı öğrendiğinizde vereceğiniz tepkiyi görmeye çalışıyorum."
"Hoşuma gitmeyen bir yolda yürüyorsan, en fazla iletişimimiz kesilir. Bedenimdeki parçayı senden sakınacağımı düşünüyor olamazsın. Özünde o sana ait. Gideceksem bile onu sana teslim edip öyle giderim."
"Şimdilik bu konuyu askıya alalım," dedi Ezra. "Günü gelince teklifimi sunacağım. Fakat ne olursa olsun güveninizin karşılığını ödeyeceğim. Dürüstlüğünüz benim nezdimde minnet doğuracak bir yücelikte."
Odanın çıkışına doğru gitti. Kapıyı kapatmadan evvel pürdikkat bana baktı. "Yeniden teşekkürlerimi sunuyorum. İyi geceler, Efendim."
Şafak vakti doğduğunda hazırlanıp odadan çıktım. Kar gece boyunca yağmıştı. Kısa bir an şiddetini arttırır gibi olmuş, sonrasında eski düzenine geri dönmüştü. Yere tutunabilmiş kar yoktu ama dallara, pencere çıkıntılarına, çatılara ince bir beyazlık serilmişti. Fakat hava düne kıyasla soğuktu. Bir noktada odamdaki camı örtmek zorunda kalmıştım. O ana kadar içeri sızmayı başaran kar taneleri ahşap zeminin üstünde hiçbir kalıntı bırakmadan erimişti.
Loş koridoru aştım ve aşağı kata indim. Uzun koridorda sarayın çıkışına ilerleyen Kunter çıkardığım sesler üzerine dönüp bu yana baktı. Hızlanıp ona yetiştim.
"Günaydın."
"Günaydın."
Onun mesafeli hâli beni açıklama yapmaya itti. "Bugün Valmir ile yeni bir yol arayacağız. Ruhları uyandırma meselesinin aramıza mesafe katmasına gerek kalmayacak."
"Sorun, ruhları uyandıracak olman değil," dedi Kunter. "Asıl sorun, sonrasında tercih edeceğin yol. Hâle bak ki, sen tercih edeceğin yolu açık açık söylemeye cesaret bile edemiyorsun."
"Diyorum ya, yeni yol arayacağız. Boşuna tavır alma bana. Uyum sağlamaya çalışıyorum."
"Uyum sağlama anlayışın berbat," dedi Kunter. Sarayın ana kapısına gelince durdu, kapıyı açmadı. "Kendini kötü hisset diye uğraşmıyorum. Fakat açıkça ölüme yürüdüğünü görüyorken sessiz kalmam mümkün değildi. Aklını başına topla. Ölün işimize yaramaz Alisa. Gerçek hayatına daha yeni kavuştun. Biraz yaşamaya çalış."
"Çalışırım," dedim, belli belirsiz. "Ordu ne hâlde? Efendi İlgar ordunun başına geçtiğinden beri ordudan hiç haber almadım. İşleri boşlamış gibi hissediyorum."
"Efendi İlgar sayesinde, ordu olabileceği en iyi hâlde. Bu gidişle ruhları uyandırmanıza gerek kalmayacak. Her geçen gün ordudaki ruh sayısı artıyor. Tines neredeyse tamamen boşalmış. Tabii oradan ayrılan her ruh aramıza katılmıyor. Yine de iyi hâldeyiz. Senin işin orduyla değil. Arada sırada güncelleme alsan yeter. Neticede yanımızda açtığın boşluğu dolduran isimler var. Orduyu dert etme."
Sarayın ana kapısını açtı. Soğuk yel doğrudan yüzümüze esti. Üstümdeki pelerine iyice sarıldım ve Kunter'in peşi sıra dışarı çıktım.
"Sanırım bunlar Antropedos'un en soğuk günleri," dedim. "Kimsenin buraya kar yağacağına dair inancı yoktu. Düzen giderek değişiyor."
"Katrin'de olsak bu kadar karı hiç ciddiye almazdım. Lakin bu kadarı bile Antropedos için şaşırtıcı. Ruhların soğuğu hissedemiyor oluşu şu günlerde epey yarar sağlayacak."
Sarayın önündeki merdiveni indiğimizde talim alanına doğru giden taşlı yola bakındım. "Efendi İlgar tam olarak nerede konaklıyor? Son zamanlarda onu hiç görmüyorum."
"Ruhların konakladığı karargâhın bulunduğu bölgede Efendi Ruh'a ait bir ev varmış," dedi Kunter. "Orada kalıyor. Bir ara onu yanımızda kalması için saraya davet etmeyi düşündüm. Fakat hâlinden hiç şikayetçi gibi görünmediği için vazgeçtim."
"Ben de tam onu diyecektim. Gelip burada kalsa ya! Saray daha nice kişilere yeter. Orada yalnız başına sıkılmıyor mu?"
Kunter ile yavaştan bahçede dolanmaya başladık.
"Sanırım o, sessizliği seviyor," dedi Kunter. "Ya da kafası çok dolu olduğu için dinginliğe ihtiyacı oluyor. Sebep her ne ise hâlinden memnun. Fakat istiyorsan, burada kalması için bir teklifte bulunayım."
"Çok iyi olur. Ruhlar sık sık onu ziyaret edip bir ihtiyacı olup olmadığını kontrol ediyordur ama yine de bizden tarafta da bir hareket olursa iyi olur."
Kunter önüne çıkan küçük taşa ayağının ucuyla vurdu. Taşın gittiği yeri izlerken yere bir parça düştü. Önce gayriihtiyari havaya baktım. Beyaz güvercin bulutların arasına gizlenmeye gidiyordu. Bu esnada Kunter yere eğilmiş ve rulo hâline getirilmiş kâğıdı almıştı. Elindeki gri parçayı bana uzattı. "Sabahın bu vaktinde gönderildiğine göre önemli bir şey olmalı."
Notu aldım. "Kimden ki?"
Kırmızı kurdeleyi çözüp kâğıdı açtım. Notu okumadan önce kimin gönderdiğini öğrenmek için gri kâğıdın alt kısmına baktım. Normalde ismin yazılı olduğu yer bomboştu. Dudaklarımı büzdüm. "Kimden geldiği yazmıyor," diye mırıldandım. Kâğıdın başına döndüm ve notu okumaya başladım.
-Yardımımı bu şekilde geri çevirmiş olmanı beklemezdim. Benim yardımseverliğimin ucu yoktur. Başının sıkıştığını hissettiğinde şüphe ve kuşku duymadan benden yardım isteyebilirsin. Fakat o gün geldiğinde canının derdine düşeceğin için bu yardım teklifini unutabilirsin. Sana tavsiyem, o gün gelmeden önce oraları terk et. Ezra, ruhları uyandırdıktan sonra seni öldürecek. Kurtuluşun benim ellerimde. Konuşmak ve aydınlanmak istersen Marilya Ormanı'ndaki en uzun ağacın yanına gel. Herhangi bir günde, herhangi bir saatte gelebilirsin. Ne zaman gelirsen gel, gölgemi orada bulacaksın.
Bahçedeki ruhlara baktım. Ezra görünürde yoktu. Elimdeki notu cebime koydum. Kunter'e açıklama yapmalı mıydım?
"Not, Permondura'dan geliyor," dedi Kunter. "Yüz ifadene bakılacak olursa, notu gönderen kişiyi öğrenmemi istemiyorsun. Veda Hanım'la mı iletişime geçtin?"
"Notun Permondura'dan geldiğini nereden anladın? Ayrıca hayır, annen... Veda Hanım'la irtibata geçmedim. Onu tanımıyorum bile."
"Zarfın ve kurdelenin renginden kolayca anladım. Gri ve kırmızı Permondura'yla özdeşleşmiş renklerdir."
Veda Hanım'ın da tıpkı Medora gibi Permondura'ya kaçtığını öğrenince, Kunter'in bu konuda bana yardımcı olabileceğine inanmaya başlamıştım.
"Geçmişin konusunu açmayı pek sevmiyor olduğunu anlıyorum," dedim alçak sesle. "Fakat dün şifacının yanına gidince çıkmaza girdim. Veda Hanım hakkında benimle bilgi paylaşır mısın?"
"Bölgenin şifacısı sana o kadından mı söz etti?"
"Hayır," dedim hızla. "Fakat Veda Hanım'ın da tıpkı şifacı gibi Permondura'ya gittiğini ve eğer isim vermem gerekirse Erya'ya sığındığını öğrendim."
Kunter'in bakışları sıkıntı doluydu. "Ne öğrenmek istiyorsun?"
"Veda Hanım'ın buradan gidiş nedenini biliyor musun?"
"Sebebi kimse bilmiyor," dedi Kunter. "Buradan gideceğini de kimse bilmiyormuş. Gizlice alınan bir kararmış. Bunca zamandır gönderdiği notlarda sebebi benimle paylaşmak istediğini ve bu yüzden benimle yüz yüze görüşmek istediğini söylüyordu ama ben hep reddediyordum."
"Çok şey istiyorum farkındayım ama sebebi öğrenmeye çalışır mısın? Yüz yüze görüşmeyeceğinizin farkındayım. Veda Hanım'dan, sana gizli bir not yollamasını istesen. Eminim Erya ona yardımcı olacaktır."
"Neyin peşindesin Alisa?"
"Gerçeği öğrenirsem seve seve seninle paylaşırım."
Ezra'nın sarayın dışına çıktığını görünce Kunter'e veda edip Ezra'ya doğru yöneldim. Ezra, bedenimdeki parça sağ olsun, ne yapmaya çalıştığımı anlamış olmalıydı. Sorun etmedim. Amacım onun arkasından iş çevirmek değildi. Öğrenmek istediğim farklı bir şey vardı.
Ezra, ben onun yanına varmadan geçidi oluşturdu. Geçide girdim. Katrin'in havası Antropedos'tan daha soğuktu. Kar şiddetli bir şekilde yağıyordu. Katrin'in üstüne beyaz bir örtü serilmiş gibiydi. Havada hiç bulut yoktu, gök aydınlıktı. Yerde yükselen karların üstüne bastığımda karın ezilme sesi bahçede yayılıyordu.
Cebime koyduğum kâğıdı Ezra'ya uzattım. "Sanırım Erya'dan geliyor. Kunter, bu renklerin Permondura'yı temsil ettiğini söyledi."
Ezra notu aldı ve okudu. "Hamleleri hiç şaşırtmıyor beni. Gidecek misiniz?"
"Hayır, yani sanırım gitmeyeceğim. Kunter'den Veda Hanım'ın buraları terk etme sebebini öğrenmesini istedim. Eğer Veda Hanım'ın buraları terk etme sebebi Medora'nın sebebiyle aynıysa, Erya hakkında bir yargıya varacağım."
"Ona güvenip güvenmemeniz gerektiğini mi anlamaya çalışıyorsunuz?"
"Daha çok amacının ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Çaresiz insanlardan faydalanarak neyi elde ediyor, onu öğrenmek istiyorum."
"Size biraz yardımcı olayım. O insanları birer kurban olarak görebilirsiniz."
"Fakat hâlâ yaşıyorlar," dedim. "İlginç olan kısım burası."
Sien Qa Sarayı'na girdiğimizde, saray çalışanları sayesinde Bilge'nin büyük salonda olduğunu öğrendik. Doğrudan oraya girdik. Valmir en azından öfkesi dinmiş bir hâldeydi. Lakin gitgide uzun yaşamının izleri yüzünde daha belirgin hâle geliyordu. Yüzü giderek yaşlanıyordu.
Öfkesi hâlâ içinde nefes alıyorsa, biraz alttan almamda ve normalden daha kibar davranmamda fayda vardı. Onun azarlamalarını, öfkeli, diken diken sesini dinlemek istemiyordum. Karşısında saygıyla eğildim. Amacımı pekâlâ anlamıştı.
"Sana öfkem dinmiş değil Alisa ama görüyorum ki, hatanın, yanlış yollara sürüklenmiş olmanın gayet farkındasın. Bu da bizler için şu anlık yeterli bir gelişme."
"Başka bir çözüm bulursak bu yolda yürümek için ısrarcı olmam," dedim. "İsteğimin tek nedeni çaresizlik."
"Gece vakitlerinde şifacı ile görüştüm," dedi Valmir. "Yeni bir yol tasarlamak için ona başvurdum. Aklıma uğrayan fikirlerin hiçbiri beni tatmin etmiyordu. İster sev, ister sevme, onun fikirleri çoğu zaman yolları aydınlatan en sağlam ışık kaynağıdır. Şimdi de bizlere ışık tutmasını istedim. Ricamı geri çevirmedi. Durumdan o da haberdarmış. Bilgilerini denetliyor. Yakında yeni bir yol oluşturacağız. O yüzden tercih ettiğin seçeneği sil aklından. O yolda yürümeyeceksin."
Yeni yolun oluşturulamama ihtimali de vardı. Fakat sözünü açıp Valmir'i iyice sinirlendirmek istemedim. Bir süre onlar yeni yol oluşturmaya çalışabilirdi.
"Hepinizin ikazı o kadar aynıydı ki, yolun sonunu doğruca göremez, kendimi o yola girerken hayal edemez oldum."
"Alisa tüm o karşı çıkışların nedeni seni önemsiyor oluşumuz," dedi Valmir. "Hiç kimsenin seni üzmek gibi bir gayesi yok. Biz ölüme değil, yaşama değer biçeriz. Karşımıza koyduğun fikir, bizim hayat amacımızla, değerlerimizle çatışıyordu. Umarım bizi anlıyorsundur."
"Anlıyorum," dedim. "Madem öyle, yeni bir yol bulmaya çalışın. Fakat şunu bil ki Valmir, eğer yeni yol bulunamazsa, ben kendi bildiğimi okuyacağım."
"Anlaşıldı. O hâlde yolu oluşturmak için gereğinden fazla direnecek, daha fazla çaba göstereceğiz."
Büyük salonda Valmir ile saatlerimi harcadıktan sonra bu saraydaki odama doğru çekildim. Buraya ilk gelişimin üzerinden yıllar geçmiş gibiydi. Her şey öylesine eski, öylesine çok zamanla işlenmişti. Balkona çıktım. Lavonlar hâlâ demirlerin arasında asılı bir hâlde balkonu diri tutuyordu. Gün doğalı çok olmamıştı. Çiçekler ışıklarını saçmıyordu ama yel, çiçeğin benzersiz kokusunu başka noktalara doğru savuruyordu. Bahçedeki dolu dolu karlar, havanın aydınlığı ve çiçeğin yaydığı koku birbiriyle muazzam bir ahenk yakalamıştı. Lavon, kışa çok yakışmıştı.
Ellerim çiçeklerin üstünde gezindi. Yapraklara işlenmiş parıltı, dokunulduğu zaman ele buluşacak hissiyatı veriyordu ama hayır, bulaşmıyordu. O parıltılar çiçeğe özgüydü. Ait oldukları yeri bırakma niyetinde değillerdi.
Üst kattan gelen takırtılar üzerine kafamı yukarı kaldırdım. Terastaki beden beni henüz fark etmemişti. Yüzünü bu yana döndüğünde göz göze geldik. Yine aynı duygulara sahipti bakışlarımız. Onlar da birbirinden ayrılamıyordu. Onun da Valmir gibi dinginlemesini beklemek doğru değildi. O, çağlayan bir nehir gibiydi. Gözlerine vuran hisler kolay kolay sönmeyecekti. Belki de bu yüzden aramızdaki mesafeler giderek uzayacak, hiçbir zaman kapanamayacaktı. Fakat yüreğimin inancı başkaydı. Yüreğim, Atlas'ın gözlerinde açan ve aramıza mesafe katan hislerin bir kalıcılığı olmadığını fısıldıyordu. Küçük bir hamle, küçük bir adım, o büyük mesafeyi kapatmaya yetecekti. Şimdi o yukarıda, ben aşağıdaydım. Bu sefer hangimiz bir diğerimizin yanına gitme cesaretini gösterecekti?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
745 Okunma |
114 Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |