Myra ailesinin konakladığı sarayı çevreleyen, kuvvetini yitirmeye başlamış koca ağaç bedenlerinin doldurduğu orman, hem yaklaşan kıştan ötürü hem de gökteki yarığı yansıması hâline getiren uğursuz hakikatin ortaya çıkmasından ötürü olsa gerek fazlaca sessiz ve boştu. Kuşlar tatlı melodiler çalmıyor; orman, onca tavşan, kurt, kartal ve ayıya yuva olmasına rağmen, hayvanların hiçbiri soğuyan havanın tatlı esintisine bedenini salmıyor ve taşlı yola çıkıp birkaç küçük hışırtı olsun çıkarmıyordu. Bölgenin sınır çizgisinden akıp giden Tines Nehri'nin şırıltısı, ormanı etkisi altına alan bu sessizliğe karşı gelen tek zıtlıktı. Uzaklarda çağlayan Nehir'in durgun sesi buralara dek uzanıyordu ama yeşile çalan maviliği, sarayın terasından bile gözükmüyordu.
Hava durgundu. Gök, koca bulutlar tarafından istila edilmişti; beyaz pamuksu bedenler ağır ağır ilerliyordu. Boyu giderek uzayan yarık ve lanetin izi olan hüzme, Alsondro'nun göğünde kendilerine geniş bir alan bulmuştu. İki uğursuz unsur, engin göğün çirkin süsleri hâline gelmişti. Fakat bu noktadan zararsız görünüyorlardı.
Öğle saatlerinde Alsondro'ya varmış ama beklediğim kalabalığı bulamamıştım. Sarayda yalnızca Yamin vardı. Yamin'in söylediğine göre kardeşler kendi hükmettikleri bölgelere geçmişti. Sabah yolladıkları notta bu bilgi yer almıyordu. Şayet alsaydı yapacağım görüşme için diğer kardeşlerin bu saraya döneceği günü beklerdim. Fakat Yamin görüşmenin sebebini öğrenince verilecek karar için kardeşlerini beklemeye gerek olmadığını söylemiş ve yeniden Antropedos'a dönmeme müsaade etmemişti.
Güneş çoktandır zirveyi terk etmiş, süzüle süzüle batıyordu. Bu saatlerde Antropedos'a dönmüş olurum diye düşünmüştüm ama henüz, buraya geliş sebebimi detaylandıracak bir sohbetin içine dalamamıştım. Yamin, birkaç işi olduğu gerekçesini öne sürerek beni yalnız bırakmış ve kendisine ait bir çalışma odasına çekilmişti. Zaman, göze çarpacak kadar geçmiş olmasına rağmen hâlâ kendisinden ses yoktu. O, beni sarayda tek bıraktığında, saray çalışanları sayesinde terasa çıkmış ve bu süre boyunca terası terk etmemiştim.
Bakışlarım, uçsuz bucaksız ormanda, gördüğüm kısıtlı manzaranın bana birkaç bilgi katmasını umarak dolanmıştı. Bugün buraya geçit yardımıyla gelmiştim ama Antropedos'a sürgün edildiğim zaman, şehrin belli bir bölgesini görecek ve buralara dair birkaç çıkarım yapacak kadar vaktim olmuştu. Sarayı çevreleyen orman, dağların etrafında uzayıp gidiyordu ama şehrin merkezine doğru yayılmıyordu. Şehrin yamaçlarında orman varlığını sürdürürken, merkeze doğru kasabalar kurulmuştu. Ormanın kenardan kenara varlığını sürdürdüğü noktalarda oldukça keskin uzanan yamaçlar derin vadiler yaratmıştı. Bölgenin en önemli yerlerinden olan Tarnit Dağı da bu alanda uzanıyordu işte. Tarnit'in zirvesi sis bulutları nedeniyle görünmez kılınmıştı ama bu noktadan, dağın yükseklere uzanan kısımları az çok belli oluyordu. Kasabalar ve halkın yerleştiği bölgeler buradan gözükmüyordu. Halkın yaşadığı bölgeyi görebilmek için ormanı ardınızda bırakmanız gerekiyordu.
Terasa açılan sürgülü kapı hafifçe aralandı ve saray çalışanlarından biri çıkageldi. "Efendi Yamin sizleri büyük salonda bekliyor Efendim."
Beklediğim çağrı nihayet gelmişti. Terasın bulunduğu kattan üç kat aşağı inip büyük salonun bulunduğu koridora geçtik. Saray çalışanı benimle birlikte salona girmek yerine salon kapısının önünde durdu. Belki diğer kardeşler de gelmiştir diye ummuştum ama salonda yalnızca Yamin bulunuyordu.
"Alisa, seni bekletmek zorunda kaldım," dedi Yamin. "Son zamanlarda aniden boyutu fark etmeyen aksilikler meydana geliyor."
Bunlar, savaşın çok uzaklardan gelen sarsıntısının oynattığı küçük ve belki de önümüzdeki süreçte yaşanacaklara kıyasla oldukça önemsiz taşlardı.
"Kendimi düşünerek buraya gelmiş olsaydım gelişimi yersiz bulacaktım. Fakat söz konusu Narya; ve onun arzusu önümüzde uzanan savaşla doğrudan bağlantılı. Burada işler nasıl yürüyor bilmiyorum. Onu bu süreçte topraklarınıza kabul edebilecek misiniz?"
Yamin bir tık yorgun görünüyordu. Ayakta durmak yerine koltuğa geçip oturdu ve benim de oturmam için işaret etti. "Narya'nın şu an için kendisini savaşa hazırlayacak büyüler öğrenmek istediğini söylüyorsun. Bunda bir sakınca yok. Fakat savaş sona erince ne olur kestiremiyorum. Bu yüzden, ona bölgenin şifacısı olması için özel eğitim verileceğini sana garanti edemiyorum."
"Sanırım şimdilik o noktaya takılmanın bir anlamı yok," dedim. "Savaşa dair her şey meçhul. Olanağımız olursa bu konuyu savaş sona erince konuşuruz. Şu an için şavaşa hazırlık adına büyü eğitimi alması yeterli olacaktır."
"Öyleyse birkaç güne buraya gelsin ve yerleşsin. Onun bu arzusu karşısında şikayet edecek veya zorluk çıkaracak değiliz. Sonuçta o, yedili sistemin vârisleri listesinde adı yazılı olan biri. Bu husus, arzu ettiği kapının açılmasına yarayacak kadar etkili bir gerekçe. Kaldı ki, şu dönemde bölgenin şifacısı olmaya merak salmış pek genç yok. Bu bile ona Alsondro kapılarını açmaya yeter."
"Narya'yı birkaç gün içinde buraya gönderirim," dedim. "Vakit buldukça onu ziyarete gelmeye çalışırım. Arada bir onun durumunu bana bildirirseniz iyi olur. İçim rahat değil. Yapacağınız bildiriler sayesinde aklım Narya'da kalmaz. Alacağı eğitimin boyutunu bilmiyorum. Fazla fazla boş vakti olacağını bilsem ondan ara sıra bana haber yollamasını isterdim."
"Artık kimsenin boş vakti olmayacaktır. Senin de ilgilenmen gereken onca husus var. Senin de uygun olduğunu düşündüğüm boş zamanlarımda onun durumu hakkında kısa da olsa bir bildiri yollarım sana."
"Bana her daim haber yollayabilirsiniz," dedim. "Ruhlar bir süreliğine benim emrim altında bulunmayacak; bu işle Ezra ilgilenecek. Kendimi bu diyarın gerçeklerini öğrenmeye adayacağım. Efendi İlgar bana bir yol gösterdi. O yolun yürüyebileceğim en sağlam yol olduğuna inanıyorum."
"Katrin'den tamamen elini ayağını çekecek misin?"
"Öyle görünüyor, lakin bunu önce Atlas ile konuşmam lazım," dedim. "Zaten bir faydam yoktu, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Eksik noktaları tamamlayınca Antropedos'un yanı sıra Katrin ile ilgilenmeye vakit bulabilir miyim, emin değilim. Öyle ya da böyle Katrin ile bağımı koparmam gerekecek. Yeni düzenin kurulması da savaşın sonunda gerçekleşecek."
"Oyalanmadan Antropedos'a dönmen gerekmiyorsa akşam yemeğine dek burada kal. Narya konusunda tatmin olmadıysan kardeşlerimi akşam yemeğine çağırayım ve bu konuyu bir de onlarla konuş."
"Katrin'e uğrayacağım," dedim. "Hükümdarlık meselesini Atlas'la konuşsam iyi olacak. Bir de Leydi Demitre'nin yanına uğrayacağım."
Yamin bir an duraksadı. "Katrin'e gideceğinden oradakilerin haberi var mı?"
"Evet, Atlas'a haber yollamıştım."
"O hâlde güvenlik açısından bir sorun yoktur ve oraya gittiğinde yeni gelişmeleri sana Atlas aktarır."
"Bir şeyler mi oldu?"
"Bir şeyler oluyor ve olmaya da devam edecek Alisa. Temeli sağlam atılmış yedili sistemde kopukluklar meydana geliyor. Bu, bir başkaldırı. Elbette bir şeyler olacak."
Yamin detay vermeyi reddetti. Ben de üstelemedim. Konuşacak bir şeyimiz kalmayınca geçidi hazır ettim. Kısa bir vedanın ardından kendimi geçide bıraktım. Sien Qa Sarayı'nın büyük salonuna açılan geçit, bedenim salonun içine girer girmez kapandı.
Salondaki şömine çıtırdıyor, yalımlar etrafa sıçrıyordu. Valmir'in görkemli bedeni yalımların etrafa yaydığı şavkın altında belirdi. Bedenine vuran ışıklar onu, yüce bir varlık gibi yansıtıyordu.
Şöminenin yanından ayrılıp karşıma geçti. "Ah, Alisa! Sanki görüşmeyeli yıllar olmuş gibi. Söyle bakalım, Antropedos'ta durumlar nasıl? Katrin halkı şehre yerleşti mi?"
"Sanırım şehirler arasında en durgun olanı Antropedos. Katrin halkı şehre yerleşmiş durumda ve gözlemlediğim kadarıyla hâllerinden memnunlar."
"Güzel güzel," dedi Valmir ve salonun çıkışına ilerledi. "Antropedos'un daha farklı yöntemlerle korunması gereken bir zamana geçiş yaptık. Bugün biraz buna kafa yoralım."
Onun peşine takıldım. "Burada her şey yolunda değil sanırım. Yamin bir olayın konusunu açtı ama hiç detay vermedi."
Valmir, Atlas'ın çalışma odasına geçene kadar sessiz kaldı. Odaya geçtiğimizde kapıyı kapatmakla kalmayıp birkaç koruma büyüsü de yapıverdi. Kısa bir an Atlas ile göz göze geldik. Onlarca kâğıt çalışma masanın üstüne gelişigüzel serilmişti. Duvarların içine gömülmüş kitaplıklar bu sefer muntazam bir düzene sahip değildi. Yalnızca yönetim sisteminde değil, hayatımızı oluşturan sistemde de bozukluklar ve düzensizlikler oluşuyordu.
Valmir koltuğa yerleşirken pencerenin önüne geçip şehrin hâline bir bakındım. Sokakların ıssızlığı artık şaşırtmıyordu ama bugün, sarayın bahçesine de tuhaf ve diğer zamanlardan bağımsız bir sessizlik yerleşmişti. Sarayın etrafı diğer günlere kıyasla daha az muhafıza sahipti. Öte yandan sarayı çevreleyen alan, mavi bir koruma kalkanının himayesi altına alınmıştı.
"Ruhlar, şehri bırakıp yer altına indi mi yoksa şehirde insanlarla beraber kalmayı mı tercih etti?"
Valmir'in yanına yerleştim. "Şu an için şehirdeler. Diğer günlerde de oraya gideceklerini sanmıyorum. Fakat yer altındaki ruhlar şehrin yüzeyine çıkmayı reddediyor."
"Bir süre daha orada kalacaklardır," dedi Valmir. "Yer altının tamamen boşaltılması bizlerin de işine gelmez. Oraların da korunmaya ihtiyacı var."
"Sanırım onların yanına ben gideceğim," dedim. "Bir süre efendilik yapmak yerine buraların geçmişini ve işleyen sistemi öğrenmeye çalışacağım. Tüm bu eğitimi yer altında idame ettirme taraftarıyım. Antropedos Ezra'nın gözetimi altında. Belki de ben de yer altını gözetmeliyim."
"İyi düşünmüşsün Alisa," dedi Valmir. "Katrin halkının Antropedos'a yerleşmesi ve senin de Antropedos'ta bulunuyor oluşun düşmanın gözlerini Antropedos'a dikmesine neden olacaktır. Şehre birkaç koruma daha yapılması lazım."
"Ne yapılması gerekiyorsa yapalım tabii. Bundan sonra Ezra'nın şehri korumak ve hâlihazırda bulunan korumaları güçlendirmek için vakti olacaktır. Efendi İlgar ruh ordusunun başına geçti. Ezra artık orduyla ilgilenmeyecek."
Duydukları Valmir'i şaşırtmadı ama sevindirdi. "İşlerin Antropedos'ta yavaş yavaş yoluna giriyor oluşunu duymak güzel. Böylece kafa yormamız gereken şeylerin sayısı azalıyor."
Titreyen ellerimi birbirine kenetledim. "Katrin'le olan bağımı koparmayı düşünüyorum. Antropedos ile ilgilenmek ve ruhlara liderlik etmek tüm zamanımı alacaktır. Aynı anda iki yerin yöneticiliğini yapmak hem bana hem de sizlere haksızlık olacak. O yüzden
hükümdarlığımı düşürmek istiyorum."
"Bunlar peşinde koşturduğumuz zamanın konusu," dedi Valmir. "Savaş sona erince konuşalım bunları. Nitekim şu vakitler, böyle yüce bir konuyu tartışacak azamete sahip değil."
"Düşman atağa geçti," dedi Atlas. "Buraya gelmen her zamankinden fazla tehlike saçıyor. Demitre ile görüşeceğini bildirince seni engellemek istemedim. Fakat bundan sonra Antropedos'tan çıkmasan daha iyi olur."
Atlas konuya girince Valmir açıklama yapmaya başladı. "Karargâhtaki bölümlerden birinde bir muhafız oda arkadaşlarını katledip canına kıymış. Muhafızlar gece boyunca hiç ses duymadığını söylüyor. Gördüğüm manzara, buna düşmanın sebep olduğunu açıklar nitelikte. Düşman, kara büyü yardımıyla muhafızlardan birinin bedenine erişmiş olmalı."
"Odalar korunmuyor muydu?"
"Korunuyordu Alisa," dedi Valmir. "Buna rağmen düşman sarayın sol ucuna erişmiş. Sarayın bir ucuna erişebilen pekâlâ ana bölüme de erişebilir."
Demek düşmanın saraya erişimi vardı. Sanırım Efendi Galen iddiasında oldukça haklıydı.
"Efendi Galen, düşmanın Meir'i ele geçirmiş olabileceğini düşünüyor."
Sözlerim yeterli geldi. Valmir'in gözleri, durumu çözdüğünü belirten bir koyuluğa büründü. "Galen İlgar, Katrin'i terk etmeden evvel bu düşüncesini bizimle paylaşmamıştı. Haklı olabilir. Şayet öyleyse çözülmesi zorunlu ancak zorlu bir iş bizi bekliyor. Meir daha nice bilgileri ve kötülükleri içine sığdırmış bir kitaptır. Onun ele geçirilmiş olması yaşananları açıklamaya yetiyor."
"Sarayı düşmandan nasıl koruyacağız?"
"Muhafızlara büyülü rozetler hazır ettim. Sarayın genel korumasını arttıracak birkaç büyü de yaptım. Şimdilik bunların yeterli gelmesini umuyorum Alisa. Nitekim boyutu artan korumalar Katrina'ya zarar verecek cinsten olmaya başladı."
"Görünüşe göre düşmanın her yere ve her şeye erişimi var," dedim. "Harakete geçmek için acele etmiyor. Belki de bir savaş başlatmak istemiyordur."
"Alisa," dedi Valmir. Sesi eskisi gibi uyarı doluydu. "Düşman, senin bedenine hapsettiği gücü ele geçirmek istiyor. Katrina'nın başına geçmenin onu tatmin edeceğini, gözünü duyuracağını bilsem senin bedenine hapsettiği gücü ona ben veririm. Lakin Timun durmayacak. Onun istediği şey, ruh ordusuna hükmetmek de değil, Katrina'ya hükmetmek de değil. Onda bitmek bilmeyen bir açgözlülük var, bunu göremiyor musun?"
"Bir sebebi olmalı," dedim ister istemez. "Kimse bunca zalimliği öylesine yapmaz. Onunla konuşmayı denediniz mi? Tam olarak ne istediğini biliyor muyuz?"
"Bazı insanların kötülük yapmak için sebebe ihtiyacı yoktur," diye araya girdi Atlas. "Timun Bey'de bunca zamandır baba olarak bildiğin adamdaki hoşgörüyü arıyorsun. Fakat kabullenmen gerekiyor Alisa; o, bildiğin adamdan çok uzakta, her anlamda."
"Bu konuda haklısınız ama ben, onun savaş başlatmaya çalıştığını, artık, düşünmüyorum. İstediği şey bendeki güçse, onu şimdiye dek benden defalarca alabilirdi."
Valmir omzumu sıvazladı. "Bunu savaş başlatmadan yapabilir miyim, diye bakınıyor. Sonuçta sen, onun kızısın. Aklını çelmeye; seni, kendisine doğru çekmeye çalışacak. Sakın ha, bunlar gözüne masum gelmesin!"
"Buraya bir ruh ordusu göndersek mi?"
"Bunları Ezra ile ben konuşurum," dedi Valmir. "Salona, Demitre'nin yanına açılacak bir geçit oluşturacağım. Hazır olduğunda oraya gel."
Valmir odadan çıkınca ayaklandım. "Bir şeyleri mahvetmekten korkuyorum. O yüzden bil istiyorum; Alisa ile iletişime geçeceğim. Ezra bana yardımcı olacak. Eğer bu, zarar doğuracak bir eylemse bile, onun efendisi olduğum için bana karşı gelmeyecektir. Bunu sen söyle istiyorum; bu isteğimin bir zararı olacak mı?"
"Neye? Sana mı yoksa Katrina'ya mı?"
"Bana neden bir zararı olsun ki?"
"Sana zarar vermeyecekse, Katrina'ya da zarar vermeyecektir."
"Üzerimde çok fazla yük varmış gibi hissediyorum," dedim. "En azından Alisa'yı aklımdan çıkarabilmem gerekiyor. Orasıyla, evim sandığım yerle bağımı koparacak olan tek şey bu. O yüzden Alisa ile görüşmek, yalnızca, kabullenemeyen kalbime zarar verecektir."
"Bu, yeterince büyük bir zarar değil mi?"
"Kapıda bir savaş bizi bekliyor Atlas. Bunu düşününce, kalbim yeterince zarar görüyor. Alisa'yı görmek, aldığım zararı arttırmayacaktır."
"Ne zaman görüşeceksiniz?"
"Bilmiyorum."
"Belli olunca bana haber ver ve o gün gelince, Alisa ile görüşmen sona erince buraya, yanıma gel."
Kapıya doğru yanaştım. "Düşmanının bir şekilde haberi olacak, hissediyorum. O gün buraya gelmek tehlike doğuracak."
"Benim olduğum yerde canının güvenliğinden şüphe etme."
Kapının kulpunu yavaşça aşağı indirdim. "Hoşça kal Atlas."
Odadan çıkınca kapıyı kapatırken, o kısacık anda, Atlas'ın yeşil gözlerinde, sıcak sözlerinin aksine, korkuyu gördüm. Büyük salona doğru ilerledim. Son, yaklaşıyordu; soğuk havası, getireceği yıkımın tozları yüzüme yüzüme esiyordu. Yüreğim tekliyordu. O hava, bir günah işleniyormuş gibi kokuyordu.
Büyük salonun açık kapısında Lara bekliyordu. "Efendim, sizinle Antropedos'a gelmeme müsaade edin. Burada yapabileceğim çok bir şey yok ama orada size eşlik edebilirim."
"İçeri gel Lara," dedim ve salona girdim. Mavi geçit hazırdı; ışığı odayı aydınlatıyordu. Valmir konuşmayı duymuştu ve şimdi, alacağım kararı merakla bekliyordu.
"Gelmesinde bir sakınca var mı?"
"Hayır, hiçbir sakınca yok," dedi Valmir. "Lara, isteğini bizimle paylaşalı çok oluyor. Ona, seni beklemesini ve bu soruyu sana sormasını söyleyen bendim."
"Tamam o zaman, beraber gidelim."
"Lara'yı akşam olunca ben yollarım," dedi Valmir. "Şimdi eşyalarını hazır etsin. Sen de Demitre ile görüşmeni yap."
Lara memnuniyetle salondan ayrıldı. Geçide hemen girmedim. "Muhafızların odasını, olayın yaşandığı yeri görmemde bir sakınca var mı peki?"
"Alisa, gerek yok. Orada göreceğin bir şey yok. Oda temizlendi bile. Kendine zulmetmeye bu kadar meraklı olma."
Daha fazla bir şey söylememe izin vermedi ve kolumdan tutarak beni geçide soktu. Tünelin girişine girdiğimde, uzayan ve birçok kola ayrılan yolda yavaş adımlar atmaya başladım. Duvarlara işlenmiş resimler sarı ışıklarını yaymaya başlamıştı. Yol, aydınlanan gökyüzünden ziyade yavaştan kararmaya başlayan gökyüzüne benziyordu. Işıkların sunduğu aydınlık sağlam değildi. Tünelin çoğu kısmı karalara bürünmüştü. Tüneli yaşatan tek şey, duvarlardaki geçmişin izleriydi.
Demitre'nin bulunduğu alana giden kola saptım ve bu koldaki duvarlara, diğer gelişlerimin aksine keskin gözlerle baktım. Onca kol arasında buraya gönderilmiş olmasının bir sebebi olabilirdi. Fakat o sebep, duvarlara yansıyacak derecede büyük olmamalıydı ki, duvarlarda bu duruma ait hiç iz yoktu. Geniş, yuvarlak alana çıktığımda Demitre'yi her zamanki yerinde gördüm. Yeri gibi görüntüsü de aynıydı.
"Birkaç gün önce, sana ve ruhlara dair son bilgileri son kez aldım," dedi Demitre. "Resmî olarak ruhlarla bağım koptu. Bu da, artık, Ezra'nın yanıma gelip gelişmeleri bana aktaramayacağı anlamına geliyor. Ruhları seninle, seni ruhlarla baş başa bırakıyorum."
O teklif sunmadan yanındaki boşluğa oturdum. "Beraber ruhlara liderlik etme ihtimalimiz yok muydu?"
Demitre samimice gülümsedi. "Anlaşılan artık hazırsın. Bunu görmek iyi hissettiriyor. Alisa... İnsanın öleceği an yaklaşınca bunu anlayacağı söylenir."
"Bunu sen istiyorsun," dedim. "Ölmek için bir sebebin yok. Gayet sağlıklısın. Kendini, içine düştüğün bu durumdan kurtarabilirsin. Liderlik etmek istemiyorsan bile Antropedos'a gelip canını kurtarabilirsin."
Beni yalanlaması için sustum ve ona baktım ama o, bunu yapmadı. "Sebepsizce yaşayan insanlar varsa, sebepsizce ölecek insanlar da olacaktır. Yapacaklarının bittiğini anladığı bir anda çekip gitmeyi bilmeli insan. Benim bu dünyadaki görevim sona erdi."
"Eğer bunu söylemeye hakkım varsa, bencilce düşündüğünü söylemek isterim."
"Kendime ettiğim onca kötülükten sonra bırak da biraz da insanlara kötülük edeyim Alisa. Yardım edebileceğim bir husus olsa böyle düşünmezdim. İnan bana."
"Beni buraya öleceğini bildirmek için mi çağırdın?"
Yaramaz bir kız çocuğu gibi güldü. "Elbette hayır. Yüzüğü takmamışsın. Oysa kafa karışıklıkların sona ermiş gibi duruyor."
"Bir karar verdim ve bu karardan vazgeçecek değilim. Yalnızca o yüzüğü ve diğerini takmaya biraz daha vakit var. Doğru zamanı bekliyorum. Artık ruhların ve Tohum'un tüm gücü bedenini terk etti mi?"
"Evet, artık ruhlarla alakalı her şeyden yoksunum. Bu, düşündüğüm kadar üzmüyor beni. Oysa gençliğimde, bu anlar zihnime yerleştirilseydi isyan eder ve bu duruma düşmemek için her türlü kötü yola düşerdim. Zaman insanı değiştiriyor."
"Bir şeye bu denli bağımlı olmak hoş değil zaten," dedim. "Zamanın sizi değiştirmesi iyi olmuş."
"Senin bir bağımlılığın yok mu?"
Zihnimde gezintiye çıktım. "Yok sanırım. Ya da var ama henüz keşfetme fırsatım olmadı."
"Ne yapacağını biliyorum."
Neyden bahsettiğini hemen anladım. Ezra'nın ağzı, belli ki, çok da sıkı değildi. "Bir tehlike oluşturmayacak."
"Tehlikeyi geç şimdi," dedi hızla. "Neden bunu istiyorsun? Neyi öğrenmeyi istiyorsun? Alisa bu evrene geri dönmek isterse ne yapacaksın?"
"Tüm sorularının tek bir cevabı var: Bilmiyorum; neden istediğimi, neyin peşinde koşturduğumu, Alisa'nın yolu benim yolumdan ayrıysa ne yapacağımı bilmiyorum."
"Alisa senin yüreğin çok başka şeylerin peşinde."
"Öyle mi?" diye sordum. "Neyin peşinde?"
"Yaşananlardan kendini sorumlu tutuyorsun. Timun'un sebep olduğu şeylerin yardımcısı veya yaratıcısı değilsin. O hâlde neden utanıyorsun?"
"Onun benim babam olması yeterli bir sebep değil mi?"
"Değil," dedi. "Zamanın seni de değiştirmesi gerekiyor."
"Belki değiştirir," dedim. Çekine çekine zihnimde dolaşan düşünceyi ona sundum. "Bir konuda fikrini almak isterim. Timun Bey ile iletişime geçip, belki de sürüklenmiş olduğu durumdan çıkması için, onunla kısa da olsa bir konuşma yapmak istiyorum."
"Bunun mantıklı olup olmadığını soruyorsun, değil mi? Ölmek istiyorsan bile mantıklı bir seçenek değil. Çünkü bu, uzun süreli ve acı dolu bir ölüm olacaktır." Gözleri geniş alanda dolanma başladı. "İçten içe onun da bir kurban olmasını diliyorsun. Fakat Alisa, seni soğuk gerçekle buluşturacağım; o, tüm bu kötülüklerin asıl yaratıcısı. Kendi kardeşini ve eşini öldürmüş biri hiçbir senaryoda masum olamaz. Gerçek bir kurban, başka kurbanların oluşmasına müsaade etmez."
"Eğer bu böyle devam ederse aramızdan biri, onun çok yakınındaki biri, onu öldürecek. O kişi masum olabilecek mi peki?"
"Aynı şey değil Alisa. Bu ikisi aynı şey değil. Durumları birbirine karıştırma. Hain, haindir. Benim kitabımda haini öldüren hain bile kahraman olamaz. Siz ise hain ve masum olmaktan çok uzaktasınız. Masum ve kurban aynı şey değildir; siz, kurbansınız. Hain bir masum tarafından değil, bir kurban tarafından öldürülmeli."
"Fakat biz gerçek haini bilmiyoruz."
"O, Timun. Güven bana. Anlamadığım tek şey, Timun'un Eli Ran'ı nasıl kuklası hâline getirdiği."
"Eli Ran'ın hain olması daha olası değil mi? Onun, elinde tuttuğu sonsuz bir güç var."
"Alisa, güven bana."
Çok sonra inat ettiğim konunun onun yaralarını deşmiş olabileceğini fark ettim ve kendini ikiye katlayan utancım sayesinde susmayı akıl edebildim. Timun Bey kurbansa bile birçok kez buraya gelip Demitre'nin hayatına yeni yeni zehir tohumları bırakıp gitmişti ve böylece, kendinden daha büyük kurbanlar yaratmıştı. O, kendi hikâyesinde kurbansa bile, Demitre'nin hikâyesinde yalnızca bir hain değil, aynı zamanda uğursuz uğultuların yaratıcısıydı. Belki de o, Demitre'nin her iki kıyametini de koparan kişiydi.
"Herkesin hikâyesinde kurtarıcı olmak imkânsız, değil mi?"
Demitre zihninde çürümeyi reddeden yıllara rağmen anlayışın yüzüne hükmetmesine izin verdi. "Bir haini neden kurtarmak istiyorsun ki?"
"Bir zamanlar onun da bir kurban ya da masum olduğu ihtimaline tutunan aciz bir tarafım var," dedim. "Belki kör edilmiştir; başka bir yol göremez hâle gelmiştir. Böylesi birine ışık tutmak kötü olmayı mı gerektirir?"
"Onun kurbanı olan kalbim, onun hiçbir zaman diliminde masum veya kurban olduğuna inanmıyor. Onun Tanrı olduğunu bilsem, kötülüğü yarattığı için ona sırtımı dönerdim."
"Kalbindeki yıkım o derece mi büyük?"
"O derece," dedi Demitre. "Lakin Timun, Tanrı değil. O yalnızca yıkmayı biliyor." Ağaç köklerinin arasına elini daldırdı. Kırmızı taşların işlendiği bir hançeri bana uzattı. "Lena'nın hançeri. Timun'un oyununa geldiği zaman kullandığı hançer. Adin öldükten sonra, Ezra bu hançeri bulup bana getirmişti. Lanetin boyutu büyükse, etkisi geçtikten sonra bile izleri kalır. Bu hançerde Timun'un acımasızlığının izleri vardı. Tüm o izleri, tutsak olan ben değil ama Ezra görebildi."
Titreyen ellerim hançeri tuttu. "Ezra'nın bu hançeri kraliyete teslim etme ihtimali yok muydu?"
"Bu hançerin soğumasına müsaade edenler yönetimdeki kişilerdi zaten," dedi Demitre. "Tüm kanıtları silsinler diye hançeri onlara mı verseydik?"
"Peki bana niye veriyorsun?"
Cevap vermedi ama gözlerinde parlayan yıldız, bir yıkımı doğurmaya doğru kayıyordu. Kan lekelerini temsil eder gibi asılı duran kırmızı taşları taşıyan hançer, belime asılmış kemerde yerini aldı.
Demitre'nin ne istediğini anlamıştım. Fakat o cesarete sahip değildim. Henüz babam olduğunu kabullenemediğim adamı öldürmek, kâbuslarıma yerleşecek boğuk gölgenin beni yutmasına müsaade etmek demekti. Korkuyordum ve korkum, beni aciz birine dönüştürüyordu. Korkularım ise yalnızca katil olmaktan ibaret değildi.
"Ne söylemek istiyorsan söyle," dedi Demitre. "Benim yanımda dile getirmekten çekineceğin şeyler olmamalı. Bak, ben babanı öldürmeni isterken nasıl da çekinmiyorum ama!"
"O zaman her şey sona erecek mi?"
"Timun ölünce mi? Onun yaptığı kara büyülerin hepsi etkisini yitirecek ve bu, bizim için olmasa bile Katrina'nın iyileşmesi için fırsat doğurmuş olacak."
"İnsanlar ölünce, hayatları boyunca yaptıkları kara büyülerin gücü de mi ölüyor?"
"Evet, Alisa. Bu, bu diyarın hâlâ nefes alabiliyor olmasının nedeni."
Cesaretimi toplayıp onun omzuna dokundum. "Benimle birlikte gel. Burası senin evin olamayacak kadar cansız ve soğuk. Burada ölümü bekleme."
Demitre'nin gri gözleri yumuşadı. "Beni yaşatmak istiyorsan Timun'u öldür. Savaş sona erince, zafer kapımızı çaldığında seninle birlikte geleceğim. Eğer zafer bizim olmazsa, soğuyan tek yer bu tünel olmayacak. Ayrıca o zaman, tek endişeniz beni buradan kurtarmak da olmayacak. Çünkü yüreğinde bu endişeyi taşıyan insanlar kalmamış olacak."
Zihnimde esen rüzgâr bedenimi titretti. "O, saraya erişmeyi başarmış. Yeterince korunamıyoruz. Eğer buraya erişirse seni yaşatmaz."
"Alisa, ölüme çok fazla mana yüklüyorsun," dedi Demitre. "Benim ölümüm bu diyarın sonu olmaz. Fakat Timun'un nefes almaya devam etmesi buna sebep olabilir."
Yerimden kalktım. Fakat adım atamadım. "Burada kalmayı neden bu kadar istediğini anlıyorum. Bizimle gelirsen, o adamın, odağını tek bir yerde toplayacak olmasından korkuyorsun. Minik arzunun bizi ölüme götürecek araç olmasından korkuyorsun."
Nasıl bir yumağın içine takıldığımızı çözmeye çalıştım. Korkularımızın bizi fedakâr olmaya itmesini öylece izliyorduk. O, bizi koruyacaktı ve bunun getirdiği huzur eşliğinde gidecekti buralardan. Peki ya biz, fazla fedakârlıkların altında ezilmeyecek miydik? O fedakârlıklar, hayattayken bizi canlı canlı yemeyecek miydi? Aldığımız her nefeste, kayıpların yanık kokusu ciğerimize ulaşmayacak mıydı?
"Ölüm, zamandan bağımsızdır," dedim. "Burada kalsan bile, günün birinde ölüm bize uğrayacak."
"Ben, ölümün size uğramasını engellemeye çalışmıyorum. Ölümün, vaktinden önce sizlere ulaşmasını engellemeye çalışıyorum."
Ölüm, günün sonunda hepimize sunulacak şeydi. Kimi insana, hikâyelerinin henüz başlarındayken veya sürüp giden hayatlarının henüz sonuna varmamışken, zamanın kendisi tarafından, hikâyelerini onurla tamamlamaları için sunulurdu. Demitre, ölüm kendisine sunulmamış olmasına rağmen, hayatını onurla sonlandırmak ve havada süzülen pişmanlık tozlarını temizleyebilmek için ölümü karşılamak istiyordu. O, yeni bir pişmanlıktan, yeni bir esaretten kaçıyordu. Fakat bunca zaman boyunca kaçırdığı bir nokta vardı; yaşamın olduğu her yerde pişmanlık ve acı da nefes alacaktı. Acıdan kaçmak için ölüme tutunmak, arzu ettiği onurlu ölümün ellerinden kayıp gitmesine neden olacaktı.
"Hâlihazırda sorumlulukların var," dedi Demitre. "Yine de senden, buraya, Büyülü Orman'a sahip çıkmanı isteyeceğim. Burası benim krallığım; düşmemesi için kendimi feda ettiğim, nice zamandır egemenlik altında olan ama bir zamanların efsanesi olacak bir krallık. Fakat ben gidersem, ölüm sana uğrayana dek bu krallığın düşmesine, yıkılmasına müsaade etme. Bu krallık, elli yıl, hatta yüzyıl sonrasında bile çürümeyi hak etmiyor."
Ona, sen de çürümeyi hak etmiyorsun, diyemedim. Usulca başımı salladım. "Senden geriye kalacak her şey benim sorumluluğum altında olacak, hiçbir endişen olmasın."
Düşman atağa geçmişti. Bir sonraki kurbanın kim olacağı, zamanın belirsiz dakikaları arasında uçuşan bir tozdu. Bu, onunla son görüşmem olabilirdi. Bu ihtimal yüreğimi sıkıştırıyor, yapılacak bir şey bulabilmek için zihnimi zorlamama neden oluyordu.
Geniş alandan çıkmadan önce onun karşısında saygıyla eğildim. Bu hayatı baştan sona ben yaşamış olsaydım, gitmeden önce ona sıkı sıkı sarılmayı ihmal etmezdim. Fakat hayatımın temelini oluşturan zamanları benim yerime bir başkası yaşamıştı, tıpkı o kişinin, hayatının en sıcak dönemlerini benim yaşamış olmam gibi.
Tanıdık olan veya olmayan, kurban olan veya olmayan tüm herkesi kurtarmak istiyordum. Bu hayatın başlangıç noktasına gidip, bugüne kadarki kısmı tek başıma tamamlayıp, hikâyeme dâhil olan herkesi içine düşecekleri çukurdan kurtarmak istiyordum. Belki böylece iyiler ölmek zorunda kalmaz, günün sonunda kurtulmak için kötülüğü tercih eden kurbanlar oluşmazdı. Fakat isteklerim önemsizdi. Ben, çoktan, iyilerin öldüğü, kurbanların fazla fazla olduğu bir hikâyenin içine düşmüştüm.
Ana hatta açılan kolun içine girmeden hemen önce, Demitre'ye doğru dönüp yeniden eğildim. Bu sefer eğilen kafamı kaldırmam biraz zaman aldı. Ana hattı takip edip tünelin çıkışına vardım. Ormana çıkmaya gerek görmeyip, geçidi tünelin girişinde oluşturdum.
Antropedos'taki sarayın bana ait odasına geldiğimde, hiç beklemeden, belimdeki hançeri masanın çekmecesine koydum. Ardından büyük salona geçtim. Aradığım beden, salonda tek başına oturuyordu.
Narya'nın yanına oturdum. "Yamin, seni topraklarına kabul edeceklerini bildirdi. Bir süre büyü eğitimi alacaksın. Bölgenin şifacısı olmak için alman gereken eğitimi ise savaş sona erince almaya başlayacaksın. Senin için uygun mu?"
Narya'nın yüreğindeki ikircikler göz bebeklerine yansıyordu. "Uygun tabii ki. Zaten istediğim şey buydu. Alsondro'ya gidip beni temsil ettiğin için teşekkürler. Ne zaman gitmem gerekiyor?"
"Ne zaman hazır hissedersen."
"O hâlde eşyalarımı toplayayım."
"Narya," dedim. "Oraya gidince, vakit buldukça bana not yolla. İyi olduğunu bilmem gerekiyor. Perla, seni bana emanet etti."
"Elbette. Hem buraya, hem de Katrin'e not yollarım." Yavaşça yerinden kalktı. "Uygun vakit bulursanız, siz de bana not yollarsanız."
"Yardım ister misin?"
Narya teklifimi kabul edince onun geçici süreliğine konakladığı odaya geçtik. Katrin'den buraya getirdiği eşyalarını Alsondro'ya götürmesi için toplamaya başladık. Tokalarını ahşap bir kutunun içine yerleştirirken, kenardaki vazonun içine konmuş Lerink Çiçekleri dikkatimi çekti.
"Sanırım sen de çiçeklere meraklısın."
Narya bakışlarımı yakaladı. "Kim meraklı değil ki? Fakat o çiçekleri senin için toplamıştım. Günler öncesinde, senin için ışık kaynağı yapmak istediğimi söylemiştim."
"Sanırım bunun için uygun bir vaktimiz olmayacak. Ayrıca burada Lerink Çiçeği yetiştiğini bilmiyordum."
"Alsondro'da vakit bulursam bir tane yapıp sana gönderirim," dedi. "Burada Lerink Çiçeği yok zaten. Onları, buraya gelirken, Katrin'den getirmiştim."
Kapağını kapattığım kutuyu Narya'ya uzattım. "Orada yabancılık çekecek misin Narya?"
"Sanmıyorum. Uyum sağlamakta zorlanmayacağımdır."
"Yanına birini almak ister misin?"
Dudaklarını büzdü. "Hayır, buna hiç gerek yok. Tek başıma yapamayacağımı mı düşünüyorsun?"
"Umarım bu kararlılığın ilerleyen günlerde de aynı kalır. Yine de yanına bir koruyucu ruh alman taraftarıyım."
"Koruyucu ruh yapmak yasaklanmamış mıydı?"
"Tamamen yalnız olacaksın yani," dedim. "Yamin, seni sık sık ziyaret etme konusunda bana söz verdi. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa ona söyle, olur mu?"
"Aynı büyüğüm Perla gibisin." Gülümsedi. "O da bu tarz konularda biraz baskıcı olabiliyor."
"Seni baskıladım mı?" diye sordum. "Güvende olacağından emin olmaya çalışıyorum. Bana kalsa bu isteğini reddeder ve burada kalmanı söylerdim."
"Gitmemi istemiyor musun?"
"Dürüst olacağım Narya. Savaşa dâhil olmanı istemediğim gibi, bu durumda Alsondro'ya gitmeni de istemiyorum. Fakat aldığın kararlar konusunda bana söz hakkı düşmüyor. Bana düşen tek şey, senin güvenliğini sağlamak."
"Kardeşin yoktu, değil mi? Yani diğer diyarda."
"Yoktu."
"Senden iyi bir abla olurdu. Beni düşündüğün için minnettarım ama kararım kesin. Bir işe yaramak istiyorum."
Nedense Narya'nın bu inatçı isteğinin altında, ablası Perla'ya ve diğer büyüklerine bir şeyler, zaman gibi kendisinin de eskisi gibi olmadığını kanıtlama çabası gibi birtakım şeyler, yatıyormuş gibi hissediyordum.
"Narya, sen Perla'ya dargın mısın?" diye sordum şüpheyle. "Aldığın kararın bununla bir ilgisi var mı?"
"Bölgenin şifacısı olmayı hep istiyordum. Bu, büyüğüm Perla ile ilgili değil."
"Peki ya savaş için büyü eğitimi almak istemenin bununla bir ilgisi var mı?"
Narya yatağının kenarına oturdu. "Büyümek, sorumluluk almak demek değil mi? Ben de sorumluluk alıyorum işte."
"Böylesi bir şey bir sorumluluk almaktan daha fazla anlam taşıyor. Fakat bunu sorumluluk olarak görüyorsan, bil ki, bu sorumluluğu senin almana gerek yok."
"Sanırım daha fazla düzen bozan, şımarık kız kardeş olarak anılmak istemiyorum. Bunu düzeltmek için önüme güzel bir fırsat çıktı."
Şu anlık ses etmedim ama biliyordum ki, zamanın ötesinde, Narya'nın sınırlarını aşan cinsten alacağım bir karar olacaktı.
"Yarın Alsondro'ya seni ben götüreyim," dedim. "Yolculuk esnasında bari yalnız kalma."
"Geçitle gideceğiz değil mi?"
Onu başımla onayladım. Geri kalan eşyaları yerleştirirken sessiz kalmayı tercih ettik. İşimiz sona erince odadan ayrıldım ve kendi odama geçtim. Çoktan akşam olmuştu, hatta zaman geceye doğru yaklaşıyordu. Gökyüzü oldukça sisliydi. Gökyüzündeki bulanıklığa kıyasla şehre sıra sıra dizilmiş evler yaşamın en belirgin özelliğine sahipti. Sarı ışıkların aydınlattığı odalar, yeryüzünün yıldızı olma görevini üstleniyordu. Onlar da tıpkı yıldızlar gibi, gün doğunca gözlerini kapatıyordu.
Yüreğim korkuyla kaplıydı. Bir sonraki hedefin kim olduğunu tahmin etmektense yarın veya sonraki gün yeni kurbanların doğacağını bilmek yüreğimdeki korkuyu yöneten hislere yenik düşüyordu. Günün sonunda kazanıp kazanmayacağımızı bilmiyorduk ve kazanana dek birilerini feda etmek zorunda kalacaktık. Günün sonunda kaybedersek şayet, feda ettiklerimiz ve kurban verdiklerimizle yüzleşecektik. Bu yüzleşmenin bitiminde ise yüreğimizi ferahlatacak hiçbir neden bulamayacaktık; devirmeye çalıştığımız düşman kadar suçlu olduğumuzu kabullenmek zorunda kalacaktık.
Sabahın ilk ışıklarında Ezra geçidi hazır etmişti bile. Narya'nın vedalaşma faslı sona erince geçide önce ben geçtim, sonra Narya ve hemen ardından Ezra. Büyülere yönelik eğitim merkezleri şehrin Madel bölgesinde yer aldığı için, bugün Alsondro'da daha önce ziyaret etmediğim bir yere gelmiş oluyordum. Ezra'nın kısaca söz ettiğine göre bu bölge Selina tarafından temsil ediliyormuş. Bunca zamandır vakit geçirdiğimiz bölgeyi, Meris'i, ise Yamin yönetiyormuş.
Tıpkı diğer bölge de olduğu gibi, buradaki saray da ormanın kucakladığı bir noktadaydı. Sarayın geniş, altın kapısının diğer tarafında, bölgenin sahibi Selina ve Yamin duruyordu. Geçidin önünde beliren eşyaları saray çalışanları taşımaya başladı. Bu esnada Ezra ve ben, iki kardeşi selamladık. Bizim ardımızdan selama duran Narya'nın selamı, hissettiği saygı daha yoğun olduğundan olsa gerek, daha uzun sürdü.
"Gitmeden önce sizi ağırlamaktan onur duyarız."
Selina'nın nazik davetini reddetmek zorundaydım. "Belki başka bir zaman. Uygun bir anda değiliz, biliyorsunuz."
Selina, bakışları etrafta uçuşan Narya'ya seslendi. "Şimdilik saraya geç, konuklarımızı yolcu ettikten sonra, seni eğitim merkezine ben götüreceğim." Sarayın arkasındaki taşlı yolu gösterdi. "Bu yol eğitim merkezine çıkıyor. Merkez buraya çok uzak değil. Eminim ki Narya'nın bir şeye ihtiyacı olursa veya bir aksilik meydana gelirse, ona çabucak ulaşabiliriz. Ayrıca endişelerinizden haberdar olunca Narya'nın yanına güvendiğim bir çalışanımı gönderme kararı aldım."
"Çok iyi düşünmüşsünüz," dedim. "Umarım günün birinde iyiliğinizin karşılığını verme fırsatı yakalarım."
"Umarım Efendim."
Bu, kibirli bir cevap değildi. Sanki Selina, bu fırsatı yaklamama yetecek kadar uzun bir ömrün beni beklemesini diliyor gibi sıralamıştı bu iki kelimeyi.
Narya'ya döndüm. "Bize not yollamayı unutma. Ayrıca eminim ki, az da olsa boş günün olacaktır. O günlerde buraya gelmeye çalışırız."
Narya hafifçe eğildi. "Teşekkürler." Sonra saraya doğru yol aldı.
"Endişeni anlıyorum," dedi Yamin. "Narya'ya burada bir zarar gelmeyecektir. Son olanlardan sonra şehirdeki korumaların boyutunu arttırdık. Burası diğer iki şehrin aksine büyüyle korunan ve beslenen topraklara sahip. Zamanın gerisinde yapılmış tüm o korumaları aşıp buraya ulaşmanın pek imkânı yok. İçin rahat olsun."
Hâlihazırda bizi bekleyen geçide girip Antropedos'a ulaştığımızda daha iyi hissediyordum.
Ezra, bahçede duran atları bahçenin girişine doğru getirdi. "Narya'yı bıraktığımıza göre yolculuğumuz başlayabilir. Yola çıkmadan önce sizinle yeniden konuşmak isterim. Orada tek başınıza bulunacak olmanız beni rahatsız ediyor. Yanınızda beni veya başka bir ruhu istemediğinize emin misiniz?"
"Lara da benimle birlikte gelecek, unuttun mu?"
"Ruh diyorum," dedi Ezra. "Leydi Lara'nın size pek çok yardımı dokunacaktır kuşkusuz. Fakat en nihayetinde o bir insan. Yanınızda bir ruhun bulunması beni daha çok tatmin eder."
"Ezra, senin işlerin var. Lider ruhların da öyle. Eminim ki Lara ve ben, birbirimize yeteceğiz."
Lara sarayın kapısında belirdi ve bize doğru yaklaştı. Yanımızda eşya götürmeyecektik. Gereken eşyaları daha sonrasında, akşama doğru veya yarın, bir ruh ekibi getirecekti. O yüzden yolculuk kolay geçecekti.
Lara yanımızda belirince atıma atladım ve Ezra'nın yola liderlik etmesini bekledim. Hersenk Kulesi'ne doğru ilerlemeye başladık. Katrin halkı, hava giderek soğuyor olmasına rağmen, günlerinin çoğunu onlara ayrılan evler yerine dışarıda geçiriyordu. Sokaklar her zamankinden kalabalıktı. Halk, bu üç atlının nereye gidiyor olduğunu merak ediyor olmalıydı.
Her zamanki gibi önce şehir merkezi geride kaldı, önümüze Gibor Dağları çıktı. Sonra ise dağların koca ve ürkünç bedenleri geride kaldı. Hersenk Kulesi tüm ihtişamıyla önümüzde uzadı. Kule'nin önüne vardığımızda atlarımızı terk ettik. Lara sabırlı ama aynı zamanda meraklıydı. Aramızda mesafelerin oluşmasına müsaade etmiyordu ama gözleri çoğu zaman etrafı tarıyor oluyordu. Kule'ye girip, bizi yer altına götürecek zemine geçtik. Yuvarlak zemin yavaşça aşağı doğru kaymaya başladı.
"Şimdilik Narya'nın Alsondro'ya gitmesine izin verdim ama sanırım, savaş başlayınca onu buraya, yer altı şehrine getireceğim. O zaman burada güvende olur mu?"
Lara ile benim aramda duran Ezra, zeminden yayılan ışıkların arasında yıkılmaz ama sarsıcı bir görüntü sunuyordu. "Burada güvende olacaktır ama buraya gelmeyi kabul edecek midir?"
"Belki geçen zaman birkaç düşüncesini değiştirmeye yeter."
"Onun savaşa dâhil olmasını istemiyor musunuz?" diye sordu Lara. "Orada alacağı eğitimler sonucunda büyü yeteneğini inanılmaz geliştirecektir."
"Onun savaşa dâhil olmasını hangimiz istiyoruz ki? Sonuçta o yalnızca bir çocuk."
"Savaşa katılmak zorunda kalan tek çocuk o olmayacak," dedi Lara. "Narya, o çocukların arasında en şanslı olanlardan. Birçok çocuğun aksine, ona her türlü sonda sahip çıkacak bir ailesi var. Yıllarca aldığı eğitimler var. Yaşamını idame ettirmeye çalışan acınası bir çocuk değil o. Hayatın birçok zenginliğini tatmış bir çocuk. Şimdi bırakın da, o da hayatında ilk kez diğer çocukların gördüğü muameleyi görsün."
Lara savaş konusunda bir tık acımasız ve gaddardı. Fakat haklı olduğu noktalar yok değildi. Ezra ne düşünüyor diye ona baktım ama o, fikirlerini dile getirmeyi reddetti.
"Tüm bunlar onun bir çocuk olduğu gerçeğini değiştirmiyor," dedim. "Savaşa katılmayı düşünen her çocuğu buraya getirme imkânım varsa bunu yaparım."
"Çocuklar savaşa katılmayı düşünmüyor," dedi Lara. "Savaşa katılmak zorunda olduklarını hissediyorlar. Sayıca azız. Her türlü desteğe ihtiyacımız olacak."
"Ruhlar bizimle."
"Her ruh değil," dedi Ezra. "Nehir'i terk etmeyen ruhlar var. Yer altına sığınmış ve orayı terk etmeyi düşünmeyen ruhlar da var."
Zemin, en alt kısma kadar indi ve çıkıntıya oturdu. Kule'den ayrılıp şehre ayak bastık. Görünürde hiç ruh yoktu. Geçen sefer geldiğimizde ziyaret ettiğimiz ve Sannur'u emanet ettiğimiz yapıya doğru gidiyorduk.
Lara'nın attığı adımlar eskisi gibi heyecanlı değildi. Bu mekân onu rahatsız etmişe benziyordu. Ezra'nın arkasından ilerlerken onun iki farklı gölgesi gibiydik. Demir kapının önüne geldiğimizde Ezra kapıyı bizler için açtı ve önce bizim geçmemizi bekledi.
Yapının içine girdiğimizde Ezra'nın yolu göstermesi için, onun yanımıza gelmesini bekledik. Ezra, iki yana doğru uzayan koridorlardan sol taraftakine doğru ilerledi. Koridorun sonunda üst kata çıkan merdivenler vardı. Merdivenlerin ardında ise yol uzamaya devam ediyordu. Üst kata çıkan merdivenlere yöneldik. Son basamağı da geride bırakınca, önümüze sürgülü cam kapının açıldığı geniş bir hol çıktı. Holün her iki tarafında da üçer tane kapı bulunuyordu. Tam karşıda ise başka bir sürgülü cam kapı vardı ve buradan görebildiğim kadarıyla orası bir kütüphaneydi.
Sağ taraftaki ilk kapıyı açtı Ezra. "Karşıdaki alan, bu yapının kendi kütüphanesi. Yarın, size gereken kitapları buraya göndereceğim. Fakat burada bulunan birkaç kitap şimdilik iş görür. Eğer çok sabırsızsanız daha sonrasında buradaki kitapları kurcalayabilirsiniz."
Ezra'nın açtığı kapıdan geçtik. Burası çok geniş olmayan, tatlı ve sıcak bir oturma salonuydu. Tam karşıdaki cam duvarın önüne bir şömine yerleştirilmişti. Şöminenin karşısında ise bir oturma alanı duruyordu. Lara sanki eve gelmiş gibi rahatladı ve bedenini bir koltuğa yerleştirdi.
"Marilya Ormanı'na ben de gelmek isterdim," dedim. "Merak ettiğim tek şey oradaki kütüphane değil."
"Eminim ki önümüzde o ormanı ziyaret edebileceğiniz pek çok an bizi bekliyordur."
Ezra'nın, Lara'nın buraya, Sannur'un bulunduğu yere gelmesine karşı bir söz söylememesi tuhafıma gitmişti. Ya Lara'ya güveniyordu ya da burada bulunan ruhlara. O kitabın burada olduğunu yalnızca ruhlar ve ben biliyordum. Fakat burası, kitabın bağlı olduğu yapının bir parçasıydı. Lara'nın gerçeği öğrenmesi pek zor olmazdı.
"Üşüyor musun Lara? Şömineyi yakalım mı?"
"Siz zahmet etmeyin Efendim," deyip ayaklandı Lara. "Ben hallederim. Sonuçta buraya size yardımcı olmak ve eşlik etmek için geldim."
"Karşıdaki kapılar yatak odalarına ait. İsteğiniz odaya yerleşirsiniz."
"Valmir seninle konuştu mu Ezra?"
Lara şömineyi yakmak için işe koyulmuştu.
"Evet," dedi Ezra. "Bu şehirdeki birkaç korumayı güçlendireceğiz. Ayrıca düşmanın bulunduğu yeri gözetlemesi için bir kuzgun göndermeyi teklif ettim. Bilge Valmir teklifimi düşüneceğini söyledi."
Umarım sözüne ettiği kuzgun, Efendi Enda'nın ruhunu taşıyan kuzgun değildir. Ezra soru soran, şüpheli bakışlarımı yakaladı ama bir açıklama yapmadı.
Şömineden gelen çıtırtılar ateşin yandığını gösteriyordu. Şöminenin başına geçtim. "Kuzgun demişken aklıma aracı kartal geldi. O gün o kartalı bayıltan sen miydin Ezra?"
"Evet, onun aracı olduğunu bilseydim bunu daha önce yapardım."
Lara şöminenin çaprazına konmuş tekli koltuğa oturdu. Konuştuğumuz konuyu anlamış değildi ama şu an, ona durumu anlatacak güçte değildim.
"O kartalı sen görüyor muydun peki?"
"Hayır, fakat siz durumu açıkladığınızda kartalı görmemi sağlayacak bir büyü yapmıştım."
Bir nesne hızla cama çarptı ama yere düşmek yerine havada süzülmeye devam etti. Camı açıp gelen notu elime aldım. Zarfın arka kısmına damgalanmış mühür notun Valmir'den geldiğini gösteriyordu. Mührün hemen altında ise notun Efendi Ruh'a geldiğini gösteren bir işaret duruyordu.
Zarfı Ezra'ya uzattım. "Sana not yollanılmadığını sanıyordum."
Ezra zarfı almayı reddetti. "Açabilirsiniz. Efendi Atlas'a ve Bilge Valmir'e benimle iletişime geçebilmeleri için bir metod göstermiştim. Size öğretmedim zira her daim yanınızda olacağınızı düşünüyordum. Fakat görünüşe göre artık öğretmem gerekiyor."
Zarfı yavaşça açıp içindeki notu çıkardım. Valmir'den gelen şey, günümüzü huzurla idame ettirmemizi engelleyecek cinsten şiddetli bir nottu.
"Valmir," dedim. "Katrin'de yeni bir saldırının düzenlendiğini yazmış. Katrin ordusundan ayrılıp Timun Bey'in yanına, ona destek olmaya giden birkaç askerin işkence görmüş cansız bedenleri sarayın önündeki ağaçlık alana asılı hâlde bulunmuş."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
745 Okunma |
114 Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |