Şems gökyüzünde belirlenen rotada ığıl ığıl dolanıyor; koca bedenini pamuksu bulutların kapamasına müsaade etmeyerek ışığını, yeryüzüne doğru bir güz vaktine nazaran epey keskince gönderiyordu. Hava kapalı olmaktan çok uzaktaydı. Bu öyle bir aydınlıktı ki, ölgün bitki zümresini dahi parlak parlak, diri diri göstermeye yetiyordu. Uzunca zamanlar öncesinde buraları terk etmiş olan kuşlar geri dönmüştü sanki; kuş cıvıltıları diğer günlere kıyasla müthiş artmıştı. Kuşların aksine buraları hiç terk etmeyen kuzgunsa hâlâ olduğu yerde duruyor, belli ki, çekip gitmeyi düşünmüyordu bile. Günlerin geçmesiyle birlikte etraftaki kuzgun sayısı da bariz bir şekilde artış göstermişti. Lakin Efendi Enda'nın ruhunu taşıyan kuzgunu tüm o kuzgunların arasından ayırt edebilme becerisi kazanmış bulunuyordum. İnanması güç ama gerçekten de o kuzgunun bakışları tuhaftı. İnsana, sanki, senin ruhunu ve o ruhun tekmil derinliklerini görebiliyorum, dermiş gibi bakıyordu. Onun bakışlarındaki tuhaf parıltıyı fark ettiğimden bu yana ondan çekinmeye ve bir noktada ondan korkmaya başlamıştım. Komikti ama onunla göz teması kurmamaya itina ediyordum.
Sadece birkaç dakika öncesinde yanımızdan ayrılan Narya bıkkınlıkla yanımıza geri döndü. Hiç oyalanmayıp dibimize kadar geldi ve ahşap masanın üstüne dizilmiş malzemelerle ilgilenmeye başladı. "Savaş ve dövüş teknikleri yerine büyüyle ilgilenme nedenimi hatırladım resmen! En azından dışarıda, kızgın güneşin altında seni yoracak ve bitap düşürecek eylemler sergilemek zorunda kalmıyorsun."
Henna Hanım kıkırdadı. "Ah, Narya! Şikayetlerin hiç bitmiyor doğrusu. Esasında haklısın da. Kışa doğru gittiğimiz vakitlerde bu sıcak nedir böyle?"
"Antropedos her daim diğer şehirlere kıyasla sıcak olurdu," dedi Lena. "Açıkçası Antropedos iyileşmeye başlamasaydı bugünler daha da sıcak geçecekti."
Olena kazanın içinde biriktirdiği jelle uğraşmayı kesti. "Antropedos'un iyileşmesine tanıklık ediyor olmak düşlerimin arasında bile bulunmuyordu. Doğa, umut etmeyi kestiğimiz için bizi utandırmaya çalışıyor olmalı."
"Doğa mucizelerle dolu," dedi Henna Hanım. "Lakin o mucizleri yaratan ve doğaya teslim eden biz insanlarız. Güzel bir gelişme yaşanıyorsa bizim sayemizde yaşanıyor, kötü bir gelişme yaşanıyorsa bizim yüzümüzden yaşanıyor. Lakin haklısın, umudu bedenimizden çekip aldığımız için birileri bize kızıyor olmalı."
"Her daim nasıl umut edebilir ki insan?" diye itiraz etti Narya. "Umutsuzluk da yaşamımızın bir parçası değil mi?"
"Elbette öyle," dedi Lena. "Lakin biz duygularını sapkın yaşayan varlıklarız; dozu bir türlü ayarlayamıyoruz. Bizim yaptığımız umutsuzluğu yaşayıp sonrasında terk etmek değil ki. Biz, umutsuzluk ağına takılıyoruz resmen kızım. Tüm sorunlar bu aşamada doğuyor işte."
"Alisa," diye seslendi Henna Hanım. "Bugün biraz dalgınsın sanırım."
Okları büyüleme işime kısa bir ara verdim. "Dalgından ziyade yorgunum Henna Hanım. Bu aralar pek uyuyamıyorum."
"Bilge Valmir sana içecek hazırladığından söz ediyordu," dedi Henna Hanım. "İçmeye devam ediyor musun? İyileştin sanıp bırakmadın ya umarım. O içecekler düzenli tüketilmedikçe fayda etmiyor."
"İçiyorum ama düzenli kullandığım söylenemez. Aklıma geldikçe alıyorum, o kadar."
"Bana haber etseydiniz içmeniz konusunda sizi uyarırdım," dedi Olena. "Öncesi için yapabileceğim bir şey yok ama bugünden sonra düzenli bir hatırlatma yaparım size."
"Çocuk muyum ben?" diye sordum. Lakin o içecekleri düzenli içmediğime ve sağlığımı ihmal ettiğime göre, evet, öyleydim. Lakin odadaki kimse, benim düşüncelerimle uyuşan şeyler düşünüyorsa bile, sesini çıkarıp bir şey demedi.
"Kafan dolu, unutuyor olman çok normal," dedi Lena. Geldiğinden beri benimle doğrudan iletişime geçtiği kısıtlı anlardan biriydi bu. Gözlerindeki tedirginlik ve suçlayıcılık geçmiş değildi. "Birinin hatırlatması iyi olur. Güce fazlaca ihtiyacın var ve olmaya da devam edecek."
Üç gündür biz burada savaş için gerekli büyüleri hazır ederken Ezra yanına aldığı Kunter ile ruh ordusunun başında duruyordu. Diğer lider ruhlar bizimle birlikte değil de Ezra ve Kunter ile birlikteydi. Yalnızca Olena ruhları temsilen yanımızda duruyordu. Olena, koca bir orduya yön verecek kabiliyet ve olgunluğa sahipti, ki bu iş için seçilmişti. O, engin bir dinginliğe sahipti. Yüzünü çevreleyen zarafeti de buradan geliyor olmalıydı. Sözleri zarif, hareketleri acelesiz, bakışları işi çoğu zaman durgundu. Bizimle birlikte güzel vakit geçiriyor muydu ya da bizimle birlikte olmaktan dolayı memnun muydu, bu soruların cevabını o durgun ve de dolu dolu bakışlarında göremiyordum. Yönlendirilmeye alışık olduğu gibi yönlendirmeye de alışıktı. Ne yapacağımızı, ne yapsak daha iyi olacağını sürekli bizimle paylaşıyor, kendisi gibi zarif olan düşüncelerini bizimle paylaşmaya çekinmiyordu. Bu da onu kendime yakın görmeme neden oluyordu. Zira az konuşan insanlar beni çok geriyordu.
Lena ise buraya o konuşkan hâlinden arınmış da gelmişti. Şüphesiz onun suskunluğu iyi ve güzel şeylerin habercisi değildi. Bu farkındalık yüreğime çirkin renklere bürünmüş hisleri yerleştiriyordu. Korkuyordum. Korkum beni bir bataklığa doğru çekiyordu. Onunla baş başa konuşmaya ve ne olduğunu, neyi olduğunu öğrenmeye niyetleniyor ama ardından, yaşadığım korkunun sivri dalları bedenime batınca fikrimden vazgeçiyor, sessizliğimi sürdürmeye devam ediyordum. O ise artık atılgan değildi. İkimiz de yitirdiğimiz cesaretin kurbanı olmuştuk.
Henna Hanım ise aynıydı. Eskiden olduğu gibi, bazı anlar onu anlayamıyordum. Bu diyarda o da kendi gizemlerine sahipti. Lakin sahip olduğu gizemlerin sayısı artmış gibiydi. Dostu Lena'nın sessizliği, durgunluğu onu hiç rahatsız etmiyor; sanki her şey eskisi gibiymiş gibi yaşantısına devam ediyordu. Oysa Lena'nın aynı olmadığını, iyi olmadığını hepimizden çok o biliyordu. Lena ise dostuna bu sebepten ötürü sinirli veya dargın değildi. Onların bu hâlleri beni bir çıkmaza sokuyordu. Ne olduğunu asla anlayamıyor ama her zamanki gibi, öğrenmek için can atıyordum.
Narya masanın etrafından dolaşıp yanıma geçti ve okları büyüleme işini yanımda devam ettirmeye başladı. Masanın üzerindeki boşalmış kazanı Olena'nın getirdiği kazan ile değiştirdim. "Bu işin daha kolay bir yöntemi yok mu?"
"Elbette vardır," dedi Narya. "Fakat biz basit işler için büyüye gerek duymuyoruz."
Bu evrene giderek alışıyordum. Evime döndüğümde büyülerin yokluğunu hissedecektim. "Büyülerin varlığı beni uyuşuk birine dönüştürdü. Umarım evime dönünce çok sıkıntı çekmem."
"Büyüler bağımlılık yapıyor değil mi?" dedi Narya. "Bence de öyle. Ancak bu güzel bir bağımlılık. Ben her işi büyüyle yapmakta bir sakınca görmüyorum ama bölgemizin hâli ortada. Büyüğüm Perla sana birçok büyü öğrettiğini söylemişti. Neler öğretti? Kesin eğlenceli şeyler de öğretmiştir. Benim de bildiğim bazı eğlenceli büyüler var. Sana da öğretmemi ister misin?"
"Çok sevinirim," dedim. "Perla düşündüğün kadar büyü öğretmedi bana. İşlevsiz ama eğlenceli büyülerden bahsediyorum tabii. Onun öğrettikleri çoğunlukla şifa büyülerinden ibaretti."
"O, parıltılı şeyleri sevdiğini söylemişti. Lerink Çiçeği'ni sevme nedenini buna bağlıyor. Sana o çiçekten odana koyman için bir ışık kaynağı yapabilirim. Hatta nasıl yapılacağını da öğretebilirim. Yoksa zaten biliyor musun?"
Elimdeki fırçayı okun üzerinde gezdirdim. "Hayır, bilmiyorum. Perla öğretmek istediyse bile gerçekliğe çok hızlı bir dönüş yapmak zorunda kaldığımız için aklından çıkmış olmalı. Bunlar biraz, hatta bol bol boş zaman isteyen şeyler."
"Burada akşamları hiçbir şey yapmıyoruz," diye yakındı Narya. "O zamanlar öğretmek ve uygulamaya geçirmek için en uygun anlar. Herhangi bir akşam, müsait olduğumuzda yapalım bunu, ne dersin?"
"Burada biraz yalnız kaldın değil mi Narya?" diye sordu Henna Hanım. "Genç bir ruh bulmak kendimizi gençleştirmeye çalışmak kadar zor olacaktır. Lakin Ezra'ya neden sormuyorsun? Belki tanıdığı, senin de arkadaşlık kurabileceğin genç bir ruh vardır."
Narya istekle bana baktı. Bu nedense Lena'yı gülümsetti. "Her daim birilerine muhtaç hissediyorsun Narya. Etrafındaki insanlara böylesine bağlanman gelecekte senin için tehlikelere yol açacaktır."
"Anladığım kadarıyla Narya ruhlardan biraz çekiniyor," dedim. "Lakin bak, Olena ile ne güzel anlaşıyorsunuz! Endişelerin boşuna Narya; onlar da bizler gibi."
Olena, okları demir kutuya dizme işine ara verdi. "Bunu bilmiyordum. Ordudaki ruhlar görev odaklı oldukları için size uyum sağlayamaz ama şehir ruhlarla dolu Efendim. Endişelerinizden haberdar olsaydım sizi onlarla tanıştırırdım."
Tüm gözler Narya'nın üzerinde olduğundan Narya gerildi. Belki de, yalnızca, yabancı gözlerin ona bakması, onun endişlerini görmesi onu germişti. "Gerçekten çok isterim ama bilemiyorum. Ya onlar istemezse ve ayrıca, ben buraya bir görev için geldim, ruhlarla arkadaşlık kurmak için değil."
"Ruhlarla arkadaşlık kurma istediğiniz ruhların da hoşuna gidecektir," dedi Olena. "Zira bu, uzun zamandır insanların yüreğinde barınmayan bir arzu."
Tüm konuşma boyunca Lena bir saniyeliğine dahi bakışlarını benden ayırmadı. Elimdeki fırçayı kazanın yanına bıraktım ve yavaşça yerimden doğruldum. "Lena neden benimle bahçeye kadar gelmiyorsun? Hem biraz hava almış olursun."
Onu beklemeden bahçeye çıktım. Arkamdan gelen, biraz isteksizce atılan adım seslerini duyabiliyordum. Binadan yeterince uzaklaştığımızda ona döndüm ve yanıma gelmesini bekledim. "Yorgun gibisin. Yoksa buranın havası yoruyor mu seni?"
Lena, sıcak havaya rağmen omuzlarına örttüğü şala sıkı sıkı sarıldı. "Antropedos'un havası alışkın olduğum bir şeydir. Bu hava beni yormaz da yıpratmaz da."
"Bir sorun var, onu anlayabiliyorum. Seni darlamak ve bunaltmak istemiyorum ama konuşmak istersen hiç fena olmaz. Zira kafam karışık bir hâlde."
"Ne olduğunu yakında öğrenirsin." Sözler ağzından çıkar çıkmaz pişman oldu. "Aman, ne diyorsam ben! Gerçeklerin ağırlığı bedenime yeni yeni nüfuz ediyor, bakma sen bana. Yaklaşmakta olan şey de belli. Hâliyle yorgun düşüyor insan."
"Nedense o gerçekleri yalnızca seni yormuş," dedim. "Aren bana diyor ama sen de yalan söylemeyi hiç beceremiyorsun. Buraya gelişinizin ardında farklı bir gerçek mi yatıyor?"
"Artık seni de kandıramıyorum, öyle mi? Geliş nedenimiz konusunda size yalan söylemedik. Atlas bizi orada koruyamamaktan endişe ediyor. Henna kendini savunamaz; benim de onun yanında durup onu kollamam gerekiyor."
Adımlarımız bahçeyi turluyordu. İkimiz de ne yöne gittiğimizi umursamıyor, öylece yürüyorduk. "Eğer yanlış anlamadıysam bana kızgınsın," dedim. "Düşünüyorum ama seni sinirlendirecek ne yapmış olabileceğimi bir türlü bulamıyorum."
"Yok kızım, ne kızgınlığı! Sen yanlış anlamışsın. Öfke duyacak o kadar kişi varken ne diye seni hedef seçeyim?"
"Yine yalan söylüyorsun," dedim. "Lena, bırak bunları, yalanlara başvurma. Bir sorun varsa, yalnızca, bir sorun olduğunu söyle. Sorunun ne olduğunu söylemene gerek yok."
"Sen zaten bir sorun olduğunu anlamışsın."
"Ve o sorun yüzünden beni suçluyorsun, doğru muyum?"
"Hayır, Alisa!" diye yakındı. "Bu olayda siz Alisaları kimse suçlayamaz. Gelip sana hiçbir şey demedim, hiç suçlama yapmadım; nereden çıkardın tüm bunları?"
"Böyle düşünmeme sessizliğin sebep oldu. Sessizliğin sana hiç yakışmadığını da belirteyim. Sen konuşmak isteyene dek bu konuyu kapatacağım. Bugünden sonra bizimle gelmek yerine sarayda kalıp dinlen. Gerçekten yorgun duruyorsun; yaşananları biraz sindirmen gerekiyor. Kendine gelene dek yardımcı olmak yerine istirahat etmelisin."
"Yalnız kalınca düşüncelerle baş edemiyorum kızım," diye samimi bir itirafta bulundu. "Yanınızda durayım ama yardımcı olmayayım. Böylece ikimizin de isteği yerine gelmiş olur."
"Nasıl istersen."
Geri dönüş yolunu tuttuğumuzda sarayın arka tarafından bu tarafa doğru gelen Ezra ile Kunter görüş alanımıza girdi. Yolun ortasında buluştuğumuzda adım atmayı kestik.
"Efendi Kunter ile Sannur'u yerinden almaya gidiyoruz," dedi Ezra. "Kule'de koruma altında lakin yapılacak büyü için bir süre yanımızda durması gerek. Sonrasında yeniden yerine koyarız."
"Ben de geleyim."
"Ben, biz dönene dek ordunun başında kalırsınız diye düşünmüştüm."
"Ordunun başında koskoca dört lider ruh var," dedim. "Bana gerek yoktur. Ayrıca başım ağrıyor, temiz hava bana iyi gelecektir." Ezra'dan onay alınca Lena'ya döndüm. "Diğerlerine sen haber verirsin Lena."
Lena süzüle süzüle kızların yanına doğru gitti. Ezra ile Kunter'in peşine takıldım. Sarayın ön bahçesinde bizi bekleyen atlara binip yolculuğumuza başladık. Henüz öğle vakitlerindeydik. Çok acelemiz olmadığından şehirde tin tin ilerledik. Şehrin giderek artan doluluğu beni, belki de Ezra'dan daha çok, aşırı bir biçimde mutlu ediyor; yabancısı olduğum bir hissin yüreğimde yuva kurmasına vesile oluyordu. Şehrin bu hâline ilk kez tanıklık eden Kunter'in bakışları şehri tarıyordu.
Bir noktada şehir merkezini geride bıraktık ve Gibor Dağlarının çevrelediği araziye geçiş yaptık. Fakat buralarda da çok vakit kaybetmedik. Nitekim ben merakımı gidermiştim, sıra Kunter'de idi. O ise benim buraya ilk gelişimin aksine bizi yavaşlatacak bir eylemde bulunmuyordu. Boy boy kayaların donattığı alanı zor da olsa geride bıraktığımızda hava yavaştan kararmaya başlamıştı. Bu yüzden kumlarla ve mini taşlarla kaplı sulu alan sıcaklığıyla bizi daraltma reddesinde değildi. Kumluk arazinin Hersenk Kulesi'yle bağlantı kurduğu köprüye yaklaştığımızda Nehir'den gelen ruhların sesini duyacak mıyım diye meraklandım. Ezra, Nehir'de, hâlâ, göz ardı edilmeyecek kadar ruhun bulunduğunu söylemişti. Nehir'e yaklaştıkça dikkatimi akan suya verdim ve bir ses duymayı bekledim. Lakin su yalnızca kendi sesine sahipti; hiçbir ruhun öyle ya da böyle sesi duyulmuyordu.
Köprü de geride kaldığında atları az daha sürüp Kule'nin önüne dek geldik. Attan indikten sonra Ezra'ya yaklaştım. "Nehir'de kalan ruhların olduğunu söylemiştin ama ben bir ses duyamadım."
"Nehir'de kalmış olmaları isyan edecekleri ve ses çıkaracaklarını anlamına gelmiyor Efendim."
Kunter, bakışları biraz etrafta oyalandıktan sonra bize katıldı. "Nehir'deki ruhların sesini duyabiliyor musun ki?"
Ezra önümüze geçip bize yolu gösterdi. "Bana efendilik yaptığı için duyabiliyor."
Kule'nin kapısına vardığımızda Ezra, kapının ortasındaki oyuğa yerleştirilmiş koca tokmağı üç kez çaldı ve ardından kilitli kapının açılma sesini işittik. "Kitap, mühürlü bir sandığın içinde. İsterseniz ben dönene kadar burada kalabilirsiniz."
Kunter benden önce söze girdi. "Biz seni burada bekleyelim."
Onun sözünün üstüne bir söz söylemek istemediğim için sustum ama bana kalsa ben, Ezra ile birlikte Kule'nin içine girme taraftarıydım. Ezra Kule'nin içine girince kapı usulca kapandı. Kule'nin kalın, soğuk, eskimiş duvarına sırtımı dayadım. "Biz de girseydik ya içeriye."
"Sannur sıradan bir büyü kitabı değil," dedi Kunter. "Ruhlara teslim edilmesinin bir nedeni var. Elimde olsa o kitabın varlığını, burada oluşunu unutmak isterim. Hâlâ nasıl bir diyarda olduğunun farkına varmış değilsin. Bedenin ele geçirilebilir ve düşman, pekâlâ, Sannur'un yerini öğrenebilir."
"Böyle bir büyü var mı?"
"Elbette ama sanıyorum ki, yalnızca, Sannur'un veya diğer büyük büyü kitaplarının tozlu sayfalarında yer edinmiş bir büyü bu. Şu anda yaşayan canlılardan herhangi birinin o büyünün nasıl yapıldığını bildiğini sanmam."
Kule'nin kapısı açıldı. Ezra Kule'nin dışına çıkınca kapı kendiliğinden kapandı. Elinde kitap boyutunda bakır bir saklama kutusu vardı ve belli ki içinde Sannur bulunuyordu. Kutunun üzerine kazılmış bir sembol vardı lakin net bir şekilde göremedim. Ezra, kutuyu kenarda bekleyen atının heybesine yerleştirdi. Atlarımıza binip beton kemer köprüye doğru geçiş yaptık. Çakıl taşlarının ve ince kumların bulunduğu alan göz açıp kapayıncaya dek arkamızda kaldı. Sarp ve dik kayalıkların doldurduğu dağlık alana vardığımızda bulutların sardığı gökyüzü kararmaya başlamıştı. Şehir merkezine doğru döneceğimiz sıralarda, yavaşlayan atlarımızı fırsat bilip Kunter'e yaklaştım. "Bu alanın batı kısmında Solur Tohumu'nun bir zamanlar bulunduğu kısım yer alıyormuş."
"Tam yerini bilmemekle beraber Gibor Dağlarının çevresinde bir yerde olduğu herkesçe bilinir," dedi Kunter. "Göçüğünü gördün mü?"
"Evet, hatta Ezra eski dönemlere ait birkaç bilgiyi benimle paylaştı. Solur Tohumu'nun artık yerinde olmayışı bir sorun yaratmıyor mu?"
"Yaratıyor tabii," dedi Kunter. "Solur Tohumu senin benim bildiğimden daha fazla değere sahip. Kendine ait yerde olmayışının kaçınılmaz etkileri oluyor. Bu yalnızca Solur Tohumu için geçerli değil; ait olduğu yerde bulunmayan her şey eksikliklere sebep olur."
"Demitre'nin onu ait olduğu yerden alması için geçerli bir sebebi varmış," dedim. "Onun yaptığı şeyi kötülük olarak görmüyorum."
"Bir kötülük değildi," dedi Ezra. "Lakin olumsuz sonuçlar doğurdu. Zaruretten ortaya çıkan sonuçlar ne iyiliğin ne de kötülüğün yansımasıdır. Doğan sonuçlar yalnızca zarureti simgeler."
Ezra, zihninde gezintiye çıkmayı istediğim kişilerden biriydi. O gezinti uzun sürse bile, varış noktası beni tatmin etmese bile sorun etmeyecektim sanki. Zihnine kurulmuş her türlü bilgiyi, olayı kendi belleğime aktarmak istiyordum.
"Peki Tohum ait olmadığı yerde güvende mi?"
Sorum havada uçuşan tozların, nefeslerimizin yarattığı buharların, acı ve eskimiş kokan havanın arasına karıştı, onların süzüldüğü yere doğru uçuştu; ebedî sessizliğin içinde bilinmezliğe karıştı. Kendi soruma kendim yanıt bulmak durumunda kaldım. Kendi aitliğini bulamayan, kendi aitliğinden koparılan hiçbir şeyin başka bir yerde güvende olduğunu düşünmüyordum. Öte yandan aitsizlik uyumsuzluk yaratıyordu. Uyumsuzluk ise hiçliği yaratırdı: Tat alınmayan, değeri olmayan, bir anlam ifade etmeyen hiçliği. Tohum, başka bir yerde güvendeydi ama kendisine bahşedilen yerin getirdiği kıymete artık sahip değildi; etkisizdi. Solur Tohumu'nu kıymetli kılan şey, ona değer katan şey ise etkisinden başka bir şey değildi. Kıymetsizleşen bir şeyin güvende tutulmaya çalışılması ise, bana kalırsa, amaçsız bir eylemden ibaretti.
Gibor Dağlarının bedeni geride soluk bir siluet misali kaldı, ardından iyice silikleşti ve nihayet, tamamen silindi. Koyu hayalet bedenlerinin kol gezdiği merkezde hayat olağan akışında devam ediyordu. Bedenlerin sayısı artıyor ama eylemleri değişmiyordu. Sanırım onlar da şehrin bu hâline alışmaya çalışıyor, kendilerine nefes olacak bir gayenin arayışına giriyorlardı. Yabancı bedenler onların dikkatini çekemiyordu. Lakin onların dikkatini çekemeyen kişilerin arasında Ezra da bulunuyordu. Bu öylesine tuhaftı ki, ruhların kendi efendilerine karşı kırılmış hisler beslediklerini kabullenmem gerektiğini anlatıyordu bana. Varlıklarına dair tuhaf, çelişkili ve bir noktada yabancı hisler barındırdığım bedenlerin bir amacın peşine takılarak hayatı yaşayış hâlleri normal geliyordu gelmesine ama yüreklerine yerleşen hislerin getirdiği farkındalık itinayla zihnime ya da yüreğime, bedenimin herhangi bir parçasına yerleşmeyi beceremiyordu.
Oyulu sütunların süslediği kireç renkli saray tüm görkemiyle karşımızda uzuyordu. Salonların duvarları boyunca uzanan kubbeli pencereler sarayın içini gösteremiyordu. Zira sarayın etrafını kaplayan ağaç bedenleri ince yapılarına ve kurumuş gitmiş dallarına rağmen sarayın içini gölgeye boyuyordu. Akşam saatlerine yaklaşınca ılık bir rüzgâr çıkagelmişti. Üşütmüyordu ama tatlı hafifliği yüzümü okşayıp geçiyordu. Nihayetinde sarayın bahçesine geçiş yaptığımızda atlarımızdan inip sarayın içine girdik. Bahçenin sarayın arkasına doğru uzanan yolunda kimsecikler yoktu. Genel itibariyle bir sessizlik hâkimdi. Talim sona ermiş ve herkes kendi bölgesine dönmüş olmalıydı. Tanıdık yüzleri görmeyi umarak büyük salona geçtim. Kunter de arkamdan geliyordu ama Ezra bizimle birlikte saraya girmek yerine ruh ordusunu kontrol etmek için karargâha doğru yönelmişti. Ardından da Sannur'u güvenli bir yere koyması, saklaması gerekecekti.
Tanıdık yüzlerin hepsi tahmin ettiğim gibi salondaydı. Kenarları parlak, altın işlemelerle taçlandırılmış koltuklara yerleşmiş bedenler alçak sesleriyle bir muhabbetin içine düşmüş görünüyordu. Bizi ilk fark eden Narya oldu. Sanırım Sannur'u görmeyi bekliyordu ama isteği hiçbir zaman diliminde gerçekleşmeyecekti.
Lena eskiye nazaran daha sakin bir hâldeydi. "Daha erken dönersiniz diye düşünmüştük."
"Yol haricinde bizi oyalan bir şey yoktu," dedim. "Vadilerin oradan ilerlemek bir tık zorluyor insanı."
"Arazisi pek girintili çıkıntılı ama yine de Gibor Dağlarını saran bölgenin yerini hiçbir şey tutamıyor," dedi Henna Hanım. "Korunan Ardanya Ağacı'nı gördün mü Alisa? Uzunca zamandır oralara gitmiyorum. Sanırım kimse gitmiyor."
"Ah, evet! O ağacı gördükten sonra yanından geçip gittiğimiz ağaçların Ardanya Ağacı olduğunu kabullenemedim. Demitre tarafından korunuyor oluşunu ilk bakışta anladım. Onun kendine özgü bir dili var."
"Hakikaten öyle," dedi Henna Hanım. "Demitre'nin dili sade ve duru. Onun eserine bir kere denk gelince hemen anlıyorsun nasıl bir dili konuştuğunu."
"O ağacı gördüğünü bilmiyordum," dedi Kunter. "Bu diyara hepimizden sonra geldin ama hepimizden daha fazla şeye tanıklık ediyorsun."
"Valmir fikrini değiştirmeden önce yapılması gereken büyünün bir parçasını bulabilmek için gitmiştik oraya. Ondan öncesinde mührü almak için de o bölgeye gitmiştik ama dağların o kısmına çıkmamıştık, doğruca Hersenk Kulesi'ne gitmiştik." Henna Hanım'ın yanındaki boş yere yerleştim. "Orası, Ardanya Ağacı'nın bulunduğu yer Antropedos'un canlı kalan tek yeri gibi gelmişti bana. Zamanın geçmesiyle düşüncemin ne denli yanlış olduğunu fark ediyorum. Şehir, dolmaya başladıkça canlanıyor gibi oluyor."
"Halkı uyanan her bölgenin başına gelecek durum bu," dedi Lena. "Toprakları diri tutan biz ölmeye meraklı bedenlerden başkası değil. Sonuç ne olursa olsun Antropedos'un bu hâli yüreğimi ısıtıyor, bana çocukluk ve gençlik yıllarımı hatırlatıyor."
"Gençliğine ait bir resim görmüştüm Lena," dedi Narya. "Arada, geçen zamanı temsil eden birkaç ayrıntı dışında bir fark göremedim. Hiç değişmemişsin. O zamanlar da bugünkü hâlinden farksız değilmiş."
"Dostum Lena kendimi bildim bileli bir durgunluk taşıyor bedeninde," dedi Henna Hanım. "Bedenimizden gençliğin izleri silindi ama o durgunluk Lena'yı hiç terk etmedi."
"Yarım kalan şeyler insanın bütünleşmesine hiçbir zaman müsaade etmiyor."
"İnsan eksik hissetmeye devam etmek istedikçe hiçbir şey, hiçbir gelişme onu bir bütün hâline döndüremez," dedi Henna Hanım dostuna doğru. "Yürekten arzu edilmeyen hiçbir şey bedenine uğramaz, Lena. Bunu geçen onca zamanın ardından anlamış olman gerekirdi."
Gece, tüm gürültüsüyle uğradı Antropedos'a. Soluk gri göğü sarsan çığlıklar tüm sarayın içinde yankı yaparak dolanıyordu. Gök, arada bir çakan şimşekler sebebiyle aydınlanıyor ama birkaç saniye geçtikten hemen sonra yeniden donuk hâline geri dönüyordu. Yıldızlar kargaşanın hâkimiyet sürdüğü gökten silinip gitmeyi tercih etmişti. Dağınık sisler gibi duran birkaç grimsi bulut kendini belli ediyor, her zamankinden daha yavaş bir biçimde göğü terk ediyordu. Ay, soluk gri bedenini gizlememiş ve bu hengâme ile yalnız başına çatışma kararı almıştı. Donuk ve cansız rengiyle gökte asılı duran, gereksiz ama güzel görünen bir dekora benziyordu. Yağmur taneleri büyük bir hızla ve şiddetle yeryüzüne iniyor, şiddetin boyutunu göstermek istercesine sert seslerle yere çarpıyordu. Kapkaranlık şehre ışık tutan birkaç ev vardı ileride. Sarı ışıklarını inatla kapatmıyor, yerdeki gölcüklerin üzerinden göğe doğru yansıtıyorlardı evlerini aydınlatan o parlak sarı rengi.
Açık pencerenden içeri sızan rüzgârın sert darbeleri bedenimi titretiyordu. Bedenimin titremesini kalıcı hâle getiren çok başka unsurlar vardı. Eve dönüş bileti diye bir şeyin kalmadığından şüphe ediyordum. Valmir'in beni oyalama sebebi bu gerçeği yüzüme söyleme cesareti gösteremiyor oluşu olabilirdi. Zihnime başka seçenekler uğramıyordu. Bu seçenek ise beni derin, sonu olmayan bir kuyuya düşüyormuşum gibi hissettirmeye yetiyordu. Düşüyordum, yere çarpmayacaktım ama düşüyordum. Oyalana oyalana yatağa geçtim. Yeni günün yalnızca güzel haberler getirecekse doğmasını istiyordum. Öteki türlü bedenimde sona kalan güç çekiliyor, rengim soluyordu.
Sabahın ilk ışıkları henüz yeryüzüne ulaşamadan açtım gözlerimi. Gereğinden ağır hareketlerle kendimi hazırladım ve odadan çıkıp olabildiğince az ses yaparak terk ettim sarayı. Soğukluk yayan beton merdivenlerde Ezra ile karşılaştım. O, her zamanki gibiydi. Kahve gözleri gizli kalması lazım gelen birkaç duyguyu örtülerin ardında saklıyor, gerçeğin başkalarıyla buluşmasını engelliyordu. Bir savaşçının ruhuna sahip, siyahlara bürünmüş bedeni ise sağlamdı. Onu hiç yorgun, hâlsiz görmemiştim. O, sanki, yaratıldığı ilk anki gibiydi hep. Sanki, ne olursa olsun duruşu, bakışı değişmeyecek, kendisinden bir parça hiç eksilmeden ömür sürmeye devam edecekti. Fakat ben eksilen şeylerin varlığından artık haberdardım. Onun görüntüsü aynıydı; değişen şeylerin eksikliğini yüreği taşıyordu.
"Bugün erkenden işe koyulacağım. Bana eşlik etmek ister misin?"
"Siz binaya geçin Efendim, ben birazdan geleceğim."
Onun yanından kayıp geçtim ve binaya ilerledim. Olena yalnızca savaş hazırlığı yapmıyor, ırkının uyanışını kutlamak için sarayı elinden geldiğince güzelleştirmeye, yaşamın burada yeniden başladığını gösterecek yenilikler yapmaya çalışıyordu. Binanın duvarlarına, sarayın dört bir yanında yer edinmiş sütunlara sarmaşıklar sarmıştı. Diğer bölgelerdeki değişimden haberdar değildim ama sarayın ve binanın içi, çoktan, bahara kavuşmuş gibi rengarenk çiçeklere sahip saksılarla donatılmıştı. Yıllar evvel kaldırıldığını düşündüğüm tabloları da eski yerlerine yerleştirmiş olmalıydı ki, sarayın duvarları tablolarla kaplanmıştı. Tabloların çoğu eski Antropedos'un güzellikleriyle süslenmişti. Büyük salona açılan kapının yanındaki duvarda ise Demitre'nin gençlik yıllarına ait bir portresi asılmıştı. Bunu Ezra mı yoksa diğer ruhlardan biri mi yerleştirmişti henüz bilmiyordum. Lakin bu eylem hoşuma gitmişti. Yaptığı onca fedakârlıktan sonra ruhların onu unutması zalimlik olurdu.
Yeşilliklerin arasında kaybolacak gibi duran yapının içine girdim. Yapının içi boştu, henüz kimse buraya uğramamıştı. Olena tarafından boşaltılıp temizlendiğini düşündüğüm masanın üstüne kenarda depolanmış, kullanılmayı bekleyen büyü kazanlarından birini yerleştirdim. Henüz büyülenmemiş okların kutusunu da masaya yerleştirdim. Her şey hazır olunca yavaştan işe koyuldum. Ruh ordusunun başına geçmek gün geçtikçe isteklerimin dışına doğru çıkıyordu. Yeni doğan her bir gün yürüdüğüm yolun detaylarını yüzüme yüzüme vuruyordu. Neyse ki, bu isteksizliğim Ezra'yı rahatsız etmiyordu. Bizim burada başka işlerle ilgileniyor ve onlara bu şekilde yardımcı oluyor oluşumuz onu düşündüğümden daha çok mesut ediyordu. O yüzden ordunun başına geçip geçmemem ile pek ilgilenmiyordu.
Açık demir kapıdan içeri bir kuş uçup geldi. Dikkatli bakınca bunun Efendi Enda'nın ruhunu taşıyan kuzgun olduğunu fark ettim. Nedense Efendi Enda'nın o kuzgunun bedeni içinde rahat ve mutlu olmadığını düşünüyor ve bu yüzden bu kuzgunu her gördüğümde irite edici bir his tarafından sarmalanıyordum. Bu iş bana düşmemişti ama Efendi Enda'nın ruhunu oradan kurtarmak istiyordum. Bakışlarım hâlâ kuzgunun üstündeyken Ezra içeri girdi. Elinde küçük bir cam şişe vardı. Yanıma gelince şişeyi bana uzattı. "Olena, Bilge Valmir'in içeceğini düzenli tüketmeyi unuttuğunuzu bildirdi. Öncesinde benim fark edip sizi uyarmam gerekirdi. Lakin görüyorsunuz, ordu zihnimin çoğu kısmını işgal ediyor."
Şişeyi elime aldım. "Benim hatam, sizlik bir durum yok. En nihayetinde herkesin bir meşguliyeti var. Son yaşananlardan ötürü benim de zihnim dopdolu. Doğru düzgün hiçbir şeyin üzerinde duramıyorum."
"Sizinle ilgisi olmayan bir ağın içine düştünüz. Zihninizin doluluğu, gerekli şeyleri aklınızdan çıkarıyor oluşunuz çok normal. Sanırım suçlayacak kimse yok. Bugünden itibaren içeceğinizi size ben getiririm."
"Sağ ol Ezra," dedim. Elimdeki fırçayı masanın üstüne yatırdığım okun üzerinde gezdirdim. "Kuzgun hakkında söylediklerimi düşündün mü? Beni ilgilendirmediğini düşünebilirsin ama ben bu durumun normal olmadığının bilincindeyim. Yarardan çok zararı olduğunu düşünüyorum. İleride bir tehlikeye yol açar diye korkuyorum."
"Düşüncelerinizde haklısınız lakin henüz sırası değil. Sözümü tutup sizi isteğinize kavuşturduktan sonra bu konuyla ilgileneceğim."
"Demitre'den hâlâ haber gelmedi değil mi?"
"Hayır," dedi Ezra. Boşalan masanın üstüne oklardan bir yenisini ekledi. "Haber geldiği an size bildireceğim. Sanırım sizinle konuşmadan evvel yılların doldurduğu zihnini boşaltması gerekiyor. Güçten düşmüş, benimle konuşmaya bile pek istekli değil."
"Yalnızca güçten düşmüş olması bir mucize. Yıllardır tutsak ve bedeni sömürülüyor. Onu anlamak çoğu zaman kendimi anlamaktan daha kolay geliyor."
Ezra sessizlik içinde okları masanın üstüne yerleştirdi. Bense bir yenisi gelen okları büyüye bulanmış sıvılarla ıslattım. "Katrin'e ne zaman not yollayabileceğim?"
"Efendi Atlas haber yollayacağını söylemişti ama henüz ondan da ses çıkmıyor."
Kördüğüm olmuş düşüncelerime yetişmem imkânsızdı. Kilitlenmiş, birbirine geçmiş düşüncelerimin yarattığı hislerim tüm bedenimde geziniyor, etkisiz hâle getirecekleri bölgeyi köşe bucak arıyorlardı. Yüreğimde yaşananlar gerçekte yaşananlardan daha sarsıcı, daha anlaşılmaz ve daha anlamsızdı. Bir duygu vardı: Kaybolup gitmiş bir his. Ne olduğunu anlayamadığım lakin damarlarımda gezinen, yüreğime dek ulaşıp yerleşmiş bir histi bu. Ondan kaçamadığım ama onunla yaşamayı bilmediğim bir histi yüreğime yerleşen.
"Aptal değilim," dedim sakince. "Benimle paylaşmadığınız bilgilerin sebep olduğu şeylerle uğraşıyorsunuz. Dürüst olacağım, beni oyaladığınızı düşünüyorum. Bunun sebebini ise tahmin etmek pek zor değil. Anahtar parçalandı, değil mi?"
"Efendi Alisa ile görüşmeniz sona erince eğer hâlâ istiyor olursanız evinize döneceksiniz. Bunun itimatını size nasıl verebilirim bilmiyorum ama bana, hiç olmadı sözlerime güvenin. Eve dönüş yolunuz hazır."
"Neden istemeyeyim ki? Neden evime dönmek istemeyeyim?"
"Efendi Alisa neden iletişime geçmek istiyorsanız, aynı sebepten ötürü evinize dönmek istemeyebilirsiniz."
Demir kapının ardında Olena belirdi. Önce bana ardından Ezra'ya ayrı ayrı selam verdi. "Erkencisiniz Efendim. Haber yollasaydınız size katılırdım."
"Uyku tutmayınca boş durmak istemedim," dedim. "Ayrıca dün benden daha çok çalıştınız. Oluşan açığı kapamam gerekirdi."
Olena önce sözlerimi ciddiye aldı, sonrasında, yüz ifademi görünce belli belirsiz tebessüm etti. Ezra masanın yanından uzaklaştı. "Ben ordunun başına geçeyim."
"Gerekli büyü malzemelerini öğrenmek için kitaba baktın mı?"
"Evet, Efendim, dün kitabı inceledim. Konunun detaylarını size sonra aktarırım."
Ezra ağır adımlarla bahçeye çıktı. Bir süre onun gidişini seyrettim. Ardından Olena ile hazırlık sürecini idame ettirdik. Birkaç saatin ardından, güneşin parlaklığını güzelce yaydığı vakitlerde Narya, Lena ve Henna Hanım bize katıldı. Öğle vakitlerinde geldiğimizde onları orada bırakıp Ezra'nın yanına, ruh ordusunun talim yaptığı yere geçtim. Talim için boşaltılmış alanının azıcık uzağına yapılmış oturma alanına geçip onları izledim. Bakışlarım ordunun üzerinde, aklım fikrim çok uzaklarda, sönmüş bir yıldız parçasının parçalanmış bedenindeydi. Düşünmesem rahat edemiyordum. Düşününce ise çıkmazlara giriyor, varlığımdan şüphe edecek raddeye ulaşıyordum. Bir yere varsam, vardığım yer beni mutsuz etse bile bir yere varsam bir şeyler azıcık da olsa düzelecekti. Lakin zihnim nihayetsizliğin keşfini çoktan yapmıştı. Zihnimdeki yollar uzadıkça uzuyor, her yeni fikir her yolun tadına bakmak istiyor, hâliyle de varış noktası var olan ama asla varılamayacak olan bir yer hâline dönüşüyordu.
Bedenimde birtakım tuhaflıklar söz konusuydu. Zihnim fokur fokur kaynıyordu. Bana ait olmayan, ne olduğunu bile bilmediğim hisler yüreğimi sarıyor, beni rahat bırakmıyordu. Zihnim anlamanı bilmediğim bir dilin yarattığı fikirlerle, kalbim nedenini bilmediğim bir sancının yarattığı hislerle kapana kıstırılıyordu. Damarlarımdaki kanın akışı durdurulmuş ve ölüme terk edilmiş gibi hissediyordum. Yön duygum elimden çekilip alınmış, idrak edebilme kabiliyetim bedenimden koparılmıştı. Bilemiyordum; başından beri bu böyleydi. Gerçeğe kavuşmanın ne denli sancılı ve ağrılı olduğunu öğrenmiş olmama rağmen yine de hakikate kavuşmayı diliyordum. Bilinmezliğin, bilememenin içinde kıvranmaktansa var olan, hasıl olan hakikatin yüküyle ezilmeyi, yoluma fazlalık olmayan hislerle devam etmeyi yeğliyordum.
Ruh ordusundan sorumlu ruhlardan Silas birden görüş alanıma girdi. Karşıma geçip kısa bir selamda bulundu. Onun da tıpkı Olena ve diğer özgür ruhlar gibi bembeyaz teni, teniyle uyuşan saçları ve oldukça açık griye kaçan gözleri vardı. "Gelişmeleri size aktarmamı diler misiniz Efendim?"
Çeneme dayadığım ellerimi serbest bıraktım. "Sağ ol ama sanırım sadece izlemekle yetineceğim Silas. Zihnim yeterince dolu. Aktardığın hiçbir bilgi kalıcı olmayacaktır."
"Adımı hatırlıyorsunuz," dedi şaşkınca. "Bu, fazlasıyla kibar bir eylem. Doğrusu ben bile bazen ordudaki diğer ruhların adını unutuveriyorum."
"Orduda binlerce ruh var. Siz ise liderler olarak yalnızca beş kişisiniz. Bırak da beş kişinin adını düzgünce hatırlıyor olayım."
"Olayı bu açıdan değerlendirirsek haklısınız," dedi. "Şehrimizde insan görmeyeli çok oluyor. Bazen şehrin bu yeni hâline nasıl ayak uyduracağımı şaşırıyorum. Zamanında normalimiz olan her şey değerini kaybedince kalıcılığını yitiriyor."
Yanımdaki boş yeri oturması için gösterdim. "Siz ruhların hepsi bedenlerinizi bir zamandan sonra Tines Nehri'ne saklamadınız mı?"
Yanımdaki boşluğa oturdu. "Ah, hayır, hepimiz değil Efendim. Bazılarımız, birçoğumuz yeryüzündeydik ama evlerimizde değildik. Şehirde küçük gruplar hâlinde başıboş dolaşıyorduk. Bir önderimiz olmadığında yönümüzü kaybediyoruz. Bizi siz insanlardan ayıran en belirgin nokta bu sanırsam."
"Bir süre önce yanımda Ezra yokken Antropedos'a gelmiştim ama hiç ruh görememiştim etrafta. Yalnızca Nehir'e saklanmış bedenleri görebilmiştim."
"Dağıldığımız zaman biz bile birbirimizi bulamıyoruz. Bizi etrafta görememiş olmanız doğal. Merkeze inen ruhlar neredeyse yok denecek kadar azdı. Bu, gizli bir bilgi ama sizinle paylaşmakta sakınca görmüyorum. Yer altında tünellerimiz var; bunca zaman çoğumuz orada yaşamını sürdürüyordu."
"Yer altı tünelleri hiç yabancı gelmiyor," dedim. "Duymaya ve hatta görmeye alışkın olduğum yapılar. Yoksa buradaki tünelleri de mi Efendiniz Demitre yaptı?"
"Antropedos'un tünelleri oldukça karmaşık ve büyüktür. Bu yönleriyle diğer şehirlerdeki tünellerden ayrılıyor. Bunlar tamamen biz ruhların elinden çıkmış yapılardır."
"Bunca zaman orada olduğunuza göre fazla fazla uzantıları olan geniş tüneller olmalı."
"Kendimi sizi kandırıyormuş gibi hissettim," dedi Silas. "Orası esasında bir yer altı şehri. Biz ruhlar yaratıldıktan sonra, Antropedos'u ev bellediğimiz zamanlarda inşa etmeye başlamıştık ve hâlâ daha henüz tamamlayabilmiş değiliz. Önderimiz Enda bizlere yol göstermiş ve yer altı şehrine ait birçok plan tasarlamıştı. Onun kısa süren yaşamına sığdırabildiği tasarılarını yüzyıllar geçmesine rağmen henüz tam anlamıyla hayata geçirebilmiş değiliz."
"Efendiniz Enda'nın adı sizi ilgilendiren her konunun içinde yer alıyor."
"Bizi o yarattı. Bir gün bu diyardan göçeceğinin farkındaydı. Bizi, geride, eksik ve yardıma muhtaç hâlde bırakmak istemiyordu. Bu nedenle hayatının büyük ve önemli bir kısmını bize adadı. Önderimiz Enda'nın adının geçtiği her yerde biz; bizim adımızın geçtiği her yerde Önderimiz Enda yer alıyor."
"O zamanlarda da hayatta mıydın? O anlara şahitlik etmiş gibi konuşuyorsun."
Silas'ın göz bebeklerinden geçmişin gölgesi geçti. "Evet, zamanın çok öncesinde yaratılmış bir ruhum. Bu da beni şanslı kılıyor. Nitekim tüm bu anıların öznesi olarak o zamanlarda bulunmak bir yüceliktir benim için."
"Diğer lider ruhlar da ilk yaratılan ruhlardan olmalı," dedim. "Lider olarak seçilmenizin özel bir nedeni olmalı sonuçta, değil mi?"
"Tam üstüne bastınız. İlk zamanlarda Efendi Ezra'ya eşlik ediyorduk; görevimiz buydu. İnsanlarla aramıza dondurucu soğukluklar girmeye başlayınca bir savaşın yaklaştığını hemen anlamıştı Önderimiz Enda. Ruh ordusunu kurdu ve başına bizi geçirdi. Bize yön veren ise Efendimiz Ezra idi. Önderimiz bizi terk etme durumuna düştü; şimdi ise Efendimiz Ezra, bize tek başına önderlik etmeye, doğru yolu seçip bizi o yola götürmeye çalışıyor."
"Tek kalması hem alışkın hem de yabancı olduğu bir durum gibi," dedim. "Onu tanıyalı çok olmadı ama yaşadığı ikilemi, bazense yaşadığı rahatlığı kolayca görebiliyorum."
"Bir umudu var. Bizim her daim bir efendimiz vardı. O ise yeniden efendisine kavuşmayı diliyor. Leydi Demitre'nin bir karar almasını bekliyoruz. Efendi Ezra onun alacağı karara bel bağlıyor. Tek umudu o."
"Demitre kararını çoktan vermiş görünüyor. Büyülü Orman'ı terk etmeyeceğini Ezra'ya bildirmedi mi?"
"Bildirdi," dedi Silas. Bu durum onu üzüyor değildi. "Lakin onun yapmasını dilediğimiz başka bir durum mevcut. Zaman daralıyor. Diliyorum ki, arzumuza kavuşacağız."
"Sen de şifreli konuşuyorsun," dedim. Ezra'nın bedeni uzakta, bir grup ruhun önünde dikiliyor lakin gözleri ruhlara odaklanmak yerine bizim bedenlerimiz üzerinde mekik dokuyordu. Uzaktan uzağa bizi izlemekten vazgeçip yanımıza doğru geldi. Silas ayağa kalkıp Ezra'ya selam verdi lakin sonrasında yerine oturmak yerine ayakta dikilmeye devam etti. Ezra ruhların üzerine titriyordu. Irkından biriyle her göz göze gelişinde, onlardan saygı göstergesi olarak her selam alışında narin bedenleri karşılıksız bırakmıyor, hepsine özenle ve yücelikle dönüş yapıyordu. Gözleri diğer bedenlere her değdiğinde, içinde her duyguyu barındıran bir dalga gözlerinden gelip geçiyordu. Ruhlara liderlik eden yalnızca kendisi olduğu için koca bir sorumluluk hissediyor olmalıydı. Gözlerindeki o dalgalar, o titremeler, yalnızca, savrulduğu rüzgârın çizdiği bir desendi. Yüreğinde ise daha başka, çok daha fazla desen barındırıyordu.
"Geldiğinizi geç fark ettim," dedi Ezra. "Bize katılmaya mı geldiniz?"
"Aslında hayır. Nefeslenmeye ihtiyacım vardı, bu esnada da orduya bir göz gezdirmek istedim. Umarım yarı yolda bırakılmış hissetmiyorsundur."
"Asla," dedi Ezra hemen. "Orduyu sizin isteğinizden önce toplamaya başlamıştım zaten. Sizin isteğiniz bana fazladan moral oldu. Yaptıklarınız gözünüze az gözüküyor olabilir ama anlamı fazla büyük. İsterseniz Olena'ya yardım etmeyi de kesebilirsiniz. Keyfiniz nasıl istiyorsa öyle hareket edin lütfen."
"Olena ve diğerleriyle birlikte zaman geçirmek bana kendimi iyi hissettiriyor. Ayrıca Olena liderliğinin hakkını veren bir ruh. Yaptığımız iş konusunda birinin bizi yönlendirmesi gerekiyor," dedim. "Şimdilik sadece Olena'nın yanında durayım. Bedenimde yeterli güç birikince öğle vakitlerinden sonra da sizlere eşlik ederim. Henüz diğer lider ruhları yeterince tanımıyorum. Onlarla da vakit geçirmek ve onlara da yardımcı olmak istiyorum. Şimdilik bensiz devam edin."
"Nasıl isterseniz."
Silas'ın bakışlarını üzerimde hissettim. Bana, hiç tanışmadığı bir ressamın yıllar evvel çizdiği resmi inceler gibi bakıyordu; ressamın saklı bıraktığı anlamı çözmeye çalışıyor gibiydi. Onun bakışlarını yakaladığımda gözlerini benden çekti lakin gözlerini arada bir elimdeki şifa yüzüğüne değdirmekten alıkoyamadı kendini.
Ezra'nın yüzü sıkıntıyla doluydu. Aldığı bir haber canını sıkmış, bundan da öte sonu gelmeyen huzursuzluğun bedeninde kol gezmesine neden olmuştu. "Dün kitaptaki büyüye bakındım ve neye ihtiyaç varmış öğrendim."
"Bulunması zor bitkiler mi var?"
"Hayır," dedi Ezra. "Bir önceki büyünün neredeyse aynısı; yalnızca, Ruberya'nın yerine kullanılacak fazladan birkaç malzemeye ihtiyaç duyuluyor. Gece eksik kalan malzemeleri tamamladım. Gerekli her şeye sahibiz. Bilge Valmir'in istediği gibi, siz gitmeye hazır olunca büyüyü hazır edeceğiz."
Silas hafifçe eğilip bize veda etti ve ordunun yanına yöneldi. Ezra gelip yanımdaki boş yere oturdu. "Akşam müsait olursanız sizinle konuşacağım. Ondan öncesinde Sannur'u korunaklı bir yere gizlemem gerekecek. Kitabı, yeniden, Kule'ye teslim etmek içimden gelmiyor."
"Müsaitim," dedim. "Kitabı nereye koyacağına karar kıldın mı?"
"Silas'ın size bahsettiği yer altı şehrine götürmeyi planlıyorum. Yeryüzünde güvenli olarak nitelendirilecek bir yer kalmamış durumda."
"Ruhlar bu zamana dek oradaymış. Sen de yeryüzünde görülmediğin vakitlerde orada mıydın?"
""Evet," dedi Ezra. "O vakitlerin çok büyük bir kısmını yer altı şehrinde nefes alarak geçirdim. Ruhların çoğunluğu buraya kıyasla orayı tercih eder. Zamanın ötesinde bizi bekleyen şeyler, bu olağan akışı değiştirme gücüne vasıl olursa, orasını bilemem."
"Kitabın yerinin gizli kalmasına gerek olmasaydı yer altına seninle gelmeyi teklif ederdim."
"Eğer istiyorsanız benimle gelin," dedi Ezra. "Kalsanız da, gitseniz de, kitabın yerini biliyor oluşunuz bir sorun doğurmaz."
"Gelmeyi çok isterim. Henüz şehrin yeryüzünü kaplayan kısmını bile tam gezebilmiş değilim ama yarattığınız şehri, yapıları merak ediyorum."
"Şimdiden yola çıkalım o hâlde. Döndüğümüz zaman size vereceğim bir haber var."
İşte bu sözlerin ardından yola koyulduk. Şehirde yer altına inen birkaç bölüm varmış. Bunların başında ise Gibor Dağlarının kucakladığı Hersenk Kulesi yer alıyormuş. Artık ezbere bildiğim yollardan hızla geçtik. Yavaştan soğuyan hava ve solan gökyüzü yağacak yağmurun habercisiydi. Lakin yağmur, yağma kararını veremeden biz Kule'ye varmıştık. Ezra diğer gelişimizde kullandığı yöntemle açtığı kapıdan içeri buyur etti beni. Bu yolculuğa Kunter'i de davet etmiştim; lakin onun korkuları nefes alıyordu. Sannur'un yeni yerini bilmek istemediğini beyan edince onu zorlama gereği duymamıştım.
Kule'nin içine girdim. Duvarlara kazılan el işçiliği oyma alanlar soluk gri duvarların tek süsü idi. Halka şeklinde açılan alan tam ortasında yuvarlak, koca bir çıkıntıya sahipti. Ezra tam olarak oraya doğru yürüyordu. Yuvarlak, beton çıkıntının ortasında kanat şeklini almış bir kabartma vardı. Çıkıntıya çıktığımızda yuvarlak alan aşağı doğru yavaştan inmeye başladı. Alandan yukarı doğru süzülen sarı ışık ortamı solukça aydınlatıyordu. Bulunduğumuz alan bizi derinlere doğru indirirken bakışlarım gri duvarların üzerindeydi. "Kanat şeklinin sizin için önemli bir anlamı olmalı. Birkaç yerde daha görmüştüm."
"Ruhları temsil eder," dedi Ezra, "bir de ruhlarla kuzgunların dostluğunu."
"Neden kuzgunlar? Onlarla bir bağlantınız mı var?"
"Açıkçası hayır, yok. Efendimizin sevdiği, kıymet verdiği canlılardı onlar. Bir noktada efendimizi temsil ediyorlar. Efendimiz bu topraklardan göçüp gittiğinde onunla ilgili birçok anlatı doğdu. O anlatıların bazılarında, Efendi Enda'nın Katrina'yı keşfetmeden evvel bir kuzgunu olduğu, o kuzgunun onlara yol gösterdiği söylenir. Bazıları ise olayı büyütüp Efendi Enda'nın Katrina'yı o kuzgun sayesinde keşfettiğini anlatır. Belki de, benim bile bilmediğim, akan zamanın arasında kaybolmuş bir anlamı vardır. Benim bildiklerim bunlardan ibaret."
Aşağı doğru inen betonun çıkardığı boğuk ses ıssızlığın içinde yayılıyor, karanlığın arasından sıyrılıp hâlâ ışık saçan yukarılara doğru uçuşuyordu. "Hiç oturup konuşmaya fırsat bulamadık ama buralar benim diyarımda ışığa kavuşmuş yerler değil. Bu çok tuhaf. Kendi evrenimde Katrina adında bir ülke yok."
Ezra, sebebini biliyormuş gibi, içinde bilgeliğin tohumlarını barındıran bir tebessüm yolladı. "Siz nerelerden geliyorsunuz?"
"Merinette."
"Merinette."
Kısa kelime ikimizin ağzından aynı anda çıktı; birimiz bilgelikle söyledi; birimiz özlemle. Bakışlarım titredi. "Sen nereden biliyorsun?"
"Katrina ismi bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? Özellikle de Efendim Enda'nın ismiyle birlikte Katrina ismi size bir şeyler çağrıştırmıyor mu?"
Üzerinde hiç durmadığım bir nokta beni gafil avladı. Bedenim bakışlarıma eşlik etti, titremeye başladı. "Yani haklılar mıydı? İnsanlar onlara inanmış mıydı?"
"İnsanların düşünceleri önemsiz. O dönemki Merinette Hükümdarı Sargon Fers bu görevi Efendim ve eşine vermişti. Onlar da üzerlerine düşen kısmı halletmiş, Katrina'yı keşfetmiş ve büyünün gerçekliğini kanıtlamışlardı."
"O dönemlerde de mi hayattaydın?"
"Hayır, Efendim beni Katrina'ya uğradıkları zamanlarda yanlışlıkla yaratmıştı."
"Yanlışlıkla mı?"
"O zamanlar, hikâyenin farklı bir bölümünü kapsıyor. Efendim ve eşi Leydi Katrina sizin evreninizde başarısız mı oldu?"
"Hayır," dedim. "Bu bir görev değildi. Bu, onların, Enda Elenor ve Katrina Mour'un ortaya attığı ve kanıtlamak istediği bir iddia idi. Onlara gerek insanlar olsun, gerek Merinette Hükümdarı olsun, kimse inanmadı. Lakin benim evrenimde de onlar Hükümdar'ın elçileri idi. Bir görev için seçilmiş lakin ihanet ettikleri gerekçesiyle idam edilmişlerdi."
"Burada ise görevlerinde başarılı oldular ve Katrina'nın varlığını kanıtladılar," dedi Ezra. "Sanırım sizin evreninizde Hükümdar büyünün kimse tarafından bilinmesini ve kullanılmasını istemediği için bu işin peşine düşen yardımcılarını ortadan kaldırmış ve büyünün varlığını bu şekilde gizlemeye çalışmış. Görünüşe göre başarılı da olmuş."
"Katrina," dedim. "Bizim oradaki anlatılarda bu iddiayı ortaya koyan kişinin Enda Elenor olduğu söylenir. Halk bunu böyle bilir. Lakin görüyorum ki, kıtanın ve kurulan ülkenin adını Enda Elenor değil eşi Katrina Mour almış."
"Bu toprakların ruhu Efendim Enda'ya fısıldamış lakin bölgeye eşinin adını vermeyi doğru bulmuş. Yalnızca ülkenin adı değil, Katrina'nın gözde şehri Katrin'in ismi de Leydi Katrina'dan geliyor: Katrina'nın bir parçası. O dönemler Katrin ile tamamen Leydi Katrina ilgileniyordu."
"Antropedos ile Efendi Enda'nın ilgilendiğini tahmin ediyorum," dedim. "Peki ya Alsondro? Orasıyla kim ilgileniyordu? Merinette Hükümdarı neden bu ülkenin başına geçmedi?"
"Alsondro Efendim Enda'nın kız kardeşi Kasira Elenor'a bırakılmıştı. Leydi Kasira eşi Simran Myra ile Alsondro'yu korumakla yükümlüydü. Myra ailesi ilk zamanlardan beri Alsondro'nun sahibidir. Şu anki Alsondro sahibi dört kardeş de Myra ailesindendir. Merinette Hükümdarı Katrina'yı, verilen görevi layıkıyla yerine getiren ve bölgeyi keşfeden elçilerine emanet etmişti."
Bizi aşağı doğru, derinliklere indiren alan içe doğru çökmüş bir alanın içine oturdu ve karşıda dikilen yer altı şehrinin kapılarını gözler önüne serdi. Şehri aydınlatan mavi, mor ışıklar, uzadıkça uzayan beton yapıların arasından sıvışıp yeşilliklerin içine dalıyor ve oradan da yeşil renkli sulara doğru yansıyordu. Burada, yeryüzünde olduğundan daha fazla ruh vardı. Ruhlar itina ile oluşturdukları yapıların kenarlarında, etraflarında, çevrelerinde geziniyor, bedenlerinin şehrin içinde kaybolmasına müsaade etmiyorlardı. Çağlayan nehir, sularını şehrin içine doğru akıtıyor, tek bir yerin bile susuz kalmasına izin vermiyordu. Ezra önümüzdeki koca merdivenleri inmeye ve şehre doğru yol almaya başladı. Onun peşine takıldım. Merdivenler geride kaldığında, Ezra'nın bedeni şehrin bir parçası hâline geldiğinde onu gören ruhlar saygıyla selam verdi.
Ezra elinde önemli, önemli olduğu gibi tehlikeli de olan kitabı tutuyordu lakin ruhlar dönüp bir kere bile kitaba göz değdirmiyordu. Ezra'yı, gölgesiymişim gibi takip ediyor; ne hızlanıp birkaç adım öne geçiyordum, ne de yavaşlayıp onun parçası olmaktan çıkacak kadar geride kalıyordum. Sular dört bir yana hükmediyordu fakat burayı yeryüzünden ayıran bir nokta vardı: Sular, içerisinde ruhları barındırmıyordu. Ruhlara bu sefer nehir değil şehrin kendisi ev sahipliği yapıyordu. Yerlere döşenmiş mozaik gri taşlar, burayı yeryüzünden farklı kılan bir diğer unsurdu; tüm yol boyunca ilerliyor ama ağaçlık alanların içine girme cüretinde bulunmuyordu. Burada bile etrafta uçuşan bir iki kuzgun görebilmek mümkündü.
Yolu dümdüz şekilde takip ettik, ta ki karşımıza şehrin en uzun yapısı çıkıncaya dek. Enine uzayan yapının her iki tarafına ikişer ikişer dikilmiş uzunca dört kule ince olmalarına karşın görkemle dikiliyordu karşımızda. Yapının demir kapısı ruhların sembolünü üstünde taşıyordu. Ezra demir kapının kanat şeklini almış kulplarını kendisine doğru çekti. Önce benim geçmemi bekledi; seve seve kabul ettim. Binanın içi pek dolu değildi. Lakin yol boyunca döşenmiş mozaik taşların daha açık tonları buranın her yerine, tavanına ve tabanına da, döşenmişti. Binanın içine giren Ezra yeniden önüme geçti. Odanın ta sonundaki duvar oyulmuş ve oyuğun içine kanat şeklinde demir kasa yerleştirilmişti. Kanatları yana doğru çevirip kasayı açan Ezra elindeki kitabı yavaşça kasanın içine bıraktı. Kanatları yeniden kapadı ve kasayı kilitledi.
"Burada işimiz bitti. Sannur, artık, yeniden güvende."
Yapının kapısına yönelen Ezra'nın peşine takıldım. "Bu yapı korunuyor mu? Görebildiğim kadarıyla içine kolaylıkla giriliyor."
"Yapı şehirdeki ruhlar tarafından korunuyor."
Ona yetişip hafifçe koluna dokundum. "Ruhların burayı dürüstçe koruyacağına, Sannur'un yerini kimseyle paylaşmayacağına nasıl emin olabiliyorsun? Yapının önünde bir tane bile ruh beklemiyor."
Ezra, yapının kapısını kapamadan evvel bana döndü. "Ruhlar kendi ırkına ihanet etmez." Ağır kapıyı kapadı ve şehrin içine yöneldi.
Geldiğimiz tarafa doğru ilerledik. Adımlarımı hevesle atmıyordum. Yüreğimde birkaç oluşum meydana gelmişti. Kendime, susmayan yüreğime, hislerime anlam veremezken bir hayalet gibi süzüldüm. Bizi buraya kadar indiren çıkıntıya vardığımızda hiç beklemeden oraya geçtik ve bu sefer de yukarı doğru çıkmaya başladık. Yine loş ışığın altında, betonun betona sürtünme sesinin çıkardığı huysuz ve rahatsız edici ses eşliğinde yolculuk ettik. Lakin bu sefer sessizliğe sığınmıştık. O ne düşünüyordu, bilmiyordum. Bense buranın varlığının yüreğime ektiği hislerle mücadele etmekle meşguldüm.
Yukarı çıkmak aşağı inmekten daha uzun sürdü. Yükü kalkan Ezra hoşnut değildi. Cennetten kovulmuş ya da arzu ettiği cennete hiç girememiş gibi bir hâli vardı. Neyin var, diye sormadım. Zira ihtimaller çoktan zihnimi işgal etmişti. Nihayet zirveye çıkabildiğimizde ikimiz de derin bir nefes aldık. Kule'yi terk edip atlarımıza bindik ve merkeze doğru sürdük atlarımızı. Hava karalara bürüneli epey olmuştu. Ay parlak ışığını savuruyor, o ışığın altında kutsanan yıldızlar dans ediyordu. Şehir kapkaranlık ve sepsessizdi. Diğer günlerde ışığını açık tutan binalar bugün, şehre ışık saçan ışıklarını kapama kararı almış ve karanlığa gömülmüştü. Atların çıkardığı birkaç takırtı ve soluk seslerinden hariç fazladan ses duyulmuyordu.
Gecenin geç saatlerinde saraya vardık. Odamın kapısının önüne geldiğimizde Ezra beni durdurdu. "Sizinle konuşacaklarım var ama sabahı bekleyelim. Yorgunsunuz, iyice dinlenin."
Odanın kapısını açtım. "İçeri gel Ezra. Merakım uyumama müsaade etmez. Kaldı ki sabah olmak üzere; istesem de uyuyamam."
Ezra istemeye istemeye içeri geçti. Soğuk havanın beni ayıltması için pencereyi açtım. Konuşma uzun sürecek miydi bilmememe karşın iki sandalyeyi pencerenin önüne yerleştirdim ve Ezra'yı karşıma oturması için çağırdım. "Anlat bakalım."
"Leydi Demitre'den haber geldi," dedi. "Akşam vakitlerinde sizi onun yanına götüreceğim."
"Öyle mi?" diye sordum heyecanla. "Katrin'den haber gelmedi mi peki?"
"Hayır, Efendi Atlas hâlâ sessiz."
"Eğer imkân varsa önce diğerlerinin yanına, Sien Qa Sarayı'na uğramak istiyorum Ezra. Demitre'nin konuşması bitince Alisa ile irtibata geçeceğim yere gideceğiz. Ondan sonra eğer büyüyü yapmaya karar verirsem diğeriyle yeniden görüşmek için vaktim kalmayacak."
"Şu anda, bu koşullar altında saraya diğeriyle görüşmek için gitmeniz güvenli değil. Efendi Atlas, Efendi Atlas'tan da önce ben böyle bir şeye müsaade edemem."
"Eğer gidersem onlara veda etmeden mi gitmemi öneriyorsun?"
"Leydi Demitre sizinle konuştuktan sonra bu isteğinizi yeniden gözden geçireceğim. Hem o zaman sizin de birkaç fikriniz değişebilir."
"Ezra," dedim. "Demitre'nin benimle paylaşacağı şeyi biliyorsun ve buna rağmen susuyorsun. Daha önce de söyledim, beni oyaladığınızı düşünüyorum; eve dönemeyeceğim. Siz bu bilgiyi benimle doğrudan paylaşmak yerine farklı ve çarpık yollara başvuruyorsunuz."
"Sözlerim yetersiz geliyor olmalı; lakin evinize dönmek için bir yol var Efendim. O yol kullanıma açılmak için sizin karar vermenizi bekliyor."
"Yalan söylemeyeceğim. Sana inanmıyorum, yalnızca sana değil, senin sözlerini savunan kimseye inanmıyorum." Huzursuzluk odanın içine yayılmıştı. "Atlas ile iletişime geçmemi sağlayabilir misin? Eğer güvenli ise saraya dönmek istediğimi söyleyeceğim kendisine. Sonuçta saray ve Büyülü Orman aynı yerde bulunuyor. Bir yer güvenli iken diğer yer nasıl tehlikeli olabilir ki?"
"Ancak Leydi Demitre ile konuştuktan sonra sizi saraya götürebilirim. Zaten o vakitlerde buraya dönmek istemeyeceksinizdir."
Yerimden kalktım. "Atlas ile konuşmamı sağlayabilir misin?"
"Bilge Valmir'e, geçidin diğer kısmını koruması için Büyülü Orman'a, Leydi Demitre'nin yanına gitmesini istediğim haberini yollayacağım. İsteğinizi de eklerim. Eğer Bilge, Efendi Atlas'ın yanında ise isteğinizi ona iletir."
"Sen not yollayabiliyorsun, öyle mi? Yasak yalnızca benim için geçerli olmalı."
"Sizi korumaya çalışıyoruz. İstediğinizi iletirim ve eğer güvenli ise sizi oraya götürürüm."
Ezra odadan çıkıp gitti. Dışarıdan içeri dolan soğukluk odanın bütününe yayıldı. Bense yerimden kıpırdamadım. Kendimi akşama hazır hâle getirmeye çalıştım. Duyma ihtimalim olan, çoktan kabullendiğim seçeneklere karşı kalbimin sesini kısmaya çabaladım. Yeni gün doğarken yalnızca zihnimin nefes alışına müsaade ettim; kalbimin ise bir süre, hatta mümkünse uzunca bir süre, sessiz durması ve olaylardan geri kalması gerekiyordu. Lakin uyumsuz ritimler isteğime boyun eğmiyor, inatla, inşa ettikleri yoldan ilerliyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
745 Okunma |
114 Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |