25. Bölüm

25. Bölüm

Mera
mera01

Solgun gri gözler yorgunca bakıyordu bana. Onun daha iyi bir hâlde olduğunu söylemek pek mümkün değildi lakin işte, nefes alıyordu. Yüzünün parlaklığını ön plana çıkaran beyaz bir elbise giymişti. Uzun, salık gri saçları omuzlarına dökülüyor, bedenini örtüyordu. Kemikli yüzünü oluşturan sert ve keskin yüz hatları bakışlarındaki narinlik ve nahiflik karşısında yenilmişti. Bir zamanlar tutsak edildiği kalın ağaç köklerinin arasına kendine bir yer kurmuş, sükûnetle oturuyordu. Rengini yitirmiş gözlerinden ötürü onun da tıpkı Henna Hanım gibi görme yetisini yitirdiğini düşünmüş ama yanılmıştım. Ne olup bittiğini bilen gözleri, etraftaki diğer şeyleri umursamıyor, yalnızca bana değiyordu. Dizlerinin üstündeki ellerini kaldırdı ve yanındaki boşluğu işaret etti. Ayakta dikilmeye son verdim ve onun benim için ayırdığı yere, hemen onun yanına, oturdum.

Ezra ve geçidin bu kısmını korumakla yükümlü Valmir, ben Demitre'nin yanına geçtiğimde tünelin bu bölümünü terk etti ve bizi baş başa bıraktı. Tünelin etrafındaki koruma göz korkutacak cinstendi. Koruma kalkanının soluk mavi rengi korkusuzca kendini belli ediyordu. Ormanın bu kısmında yüzlerce, tünelin içinde ise onlarca muhafız vardı. Bundan daha fazlası ise ormanın diğer kısımlarında ve şehri çevreleyen sınırda bulunuyor olmalıydı. Aynı şehrin içinde nefes alan iki taraf, kendi köşelerine çekilmiş ve ellerindeki tüm imkânları kullanarak oluşturdukları bölgenin güvenliğini sağlamaya çalışıyordu. Buraya geçitle gelmiştik: Diğerleri gibi olmayan bir geçitle. Geçidin kenarında beliren renk bu sefer mavi değil kırmızı idi. Ezra, bunun, koruma büyüsünün bir etkisi olduğunu söylemişti. Korunmaya ihtiyacımız vardı, hem de hiç olmadığı kadar.

Timun Bey'in beni alıkoymasının ardından Valmir ile birkaç kez görüşmüş olmamıza rağmen bugün gördüğüm kişi beni hazırlıksız yakalamıştı. Valmir hiç olmadığı kadar endişeli, hüzünlü ve korumacı idi. Onun gri gözlerinden kayan hisler kendi egemenliğini kuracak kadar fazla, zalim ve kalıcıydı. Ezra ise sessizdi. Sabaha karşı yaptığımız konuşmanın, ona güvenmiyor oluşumu itiraf etmemin ardından hiç konuşmamış, yalnızca, sessizlik ve uyum içinde hareket ederek buraya gelmiştik. Akşama dek odamın içinde kendimle boğuşmuştum. Bu esnada kimse beni rahatsız etmemişti. Açıkçası diğerleri ne yapmıştı hiç bilmiyordum. Lakin akşam olunca kapım sessizce Ezra tarafından açılmıştı ve böylece vaktin geldiğini anlamıştım. Hiç konuşmadan saraydaki bir odaya geçmiş ve geçidin oluşmasını beklemiştik. Efendisini gördüğünde bile yüzüne, mutluluğu ya da en azından huzuru simgeleyen hiçbir şey uğramamıştı.

Demitre omzuma nazikçe dokundu. "Bu konuşmayı yapabilmek için kendimi birazcık olsun toparlamam gerekiyordu. Hâliyle seni bekletmek zorunda kaldım. Kusura bakma."

Cevap veremedim çünkü ne diyeceğimi bilemedim. O ise buna aldırmadı. Bakışları, duygu seline kapılmış bakışları etrafta usulca dolandı. Sonra yeniden bana odaklandı. "Ne duymayı bekliyorsun bilemiyorum ama buraya birkaç şey duyma umuduyla geldiğini biliyorum. Hatıralar zihnimde canlılığını koruyor. Buna rağmen nereden başlayacağımı bilemiyorum."

"Bu konuşmayı yapmak zihnimde daha kolaydı," dedi Demitre. "Eğer seni rahatlatacaksa önce şunu belirteyim: Eve dönüş yolu var. Lakin anlattığım onca şeyden sonra orayı ev gibi görür müsün, bilemiyorum."

Duyduklarım gümbürdeyen kalbimin sesini kısmaya yetmemişti. Demitre konuşmak için acele etmiyordu. Sanki ona bahşedilmiş uzunca zaman vardı ve o, ona ait zamanının hepsini tüketmek istiyor gibiydi. Ellerini dizlerinin üstünde birleştirdi. "Gençliğimde gözüm yükseklerde, ruhum bir bilinmezin peşindeydi. Öyle ki, Solur Tohumu hakkında az biraz bir şey öğrenince, etrafımı saran ve beni kör etmiş olan cehaletime rağmen Tohum'u korumak istedim. Şimdi bunlar bana gençliğin bir heyecanı gibi geliyor geliyor ama yine de, iyi ki, diyorum; iyi ki yapmışım. İşimi gücümü bırakıp Antropedos'un yolunu tuttum. Tohum'un Gibor Dağlarının etrafında, hatta girişine yakın bir yerde olduğu söyleniyordu. Tam olarak o bölgeye gittim ve Tohum'u hem kendim hem de Tohum zarar görmeden yerinden nasıl ayırabilirim diye düşünmeye başladım. Büyülerle aram o zamanlar da bile iyiydi. Tohum'dan zarar görmeyecek ve Tohum'a zarar vermeyecek bir eldiven yaptım. Sonra Tohum'u yerinden söküp buraya, Katrin'e getirdim."

Güldü. Gülüşüyle geçmişi yâd etti. "Efendi Ruh'un güçten düşmüş bir hâlde Antropedos'u terk etmesi ve ruhların lidersiz kalması niyeyse canımı sıkıyordu. Neden o lider ben olmayayım ki, diye düşündüm. Tohum'un bir parçasını kopardım ve sıvıya dönüştürüp kendime enjekte ettim." Yeniden güldü. "Genç olmak tuhaf bir deneyim doğrusu. Kendi varsayımlarıma göre artık ruhların efendisi bendim. Zira öyle de olmuştu. Tohum'un gücünü hisseden Efendi Ruh yanıma geldi ve birlik olduk. Sonra, çok sonra, büyüler beni kapana kıstırdı, aklımı çeldi ve evsiz bıraktı. Bilgilerim engin lakin bilgeliğim hiçti, hiç yoktu. Sevgilim, yoldaşım Elyas İlgar çaresi olmayan bir hastalığa yakalandı. Onu kurtarmak için yasaklı büyülerden birini yaptım."

"Büyü ters tepti; ben lanetlendim, Elyas ise ona ayrılan zamandan daha önce terk etti buraları. Lanet, bedenime işlemiş Tohum'un gücünü azaltmaya başlamıştı. Dostum Belen ise beni düştüğüm bu çukurdan kurtarmak için Saklı Orman'a gidip yalnızca orada yetişen Disef Çiçeği'ni alıp bir içecek hazırlamış. Disef eski dilde Büyübozan anlamı taşırdı. Onun yaptığı içecek sayesinde bedenimdeki lanetten kurtuldum. Lakin yönetim yasaklı büyü yaptığım ve kurallara uymadığım ve hatta elimdeki gücü kötüye kullandığım için büyü yetkimi kısıtlamıştı. Belen ise bana yardımcı olduğu anlaşılınca cezaya çarptırılmıştı. Ona olan borcumu ödeyebilmenin farklı yollarını düşündüm. Elimdeki en kıymetli şey bana eşlik eden Efendi Ruh'tan başkası değildi. Ezra'ya, eğer Belen'in bir çocuğu olursa onun koruyucu ruhu sen ol, dedim."

"Kısa bir süre sonra Belen'in bir kızı oldu: Alisa Almedal. Lakin birkaç ay içinde Belen öldü. Bunun bir cinayet olduğunu ve saraydaki bir çalışanın ihaneti sonucu gerçekleştiğini bildirdiler. Lakin bu yalan benim hiçbir zaman doğrum olmadı; zira gerçeği zihnime yerleştiren birine sahiptim. Ezra, Alisa doğar doğmaz yanımdan ayrılmış ve yeni efendisini uzaktan uzağa gözler olmuştu. Sarayda, bilinmezliğin kol gezdiği sarayda yaşananlara şahitlik eden tek yabancı kişi oydu."

"Ceza alışımın üstünden birkaç yıl geçtiğinde ve ben tutsak edildiğimde, o uğursuz vakitlerde Timun Tohum'a erişmiş ve bir parçasını kendine ayırmış. Lakin o, benim yaptığım gibi parçayı bedeniyle bütünleştirecek cesarete sahip değildi. Bu görevi, her şeyden bağımsız yeni doğmuş kızına verdi. Tohum'un koparılan diğer parçası Alisa'nın bedenine, onun isteği olmadan, doğduğu ilk anlarda babası tarafından yerleştirildi. Gerçek, Ezra aracılığıyla beni bulunca hayatımın en büyük ikinci hatasını yaptım ve bunu Belen'e bildirmesi için Ezra'yı görevlendirdim."

Ben, onun umurunda değildim. Bahsi geçen olayları daha çok kendisine hatırlatmak istiyor gibiydi.

"Timun, Belen'in tuhaf ve endişeli tavırlarından bir şeylerin yolunda olmadığını anlamış ve çareyi eşini yok etmekte bulmuş. Belen'i Timun öldürtmüştü. Üstelik bunu, saraydaki bir çalışanın bedenini kontrol altına alarak yapmıştı. Ardından da beni, ruhların kendisine ayak bağı olmasını istemediği için, nasıl başardığını bilmediğim bir yolla buraya tutsak ettirmişti. Lakin Timun'un bihaber olduğu bir nokta vardı: Ezra artık Alisa'nın koruyucu ruhu idi."

"Fakat çözülmesi zor durumlar vardı. Ben tutsaktım; Ezra'ya güç veremiyordum. Yeni bulduğu Efendisi ise artık buralarda değildi. Zira Timun, Tohum'un gücü kendi kızının bedenindeyken kızını kontrol edemeyeceğini çok iyi biliyordu. O yüzden, Tohum'daki gücü kızına aktardıktan sonra kızını başka bir evrene yolladı; diğer evrenden gelen kızı ise kendi kızıymış gibi kullandı. Ezra, Efendi Enda'nın soyundan kimse kalmadığı zamanlardaki gibiydi; güçsüz, yönsüz ve biçare."

"Timun planına sadık kaldı ve sabrını hiç tüketmedi. Bu evrene getirdiği Alisa'yı kontrol ederek istediği gücü eline verecek kapıların açılmasını sağladı. Yıllar geçti aradan. Fakat ben biliyorum; Timun'un harekete geçmek istediği zamanlar değil, bu zamanlar. Onu bir şey harekete geçmeye zorladı. Bu neydi, işte bunu bilemiyorum Alisa. En az birkaç yıl daha tasarladığı oyunu sürdürecekti lakin aniden fikrini değiştirdi. Kendi kızını bu diyara çağırdı; kukla gibi oynattığı Alisa'yı ise, nihayet, ait olduğu yere gönderdi."

Parçalar zihnimde birleşince ortaya kâbusum olacak bir görüntü çıktı. Ona, sözlerine inanmak istemedim. Demitre elini yeniden omzuma koydu. "Sen bu evrene aitsin Alisa. Nihayet eksik parçalar ait oldukları yeri buldu. Tüm bu iyileşmelerin sebebi neydi sanıyorsunuz?"

Kalbimde yeşillenmiş ihtisaslar zihnime arız olmuş, lakin zihnimi yeşertmek yerine zihnimin tek mesneti olan mantığımın etrafına kurumuş, dikenli, partal dalları sarmış, zihnimin mahiyetini koparıp almış ve tüm anıların ve ihtisasların nefes aldığı bölgeyi müphem gaye ve eylemlerle ıssız ve yardıma muhtaç bırakmıştı. Daha kalbimin sesini kısmayı başaramadığım bu anlarda bir de zihnim feryat figan artık kullanılmayan, eskimiş bir bahçeye dönüşmüştü. Göz bebeklerime yaşadığım karmaşanın soğumuş ve kararmış viranelerin tekinsiz akisleri yansıyordu. Eve dönemeyeceğim diye buhrana tutulan ben, zaten evimde olduğumu öğrenince hiç mi hiç sevinmemiş, aksine zamanla giderek büyüyen bir hayal kırıklığının cansız bedeni altında ezilmiştim. Bedenimi bir soğukluk sardı, tüylerim ürperdi. Demitre'nin tüm sözlerini geri almasını diledim. Aitsizliğin tahakküm kurduğu hücrelerimde sorumluluk kendine bir yer bulmuş ve tüm bedenime doğru iyiden iyiye yayılmıştı. Nihayet hakikate kavuşmuştum. Duygularımın acizliği ise hiç görülmemiş bir boyuta erişmişti.

Bulanık şeritler misali anılar, sözler, anlam dolu bakışlar gözlerimin önünden kaydı, geçti ve bana ömür boyu ızdırap verecek, aldığım nefesleri yetersiz kılacak bir noktaya yerleşti. Ezra başından beri biliyordu. Lakin kayıp geçen anılar Atlas ve Valmir'in hakikate benden önce eriştiğini gösteriyordu. Tüm o suskunluklar, manalı bakışlar, rahata ermeler yalnızca bu yüzdendi. Atlas'ın ne istediğini anlamak zordu; lakin Valmir de tıpkı Ezra gibi gitmemi istemiyordu; burada, ait olduğum yerde kalmamı ve sorumluluk alıp iş başına geçmemi diliyordu. Demitre'nin gözüne yansıyan istek de bu yöndeydi.

"Sana senin isteğin dışında biçilen görevin başına geç ve ruhlara liderlik et," dedi Demitre. Sesi latifti; emir vermiyordu. "Evin burası Alisa; hatta evin Antropedos'tan başka bir yer değil. Bunca zaman yüreğinde anlam vermediğin hislerle boğuştun; sebebi, içinde nefes alan, ruhların ruhuna sahiplik eden Tohum'dan başka bir şey değil. Ruhların seslerini duydun; o acı çeken, belki de öfkeye kapılmış sesleri. Bunun sebebi de Tohum'un bedenine nüfuz eden etkisinden başka bir şey değil. Bunları biliyorum çünkü ben de o aşamalardan geçtim. Aramızdaki fark şu: Ben yaşadığım, yaşayacağım şeylere kendim karar verdim; sense, artık buna cehennem mi dersin yoksa cennet mi, bilemiyorum, buraya zorla düşürüldün Alisa."

"Lakin önünde uzayan iki yol var: Biri, sana ait olmayan bir hayatın kapısını açıyor; diğeri, sana ait olanı vermek için bekliyor. Yollardan biri çok tanıdık gelecektir; zira bunca zaman o yolda yürüdün. Lakin tanıdık olması seni şaşırtmasın Alisa."

"Kafanda soru işaretleri var," dedi Demitre. "Merak ettiklerini sor, arzu ettiğin cevapları al ve karar vermek için kendine müsaade et. Kimse, hiç kimse seni bir şeye zorlamayacak. Seçim yapmakta özgürsün."

Zihnimde oluşmuş ve çoktan yeni tomurcuklar vermiş karmaşanın varlığını kısa süreliğine unutmaya, görmezden gelmeye; acımı, bana eza veren hakikati daha sonra düşünmeye zorladım kendimi. Demitre'nin sözlerinin, yalnızca, zihnimde kopmayı bekleyen kıyameti tetiğe geçirmeyecek kısımlarını ele aldım; yalnızca geri kalan kısımlara kafa yordum.

Gidip, beni hiç ilgilendirmeyen, benimle hiç alakası olmayan noktaya değindim. "Aldığın cezanın sürecini Perla birazcık farklı anlatmıştı. Sanki, bu cezaya çarptırılmadan önce farklı bir kuralı çiğnediğinden söz ediyordu."

"Anlatılanların dürüst kişilerin ağzından çıkmış sözler olduğu ne malum," dedi sükûnetle. "Yalan, küçük bir bedenin içine konmaya ve masum gösterilmeye çalışılsa bile hâlâ bir yalandır. Elyas'ı kurtarmak için yaptığım yasaklı büyü dışında bir yanlışım olmadı. İnsan var olanı dürüstçe aktaramayacak kadar yezit bir varlıktır."

"Timun Bey'in ağına düştün."

Aynen öyle, dercesine narince kırptı gözlerini. "Hepimiz onun ağına düştük. Lakin o, yalnız değil; ortaya attığı her iddiaya gerçekmiş gibi muamele edip onu destekleyen ve onun yürüyeceği yolu temizleyen biri var: Baba Ran. Bu cezalar yalnızca onun ağzından çıkan sözlerin gerçeğe dönüştürülmüş hâli. O olmasaydı Timun tek başına hiçbir şey yapamazdı."

"Timun Bey'in tüm bunları yapmasına Baba Ran sebep olmuş olamaz mı?"

"Olabilir," dedi Demitre. "Ezra, efendisi dışındaki diğer insanların yanına koruyucu ruh olarak gidemiyor ve hâliyle onların en yakınlarına giremiyor. Bu kısımlar ışığa kavuşmayı bekliyor. Zira ne olduğunu Ezra da bilmiyor. Kim kimi harekete geçirdi, bu plan özünde kime aitti; cevabı olmayan sorular bunlar."

"Tohum hâlâ onda mı?"

"Ah, hayır! Tohum bizde Alisa; güvende. Timun yalnızca bir kısmını alma gereği duymuş ve sonrasında Tohum'u yerine bırakmış. Gözü korkmuş olmalı; Tohum'u alıp götürmeye cesaret edememiş."

"Neden korkacak ki? Tüm bunları yapan ve Katrina'ya hükmetmek isteyen biri neyden korkar ki?"

Yeniden güldü. "Katrina Hükümdarı'ndan. Yerini almak istediği kişiden pekâlâ korkar insan."

"O nerede ve neden hiçbir şey yapmıyor?"

"Bunlar başka başka konular Alisa," dedi. Yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. "Ancak kalmaya karar verirsen sana akatarabileceğim meseleleri içeriyor."

"Belen Hanım gerçeği biliyordu yani."

"Evet, annen gerçeği öğrenmişti," dedi Demitre. "Timun'a baba diye seslenmeni beklemiyorum; ama Belen, senin annen Alisa: Kızını korumak isterken öldürülmüş bir anne. Onun sana olan sevgisine saygı duy ve ona anne diye seslen. Biliyorum ki, ölü insanların ruhu sevdiklerinin etrafında dolanıyor."

"Geçmişi daha fazla kurcalamayacağım," dedim. "Neden ruhların başına sen geçmiyor ve yarım kalan görevini tamamlamıyorsun?"

"Bana biçilen vaktin sonlarına geliyorum. Hem ben yaşlıyım; ruhlara daha genç birinin öncülük etmesi daha doğru olur." Elimdeki yüzüğe baktı. "Ben göremiyorum ama Ezra yüzüğü taktığını söyledi. Henna seni kandırmış." Kıkırdadı. "O yüzük Ezra'nın yüzüğü. Ezra, Tohum'un gücünü bedenime aktardıktan sonra yanıma geldiğinde bu yüzüğü takıyordu. Ruhları besleyen; ruhların, efendilerinin hayatta ve iş başında olduğunu anlamasına vesile olan bir yüzük. Bu yüzükten bir tane de Efendi Enda da varmış. Ezra, ona verdiğim görev sonrasında yanımdan ayrılırken kendi yüzüğünü bana teslim etmişti. Bense yüzüğün zarar görmesinden korkmuş ve yüzüğü Ezra aracılığıyla Henna'ya emanet etmiştim. Henna'ya gerçeği anlatamamıştım; ama o, bilmeceyi kendi kendine çözmüş. Onun bilgeliği yücedir."

"Yüzüğü göremiyor musun?"

"Hayır, bu yüzükler yalnızca ruhlar tarafından görülür. Taktığın zaman hiçbir insan, yüzüğü parmağında göremez."

"Sanırım Efendi Enda'nın yüzüğünü biliyorum," dedim. "Kuzgun beni yüzüğün saklı durduğu sandığa götürdü."

"Ah, biliyorum. Ezra o kısımları da anlattı. Efendi Enda da senin ruhların başına geçmeni istiyor."

"Ruhlar sen kurtulduğun için uyanmadı mı yani?"

"Hayır, önce senin varlığını hissettiler; ardından sen, yüzüğü takarak onlara seslenmiş oldun. Onlar da efendilerinin seslenişine karşılıksız kalmadı ve şehre dönmeye başladı."

"Eğer kabul edersen neler olacağını anlatayım sana," diye devam etti. "Yüzükler, Tohum'un koparılan parçalarını taşıyor. Ezra, Efendi Enda tarafından yaratıldı ama bu bir tesadüftü. Zira Efendi Enda ruh yaratmayı bilmiyordu; dahası ruhların varlığından bihaberdi. Bir zamanlar Solur Ruhdoğuran anlamı taşırdı. Ruhların ruhu Tohum'un içinde barınıyor. Efendi Enda Solur'u bulduğunda Tohum çiçek açmış bir hâldeymiş. Efendi, yeni bulduğu bitkinin üzerinde inceleme yapmak istediği için bir parçasını koparmış. Görünüşe göre Solur çiçek açmışken ona dokunan canlıya zarar vermiyor, zira Tohum'a çıplak elle dokunmanın imkânı yok. Ki zaten bu olaydan sonra Solur kapanmış ve tohum hâline dönmüş. O zamandan sonra ise hiç çiçek açmamış. Efendi, kopardığı parça üzerinde inceleme yaparken yanlışlıkla tohumun o küçük parçasının bir kısmını yakmış ve Ezra, işte böyle oluşmuş. Tohum ruhların ruhunu taşıyor ve o ruhlar, Tohum yakıldığında hayata dönüyor."

"Ruhlar bir çiçeğin külünden mi yaratılıyor?"

"Evet," dedi Demitre. "Koruyucu ruhların siyah bir siluet şeklinde olma sebebi bu. Tines Nehri'ne aktarılan ve sonrasında özgürleşen ruhlar ise o karartıdan kurtulup aydınlığa kavuşuyor; yani renkleri açılıyor."

"Efendi Enda'nın yüzüğü Ezra'nın yaratılmasına sebep olan parçayı ve o parçanın gücünü taşıyor," dedi. "Sonrasında, çok sonrasında, Tohum bir parçasını daha kaybediyor. Ezra sana Kamran Lavidor ve Roman İlgar'ın yaşadığı dönem çıkan savaştan söz etmiş. Kamran Lavidor Tohum'un diğer parçasına sahip olan kişiydi. Roman İlgar'ı tahtından indirmek için ruhları kullanmak istemiş. Buralar hikâyenin öğrendiğin kısımları. Savaş sona erince Tohum'un parçası, dönemin hükümdarı Roman İlgar tarafından Ezra'ya verilmiş. Ezra da o parçayı bir yüzüğe dönüştürmüş. Taktığın yüzük o yüzük işte."

"Son koparılan parça ise bende," dedi Demitre. "Ezra'ya bir teklif sundum. Eğer burada kalırsan ve ruhlara liderlik etmeyi kabul edersen bedenimdeki gücü yeni bir yüzüğe aktaracağım ve yüzüğü takman için sana vereceğim."

"Benim bedenimde de bir parça yok mu?"

"Var," dedi. "Lakin liderlik edeceksen o parçanın bedeninde kalmasında bir sakınca yok. Bu zamana dek, ruhlara o şekilde hizmet verdim ben."

"Efendi Elyas'ın soyadı, bir zamanlarki Katrin Hükümdarı'nın soyadı ile aynı," dedim. "Aynı soydan mı geliyorlar?"

"Evet, Elyas, Roman İlgar'ın soyundan geliyor. Ayrıca o dönem Efendi Enda'nın son vârisi Katrin halkı tarafından öldürülmüştü. Roman İlgar, efendisiz kalan Ezra'ya özür mahiyetinde efendisi olma teklifini sunmuş. Ezra da teklifi kabul etmiş ve uzunca bir süre Katrin Hükümdarlarına eşlik etmiş. Katrin'deki yedili sistemi kuran kişi de Roman İlgar. Lakin aradan yıllar geçince bu yedili sisteme bir de din adamı eklenmişti. Bununla birlikte ruhlar ve insanların arası yeniden açılmıştı, zira din adamları ruhlara hak tanımıyordu. Ezra da bu süreçte, Katrin'de din hâkimiyeti yayılmaya başlayınca Katrin Hükümdarlarının koruyuculuğunu yapmayı bırakmış ve Antropedos'a dönmüştü."

"O zamanlara tanıklık etmiş gibi konuşuyorsun."

"Çünkü ettim," dedi Demitre. "Fakat bunlar yalnızca kalmayı tercih edersen bilmen gereken şeyler."

Neden sonra, "Tüm bu sorular ve aldığın tüm bu yanıtlar vereceğin kararı etkileyecek mi Alisa?" diye sordu. "Nitekim kendinle, hayatınla, ailenle ilgili hiçbir detay sormadın."

"Sanırım öğrenmem gereken her şeyi öğrendim."

"Çok zaman yok," dedi Demitre. "Bugün Katrin'de kal. Saray güvenlidir. Yarın yanıma gel ve kararını açıkla. Biz de izleyeceğimiz yolun detaylarına karar verelim. Eğer dönmek istersen büyüyü hazır edelim; eğer kalmak istersen bedenimdeki güce veda edeyim."

"Bedenindeki güç seni terk edince iyi olacak mısın?"

"Artık bedenim Orman'a bağlı değil. Bitap düşerim elbette. Lakin henüz yolun sonuna geldiğimi sanmıyorum. Benim bu diyarda işim bitmiş sayılmaz. Çekip gitmemek için, iyi olmak için direneceğim. Sen bunları kafana takma. Sözlerimi düşün, alacağın kararı düşün ve bir de ruhları düşün, lütfen."

Yerimden sakince kalktım. "Yarın gelip kararımı açıklarım."

"Alisa," diye seslendi Demitre. "Bunca zaman neden sessiz kaldığıma anlam veremediysen diye eklemek istiyorum: Timun, bildiklerimin farkındaydı. Kolye aracılığıyla beni belli başlı konularda susturdu. Ezra'nın ise özünde özgürlüğe kavuşmamış bir koruyucu ruh olduğunu unutma."

Acelesiz adımlarla tünelin ana hattına doğru ilerledim. Bu esnada Demitre'nin bakışlarını üstümde hissettim. Lakin dönüp bakmadım. Baş etmeye çalıştığım, dizginlemeye çabaladığım hisler artık görmezden gelinecek bir noktada değildi. Yol sanki uzadıkça uzuyordu. Her bir adımım ölüme giden bir insanın adımları gibi ağırdı. Ana hatta vardığımda bölüğün sol tarafında Valmir'in, sağ tarafında Ezra'nın dikildiğini gördüm. İkisiyle de göz göze gelmeyi reddedip ana hattın üzerinden tünelin çıkışına doğru ilerledim. Hissettiğim şey kızgınlık değildi. Şimdi, Ezra'nın zaruret hakkındaki düşüncelerini anlayabiliyordum. Onlar da istekleri dışında bir yolda yürümeye terk edilmişti. Lakin çekincelerim vardı. Zira ikisinin de istediği şey aynıydı. Özellikle Ezra'nın gözlerinde göreceğim hislerden kaçınıyordum. Nitekim hakikat bana kendimi sorumlu hissettiriyordu; Ezra'nın bakışları ise doğrudan hakikati yansıtıyordu.

Tünelin sonuna vardığımızda Valmir bizi saraya götürecek olan geçidi oluşturdu. Geçidin diğer kısmını biri koruyorsa bile bundan haberim yoktu. Yine de işi şansa bırakmak yerine geçide önce Ezra girdi, ardından ben ve benim arkamdan da Valmir. Sarayda bana ait olan odaya açılmıştı geçit. Valmir bir şey demeden, belki de kendi vaktinin gelmesini beklemek amacıyla odadan çıktı. Kapı kapandı, Ezra yüzünü bana döndü. "Günün birinde özür dileme vaktimin geleceğini söylemiştim. Hakikati sizi ulaştırma konusunda yavaş davrandığım için özür dilerim ama pişman değilim. Her şeyin bir vakti olduğuna inanıyorum."

"Hakikat beni daha öncesinde bulmuş olsaydı da bir şey değişmeyecekti. Kavuştuğum hakikat bana bunu gösterdi."

Bu diyara çoktan alışmıştım; ama nasıl hiçbir şey olmamış gibi devam edeceğimi bilemiyordum. Ne zaman gerçeği sindirip önüme bakacaktım, bunu nasıl başaracaktım bilmiyordum.

"Sizi yalnız bırakmamı ister misiniz?"

"Olabilir," dedim. "Biraz kafa dinleyeceğim. Nihayetinde vermem gereken bir karar var."

Odanın kapısı yeniden açılıp kapandı. Gidip yatağın kenarına oturdum. Kafamda kimsesiz bir melodi çalıyordu. O kadar çok şey aynı anda zihnime doluyordu ki, hiçbirine yetişemiyordum. Alisa ile görüşmek istemiştim, onun bu hayatın asıl sahibi olduğunu düşünerek. Şimdi ise onun hakikate kavuşup kavuşmadığını merak ediyordum. Eğer kavuşmadıysa ona gerçeği ben mi sunacaktım? Daha kabullenemediğim şeyi nasıl dillendirecektim ki?

Zihnimde bir uğultu vardı; kesif bir rüzgâr beni derbeder etmek istercesine mütemadiyen esiyordu. Nedenler sunulmuştu bana ama manalar, sunulan sebepler karşılığında elimden alınmıştı. Sabah olduğumdan daha bilgili ama daha eksiktim; heyecan ve çekip gitmek için an kollayan umut artık benimle birlikte değildi. Kalbimin kendisine biçilmiş görevi layıkıyla yerine getirmesini sağlayan hislerimin örüntüsü bozulmuştu. Ortaya çıkan yeni görüntüde hislerimin hem rengi hem biçimi değişmiş ve bozulmuştu. Bu yeni görüntü normalim oluncaya dek, eza ve keder bir araya gelip eksikliğin sembolü olacak bir gölgenin arasına sıkışacak, nefeslerimin kesik kesik olmasına neden olacaktı. Ben, bana fazla fazla sunulan parçaların eksik, kırılmış ve bozulmuş olmasına alışana dek hiçbir nefes parçacığı kendisine çizilmiş ve artık ezberlemiş olduğu yolun sonuna dek gitmeyecekti. Yol da bazı hisler ve nefesler gibi yarım kalacaktı. Buna alışmak ise zaman alacaktı. Kim bilir, belki de, alışmam için zamanın parçalanıp değerini yitirmesi, tek gerçek anlamı hâline gelen nihayetsizliği elinden yitirmesi ve kendine yeni bir anlam arayışına girip kusurlu denizlerin kirli sularında bekletilmesi gerekecekti.

Düşünmek istemiyordum. Zira düşünmek, zihnime yapışmış lekeleri çoğaltıyor, zihnimi müberra olmaktan alıkoyuyor ve bununla da yetinmeyip saf olan hiçbir şeyi zihnime yaklaştırmıyordu. Düşünmek, zihnimi dolambaçlı yollarla süslüyordu; lakin bu süs insan gözüne güzel gözükmüyordu. Ben, kendi gideceği yolu çizebilecek kadar muktedir ama o yolların varacağı sonu bilemeyecek kadar acizdim. O yüzdendir ki, düşünmeyi erteleme lüksüne sahip değildim. Tüm gürültüden dolayı zihnim imdat dilese de, gürültünün akisleri tüm bedenimi uyuşturup beni işe yaramaz, biçare birine dönüştürse de, yine de düşünecektim. Fakat düşünmeye nereden başlamak gerekirdi? İlk neyi kabullenmek lazım gelirdi?

Rengi solmuş duvarlar matemin ağır ve kirli havasını soğuruyor, ardından, çok fazla vakit geçmeden o havaya eş değer bir soğukluk yayıyordu. Bedenimde unutulmuş yılların soğukluğu vardı. Yine de kendimi balkona atmaktan alıkoyamadım. Hava, çoktandır siyahlara bürünmüştü. Geri kalanların aksine birkaç yıldız inatla parlıyordu. Rüzgâr soğuk soğuk esiyordu, kış kokan hava burnuma doluyordu. Göğe yerleşmiş dört, belki beş, en fazla on parıltıya kaydı bakışlarım. İlk zamanlarda hissettiğim şeyin aidiyetsizlik olmadığını fark ettim; zira onun tadına daha yeni bakıyordum. Doğru sandığım hiçbir şey gerçeği yansıtmıyormuş. Bu bir illüzyon gibiydi. Lakin her şey hiç olmadığı kadar gerçekti.

İyi tarafından bakmaya çalışıyordum. Bana ait olduğunu düşündüğüm yerde, burada sahip olamayacağım bir hayatın tadına bakmıştım. Lakin işin zor kısmı bu hayatın bana ait olduğunu kabullenmek değildi. İşin zor kısmı, sahip olduğum asıl hayatta babamın bir katil olmasını ve bana can veren kişiyi, annemi ve daha nicelerini öldürmüş olmasını kabullenmekti.

Zihnimde üremiş nice korkular uzun mu uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Gecenin engin sükûneti, sanki içimdeki cenke saygı duyuyormuş gibi nihayetsizliğe uzuyordu. Ağaçlar, bedenlerini örten yaprakları kaybetmiş olmasına rağmen yine de hışırdıyordu. Solmuş yapraklar, bedenlerini tutan ağaç dallarından kopmuş olmasına rağmen yine de, yerde, rüzgârın gücüyle sallanıyordu. Rüzgâr, daha önce hiç çıkmadığı notalara ulaşmışçasına sertti.

Yaşlar gözlerime birikeli epey olmuştu. Bugünlük kendime müsaade ettim. Yarın olunca acımı ve hüznümü içime gömecek, matemimi gizliden gizliye sürdürecektim. Bu, insanın başına gelebilecek en kötü şey değildi. Daha fazla tepki vermek, süreci uzatmak, idam ipi boynuna geçirilmiş mahkûmlara saygısızlık olurdu. Mahrum kaldığım bir şey yoktu sonuçta. Mutluluğu acıdan daha fazla ve daha samimi bir şekilde yaşamıştım. Sorun neydi ki? Niye bu denli yıpratıyordum kendimi? Belki yarın, acıyı unutturacak tatlılığı ile çalardı kapıyı. Gerek var mıydı böylesi bir üzüntüye? Acı, keder gelip gidecekti. Hiçbir duygu ebediyete mahkûm değildi. Bunu hâlâ nasıl bilmemezlikten geliyordum?

İlerleyeceğim yolu düşünmem gerekiyordu. Eski bir yalanı yeniden yaşamaya hacet var mıydı? Peki yenice ve oldukça geç bir vakitte kazanılan gerçeğin bir kıymeti var mıydı? Yalanların içinde avuntu bulmaya gerek var mıydı? Peki insan, hakikatin içinde acıyı dindirmeye fırsat bulabilir miydi?

Düşüncelerim ikiye ayrılmış, oluşan iki kutup birbirine ateş püskürüyordu. Lakin hem zihnimin hem kalbimin isteği önemsizdi. Ben, beni meydana getiren her oluşum dolayısıyla kararımı çoktan vermiş bulunuyordum. Yine de, Alisa'yı bu durumun içine sürüklemek istemediğim için onunla görüşecektim. Onun ne istediğini her türlü öğrenmeliydim.

Aldığım kararın, benden bağımsız alınan kararın ağırlığından farkı yoktu. Acıyı dindirmenin lüzumu, lüzumu olsa bile bir yolu yoktu. Bugün, acıyı ve bir babanın ihanetini, evet, bu kesinlikle bir ihanetti, en derinlerde, en keskince hissedeceğim son gündü. Güneşin doğuşuyla görünmez kılınan yıldızlar gibi ben de yeni günün doğmasıyla acımı görünmez kılacaktım. O yüzden, sürecin ilerleyen faslını görmek ve neler olacağını bilebilmek için yıldızlardan çekmedim bakışlarımı. Nasıl aynı yerde durup, bir vakitte görünüp, bir vakitte saklı kaldıklarını anlamaya çalıştım.

Çabam manasızdı. Yıldızlar benim hislerimle bir tutulamayacak kadar parlak ve sabit; gök, hislerime ev sahipliği yapan yüreğimle bir tutulamayacak kadar uçsuz bucaksız ve hareketliydi. Benim yüreğim genişti ama yine de sınırları vardı; orada yetişen çiçeklerse belirliydi. Yüreğimde yeşeren hisler hep aynıydı; bir bitkinin hem tomurcuk hem de çiçek açmış hâline sahipti.

Rüzgârın uğultusu insana kendisine dair her şeyi unutturacak cinstendi. Kim olduğumu anlamaya ve kabullenmeye çalıştığım şu vakitlerde bu durum hoş bir görüntü sermiyordu. Benim hatırlamaya, en küçük detayların arasında yüzmeye ve ardından da boğulmaya ihtiyacım vardı. Artık unutmak büyük bir kayıp olurdu. Zira en kıymetli hakikate yenice kavuşmuştum.

Bütün her şeyi geçtim, tüm bu hakikat karşısında diğerlerinin yüzüne nasıl bakacaktım? Kedere boğulmadan nasıl seyredecektim her bir yüzü? Benim yerime başkası tarafından tamamlanan bu hayatı utanmadan nasıl yaşayacaktım?

Kötülük tohumlarını yere serpen kişinin babam olması nedense kendimi sorumlu hissettiriyordu; utanıyordum. Bana ait olmasına rağmen hiç emeğim olmayan bu hayatı yaşamaya çekiniyordum; utanıyordum. Bu hayatı yaşamak ve fedakârlık yapmak isteyen kişilerin arasında kendime bir yer bulup savaşmak hakkım değildi sanki. Benim layığım insanlıktan uzak, ıssız bir yerde bu utançla yüzleşmekti.

Kirli yüzlerin arasında gerçeği görebilmeyi umuyorduk. Benim eriştiğim gerçekse o yüzlerden daha kirliydi; hiçbir şeyin hiçbir zaman ulaşamayacağı bir kirliliğe sahipti. En azından benim hissettiklerim bu yöndeydi. O kiri ne arındırırdı? Yeryüzünde o kiri arındırabilecek bir şey var mıydı, bunu bilemiyordum.

Zaman ne aleyhime ne de lehime işliyordu. Artık zamandan kopmuştum. Zamanın geriye akması da ileriye sarması da önemsizdi. Zira ne olursa olsun yaşayacağım şeyler belliydi. Bu acı, ya günün birinde tadacağım bir zehir olacaktı ya da daha önce tatmış olduğum bir zehir.

Odanın kapısı tıklatıldı. Rüzgârın kuruttuğu yaşlarını elimle hızlıca temizledim. Ben balkonun kapısına geçene kadar odanın kapısı hafifçe aralanmıştı bile. Atlas ile göz göze geldik.

"Müsait misin?"

Cevap beklemeden odanın içine girdi. Odaya geçmek yerine balkonda biraz önce durduğum yere geçtim. Atlas da sessiz adımlarla peşimden geldi.

Nasıl davranacağımı bilememiştim. Titrek bir nefes aldım. Atlas ona bakmam için omzuma belli belirsiz dokundu. "Özür dilerim. Seni oyaladığımızı düşünmüşsün. Öyle bir amacımız yoktu. Tek gayemiz seni başına gelebilecek belalardan korumaya çalışmaktı."

"Sizin bir suçunuz yok," dedim konuşmayı becerebildiğimde. "Bu, öğrenildiği zaman duraksamadan, hızla harekete geçmeyi sağlayacak bir hakikat değil."

"Senden kralın için bir hediye getirmeni beklerdim," dedi Atlas. "Özellikle de böylesi bir günde elinin boş gelmesi hiç hoş değil."

Atlas'ı tanımak, anlamak ve çözmek bazen çok kolaydı. O, bazı zamanlar bir çocuk masalına benziyordu. Beni, hakikati konuşmaya zorlamak yerine konuyu farklı yere saptırması yüreğime su serpmişti. Zira şu an, hakikati ve ilerisinde olacakları hiç mi hiç konuşmak istemiyordum.

"Bugünün nesi var ki?"

"Kralına dair hiçbir şey bilmemen hiç hoş değil," dedi. "Ah, pardon! Ben senin kralın değildim, değil mi?"

Kendime engel olamadım. "Sanırım artık kralımsın." Sonuçta bu diyar bana aitti. Unutmaya çalıştığım gerçek her noktadan beni kuşatmayı başarıyordu.

"Kötü bir denk geliş," dedi Atlas. "Bugün doğum günüm. Bu günde böylesi bir haber almanı hiç istemezdim. Lakin Demitre konuşmaya hazırken ona engel olmak da istemedim."

"Bugünün doğum günün olduğunu bilmiyordum."

"Birbirimize dair neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz zaten." Atlas manalı manalı baktı bana. "Lakin biliyor olsaydın getireceğin hediyeyi tahmin etmek hiç güç değil. Bana hangi çiçeği layık görüyorsun?"

"Çok kabasın," dedim. "Madem hediye fikirlerimi beğenmiyorsun o hâlde sana asla hediye vermeyeceğim."

Atlas'ın daha fazla ayak uydurmaya gücü yetmedi. "Yorgun görünüyorsun. Biraz dinlen Alisa. Yeni gün doğunca istediğin şeyi yapmakta özgürsün."

"Dinlenmem mümkün değil. Uyuyabileceğimi hiç sanmıyorum. Beni anlamaya çalış. Hatta ne var biliyor musun? Gel, doğum gününü kutlayalım. Henüz yeni gün doğmadı. Daha vakit var. Bana söz vermiştin! Hadi, bugün sözünü yerine getir ve beni, bir yere, güzel bir yere gün doğumunu izlemeye götür."

"Doğum günümü kutlamak için arzuna kavuşasın diye seni güzel bir yere götürmemi mi istiyorsun? Doğum günü çocuğu benim. Bunları senin yapman gerekiyor."

Onun sözlerinin üstünde durmadım. "Saraydan çıkabilir miyiz? Yoksa burada kalmamız daha mı sağlıklı?"

"Bugünlük sınırları senin için genişletebilirim."

Odaya doğru geçtim. "Diğerleri nerede?"

"Diğerleriyle görüşmeye hazır mısın ki?"

Bilmem. Sanırım değildim. "O hâlde yalnızca ikimiz gidelim." Yakalanmaktan, konuşmaktan korktuğum kişilerin sayısı çok değildi aslında. Öte yandan hepsiyle, özellikle de Perla ile görüşmek için an kolluyordum. "Yalnızca Perla'yı yanımıza davet etmek kabalık olur, değil mi?"

Odaya giren Atlas odaya şöyle bir göz gezdirdi. "Onlar yerine benimle görüşmen yeterince büyük bir kabalık."

"Seni azarladığımı düşünebilirler."

"Eminim öyle düşünürler Alisa. Seni Büyülü Orman dışında bir yere götüremem. Bölgenin, şehrin en korunaklı yeri orası."

Benim için yeniden Büyülü Orman'a gitmek hiç sorun değildi. O yüzden Atlas'ın oluşturduğu geçitten geçtik. Kendimi uzunca sürenin ardından, yeniden, Büyülü Orman'a ilk geldiğim yerde buldum. Mor yoğunluklu ışıkların, parıltıların arasından geçip Helris Ağacı'nın altına ilerledim. Şelalenin şırıltısı çoktan kulaklarıma ulaşmıştı. Bugün, o günün aksine yerler ıslak değildi. Güzün ortasına ulaşmamıza rağmen Demitre sayesinde Orman, bir yaz akşamı sıcaklığına ve diriliğine sahipti. Ağacın altına geçip oturdum. Atlas yanımdaki yerini aldı. Bir süre sessiz kaldık. Sanırım Atlas önce benim söze girmemi istiyordu.

"Demitre bu ormanı besleyecek güce hâlâ sahip mi?"

"Elbette," dedi Atlas. "Onun gücü yalnızca Tohum'un varlığından meydana gelmiyor. O, sandığından daha güçlü birisi. O yüzdendir ki, Orman hep aynı kalacak."

"O yaşadığı müddetçe."

"Sonrasında onun yerini dolduracak birisi bulunur," dedi Atlas. "Orman'ın geleceği seni korkutmasın. İnancım buranın hep aynı kalacağı yönde."

Gök, burada, kendini siyahlara teslim etmek yerine laciverte bulanmıştı. Yıldızlar fazla fazla ve parlak parlaktı. Öte yandan bu kusursuz manzarayı kirleten hüzme ve yarık giderek büyümüş ve genişlemiş, göğü esir altına almaya başlamıştı. Şehirde, sarayın orada hüzme ve yarık böylesine belirgin değildi. Nedense Büyülü Orman'ı kucaklayan gök, hüzme ve yarıktan kendini kurtaramamıştı.

Yerimden kalktım. Helris Ağacı'nın yan tarafında uzanan bitkilere ve ağaçlara yanaştım. Sıra sıra dizilmiş ağaçların arasında kaynayan ama benim hemencecik gözüme çarpan Lerink, ay ışığı altında, insanı hayran bırakacak bir güzelliğe sahipti. Öyle güzel parlıyordu ki. Kırmızı ışıltıları âdeta bir düşün yarattığı sıcaklığa sahipti. Çiçeğin bir tanesini kopardım. 25 Ekim'i, bu özel ve biraz da acı dolu günü, çiçekler olmadan bitiremezdik.

Atlas'ın yanına döndüm. Lerink'i ona uzattım. "Her ne kadar çiçekleri küçümsüyor olsan da, bu özel günde bir çiçeği hak ediyorsun. Doğum günün kutlu olsun Atlas."

Sonrasında o güne doğru yolculuk ettik. O günü andık ve o günü yeniden yaşadık. Fakat gerçekliğe dönme vaktimiz geldi. Büyülü Orman'ın havası, bana nefes verdi, yaşananları konuşma cesaretini de yanında getirdi.

Gerçeklerden çekinen tarafım konuşmaktan kaçıyordu. Kabullenip yol almaya meraklı tarafımsa konuşmak, fikir ve düşünceleri duymak, dert yanmak için sabırsızca bekliyordu. Benim hangi tarafa doğru çekileceğim belliydi. Zira merak, benim için, hiçbir zaman kaybeden tarafta yer almazdı.

Elim istemsizce elbisemin pileleri üstünde dolaşıyordu. "Ne zaman öğrendin?"

"Tünele gittiğimiz gün," dedi Atlas. "Koruyuc ruhun, Efendi Ruh olduğunu açıkladıktan sonra gerçeği benimle paylaştı. Onun yardıma ihtiyacı vardı. Ulaştığım hakikatse beni yardıma muhtaç bıraktı ve gerçeği Valmir ile paylaşma kararı aldım."

"Demitre bilmek isteyeceğimden daha fazlasını benimle paylaştı," dedim. "Şu son iki günde buranın geçmişiyle ilgili haddinden fazla bilgi öğrendim."

"Öğrendiklerin seni rahatsız etmiş. Oysa öğrenmeye pek meraklıydın."

"Merakım hâlâ diri ama merakıma eşlik eden isteğim sönmüş vaziyette. Diğerleri gerçeği ne zaman öğrendi? Onlara gerçeği nasıl açıkladınız?"

"Ruberya sayesinde," dedi Atlas. "Valmir bu yüzden Ruberya'yı kullanmak istemedi. Yapılan büyünün detaylarına sahip Ruberya, tüm hakikati de kendi bedeninde saklıyordu. Ruberya'nın içeriği halka duyuruldu. Böylece herkes, tüm diyar, gerçeği öğrenmiş oldu. Lakin inanmayan kişiler epey fazla. Olayda adı geçen Baba Ran'ın böylesi bir işe kalkışmayacağını savunuyorlar."

"Herkes mi öğrendi? Alsondro sahipleri ve halkı da mı öğrendi? Ayrıca Lena ve Henna Hanım'ın gerçeği biliyor oluşu beni hiç şaşırtmadı. Özellikle Lena bir tuhaftı. Fakat Kunter ve Narya gerçeği biliyor gibi değildi."

"Gerçeği bilmeyenler yalnızca siz üçünüzdünüz. Ruberya kullanılınca annemi ve Lena'yı yanınıza gönderdim. Zira düşmandan bir atak bekliyordum. Not yollanmasını, Ruberya'nın içeriği Antropedos'a ulaşamasın diye engellemiştim. Gerçeği sana Demitre açıklamak istiyordu. O yüzden Kunter ve Narya'nın hiçbir şeyden haberi yoktu. Bugün, senin gerçeği öğrendiğin vakitlerde onlar da gerçeğe kavuştu."

"Alsondro sahiplerinin tepkisi ne oldu?"

"Her şeyin netleşmesi herkesin işine geldi. Ezra, Katrin halkını Antropedos'a götürmeyi teklif etmişti. Alsondro sahipleri kendi bölgelerinden geçilmesini kabul etti. Hatta yolları bizzat kendilerinin koruyacağını bildirdiler."

"Bunları duymak güzel," dedim. "Yine de ben bu konuda sizin kadar rahat değilim. Geçmişte yaşananları öğrendim. Henna Hanım da bu durumu hiç onaylamıyor. Onun savunduğu sebebi anlayamadım ama ben de onunla aynı fikirdeyim. Herkesi öylece o şehre sokamazsınız. Narya bir yöntemden bahsediyordu. O yönteme başvuracak mısınız?"

"Annem, geçmişin gölgesinin insanlığın peşini bırakmadığını düşünüyor. Aynı şeylerin yeniden yaşanmasından korkuyor. Kabul et ya da etme, Antropedos sana ait. Annem de bu yüzden senin zarar görmenden korkuyor."

Henna Hanım, öldürülmemden korktuğu için mi öyle sert bir tepki vermişti?

"Ayrıca Monar Sistemi'ni elbette kullanacağız. Eli Ran'ı destekleyen, kollayan onca insan varken herkesi sorgusuz sualsiz Antropedos'a göndermek kıyım olur."

"Savaşın Antropedos topraklarına sıçramayacağının bir garantisi var mı?"

"Yok," dedi Atlas. "Savaş önce burada başlayacak. Timun Bey buraya sahip olmadan bu topraklardan çekip gitmeyecektir. İlk önceliği burayı ele geçirmek olacaktır."

"O nerede? Hâlâ kendi sarayında mı?"

"Evet. Yapılan hazırlıkların sesini duymamak için sağır olmak gerekir. Yanında Eli Ran olduğu için sakin ve rahat hareket edebiliyor. Nitekim çoktan halkın büyük bir kısmı Almedal Sarayı'na doğru, Timun Bey ve Eli Ran'ın yanına, onların yanında yer almak ve onları savunmak için yol aldı. Şehrin bu kısmı neden bu kadar sessiz sanıyorsun?"

Gelişmenin korkunçluğu inanılmaz boyuttaydı. Tüm bu gelişmeler sönmeye meraklı yüreğime istediği şeyi veriyordu.

"Bunun en büyük sebebi, Ruberya kullanıldıktan sonra artık Eli Ran'ın kararlarına itaat etmeyeceğimi bildirmemdir."

Bu da demek oluyordu ki, savaşta ruhlara ihtiyaç vardı, hem de hiç olmadığı kadar. İnsanların topraklarını ruhlarla beraber savunmak trajikti. Ezra'nın Katrin için insanlardan daha fazla emek sarf etmesi öğrendiğim şeylerden sonra normal gelse de, insanların ipin ucunu tutmuyor oluşu hiçbir zaman normal ve anlamlı gelmeyecekti.

"Demitre'nin bana yaptığı tekliften haberin var mı? Onunla konuşmuş muydun?"

"Demitre'nin ruhların başına geçmeyecek oluşu bana veya onu tanıyan kimseye sürpriz olmadı," dedi Atlas. "Yorgun ve dinlenmeyi hak ediyor."

"Eğer teklifini kabul edersem gücünden vazgeçecek. Bu, onu korkunç bir hastalığa itelemek olmaz mı?"

"O, esaretten kurtuldu. Ruhu, artık ruhlarla birlikte değil. Tohum'un gücü bu saatten sonra ona güç vermek yerine yalnızca sefalet verecektir. Zira gücün kendisinde oluşu ama bir işe yaramaması ona bunca zaman çektiği acıdan daha büyük bir acı veriyor. Onunla konuştum ve tüm bu yargılara onun sözleri sonucunda ulaştım."

"Çekip gidersem ne olacak ya?"

"Gitmeye karar vermen geride bırakacağın şeyleri önemsemediğin anlamına gelir, Alisa," dedi Atlas. "O yüzden bırak da bunu, geride kalanlar olarak biz düşünelim."

"Gidersem mesut bir şekilde ayrılmayacağım."

"Ezra seninle konuşmak istiyor. Kararını vermeden önce onu dinlemeye ne dersin?"

"Beni ikna etmeye mi çalışacak?"

"Ezra ile uzunca bir zaman geçirdiniz. Bu esnada onu tanımışsındır diye düşünüyordum," dedi. "Nitekim ben, onunla çok az vakit geçirmiş olmama rağmen onu tanımakta güçlük çekmedim. Lakin dolu zihnin bazı kabiliyetlerini elinden almış ya da onları kullanılmaz hâle getirmiş. O, gücünden yararlanmak istemiyor. Ruhlara karşı hissettiklerin yalnızca içindeki parçanın bir etkisi değil. O hisleri tohum parçası değil, yüreğin yaratıyor. Ezra'nın, tohumun gücünden ziyade senin yüreğinde barınan hislere ihtiyacı var gibi görünüyor."

"Demitre ruhlarla olan yolculuğundan bahsetmedi mi?" diye sordu. "Onun bedeni tohumun basit bir parçasına sahip değilken bile yüreği ruhlarla birlikteydi. Tohum'a ulaşması ve Tohum'dan kendine pay çıkarması ne içindi? Ben, dünyaya gelişimizin arkasında yüce bir mana olduğuna inanlardanım. Yaratıldım çünkü bana biçilmiş bir görev vardı. Belki de, bu da senin görevindir. İsyan etmek yerine elindeki gücü iyiye kullanmaya ne dersin?"

Atlas derin bir nefes aldı. "Acını yaşa ve ardından bir kraliçe olduğunu hatırlayıp eline kılıcını alıp görev başına geç Alisa. Diğer türlü ömrümün sonuna dek seni yargılayacağım."

Atlas'ın beni teselli etmek yerine silkelemeyi tercih etmesinden kısa, oldukça kısa bir süre sonra saraya geri dönmüştük. Ezra ile konuşacaktım. Sonra biraz dinlenecek ve Demitre'nin yanına uğrayacaktım.

Ben onunla baş başa konuşuruz sanıyordum ama o, sorun olmayacaksa Valmir'i de yanına alacağını söylemişti. Bense, belki Bilge'nin bana söyleyecek birkaç sinir bozucu cümlesi vardır diye bu teklifi kabul etmiştim.

Ezra çalışma odasında konuşmayı teklif etmişti ama ben, o yerin bizi resmiyete sürükleyeceğini düşünmüş ve teklifi reddetmiştim. Görüşme büyük salonda gerçekleşecekti. Kendimi hazır ettikten sonra odadan çıktım. Lara kapının yanı başında eskisi gibi dikiliyordu. Onu görmeyi beklemediğim için şaşırdım. Bana dönüp saygıyla eğildi. "Hoş geldiniz Efendim."

"Lara, seni görmeyi beklemiyordum."

"Yoksa benim de halkın ve ordunun bir kısmı gibi düşman topraklarına doğru gittiğimi mi düşünmüştünüz?"

Bu aralar herkes çok tuhaftı. Utanmasam onun mutlu olduğunu, hem de daha önce hiç görmediğim derecede mutlu olduğunu söyleyecektim. Fakat bu zamana hiç yakışmayan bu mutluluğu garipsediğim gibi bunu dile getirmeyi de garipsedim ve sustum.

"Ordudaki askerler de mi Timun Bey'e katıldı?"

"Bir kısmı," dedi Lara. "Görmezden gelinmeyecek kadar büyük bir kısmı."

Lara eliyle koridoru işaret etti. Ona uydum ve beraber büyük salona doğru ilerledik.

"Acaba Baba Ran'dan korktukları için mi böyle bir karar alıyorlar?"

"Bilemiyorum Efendim. Lakin dürüst olmak gerekirse sebep ne olursa olsun aldıkları kararı doğru ve masum bulmuyorum."

Tehdit falan mı ediliyordu bu insanlar? Ordunun dağılması bizim için olduğu kadar askerler için de kötüydü. Bir zamanlar sırt sırta dayayan insanlar şimdi farklı cephelerde cenke mi girecekti?

Büyük salonun önüne geldiğimizde durduk. Lara birkaç adım geriye gitti. "Bir şeye ihtiyacınız olursa diye burada bekleyeceğim."

"Teşekkürler Lara."

Salona geçtim. Ezra ve Valmir çoktan salona gelmiş ve yerlerine yerleşmişti bile. Valmir'in oturduğu, Ezra'nın hemen kenarında dikildiği koltuğun karşısındaki koltuğa oturdum.

"Alisa," dedi Valmir. "Doğrusu tüneldeki hâlinden daha iyi görünüyorsun."

"Atlas ile konuşmak bana iyi geldi. Şimdi ise verdiğim kararın hafifliği var üstümde."

"Öyle mi?" diye sordu Bilge, şaşkınca.

Yeni gizemlere, sırlara ve yalanlara gerek yoktu. Artık, ilerleyeceğimiz yola sözlerimiz ışık tutmalıydı.

"Kalacağım," dedim. "Bir kez tadına baktığım şeyin yeniden tadına bakmama gerek yok. Bana ait olanı almak en doğrusu olacak. Ancak yine de Alisa ile iletişime geçmek istiyorum Ezra. Bana yardımcı olursun umarım. Eğer onun yüreği benim isteğimden daha farklı bir arzuya kapılmışsa ne yaparım bilemiyorum. Umarım o da kendisine ait olanı almayı doğru buluyordur."

"Desene o zaman, şu vakitte söylemek istediklerim hiçbir zaman ağzımdan çıkmayacak."

Demek ki Valmir, kararsızlık içinde kalsaydım ya da diğer yolu tercih etseydim, tam da tahmin ettiğim gibi sivri diliyle beni kendime getirmeyi planlıyordu.

Ezra'da görmeyi dileğim mutluluğun, kıvancın minik, silik bir gölgesini dahi göremedim. Odada, omuzlarına binen yükün altında değil de, o yükün varlığı yüzünden ezilen tek kişi ben değildim.

"Efendi Alisa ile iletişim kurmanıza yardımcı olacak yol hazır. Birkaç gün içerisinde, eğer uygun bir an bulabilirsek oraya sizi götüreceğim."

"Bu isteğinden bihaberdim Alisa," dedi Valmir. "Gerçeğe kavuşmuş olmana rağmen, yine de bu yola girmeye gerek görüyor musun?"

"Alisa bu gerçeği keşfedememiş olabilir. Onu orada, öylece bırakmak içinize siniyor mu? Ben buna göz yumamam. Gerçeği bilmiyorsa da, öğrendiği zaman benim tercih ettiğim yoldan ayrı düşecek bir yola sapmaz herhâlde. Gerçeği öğrenmek ve yürüyeceği yolu seçmek onun da hakkı."

"Ya yollarınız ayrı düşerse, o zaman ne olacak?"

"Bilmiyorum Valmir," dedim. "Fakat Alisa neden o hayatı reddetsin ki? Burada bulamadığı sevgi, kendi ailesi tarafından ona verilmek için bekliyor. Neden kukla gibi oynatıldığı sahte bir hayatı tercih etsin ki?"

"O hâlde yolunda durmak benim gibi birine yakışmaz. Yol da hazır olduğuna göre müsait bir anda arzuna kavuş."

"Demitre'nin yanına uğradıktan sonra Antropedos'a mı döneceğiz?"

"Siz döneceksiniz," dedi Valmir. "Orası artık senin şehrin. Bir de orada, hiçbir yerde olmadığından daha güvendesin Alisa. Düşman, kelimenin tam anlamıyla senin peşinde. Evvela hareketlerine ve alacağın kararlara dikkat etmen lazım."

"Ayrıca," dedi Valmir, "Katrin halkı Alsondro topraklarından geçip Antropedos'a gelecek. Şehrinin başında durup gelen insanları karşılamak isteyebilirsin. Monar Sistemi'nin bir diğer noktası da Antropedos'a kurulacak. Sistemi takip edecek, ruhlardan oluşan sağlam bir grup oluşturmalısınız."

Son sözlerini söyleyen Valmir yanımızdan ayrıldı. Yapılması gerekenler bir hayli çoktu. Kendimi hiç mi hiç hazır hissetmiyordum. Gerçeğini görmeyi reddetteğim melalimin gölgesi peşime takılmıştı. Şu saatten sonra yürüyeceğim yola odaklanacaktım. Sanıyorum ki o yol, kaçındığım yeisin, hüznün, o derin acının bazen gölgelerini bazen de emsallerini karşıma çıkaracaktı.

Fecir vakti çoktan gelip çatmıştı. Uyku, kollarını uzatmıştı ama bu günlerde, bu sarayda o kollara sığınacak pek insan yoktu.

"Ezra," dedim. "Ne de olsa Antropedos'a seninle döneceğim. Hazanın son zamanlarını ve koca bir kışı orada birlikte geçireceğiz gibi görünüyor. Demem o ki, konuşmak için bolca vaktimiz olacak. Şimdi, burada kalacak olanlar ile görüşüp konuşmayı ve ardından Leydi Demitre'nin yanına uğrayıp kararımı bildirmeyi istiyorum."

"Nasıl isterseniz Efendim."

Salonun kapısını açıp Lara'ya seslendim. "Mirasçılar eğer uyumuyorsa, onları buraya çağırır mısın?"

"Elbette Efendim."

Anladığım kadarıyla Lara kaldığıma epey sevinmişti. Bir de burası onun topraklarıydı. Savaşacak yeni kişiler görmek, ki bunlar ruhlar oluyordu, onu elbette mutlu edecek, şu kara ve uğursuz vakitlerde yüzünde tatlı bir tebessümün oluşmasına neden olacaktı.

Ezra bana alan açmış ve salonu terk etmişti. Gün, kuş cıvıltıları ve yumuşak bir rüzgâr eşliğinde doğmuştu. Yaprakların yerde yatan cansız bedenleri tatlı esintinin itelemesi sonucu birkaç karış öteye yuvarlanıyor, sonra kıpırtısız orada duruyordu.

Pencereden içeri dolan güz havası ağır bir acılık taşımıyordu. Hatta öyle ki, kuru yaprakların kokusunu değil, kışın o ferah ve temiz kokusunu içeri taşıyordu. Esen rüzgâr buram buram kış kokuyordu. Neydi ki bunun sebebi? İlerlerde, dağların ucuna yerleşmiş ve oraları terk etmemeye yemin etmiş beyazlıklar mıydı?

Şanslıydım. Savaşın başlaması benim sonumu getirecek olsa bile bu diyarın, doğduğum toprakların dört mevsime eşlik eden hâllerine şahitlik edebilmiş olacaktım. Buraya geldiğimde yazdı. Etraf çiçeklerin parıltılarıyla şenlenmiş hâldeydi. Şimdi ise, güzün ortasında, yaprakların ölümüne şahitlik ediyordum. Bir yandan da kendine has kıyametiyle gelecek olan kışı bekliyordum. Sonra ise bahar gelecekti. Eğer bana biçilmiş zaman, baharın gelişiyle son bulacak olsa da, buralara uğrayan baharın çiçek kokan nefesini duyup öyle gidecektim.

Kapı, hafif gıcırtısı ile açıldı. Arkamı döndüm. Perla koşa koşa içeri girdi ve yanıma dek âdeta zıplaya zıplaya geldi. "Alisa!" Birkaç hafta önceki gibi, yine bu salonda sıkı sıkı sarıldık. "Antropedos'a döndüğünü düşünmüştüm."

"Sizi görmeden gitmek istemedim."

Sonra aniden yaşamayı unutmuş gibi bir acemilik sardı bedenimi. Aynı acemilik onun harelerinde de titriyordu.

Yalnızca, içinde bulunduğum durumdan, o tatsız acemilikten kaçmak için ağzımdan bir soru çıktı. "Diğerleri nerede?"

"Pamir birazdan gelecek. Aren ile belki baş başa konuşmak istersin."

"O gelmeyecek mi?"

Perla yanıt vermedi. Beni kolumdan tutup koltuğa doğru çekiştirdi. "Bana biraz nasıl olduğundan bahset. Sonra Aren'in yanına gidersin."

"Ben... iyiyim herhâlde." Kendimden kaçabilsem bile Perla'dan kaçamayacaktım. "Bir süre düşünmemeye çalışacağım. Yakalamaya çalıştığım hakikat beni hazırlıksız yakaladı."

"Ruberya'nın taşıdığı hakikat herkesi sarstı. Bir süredir sizi, sen ve diğer Alisa'yı düşünmeden edemiyorum. İnsafsızca bedenlerinizin kullanılmış olması çok kötü. Ayrıyeten, diğer Alisa ile dargın ayrıldık. Şansım olsaydı ona veda etmek, özür dilemek isterdim."

"Ben onunla görüşeceğim," dedim. "Ezra bana yardım edecek. Yüreğinin taşıdığı pişmanlığı ona bildiririm. Lakin senin de bir suçun yok Perla. O kararları Alisa'nın aldığını düşündün ve ona göre hareket ettin."

"Görüşecek misin? Sahiden mi? Ne zaman?"

"Yakın bir zamanda. Tarih tam belli değil."

"Sen gideceksin diye yüreğim kederle taşıyordu. Artık kalacağını biliyorum. Şimdi ise diğer Alisa'ya hiçbir zaman ulaşamayacak olmak beni üzüyor."

Benim, ailem sandığım insanlara veda ettiğim gibi, onlar da dost belledikleri Alisa'ya veda ediyordu. Güz, çekip gitmeden hislerimizi de kurutmuştu.

"Ona, içinde kalan her şeyi söylerim. Endişen olmalısın. Fakat zaten o, tüm bunları artık biliyor olmalı. Ben, nedense Alisa'nın her şeyi bildiğini düşünüyorum. Bence size kızgın değildi. Öyle ki, sizi uyarmak için Kunter'e not yollamış."

"O notun hepimize bir uyarı olduğunu mu düşünüyorsun?"

"Evet," dedim. Bu sırada salonun kapısı açıldı. Pamir yine ilk zamanlardaki gibi çekinerek girdi içeriye.

Bazı hislerin ve bu bedenlerin yeniden yabancı olmasına müsaade etmeyerek ayağa kalkıp Pamir ile sarıldım.

"İyi ki Alsondro'da hain damgası yediğin zaman seni yalnız bırakmamışım. Yoksa koca şehre sığmayan bir ırkı karşıma almış olacaktım."

Perla, Pamir'in ortamı yumuşatma çabasına güldü. Lakin bu, her zamanki gibi bir gülüş değildi. Daha anlamlı, daha yoğun bir gülüştü. Sonra elini bana uzattı. "Yüzüğüm nasıl Alisa? Pamir ile evleniyoruz." Daha önce fark etmediğim bir yüzük ışıl ışıl parlıyordu Perla'nın parmakları arasında. "Tabii önce savaşın sona ermesini bekleyeceğiz."

"Tebrik ederim," dedim coşkuyla. "Bu çok güzel bir haber. Bu haberi bana daha önce vermeni engelleyen Atlas'ı asla affetmeyeceğim."

"Aslında Atlas not yollanmasını engellediği zamanlarda bize hak tanıdı. Bu haberi bekleten bizlerdik. Sanırım şu an da söylemek için uygun bir an değildi ama kendimi daha fazla tutamadım."

"Tam zamanında verdin haberi Perla," dedim. "Bu yolda yürürken her zamankinden fazla umuda ve güzel habere ihtiyacımız var."

Perla derin derin gülümsedi. "Baharda, galibiyet kutlamasının yanı sıra başka bir kutlama daha yapılacak."

Bir süre salonda oldukça hoş, bana keyif veren bir muhabbete daldık. Hangi şartlar altında olursak olalım Perla ile konuşmak içimde dalgalanan denizin sularını ısıtıyordu.

"Ben bir de Aren'in yanına geçeyim. Özellikle onunla konuşmak istiyordum."

"Sonra Antropedos yolu seni bekler, değil mi?"

"Evet, Leydi Demitre'nin yanına uğrayıp Antropedos'a geçeceğim. Fakat artık daha sık görüşürüz diye umuyorum."

"Umarım dediğin gibi olur."

"Bu arada Narya orada güzel vakit geçiriyor. Aklın onda kalmasın Perla."

"Ah, hatırlattığın iyi oldu," dedi Perla. "Artık ruhlara efendilik yapacağına göre Narya bu haberi doğrudan seninle paylaşacaktır."

Ona soran gözlerle baktım.

"Narya, Alsondro'da büyü eğitimi almak istiyor. O, zaten büyülerin süslediği bir yolda yürümeye meraklıydı. Yaklaşan savaş onun bahanesi oldu. Kendisini orada savaşa hazırlayacakmış. O gün, beni yanına çağırdığında bu isteğini dile getirmişti."

"Dönünce onunla detaylıca konuşayım," dedim. Sonra ise salondan çıkıp Lara'nın yönlendirmesiyle Aren'in bu sarayda konakladığı odanın önüne geldim. Kapıyı hafifçe tıklattım, cevap beklemeden odaya girdim.

Gün doğmuş olmasına karşın epey karanlık olan odada, odaya ışığın hafifçe girmesine müsaade eden bir pencerenin önünde bir başına dikilen Aren'i gördüm. O, dönüp bana bakmadı.

"Aren," diye seslendim.

Sesimi duyunca irkildi. "Dalmışım, geldiğini duymadım. Salonda bekleseydin, gelecektim zaten yanına."

"Bir süredir Perla ve Pamir ile salonda muhabbet ediyorduk. Bize katılmayınca meraklandım."

İçeri yansıyan gün ışığı yüzünün bir kısmını aydınlatmış, gözlerinin kahvesine hoş bir sıcaklık vermişti.

Dostça sarıldık. Belki bu son dostça sarılışımızdı. Yüreğimiz, içine yerleşmeye çalışan hakikate izin verirse bu saatten sonra birbirimizi kardeş gibi görecektik.

"Seni daha fena bir hâlde göreceğimi sanırdım," dedi. "Hakikati kucaklama konusunda hepimizden ustasın."

"Bunlar görünen kısım. Fakat elden ne gelir Aren? Hakikatin getirdiği hislerin hepsini yaşamaya mahkûmuz."

"Bu diyar seni de acıya alıştırmış," dedi. "Artık üzüntüye ağlayarak karşılık veren kişi neredeyse hiç yok."

"Ben buraya geldiğimde de böyleydim, unuttun mu?"

"Unutmak ne mümkün? Lakin o zaman dokunsam ağlayacak hâldeydin. Şimdi ise gözlerin belirsizliğin, tutunamamanın titrek gölgelerini taşımıyor."

"Eğer seni rahatlatacaksa biraz ağladım Aren," dedim. Fakat bunu gülerek söylediğim için beni ciddiye almamış olmalıydı. "Sizi görmek bana iyi geldi. Biraz sarsılmıştım ama şimdi daha iyiyim."

Aren'in bana değen bakışları hüzün doluydu."Artık evine döneceğini söyleyerek seni rahatlatamayacağız."

"O hâlde, artık, en azından evindesin, diyerek rahatlatırsınız."

Rüzgârın yavaş ve sakin tınısı feryat etmek isteyen bizleri dinginliğe davet ediyordu. Rüzgârın sakinliğini koruduğu vakitlerde, biraz meyve bahçelerinde geçirilen sıcak yaz akşamları muhabbetlerine, biraz tekinsiz bölgelerde gerçekleşen titrek nefesli muhabbetlere daldık. Muhabbet sona erdiğinde ikimiz de sergüzeştlerimizden koptuk ve gerçekliğe döndük.

Odadan çıkmadan evvel yeniden sarıldık. "Hoşça kal Aren," dedim. "Bir sonraki sefer seni daha iyi görmek istiyorum."

Koca sarayın içinde Ezra'yı aramaya gerek yoktu. O zaten kapının hemen yanında beni bekliyordu.

"Leydi Demitre'nin yanına gidebiliriz," dedim. "Beni daha geç vakitte görmeyi bekliyor olmalı ama kararımı vermişken onu daha fazla bekletmeyelim."

Ben böyle deyince Valmir'in yanına, bize geçidi oluştursun diye, geçtik. Valmir el çabukluğuyla geçidi oluşturdu. Önce Ezra geçti, sonra ben. Leydi Demitre'nin bulunduğu kola gelinceye dek ana hatta yürüdük. Tünelin içi muhafız doluydu. Korumaya dair bir şey gördükçe korkum kendini belli ediyordu. Yine de sakin kalmak için kendimi telkin ettim.

Bizi Leydi Demitre'nin yanına götürecek kola girdiğimizde kalbim tekledi. Tuhaf bir heyecan bedenimde kol gezdi. İnsanı ürperten, geren bir heyecan değildi bu. Hoş, ılık bir heyecandı.

Leydi Demitre dünkü yerinde huzurla oturuyordu. Bizi görünce gülümsedi. "Kararını bu kadar erken vermiş olman beni mesut etti Alisa. Daha fazla sabredemeyecektim." Avucunda sıkı sıkı tuttuğu yüzüğü bana uzattı.

Hazırlıksız yakalandım. "Lakin ben daha kararımı açıklamadım."

"Kararını bana bildirmene lüzum yok," dedi Leydi Demitre. "Kararını bildirmen gerektiğini söyleyen sözlerim bir kandırmaca idi. O kararı bana karşı dile getirmen manasız. Ben, üzerindeki sorumluluğu hisset ve ona göre karar ver diye sarf ettim o cümleleri. Yüzüğü al; ister parmağına tak, ister Ezra'ya, bir sonraki efendisine vermesi için, emanet et."

Bölüm : 07.02.2025 19:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...