22. Bölüm

22. Bölüm

Mera
mera01

Bulutlar, mavi gökte âdeta dans ediyordu. Topçuk hâline gelmiş bulutların istila ettiği gök, altın güneşin altında tüm canlılığı ve berraklığıyla nefes alıyordu. Bulutlar, belirlenen istikamette salınarak ilerliyor; sayıca epey fazla olmalarına rağmen güneşin bedenini, kendi bedenleri arasına alıp yok edemiyordu; güneş tüm ihtişamı ve endamıyla öylece parlıyordu. Bu manzaraya arada bir uçuşan kuşlar giriyor, birkaç kanat çırpışın ardından onlar da silinip gidiyordu. Güneşin parlak ışıklarından şehrin sokakları da nasibini almıştı. Sokak kenarlarına dikili ağaçlar, altın yansımalar eşliğinde hiç olmadıkları kadar hayat dolu görünüyordu; kalın bedenlerinin ve dallarına tutunmuş birkaç yaprağın rengi solmamış, sanki güz çoktan kapımıza uğramamış gibiydi bedenleri. Buna bir de normal yaşantılarına devam eden ruhlar eklenince bir zamanlarki neşeli, renkli Antropedos'u zihnimde resmetmeye gerek kalmıyordu. Zaman geriye akmış ve Antropedos'un nefes aldığı bir anda donmuş gibiydi. Yaz vaktinde olsaydık kaldırımların kenarlarından fışkıran çiçeklerin renkli bedenlerini görebilirdik. Bu an, öyle bir andı.

Minik taşların üstüne basan adımlarım, sükûnete bulanmış sokaklarda yankı yapmamaya özen gösterir gibi sessiz, geç kalınmış hayatlara saygı duyar gibi acelesizdi. Gözlerim merakımı ele veriyordu. Zira her bir noktaya değmek için can atıyordu. Öyle ki, bedenimin en hareketli yeriydi gözlerim; hiç görmediğim, görülmesi olanaksız bir yere bakar gibi merak ve heyecan doluydu. Sessiz olmaya en az benim kadar özen göstermeye çalışan bedenlerin bazısı ne yapacağını bilemez bir hâldeydi; sanki yaşamayı unutmuş gibiydiler. Kaybettikleri normalin peşinden koşturuyor ama izini bir türlü yakalayamıyorlardı.

Son malzemeyi almak için Alsondro'ya giden Ezra'dan hâlâ bir haber yoktu. O gideli çok olmamıştı lakin merakıma engel olamıyordum; hemen sevindirici bir haber gelsin istiyordum. Onu sarayda beklemek yerine güvenli olduğunu düşündüğüm şehri biraz da olsa kendi başıma keşfetmek istemiş ve Ezra gider gitmez kendimi sokaklara atmıştım. Sokaklar, Nehir'in aksine artık sessiz değildi. Nehir'se bir zamanların aksine ruhların sesini yitirmişti. Ruhlar, teker teker ve yavaş yavaş su topluluğundan ayrılıyor, ait oldukları şehre dönüyordu. Demitre'nin kararına karşılık ruhların böyle bir karar alması şaşılacak durumdu. Bilmediğim veya atladığım bir nokta olmalıydı. Her ne olursa olsun, ruhların yaşama geri dönmesi sevindirici bir gelişmeydi.

Şehrin sokaklarına adımımı attığım ilk andan itibaren bir kuzgun peşime takılmış ve siyah bedeniyle beni takip etmeye koyulmuştu. Şehrin sükûnetine o da saygı duymuş ve olabildiğince az ses çıkararak kanat çırpmaya başlamıştı. Bu kuzgunun, dün gördüğüm kuzgun olduğunu anlamanın bir yolu yoktu. Lakin sokaklar başka kuzgunlara ev sahipliği yapmadığından, ister istemez, bu kuzgunun dünkü kuzgun olduğunu düşünüyordum. Korkularım hâlâ diriydi. Etrafta birden beliren hayvanlara karşı temkinli olma gereği hissediyordum. Fakat oradan oraya konarak beni izleyen kuzguna karşı içimde korku duyulacak bir his açığa çıkmamıştı.

Kenardan kenardan gitmeye bir son verip Nehir'in yanına yaklaştım. Sesler yoktu lakin yine de suyun içinde gezinen karartıları görebiliyordum. Onlar diğer ruhlar gibi dışarı çıkmak için neyi bekliyordu? Ya da ne olmuştu da diğer ruhlar, bu ruhların aksine, körü körüne bağlandıkları suyu terk etmişti? Ezra dışında tanıdığım bir ruh olmamasına rağmen ruhlara karşı engin bir üzüntü barındırıyordum. Berrak suyun yüzeyine yansıyan görüntüme kaydı bakışlarım. Yüreğimde hiç bilmediğim okyanusların suları dalgalanıyordu. Köpüren suyun içinde, ne olduğunu bilmediğim veya unutup gittiğim birtakım şeyler, belki de hisler, savruluyordu; bazısı boğuluyor, bazısı nefesi kesilmesine rağmen hayatta kalıyordu.

Ben hâlâ öylece yansımama bakınırken suya bir şey düşüverdi. Kafamı kaldırıp göğe bakınca görevini tamamlayan güvercinin gökyüzünün enginliklerine doğru kanat çırptığını gördüm. Yeniden Nehir'e döndüm ve suya düşen kağıt parçasını elime aldım. Kâğıdın ellerim arasında erimesini bekliyordum ama kâğıt, suya düşmüş olmasına rağmen sapasağlamdı. Bir his nefesimi kesti. Aceleci hareketlerle kâğıdı açtım ve yazan notu okudum.

- Alisa, Valmir'den duyduğum kadarıyla iyiymişsin. Senden bir ricam olacaktı. Bu istek için uygun bir zamanda olmadığımızı düşünebilir ve hatta, bir isteğimin oluşunu yersiz bulabilirsin. Lakin şifanın gelip seni ve bedenini iyileştirmesini istiyorsan sözlerime kulak ver. Sana verdiğim yüzüğü her nereye koyduysan geri al ve sol işaret parmağına tak. Daha fazla vakit kaybetmeden isteğimi yerine getir. Eğer yüzüğü takmanı istemeyen birileri varsa onların bu istekten haberi olmasın.

Henna Lenor


Notu birkaç kere daha okudum ve ardından, dizlerimin üstüne çöktüğüm yerden doğruldum. Yüzük, Sien Qa Sarayı'nda, bana ayrılan odadaki kilitli bir dolabın içindeydi. Onu oradan gizlice alamazdım. Yüzüğün gizli bir anlamı vardı ve bu anlamı bilen Atlas, yüzüğü gördüğünde onu takmamamı istemişti. Kendi kafamda sebepler yarattım. Valmir, düşmanın beni kendisine çekmek için hamle yapacağını hissetmişti. Acaba Valmir bu hislerden Atlas'a da söz etmişti de Atlas, düşmanın yüzüğü ele geçirmesinden korktuğu için mi yüzüğü takmamamı söylemişti? Kimin sözüne güveneceğimi, kimi dinleyeceğimi bilemiyordum. Önümde, birbirinden ayrı düşmüş yollar vardı. Açıkçası önümde duran yollardan herhangi birinin tehlikeli veya güvenilmez olduğunu düşünmüyordum. Yalnızca, en doğrusu, en sağlamı hangisiydi ona karar veremiyordum.

Her ne kadar bir zamanlar Henna Hanım'a kelimenin tam anlamıyla güvenmiyor olsam da o zamanlar artık geride kalmıştı. Onun isteğinde bir garabet sezemiyordum. Normal, sıradan ve hatta, kendimi düşünülmüş hissettiren bir istekti bu. Şu noktada yüzüğe erişmem olanaksızdı. Perla'dan yardım isteyebilirdim. Lakin onu bu işin içine sürüklemek istediğim bir şey değildi. Henna Hanım gizlilikten söz ediyordu ve bu durum, yalnız hareket etmem gerekiyormuş gibi hissettiriyordu bana.

Emin olmayarak saraya döndüm. Uğraşlarım sonucunda bir kâğıt ve kalem buldum. Madem Henna Hanım'ın benden bir isteği vardı, o zaman bu durumda bana yardım etmeli ve birkaç soruma cevap vermeliydi.

- Yüzük, Sien Qa Sarayı'nda. Oğlunuz yüzüğü takmamı istemiyordu. O nedenle, onun çevresinden birinden yardım isteyemem. Şu anki durumda ise benim saraya dönmem pek mantıklı ve olanaklı değil. Umarım yüzüğü bana getirtecek bir öneriniz vardır.

Alisa Almedal


Not, beyaz güvercinin bedenine tutunmuş hâlde gökyüzüne havalandı ve bir noktadan sonra görünmez oldu. Ezra'dan hâlâ ses yoktu. Onu sarayda beklemek istemiyordum. Yeniden sarayın dışına çıktım. Acaba Ezra'nın başına bir iş mi gelmişti ki? Neden bir not dahi yollamıyordu? Korkularımın sesini kısmaya çalışıyordum zira Efendi Ruh'un kolay kolay zarar görmeyeceğini düşünüyor ve buna, körü körüne inanıyordum.

Ezra'nın sarayın bahçesine bıraktığı ata bindim ve dün gittiğimiz şifa merkezine doğru yola koyuldum. Rota az çok aklımdaydı, kaybolacağımı sanmıyordum. Kaybolsam bile sığınacak bir yer bulacağıma emindim. Ruhların sayıca fazla olduğu sokaklar geride kaldı. Kısa bir süre sonra ise şifa merkezinin küçük bedeni göründü. Doğru yoldan gelmiş olmanın verdiği rahatlık ve öz güvenle yapıyı saran bahçeye sürdüm atı. Atı bahçede bırakıp yapının içine girdim. Neyse ki, kapı hiç zorlamama gerek kalmadan açılmıştı. Dün gördüğüm manzaranın aynısı karşımdaydı; değişen bir şey yoktu.

Fıçılardaki sıvılara, onlara dokunmadan baktım. Bulmak istediğim bir şey vardı. O şeyi bana ne verecekti bilmiyor, lakin o şeyi bulmak için can atıyordum. Önüme çıkan her kapıyı zorluyor, olmayacak şeyi oldurmaya çalışıyordum. Lakin olmayınca olmuyordu; bunu anlamam ve kabullenmem gerekiyordu. Yüreğime sıkışmış tüm nefesi dışarı akıttım. Yeşil koltuğa bıraktım bedenimi. Ne kalbim ne zihnim ne de bedenim itaat ediyordu bana. Bu da büyünün başka bir etkisi miydi? Ait olduğum yerden uzaklaştıkça eksiliyor muydum? Sanki öyleydi; öyleymiş gibi hissettiriyordu.

Yoksa tüm bunlar silinen bedenlerin ve unutulan anıların yarattığı eksiklikler miydi? Ruhum ve yüreğim neye kavuşmayı diliyordu? Sanki bedenimin tamamı minik kalplerle kaplanmıştı da tüm hepsi ayrı ayrı, derin derin acıyordu. İlk hangisini sarmak gerekirdi? İlk hangisini iyileştirmek gerekirdi? Acizdim, hakikate erişemiyordum.

Önüme düşen gölge eğik kafamı kaldırmama neden oldu. Ezra sapasağlam karşımdaydı. Bu sefer gözlerini görebiliyordum ve o gözlerden akıp giden hisleri.

Bedenimi olduğu yerde dikleştirdim. "Bulabildin mi son malzemeyi?"

"Bulabildim." Elini bana doğru uzattı. "Sarayda misafiriniz var, sizi bekliyor. İsterseniz onu daha fazla bekletmeyelim."

Böyle bir durumda kim Antropedos'a gelmişti ki? Ezra'nın elini tutup oturduğum yerden kalktım. O, benim neden burada olduğumu sorgulamadı; ben de onun neden bu kadar geç döndüğünü sorgulamadım. Sessizce atlarımıza binip saraya dönüş yolunu tuttuk. Sokaklardaki ruhların sayısı her sokağa çıkışımızda artıyordu. Bizim tüm odağımız hâline gelen ruhlar bizleri hiç umursamadan işlerine, hayatı yaşayışlarına devam ediyordu.

"Umarım sokaklardaki ruhların giderek artması iyi şeylerin habercisidir."

"Ruhların çoğunluğu Nehir'i terk ediyor; ya özgür oldukları hayatı tercih ederek ya da sahip oldukları tek yaşamı feda ederek," dedi Ezra. "Gidenler de çoğunlukta ama biz yalnızca kalanları gördüğümüz için kalanların sayısı bize daha fazlaymış gibi geliyor."

"Gidenler?" dedim sorarcasına. "Ruhlar, Nehir'i başka şekillerde de mi terk edebiliyor?"

"Eğer yaşamak isterlerse Nehir'den ayrılıyorlar ama eğer yaşamı tercih etmezlerse önlerinde başka bir seçenek daha var: Kendi arzuları doğrultusunda yaşamlarına son verebiliyorlar."

Zamanın geçmesiyle birlikte, ruhların insanlardan geri kalır bir yanının olmadığını daha iyi anlıyordum. Arzu ettikleri, çabaları, inançları insanlarınkisi ile aynıydı.

"O seçeneğe nasıl erişebiliyorlar?"

"İçten dileyerek," dedi Ezra. "Nehir'e aktarılmış bedenlerin başka seçenekleri olsa da başka sulara sıkışmış bedenlerin tek seçeneği ölümü yürekten dilemek. Sonrasında ruhları ait oldukları yere, Solur Tohumu'na geri dönüyor."

"Bir bakımdan Solur Tohumu ruhların mezarı yani," dedim. "Düşününce insanı çıkmaza sokan bir bilgi bu."

"Bu açıdan hiç düşünmemiştim ama evet, Solur Tohumu'nun bir diğer görevi de ruhlara mezar olmak."

Yolculuğun geri kalanı sessiz geçti. Saraya vardığımızda bile dakikalar öncesinde konuştuklarımız zihnimde dönüp duruyordu. Ancak sarayı gördüğümde gerçekliğe döndüm ve gelen kişiyi düşünmeye başladım. Kim olabilirdi ki?

Ezra, saraydaki büyük salona dek bana eşlik etti. Salona vardığımızda kapının yanında dikilmeye başladı. Masanın kenarlarına dizilmiş sandalyelerden birinin ucuna oturmuş Lena görüş alanıma girdi. Beni görünce yaşına rağmen hızla ayağa kalktı, yanıma dek geldi ve ardından beni kollarının arasına aldı. "Ah, Alisa, ne kadar korktum tahmin edemezsin!" Bedenimi bırakmak yerine oturduğu masaya doğru götürdü beni. "İyi olduğunu görmek çok güzel! Biraz bitap düşmüş görünüyorsun, o kadar. O da kısa sürede geçecektir."

"Seni görmeyi beklemiyordum," dedim. "Gelebilmene sevindim. Katrin'de işler çok mu karışık?"

Lena diretmedi. "Biraz öyle. Durumların nasıl olduğunu az çok anlıyorsundur. Savaşın eşiğindeyiz, herkes bir yerden bir yere koşturuyor... Aslında buraya gelme niyetim yoktu. Daha doğrusu, bu kargaşanın arasında buraya gelmenin doğru olmadığını düşünüyordum ama mecbur kaldım. İyi de oldu, hem seni görmüş oldum kızım."

"Ne mecburiyeti?"

Lena cebinden bir kutu çıkardı. Kutuyu görür görmez ne olduğunu anladım. Lena, küçük kutunun kapağını açmadan bana uzattı. "Dostum Henna'nın arzusunu yerine getirmezsem içim rahat etmezdi. Bu nedir diye sorma, ben de bilmiyorum ama görüyorum ki, sen pekâlâ biliyorsun."

"Henna Hanım bana hediye etmişti," dedim. Kutuyu alıp kapağını açtım. "Yüzüğün bana şifa vereceğini söylüyor."

"Koruma büyüsü mü var ki?" Yüzüğü eline alıp inceledi. "Bir zamanlar bölgenin şifa kontrolünden Lenorlar sorumluydu. Bu, yedili sistem oluşturulduğundan bu yana böyleydi. Birkaç yıl evvel, bu önemli ve kıymetli görev, yani ilk bölümün sorumluluğu Perla'nın ailesine devredildi. O yüzden, Henna'nın şifa ve büyüler hakkındaki bilgisi, ailesinden kalan bilgiler sayesinde, engindir. Yüzüğe vaktizamanında güçlü bir koruma büyüsü yapılmış olabilir. Henna da sana yardımcı olması ve koruması adına yüzüğü sana vermeyi doğru bulmuş olmalı."

"Olabilir tabii," dedim. "Henna Hanım yüzüğü sol elimin işaret parmağına takmamı da yazmış nota. Bunun bir anlamı var mı?"

Lena duraksadı. Başını ağırca Ezra'ya çevirdi. Sonra yeniden yüzüğe dönüp baktı. O hâlâ yüzüğe bakınırken, soru soran gözlerimi Ezra'ya çevirdim ama o da bir şey biliyormuş gibi durmuyordu.

"Yüzüğü işaret parmağına takarsan yüzükteki koruma, tabii eğer varsa, daha etkili bir hâle bürünür," dedi Lena. "O yüzden böyle bir istekte bulunmuş olmalı."

Yüzüğü bana uzattı. Elime aldığım yüzük hatırladığımdan daha fazla ağırdı. "Ana Saray'da mı konaklıyorsunuz?"

"Ah, evet. Benim dönebileceğim başka bir yer yok ama Henna da bizlerle birlikte Ana Saray'da. Atlas başka bir yerde kalmamıza müsaade etmiyor."

"En doğrusu bu," dedim. "Yan yanayken daha bir güvende olursunuz. Böylece birbirinizin güvenliğini düşünmenize gerek kalmaz. İnsanın böyle bir durumda en son isteyeceği şey aklının sevdiği kişilerde kalmasıdır."

"Doğru diyorsun kızım. Benim bir şikâyetim yok zaten."

Onun yaşadığı kafa karışıklığını, dağlanan yüreğini görebiliyordum. Asıl düşmanın ortaya çıkmasıyla farkına vardığı bazı küçük detaylar olmalıydı. Nasıl dayanıyordu acaba? "Sen nasılsın?"

"Ben mi?" diye sordu şaşkınca. "Açıkçası... nasıl olduğumu bilmiyorum lakin neyi istediğimi çok iyi biliyorum kızım."

"Huzura kavuşmayı diliyorsun, değil mi?"

"Huzur, sanıyorum ki, bu saatten sonra benim yüreğime uğramayacak. Yüreğimin cazırdamayı kesmesi için mücadele edeceğim. Bu savaşın benim için anlamı bu. Kaybettiklerim için savaşacağım ve sonrasında, elimde kalanlarla idare edip bir köşeye çekileceğim." Gözlerimin en derinliklerine baktı. "Bu, kayıp gideni geri getirmeyecek, hiçbir şey geri getiremez ama yüreğimin sesini az da olsa kısacak tek eylem bu."

Lena; kayıp gideni yakalamaya çalışırken kendinden parçalar kaybetmişti ve şimdi, ruhundaki ve yüreğindeki tüm eksiklikleri kapayamayacağını anlamış, yolun sonuna dek ilerlemek yerine bulduğu ilk durakta dinlenmeyi tercih etmişti. En acısı, sahip olduklarını elinden alan kişi abisinden başkası değildi. O yüzden, devam etmek yerine dinlenmeyi, soluklanmayı tercih etmesine hiçbir şey diyemiyordum.

"Aren nasıl?" diye sorarken buldum kendimi.

"Bilmem," dedi kısıkça. "Kendisinin de bildiğini sanmıyorum. Oturup gerçeklerle yüzleşmek yerine oradan oraya koşturuyor, belki de yüzleşmekten kaçınıyor."

Ona, aklımdan geçenleri söyleyip destek olmalı mıydım? Yoksa ümit verecek cümleler sarf etmemeli miydim? Günün birinde benim cümlelerim yüzünden hayal kırıklığına uğramasından korktuğum için sessiz kaldım. O da sessizliğime eşlik etti. Sonra yerinden sakince kalktı. "Ben döneyim artık. Eğer sorun teşkil etmeyecekse ileriki günlerde de gelmeye çalışırım."

"Eğer gelirseniz beni çok mutlu edersiniz," dedim. "Lakin güvenlik sorunu oluşturacaksa gelmeyin."

Ezra, Lena için bir geçit oluşturdu. Onunla son kez sarıldık.

"Benim ne zaman Katrin'e döneceğim kesinleşti mi?"

"Kesinleşmesi durumunda senin de haberin olur kızım, merak etme," dedi Lena. "Burada güvendesin. En önemlisi de bu zaten. Az daha dayan, elbet döneceksin bir gün."

Bu, onun son sözleri oldu. Mavi geçit onun bedenini aramızdan alıp götürdü. Lena gittikten sonra dipsiz bir sessizlik oluştu. Avucumda sıkı sıkı tuttuğum yüzüğü sol elimin işaret parmağına geçirdim. Yüzük parmağımdaki yerini alınca bir dalgalanma hissettim.

"Demitre'nin yanına ne zaman gideceğim belli oldu mu?"

"Leydi Demitre'den haber bekliyorum," dedi Ezra. "Onun arzu ettiği bir zaman diliminde sizi oraya götüreceğim."

"Bunu bana söylememiştin."

"Bugün Leydi Demitre'den gelen bir not ulaştı elime. Nedenini bilmemekle beraber kendisi böyle bir karar almış. Bana, bu karara uymak düşüyor."

"Pekâlâ," dedim. "O hâlde Demitre'den haber bekleriz biz de."

"Bu saatlerde sarayda tek başınıza kalmanız sizi korkutur mu?"

"Hayır, neden sordun?"

"Katrin'e uğramam gerekiyor," dedi Ezra. Sözlerinin aksine duruşu kendinden emin değildi. "Kısa sürecek bir işim var."

"Ben de geleyim seninle."

"Güvenli olmadığını biliyorsunuz," dedi. "Birkaç saat içinde çoktan dönmüş olurum."

Ezra yeniden Antropedos'u terk etti. Onun gidişinin ardından kendimi sarayın bahçesine attım. Bahçedeki oturma alanlarına geçmek yerine, çimenlerin üstüne oturup sırtımı sarayın soğuk duvarına yasladım. Gök kararmış, yıldızlar yanmaya başlamıştı. Geçip giden zamanı anımsatmak ister gibi fazla fazlaydı yıldızlar. Kaybettiğimiz anıları hatırlatmak ister gibi solgundu yıldızların bazısı; bazısı ise parlak parlaktı, uzun uzun bakınca insanın gözünü alıyordu. Ay, yıldızların parlaklığına karşın sislerin ardına saklanmıştı. Birkaç gri bulut parçacığı ayın önünde geziniyor, onun yekta bedenini örtüyordu.

Bazı gerçekleri yakalamak istiyordum lakin zihnime erişmiş bazı gerçeklerden de kaçıp kurtulmak istiyordum. Bulacağım cevapların beni huzura kavuşturacağını düşlüyordum lakin çoktan bulduğum cevapların iri bedenleri zihnime bıçak darbeleri savuruyor, bedenime işkence ediyordu. Bedenimin her bir zerresinde tüm zıtlıklar ve çelişkiler aynı anda yer alıyordu. Sahip olduğum için ağıt yaktığım ve sahip olmak için direndiğim şeyler aynıydı. Aynı gayenin peşine düşüyor fakat farklı sonuç almayı murat ediyordum.

Çok yakınlardan gelen kanat çırpma sesini duyunca etrafıma göz attım. Bir kuzgun tepemdeki pencerenin denizliğine konmuş duruyordu. Ona doğru kafamı kaldırınca kanat çırparak merdivenlerin korkuluğuna kondu. Sonra yeniden kanatlandı ve korkuluğun biraz daha ilerisine uçup, sarayın girişine yakın bir yere kondu. Kara göğün altında pek belli olmayan yüzü bana dönüktü. Ayağa kalkıp merdivenlerin oraya gittim. Ben hareketlenince giriş kapısının önündeki betona doğru uçtu. Minik minik hareketlerle kapıya iyice yaklaştı.

Ezra'ya kuzgun hakkında bir şeyler sormadığım için pişmanlık duydum. Bu, bizden birinin veya dost sayılacak birinin işi olabileceği gibi düşmanın da işi olabilirdi. Yine de kuzgunun peşine takıldım ve onun ardından saraya girdim. Sarayın içine giren kuzgun kanatlanıp hızla aşağı kata inen merdivenlere uçtu. Adımlarım hızlandı. Sarayın daha önce hiç görmediğim alt katına indim. Alt katı aydınlatan loş da olsa bir ışık kaynağı vardı. Sağa, sola ve dümdüz ileriye doğru uzanan üç koridor bağlantısı vardı. Kuzgun önümüzde uzanan koridorun sonuna dek hızla uçtu. Çok da geniş olmayan koridorun, yavaş ve temkinli adımlarla, sonuna dek geldim.

Önümde duran koca kapının üzerindeki demir kilidi indirip kapıyı açtım. Kapı açılınca kuzgun içeri doğru uçtu ve görüş alanımdan çıktı. Yavaşça odaya girdim. Sol tarafta bulunan geniş pencere ay ışığının doğrudan odaya girmesini sağlıyordu. Bu yüzden odanın içi hafif aydınlıktı ama buna rağmen ışık yeterli değildi. Odayı aydınlatmak için ufak bir büyü yapmayı planlıyordum. Lakin kuzgun benden önce davranmış ve önüme yanan bir gaz lambasını bırakmıştı. Lambayı nereden bulduğunu ve nasıl yaktığını sorgularken lambayı elime aldım. Siyah kanatlarını yeniden çırptı ve odanın arkasında kalan ahşap bir kapının önüne gitti. Yeniden kuzgunun peşine takıldım. Kapıyı hafiften aralayıp içeri baktım. Önümde uzunca bir koridor uzanıyordu. Aralık kapıdan içeri bedenini sokan kuzgun koridorun sonuna doğru uçtu.

Elimdeki gaz lambasının varlığına ve bildiğim birkaç kolay büyüye sığınarak kapıdan içeri girdim. Lambanın ışığı koridorun sonunu görmeme yetecek kadar güçlü değildi. Küçük adımlar atarak yolun sonuna geldim. Dar alan genişçe bir odaya açılıyordu. Odanın sol tarafında üzerinde malzemeler bulunan ahşap bir masa vardı. Sağ tarafta ise ahşap bir sandık duruyordu. Kuzgun da sandığın kapağına konmuş beni bekliyordu. Ona doğru baktığımı fark edince kanat çırptı ama bir yere uçmadı.

Elimdeki lambayı sandığın yakınına koyup sandığın önünde diz çöktüm. Ellerim sandığa doğru uzanınca kuzgun gelip lambanın yanına kondu. Hafif titreyen ellerimin izin verdiği hızla sandığın kilitli olmayan kapağını açtım. Sandığın içinde siyah kadife bir kutu duruyordu. Yaşadığım ikilem kısa sürdü, siyah kutuyu ellerimin arasına aldım. Kutunun kapağını kaldırınca bir yüzük ateş parçaları misali parladı. Kutunun kapağında duran elimdeki yüzüğe kaydı bakışlarım. İki yüzüğün kristali birbirine bir hayli benziyordu. Tereddütlerime rağmen yüzüğü kutudan çıkardım ve gaz lambasının altında incelemeye koyuldum. Kuşkusuz bu yüzük, parmağımdaki yüzüğün bir benzeriydi.

Sağ tarafıma doğru dönünce kuzgunun çoktan ortadan kaybolduğunu fark ettim. Yüzüğü kutusuna geri koydum ama kutuyu sandığa bırakmak yerine yanıma aldım ve odadan çıktım. Oyalanmadan üst kata kadar çıktım. Kuzgun görebildiğim hiçbir yerde yoktu. Sanırım çoktan saraydan çıkmıştı. Büyük salona geçtim ve dakikalar öncesinde Lena'nın beni oturttuğu sandalyeye geri oturdum. Kutuyu ise masanın üzerine bıraktım. Ezra geldiğinde ona kuzgundan bahsetmeli ve bu yüzük hakkında ondan bilgi almalıydım. Masanın üzerine uzattığım kollarıma başımı yasladım ve Ezra'nın gelmesini bekledim.

Gözlerim, omzumda hissettiğim baskı sonucunda aralandı. Odanın içi hafif bir turunculukla aydınlanmıştı. Pencereye vuran yağmur damlalarının sesi odanın içini dolduruyordu. Kafamı kaldırıp uyanmama sebep olan kişiye döndüm. Ezra, artık alışık olduğum formuyla tepemde dikiliyordu. Siyahlara bürünmüş bu gündelik hâliyle ölüm meleğine benziyordu.

"Odanıza çıkmak isteyebilirsiniz diye düşünmüştüm."

Masanın üzerinde duran kutu gözüme çarptı. "Eğer senin için de uygunsa seninle konuşmak istediğim şeyler var."

"Elbette, buyurun."

"Otursana," deyip karşımdaki sandalyeyi gösterdim. Dışarıdan boğuk boğuk rüzgâr sesleriyle birlikte gök gürültüsünün sesi geliyordu. Pencerenin önünden yaprak olduğunu düşündüğüm nesneler uçuşuyor, o karmaşanın içinde oradan oraya savrulup duruyorlardı; sarsıcı bir fırtına çıkmış olmalıydı.

Ezra gösterdiğim yere geçip oturmuştu bile; konuya girmemi bekliyordu. Kutuyu onun önüne doğru itekledim. "Gibor Dağlarına gittiğimiz günden beri bir kuzgun dikkatimi çekiyor. Sanırım gizliden gizliye bizi takip ediyordu. Birkaç saat evvel yeniden görüş alanıma girdi ve beni, sarayın alt katındaki bir odaya dek götürdü. Bir sandığın tepesine kondu; ben de sandığı açtım ve içinden bu kutu çıktı."

Ezra, bir şey demeden önce kutuyu alıp içine baktı. Kutunun içinde gördüğü şey onu hiç şaşırtmadı. "Efendim Enda'nın yüzüğü bu."

"Belli ki kuzgunun amacı bu yüzüğü görmemi sağlamaktı. Bir kuzgunu peşimize takmak kimin işi olabilir ki?"

Acı kahve gözler gözlerimle buluştu. "Kuzgunlar hakkında endişelenmenize hiç gerek yok. Onlar biz ruhların yardımcısıdır. Leydi Demitre esaretinden kurtulduğundan bu yana güçlerim bana geri dönmeye başladı. Ruhlar, artık sahipsiz hissetmiyor. Bu nedenle, gördüğünüz kuzgunların tamamen zararsız olduğunu söyleyebilirim."

"Yalnızca bir tane gördüm," dedim. "Buraya geldiğimden beri sadece bir tane kuzgun gördüm. Yani sanırım gördüğüm kuzgunların hepsi aynı kuzgundu."

"Dediğim gibi kuzgunlar zararsız. Boşuna endişelenmeyin."

"Beni neden o sandığın başına kadar götürdü? Bu yüzük neyin nesi? Henna Hanım'ın hediye ettiği yüzüğe fazlaca benziyor." Parmağımdaki yüzüğü çıkarıp ona verdim. "Bak, bu işte. Ayrıca senden habersiz kutuyu alıp içine baktığım için kusura bakma. Merakıma engel olamadım."

Ezra yüzüğü eline aldı. "Benden habersiz hareket etmenizin tek kötü yanı başınıza bir belanın gelebilecek olması. Onun dışında benim açımdan bir sorun yok. Sarayın içini merak ettiğinizi bilseydim sizi gezdirirdim."

"O an sarayın içini değil de kuzgunun bana neyi göstereceğini merak etmiştim," dedim. "Yüzüğün senin için özel bir anlamı mı var? Yoksa yüzük sana mı ait?"

"Bu yüzük, Efendim Enda'nın koruma yüzüğü. Henna Hanım'ın size verdiği yüzüğe benzeme sebebi de bu. Diyardaki koruma yüzükleri oldukça benzerdir."

Ezra, Henna Hanım'ın hediye ettiği yüzüğü geri uzattı bana. Yüzüğü alıp parmağıma geçirdim. Yine bir dalgalanma hissi yayıldı etrafa. "Kuzgun, beni neden bu yüzüğün yanına dek götürdü?"

Ezra'nın yaşadığı kararsızlığı kolayca okuyabildim. "Peşinize takılan o kuzgun, Efendim Enda'nın ruhunu taşıyor," dedi. "Size, kendi koruma yüzüğünün yerini göstererek yardımcı olmak istemiş olmalı."

"Bir hayvanın bedenine bir insanın ruhunu mu aktardınız?" diye sordum. "Doğru mu anladım?"

"Doğru," dedi sakince. "Efendim öldükten sonra onun varlığından güç almak için ruhunu bir kolyeye aktarmıştım. Doğrusu bu fikri bana, hayattayken kendisi vermişti. Ben de onun sözlerine uydum. Elenorların son temsilcisi de yeryüzünden silinince Efendim'in ruhunu, ruhların yardımcısı olarak bilinen bu hayvanlardan birine aktarmak istedim. Ulaşmam gereken bir hedef vardı ve benim yön algım körelmişti; bunu yapmaya mecburdum."

"Bundan başka kimin haberi var?"

"Yalnızca Leydi Demitre'nin haberi var."

"Ona da mı açıklamak zorunda kaldın yoksa o, bu durumu kendisi mi fark etti?"

"Onunla ilerleyeceğimiz yolun henüz başlarındayken kendi isteğimle itiraf ettim," dedi Ezra. "O yüzden sizden ricam, bu bilgi aramızda, şimdilik, bir sır olarak kalsın. Gerekirse vakti gelince başkalarına ben itiraf ederim."

Bu diyarda ne çok gizem, sır vardı. "Tamam," dedim yine de. "Sen istemediğin müddetçe bu bilgiyi kimseyle paylaşmam."

Kutuyu yanına aldı. "Her ne kadar Efendim sizi bu yüzüğün yanına kadar götürmüş olsa da şu anlık bu yüzüğe ihtiyaç duyduğunuzu düşünmüyorum."

Ezra'nın, efendisinin yüzüğünü bana vermek istemiyor oluşu, yüzüne bakıldığı zaman kolayca anlaşılan bir durumdu. O yüzden üstelemedim, efendisinin yüzüğü onda kalabilirdi. Zaten bir tane koruma yüzüğüne sahiptim, daha fazlasına gerek yoktu.

"Öğle vakitlerinde Bilge Valmir buraya uğrayacak ve büyüyü hazır edecek," dedi Ezra. "O vakte kadar dinlenmek isterseniz dinlenin. Bedeniniz ve dolaylı olarak gücünüz hâlâ eski hâline dönebilmiş değil."

Dinlenmek istemiyordum. Yeni düşünceler ve korkular zihnime uğramayı kesmedikçe uyumanın bir anlamı olmayacaktı; her türlü bedenim tezce bitkin düşecekti. "Katrin'den hiç haber gelmiyor bana. Yolunda olmayan daha başka şeyler de mi var?"

"Hayır," dedi Ezra. "İçerisine düştüğümüz durum kolay atlatabileceğimiz türden değil. Düşman, köşesine çekildi. Katrin'dekiler bir sonraki hamleyi tahmin edemediklerinden fazla fazla önlem almaya çalışıyor. Efendi Atlas, şehrin güneydoğusundaki Roves bölgesinde yer alan Roves Kalesi'ne çekilmeyi düşünüyor. Efendi Atlas'a buraya gelmeleri ve hazırlıkları burada yapmaları için bir teklif sunmayı planlıyorum lakin Leydi Demitre'yi Katrin'de bir başına bırakmayı doğru bulmuyorum. Öte yandan aklıma daha farklı, işe yarayan bir fikir uğramıyor."

"Onları buraya davet etmek iyi bir fikir mi ki?" diye sordum. "Ruhlar, insanların Antropedos'a gelip yerleşmesini hoş karşılar mı?"

"Ben, ruhların vereceği tepkiden çok Leydi Demitre'nin güvende olup olmayacağını düşünüyorum. Ruhlara gelirsek... Onların bu duruma, bu mecbur kalınışa olumsuz bir tepki vereceğini sanmam."

Tereddütle Ezra'ya baktım. "Yıllar evvel buraya sığınan Katrin halkının son efendini öldürdüğünü söylemiştin."

"O zamanki insanlar ile şimdikileri bir tutmak acımasızlık olacaktır."

"Sen böyle düşünüyorsun," dedim. "Peki ya diğer ruhlar? Onlar ne düşünüyor? Hiç oturup konuşma fırsatınız oldu mu?"

"Hayır, henüz konuşamadık. Lakin şartlar değişti. Leydi Demitre esaretinden kurtuldu. Hâliyle, efendilerinin varlığını hisseden ruhların tutumu da değişecektir."

"Sen de onların efendisisin," dedim. "Onları dinlemeli ve yapacağın teklife öyle karar vermelisin."

Böylece konuşma sonlandı ve her ikimiz de kendi köşemize çekildik. Aşinası olduğum yatak odasının içinde dolanıp duruyordum. Uyku, bedenime uğramayı reddediyordu. Bedenim yorgunluk tarafından işgal edilmiş olmasına rağmen uyuyamıyordum. Aklım, geride kalan onlarca detayın acımasız uzantılarındaydı. Aklım, yeni günlerin doğmasıyla birlikte varlığını belli edecek sorunlardaydı. Aklım, bedenimden çok uzaktaydı.

Katrin'e dönmek istiyordum. Hiç olmadı, oradan bana bir haber ulaşsın istiyordum. Lakin bölgenin o tarafları epey sessizdi. Orada durumlar, içinde kıyamet kopan zihin gibi karmakarışık ve dağınıktı. Parçalar savruluyordu lakin o parçaların neye ait olduğunu anlayamıyordu insan. Parçalar savruluyordu lakin o parçaların nereye kaybolduğunu bulamıyordu insan. Sanıyorum ki, Katrin'deki durum tam olarak buydu. Kıymet verdiğim insanlara böylesi bir durumda yardım edemiyor olmak can sıkıcıydı. Olayları uzaktan uzağa izleyip, çoğu zaman yaşananların gerisinde kalmak da aynı derecede can sıkıcıydı.

Yeni bir esaretin tadına bakıyordum. Bu esareti Antropedos'ta yaşıyor oluşum bu esarete dair güzel olan tek şeydi. Antropedos, halkının uyanması sonucunda nefes almaya ve yaşamı yeniden tatmaya başlamıştı. Antropedos'un canlanmaya başlayan bu hâli, bir zamanlar Demitre'nin bu şehir için sarf ettiği çabayı anlamama vesile oluyordu. Lakin tüm o çabalara ve uğraşlara rağmen şimdi şehre dönmek yerine kendisine ait ormanı bedeniyle beslemeye ve yaşatmaya devam etmek istiyor oluşu kafamda soru işaretleri yaratıyordu. Demitre için Büyülü Orman Antropedos'tan daha mı kıymetliydi?

Ezra'nın, Katrin halkını buraya taşıma fikri ise saygı duyulası ama aynı zamanda epey tehlikeli bir fikirdi. Ruhların bu duruma vereceği tepkiyi kestiremiyordum. Onları tanımamakla beraber ılıman bir tepki vereceklerini düşünmüyordum. Tüm bu düşüncelerimin asıl sebebi ruhları tanımıyor oluşum olabilirdi. Ancak Ezra, olayın bu açısını düşünmeye gerek duymuyordu. Sanırsam ona ayak uydurmak gerekiyordu. Sonuçta o, Efendi Ruh'tu. Ruhları ondan daha iyi tanıyan birileri yoktu. Bu noktada, onun en iyisini bildiğini düşünüp yola devam etmek gerekiyordu.

Atlas'ın bu teklifi nasıl değerlendireceğini de kestiremiyordum. Düşünülmüş, hoş bir teklifti lakin buram buram tehlike kokan tarafları da vardı. Atlas'ın bu teklifi her açıdan ele alacağını bildiğim için hayır deme ihtimalinin daha fazla olduğunu düşünüyordum. Öte yandan bu diyar ve insanları sürprizlerle doluydu. Yaşanan çoğu şey, gerçekleşmesini beklediğim durumların tam tersiydi.

Eğer Atlas teklifi kabul eder de Katrin halkı buraya taşınırsa, yolculuğun uzunca bir kısmı Alsondro topraklarından yapılacaktı. Alsondro sahiplerinin buna onay verip vermeyeceği de meçhul. Onların bu savaşa dâhil olup olmayacağı, sanırsam, henüz belli değildi. Lakin nedense uzaktan uzağa seyirci olacaklarını hiç düşünmüyordum. Malin'in bile tüm sözlerine rağmen yanımızda savaşacağını hissediyordum. Lakin hislerim çoğu sefer olduğu gibi bu durumda da beni yanıltabilirdi.

Sağa sola doğru anlamsızca hareket etmek yerine yatağa girdim ve uykunun gelip beni bulmasını bekledim. Karanlığın dallarının uzanıp umudumuzu sömürdüğü bu günlerde uykuya kavuşmak hayli zor oluyordu. Lakin zihnime karşı direndim ve uyuyamayacak olsam bile gözlerim kapadım.

Sarayın alt katının sol koridoruna bağlanan bölümde büyü malzemelerinin depolandığı genişçe bir oda bulunuyordu. Duvarların içine oyulan göçükler türlü türlü bitkiyle donatılmış; göçüklere, sanki burada temelli yaşayan birileri varmış gibi renkli çiçeklerle kaplı birkaç saksı yerleştirilmişti. Odanın sağ ve sol taraflarına yerleştirilmiş, boş yer kalmayacak şekilde doldurulmuş iki kitaplık vardı. Kitaplıkların ortasına, etrafında altı sandalye ile birlikte yuvarlak bir masa konmuştu. Masanın üzerine Ruberya hariç malzemelerin tamamını koymuştum. Şimdi ise Valmir ile birlikte Ezra'nın Ruberya'yı getirmesini bekliyorduk. Odanın arka kısmına, genişçe bir pencerenin önüne büyünün hazır edileceği kazan yerleştirilmişti.

"Bu meyve ruhu temsil ediyormuş," dedim Valmir'e doğru. "Sadece ruhla bağlantılı durumlar için mi kullanılıyor?"

"Bakıyorum da Ezra senin olaylardan geri kalmana müsaade etmiyor. Katrin'de bulunduğun sürenin aksine burada sürekli yeni şeyler öğreniyor olmalısın. Bırak bu da Katrin'dekilerin ayıbı olsun."

"Sen de Katrin'de yaşıyorsun," dedim. "Son cümlene kendini de dâhil ediyor musun?"

"Elbette," dedi. Gür kahkahası odanın içine yayıldı. Sonra aniden ciddileşti. "Ullaron ruhun temsilidir, doğru. Ruhun da işin içine girdiği büyülerin yapımında kullanılır. Böylelikle büyü esnasında ruhun zarar görmesini, ruhta bir kayıp yaşanmasını engeller."

"Tüketilmesi zararlı mı? Yalnızca büyüler için mi kullanılıyor?"

"Hayır, hayır, yenmesinde bir sakınca yok. Çoğunlukla büyüler için oldukça basit malzemelere gerek duyulur. Basit dediğimiz malzemelerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan güce büyü demekte de bir sakınca yoktur. Lakin bu sözlerimle uyuşmayan durumlar da elbette mevcut. Bazı büyüler için gereken malzemeler en az büyünün kendisi kadar tehlikelidir."

"Çoğu büyünün kolaylıkla yapılabileceğini öğrendiğimde oldukça şaşırmıştım," dedim. "Nedense büyüler gizemli, tehlikeli ve zor olmalıymış gibi geliyordu."

"Tüm bunları kapsayan büyüler de var elbette. Lakin gündelik hayatta sık sık kullandığımız malzemelerin büyü yapımında da kullanılıyor oluşu oldukça eğlenceli, öğüt verici ve yol gösterici bir gerçek."

Ezra, zaten açık duran kapıdan içeri girip, yalnızca bir iki kere gördüğüm Ruberya'yı masanın üzerine bıraktı. Yeşil işlemeli gri taş, aslında, tüm bu malzemelerin arasında bulunması en zor olandı. Lakin en baştan itibaren sahip olduğumuz tek şey de bu taştan başkası değildi.

"Yüreğim korkuyu barındırıyor," diye itiraf ettim. "Ruberya'ya ulaşmanın bu kadar kolay olması beni ürkütüyor. Sanki tüm bunlar Timun Bey'in bir oyunu gibi. Aklıma çok da eski olmayan bir süreçte yaşadıklarımız geliyor. Timun Bey'in hediyesi olan kolye de, tam onu aradığımız anlarda, aniden ortaya çıkmış, önümüze serilmişti."

"Alisa, korkuların anlaşılır cinsten," dedi Valmir. "Seni ferahlatacak sözlere sahip değilim, nitekim hakikate ben de erişemiyorum. Lakin Efendi Ruh'un gücünü ve bilgisini hafife almamak gerekir."

"Zaten Ruberya'yı önümüze Efendi Ruh koymamış olsaydı büyüyü yapma cesareti gösteremezdim," dedim. "Bu, yüreğime su serpen tek şey lakin yine de yeterli gelmiyor. Düşmanın zalimliği diğer her şeyin önüne geçiyor."

"Düşman Ruberya'yı aldığımızı fark ettiyse bile bunun bir önemi yok," dedi Ezra. "Burada güvendesiniz."

"Doğru," dedi Valmir. "Burada hiç olmadığın kadar güvendesin. Lakin yüreğine söz geçiremiyorsan büyüyü başka zaman yapabiliriz, acelesi yok."

Düşünmek ve karar vermek için kendime zaman tanıdım. Onlar da sessizliğe gömüldüğüm anlara saygı duyup bir karara varmamı beklediler. En sonunda, doğru olduğunu hissettiğim kararı dile getirdim. "Şimdiden yapalım. Zamanın ne getireceği belirsiz. Büyüyü yapmak için doğru ve uygun zamanı ilerleyen günlerde bulamama ihtimalimiz var."

"Büyünün hazırda bulunması hepimizi rahatlatacaktır," dedi Valmir. "O hâlde yavaştan işe koyulma vakti gelmiştir."

Valmir, lanetini bozduğumuz büyü kitabını önüne açmış, çoktan zihnine kazdığı büyünün aşamalarına göz atıyordu. Birkaç kitapla, birkaç otla, birkaç sıvıyla dolup taşmış masanın yanından ayrılıp pencerenin önüne geçtim. Antropedos güz karşısında direnme gücünü kaybetmiş ve nihayetinde, kapıya dayanan güze yenilmişti. Yapraklar çok da canlı olmayan renklerini kaybetmiş ve kurumaya başlamıştı. Bunu metrelerce uzaktan görebilmek mümkündü. Esen yel yüzünden kimisi çoktan yeri boylamış, kaldırımlara doğru sürünmüştü. Gök, güze ve esen yele karşın sakindi. Bulutlar solgun ama sık sıktı. Güneş bedenini göstermeye çekiniyor, bulutların arkasında kalmayı yeğliyordu. Rüzgârın şiddeti ise fazla değildi. Bunu, çok az miktar havaya uçuşup, usulca yere konan yapraklardan anlamak mümkündü.

Etrafta, Valmir'in çıkardığı patırtılar haricinde baskın bir ses yoktu. Arkamı dönüp Valmir ve Ezra'ya baktım. Bilge önüne dizdiği malzemelerle haşır neşir olmuş durumdaydı. Efendi Ruh'sa, Bilge'nin başında dikiliyor, onun her bir hareketini özenle inceliyordu. Onların yanına yaklaştım. "Büyünün hazır olması kaç saati bulur?"

"Bu büyüyü daha önce hiç yapmadım," dedi Valmir. "Tahmin edersin ki, ne kadar sürede hazır olacağını bilemiyorum. Lakin tahmin edebilirim. Elim, bu büyüye alışık olmasa da büyülere yatkındır. Bir saate, bilemedin az daha fazlasına ihtiyacım var ama kesinlikle iki saat etmez." Valmir, artık ihtiyacı yokmuş gibi, önünde açık duran kitabı kapadı. "Yoksa şimdiden sıkıldın mı Alisa?"

"Hayır, sıkılmadım. Yalnızca, biraz sabırsızım. Oysa büyünün hazır edilmesinin şu an için bir önemi yok. Yine de kendime söz geçiremiyorum işte."

Bilge anlayışla tebessüm etti. "Bunlar insancıl arzulardır." Hafifçe açılan gözleri Ezra'yı buldu. "Sen üstüne alınma Ezra." Ezra kendini tutamayıp güldü. Hemen ardından Bilge'nin tebessümü kahkahaya dönüştü.

"Sözlerinin hiç ayarı yok Valmir," dedim. "Neyse ki bu odada ayarsız olan tek kişi sen değilsin."

Valmir'in ulvi elleri büyük bir ahenkle harekete koyuldu. Ruberya haricindeki malzemeler kazanın içindeki yerini buldu. Bu esnada Valmir, aşamaların doğru ilerlediğinden emin olmak için arada bir büyü kitabındaki işaretli sayfayı açmış ve bilgilerini kontrol etmişti. Nihayetinde bir olumsuzluk görmemiş olacak ki kitabı kapadı ve Ruberya'yı eline alıp kazanın başına geçti. Kazanın başına geçince gri gözleri beni buldu.

"Büyüyü yapmaya karar verdik vermesine lakin Ruberya'yı öylece kullanmak hiç içimden gelmiyor." Sözlerinin devamı hemen gelmedi. Kararsız bakışları kazanın üstündeydi. "Timun'un bir sonraki hamlesini beklemekteyiz. O hamlenin senin kimliğini ifşalayıp halkın kafasını karıştırmak olduğundan şüpheleniyorum. Korktuğum şey başımıza gelirse bu Ruberya'ya ihtiyaç duyacağız."

"Başka bir önerin var mı?" diye sordum. "Eğer sorun olmayacaksa büyüyü yapmak için biraz daha bekleyebiliriz. Beni ve isteklerimi göz ardı edebilirsin."

"Elimizde sınırlı seçenek bulunuyor," dedi Valmir. "Düşmanın hamlesini tahmin etmek zor lakin onun aklından da bunlar geçiyorsa Ruberya'yı öylece kullanmamız aptallık olur. Ya düşmanın hamlesini bekleyeceğiz ya da düşmandan evvel gerçekleri diğer insanlarla biz buluşturacağız. Ruberya'yı kullanıp gerçeği paylaşırsak Ruberya etkisiz hâle gelecek. Büyüyü yaparsak da aynı şekilde etkisini yitirecek."

"Durumu halka bildirmek mi istiyorsun? Ortalık daha fazla kızışmaz mı?"

"Tüm bunların daha öncesinde aklıma gelmemiş olması büyük sorumsuzluk," dedi Valmir. "Hâlâ Katrin'deyken en azından Atlas ile bunları konuşmuş olmam gerekirdi." Valmir kara kara düşünmeye adadı kendini.

Sandalyelerden birine oturdum. "Ruberya'yı kopyalama ihtimalimiz yok mu?"

"Maalesef," dedi Ezra. "Ruberyalar kopyalanamıyor. Ya da içindeki bilgiler başka bir şeye aktarılamıyor. Ruberyaları bu denli kıymetli yapan şeyler bunlar."

"Henüz büyüyü yapmaya başlamış sayılmazken Katrin'e dönüp bu mevzuyu Atlas ile konuşsam iyi olacak," dedi Valmir. Kazanın başından ayrıldı.

"Onu buraya çağıralım."

"İsterseniz Efendi Atlas ile konuşmaya ben gideyim."

Neredeyse aynı anda ortaya dökülen bu iki cümle Valmir'in kararsızlığını katbekat arttırdı. Lakin bu uzun sürmedi. Masaya varıp bir kâğıt ile kalem bulup hızlı hızlı bir şeyler yazdı. Valmir'in amacını anlayan Ezra yarık gibi uzanan, ince bir geçit oluşturdu. En nihayetinde Valmir mühürlenen kâğıdı geçitten içeri bıraktı. Geçit yavaşça silindi.

"Atlas'ın buraya gelmesini bekleyelim," dedi Valmir. "Timun, Ruberya'nın sahte olduğunu anlayınca başka başka hileler yapmak isteyecektir. Ondan önce davranıp gerçeği insanlarla paylaşırsak halkın güvenini kazanırız. Ruberya'yı büyü için kullanırsak kendimizi aklamak için hiçbir seçeneğimiz, yolumuz kalmayacaktır."

"Ya gerçeği öğrenen halk ayaklanmak isterse ne olacak?" diye sordum. "Şu anda saldırmak yerine bekliyor oluşumuzun bir nedeni var. Fakat halk bunu göremeyebilir."

"Gerekirse onların sakince evde oturmalarını gerektirecek bir karar çıkarırız." Valmir odanın dışına ilerledi. "Atlas'a, her ihtimale karşı geçidin bu tarafını koruyacağımı yazdım. Bahçeye çıkıp geçidi oluştursam iyi olacak."

Valmir aramızdan ayrıldı. Yanına Atlas'ı alıp odaya dönmesini sabırla bekledik. Ezra, sabırlı olma konusunda benden daha kabiliyetli idi. O, hareketsizce olayların gelişmesini bekliyordu. Bense daha fazla yerimde duramayıp ayağa kalktım. Yeniden pencerenin önüne geçtim ve geniş camın önüme serdiği görüntüye odaklandım. Burası, Valmir'in geçit oluşturduğu alana bakmıyordu. Buradan, yalnızca, kurumaya başlayan ağaçları, solan otları ve birkaç oturma alanını kaplayan arka bahçeyi görebiliyorduk. Bahçenin bu tarafı şehirle bütünleşmek yerine ormanla birleşiyordu. O yüzden ki, şehre yerleşen ruhlar da bu pencereden bakıldığında görünmüyordu.

Az sonra odanın kapısı yeniden açıldı. Bakışlarımın hedefini değiştirmek için arkama döndüm. Valmir arkasına aldığı Atlas ile birlikte odaya dönmüştü. Ezra, saygıyla selam verdi Atlas'a. Kendime, sabırlı olmayı hatırlatıp sormak istediğim onlarca soruyu zihnimin derinliklerine geri gönderdim. Uzaktan hafif bir baş selamı verdim. Onlar masaya yerleşti ama ben yerimden kıpırdamadım.

Valmir, Ruberya'yı Atlas'a uzattı. Belli ki, ne yapılacağı hususunda Atlas'ın kafası da karışıktı. "Timun Bey'in Alisa'nın kimliğini ifşalamasını bekleyip ardından Ruberya'yı kullanabiliriz."

"Benim korkum Timun'un Ruberya'nın sahte olduğunu anlamış olması üzerine," dedi Valmir. "Eğer öyleyse gerçekleri diyara duyurmak gibi masum bir eyleme başvurmayacaktır."

"Ne demek istediğini pekâlâ anlıyorum Valmir," dedi Atlas. "Gerçeği diyara biz duyuralım istiyorsun. Ancak bu hareketimiz, sınırlarını bilmediğimiz adamı epey kışkırtacaktır."

"Atlas," dedi Valmir baskın ses tonuyla. "Ruberya'yı al ve yarın, Ruberya'da saklanan gerçekleri halkla paylaş. Öteki türlü hata etmiş olacağız. Timun, biz gerçekleri halkla paylaşsak da paylaşmasak da türlü türlü pislikler yapmaya devam edecek. Onun ehlîleşmesini beklemek göz göre göre Katrina'yı sona teslim etmek olacaktır."

Alınması gereken nihai karar hemen alınmamıştı. Atlas uzunca bir süre zihniyle boğuştu. "Ruberya'yı kullanırsak dönüş büyüsü yapılamayacak."

"Büyüyü yaparsak da Timun'un eline büyük bir koz vermiş olacağız," dedi Valmir. Eliyle beni masaya davet etti. Onun yanına geçip oturdum.

"Sannur," dedi Ezra. "Sannur burada, Hersenk Kulesi'nde korunuyor."

Valmir'in gözleri açıldı. Tüm bedeni sıkıntıyla doldu. "Kitabın hâlâ yeryüzünde olması kötü olmuş. Diamour'un kitabı kendi yanına almasını isterdim. Belli ki Timun'un bundan haberi yok. Lakin kitabı kullanırsak tüm herkes kitabın bizde olduğunu anlar. O kitap kimsenin eline düşmemeli."

Diamour ismi bir yerden tanıdık geliyordu. Bölgenin şifacısı, bana Vinir Büyüsü yaptığı esnada ağzından bu isim çıkmıştı. "Diamour kim?"

"Katrina'nın Efendisi, Hükümdarı," dedi Valmir. "Onun adını daha önce duymuş gibisin."

"Bölgenin şifacısı Vinir Büyüsü yaparken bu ismi fısıldamıştı."

"Doğru ya," dedi Valmir. "O büyü tamamen aklımdan çıkmış. Her neyse, seninle Diamour'u daha sonra konuşuruz Alisa. Kitabı kullanmayı hiç istemiyorum lakin başka yol yok gibi duruyor."

"Bir büyü kitabı mı o?"

"Evet," dedi Valmir. "Bizzat Diamour'un Efendisi'nin elinden çıkmış bir büyü kitabı. İçindeki büyülerin ne denli etkili olduğunu tahmin edebilirsin. Sanırım seni evine döndürecek büyüyü o kitap yardımıyla yapacağız." Atlas'ı hedefine aldı. "Ne dersin Atlas? Uzunca süredir adı dillerde dolaşmayan, unutulmaya yüz tutmuş bu tehlikeyi ortaya çıkaracak mıyız?"

"Öyle görünüyor," dedi Atlas. "Lakin o kitaptaki büyünün yalnızca malzemelerini hazır edelim. Büyü, Alisa'nın evine döneceği gün yapılsın. Diğer türlü yeni kargaşalar çıkacaktır."

"Kitaptaki büyüyü senin öğrenmen daha doğru olur Ezra," dedi Valmir. "Müsait olduğun bir anda büyünün nasıl yapıldığını öğren de malzemeleri bulalım."

"Elbette."

"Bir karara ulaştığımıza göre ben Katrin'e geri döneyim."

"Öncesinde biraz konuşsak olmaz mı?" diye sordum. "Merak ettiğim şeyler var."

Sabrım bedenimi terk edeli çok olmuştu. Neyse ki Atlas diretmek yerine bana uydu. Valmir ve Ezra odadan çıkıp, bizi burada yalnız bıraktı. Pencerenin önüne geçip bedenimi pencereye yasladım. Atlas yerinden kalkıp yanıma doğru geldi. "İyi görünüyorsun. Valmir'in içecekleri bayağı işe yaramış duruyor."

"İlk güne kıyasla epey iyiyim," dedim. "Gücüm ait olduğu yere yavaşça geri dönüyor. İçecekler sayesinde kolay toparlandım."

"Aldığın hasarın kolayca yok olması hoş bir gelişme," dedi Atlas. "Zira bir hafta boyunca baygın yatarken düşmanın bedenine türlü türlü büyüler yapmış olduğu aşikâr."

"Doğru, kolay toparlandım. Lakin kolay olan bir diğer şey de o saraydan kaçışımdı. Düşmanın buna hazırlıksız yakalanmış olması da tuhaf."

"Boynuna taktığı kolyeyle seni kontrol etmeyi planlıyordu. Kolyedeki gücün bir hafta içinde bedenine iyice yayıldığından oldukça emindi. Ayıldığında senin ona boyun eğeceğini ve böylece büyük arzusuna kavuşacağını düşlüyordu," dedi Atlas. "Lakin senin ayılmanı bekleyen tek kişi o değildi. Zihnine erişmek için hazırolda bekliyorduk."

"Kızına da aynısını yapmış," dedim. "Üstüne üstlük, belirli aralıklarla onun hafızasını yitirecek büyüler de kullanmış."

"Unut bunları. Önünde uzanan yola odaklan."

Konunun kapanması benim de istediğim bir şeydi. Bu konu düşündüğümde bile beni boğmaya yetiyordu. "Katrin ne hâlde?"

Atlas tarafından yeniden yargılandım. "Bu durumda kendini düşünmen gerekir. Her ne kadar iyi görünsen de gücün tam yerine gelmemiş. Bu şekilde hâlsiz kalmaya devam edersen savaşta seninle yan yana durmayı redderim."

Yüzümde bir tebessüm oluştu. "Kendime iyi bakabilmem için merakımın giderilmesi gerekiyor. Diğerleri pek bir şey paylaşmıyor."

Atlas'ın tebessümü parmağımdaki yüzüğü görünce silindi. Bu yüzükte onun hiç hoşuna gitmeyen şeyler vardı.

"Henna Hanım yüzüğü buraya gönderdi," dedim. "Bu bir koruma yüzüğüymüş. Bana şifa vereceğini söyledi." Atlas'ın hoşnutsuzluğu geçmemişti. "Ailenden birinin mi yüzüğü bu?"

"Hayır," dedi. "Keşke takmasaydın. Seni uyarmıştım."

"Sen neden takmamam gerektiğini söylemiyorsun ama annen neden takmam gerektiğini söylüyor."

"İleride bu yüzük yüzünden üzerine sorumluluklar binecek," dedi. "Beni rahatsız eden şey bu. Lakin takmak için diretiyorsan bir şey diyemem." Nefesini bıkkınca verdim. "Katrin şu an sessiz. Tehdit altında değiliz lakin fazladan önlem almaya ve savaş için hazırlanmaya çalışıyoruz."

"Hiç haber yollamıyor oluşunuz kötü şeyler düşündürtüyor bana."

"Seni kandırmaya çalışmıyorum. Aklın orada kalmasın. Kendimizi ve bölgeyi her duruma karşı hazır hâle getirmeye çabalıyoruz," dedi. "Seni durumlardan haberdar etmek için gücünün yerine gelmesini bekliyordum. Perla da belki biraz kafa dinlemeye ihtiyacın vardır diye not yollamıyordu. Lakin gelip beni darlıyordu. İyi olduğuna göre, artık, notlarıyla seni boğabilir."

"Zaman geçiyor ama senin kabalığından bir şey eksilmiyor," dedim. "Ben de siz not yollamıyorsunuz diye işlerin karışık olduğunu düşünmüştüm. Artık gerçeği öğrendiğime göre ben de not yollarım."

Konuşmak istediğim, cevabını almak istediğim öylesine çok şey vardı ki, hepsine yetişemeyeceğim diye korkuyordum. "Sarayda sizinle birlikte kimler kalıyor?"

"Çok kişi yok," dedi. "Yetkililer itirazlarına devam ediyor lakin açıkçası, onlara güvenim tam değil. Onlar kendi bölgelerinde konaklıyor. Onlara güvenemediğim gibi eşlerine de güvenemiyorum. Lakin mirasçılar sarayda. Kunter de bizimle birlikte. Tam olarak aklanmış değil ama bu noktada hislerime güvenmeyi tercih edeceğim. Narya'nın yanımızda olduğunu zaten biliyorsun. Yalnızca Lena ve annemi saraya davet ettim. Zaten Lena'nın gidebileceği başka bir yer yok."

Lena'nın durumu içler acısıydı. Bu konu üzerine düşünmek istemiyordum. Zira konunun bağlandığı yer düşünmekten kaçındığım bir bölgeydi. "Demitre ile görüşüyor musunuz?"

"Hayır, onun yanına yalnızca Ezra uğruyor. Yanımıza gelmeyi, bölgesinden ayrılmayı reddediyor. Sanıyorum ki, ne olursa olsun Büyülü Orman'ı terk etmeyecek."

"Benimle konuşmak istiyormuş."

"Biliyorum, Ezra haber verdi," dedi. "Sen onunla görüştükten sonra büyüyü yapma vaktimiz gelmiş olacak."

"Tam olarak öyle değil. Demitre ile görüştükten sonra yapmam gereken bir şey daha var." Gözlerindeki parıltılar soru soruyordu. Bu sefer detay verememe sırası bendeydi. "Almam gereken bir cevap var. Ben o cevabı aldıktan sonra ne olacaksa olacak."

"En nihayetinde bu diyarda senin de kendi gizemlerin oluştu, öyle mi?" Sesi şikayet eder gibi değildi. Hatta, aksine bu durum onu keyiflendirmiş gibiydi.

"Bu durumun senin hoşuna gidiyor olması inanılmaz. Bir şeyler saklıyor oluşumun nesi güzel?"

"Ödeşiyoruz," dedi. "Güzel olan kısım bu."

"Bir şeyler gizlediğin için kendini suçladığını biliyorum. Herkes bir şeyler gizliyor. Kendine yüklenme. Bu durum eskisi kadar canımı sıkmıyor."

"Bunları duymak çok hoş lakin yine de insan kendisine söz geçiremiyor." Kendini bir iki adım geri çekti. "Merak ettiğin daha onlarca şey var, biliyorum ama artık dönmeliyim."

"Gitmeden önce Aren'in nasıl olduğunu da söylesen."

Yüz ifadesine bakılırsa Aren'in durumu pek iç açıcı değildi. "Farkına vardığı şeyler onu biraz sarstı ama yakında toparlanacaktır."

Yavaşça kapıya doğru ilerledi. Ben de onun peşi sıra ilerledim. "Peki Katrin'e ne zaman döneceğim?"

Çoktan odanın bağlandığı koridora çıkmış, üst kata giden merdivenlere doğru ilerliyorduk. "Hedeflerden biri sensin. Fırtına öncesi sessizlik varken Katrin'e gelmen doğru olmaz. Bir süre daha burada kalman gerekiyor. Arada sırada yanına birilerinin uğrayabilmesi için güvenlik önlemlerini arttıracağım."

"Çok iyi olur," dedim. "Madem bir süre daha buradayım o hâlde Ezra'nın gözetimi altında, savaşa katılacak ruhlarla talim yapayım. Hem kendimi geliştirmiş ve hazırlamış olurum. Sen ne diyorsun?"

"Ruhlarla mı? Eğer istiyorsan önünde bir engel yok. İsteğin Efendi Ruh'u epey memnun edecektir."

Üst kata ulaştıktan hemen sonra doğrudan bahçeye çıktık. Valmir ve Ezra da buradaydı. Valmir bizi görünce geçidi oluşturmaya koyuldu. Hâlâ avuçları arasında duran Ruberya'yı Atlas'a verdi. "Yarın, olmadı sonraki gün isteğimi yerine getir. Zaten akşama doğru yanına döneceğim. O zaman detaylıca konuşuruz."

Atlas'ın bedeni aramızdan ayrıldı. Sessizliğin sürüp gitmesine müsaade etmedim. "Bir ruh ordusu toplayacağını söylüyordun Ezra. Ordu hazır mı? Ruhlar bizimle beraber savaşmayı kabul etti mi?"

"Bir ordu oluşturuldu ve her geçen gün ordudaki ruh sayısı daha da artıyor," dedi Ezra. "Bazı ruhlar kararsız lakin yakında onlar da bize katılacaktır. Umudum bu yönde."

"Burada bulunduğum süre boyunca boş boş oturmak yerine orduya talim verme taraftarıyım. Tabii senin de onayın olursa."

Ezra'dan evvel Valmir söze karıştı. "Bu harika bir haber Alisa! Burada kalışın uzayacak gibi duruyor. Akıp giden zamana göz yummak yerine burada geçirdiğin süreyi kıymetli hâle getirecek işler yapman çok iyi olur."

"Sen ne dersin Ezra? Ruhların bu duruma tepkisi ne olur?"

"Benim açımdan hiçbir sorun yok," dedi Ezra. "Hatta bu işin başına geçerek beni mesut edersiniz. Ruhlara gelecek olursak, onlar zaten bizimle birlikte savaşmayı kabul etmiş bir topluluk. Aksi bir tepki vermeyeceklerdir."

"Bu zamana dek insanlar tarafından gördükleri aşağılayıcı muameleye karşın kendileriyle birlik olan insanların varlığı ruhları hep mutlu etmiştir," dedi Valmir. "Kafandan geçen olumsuz düşünceleri sil Alisa. Zira bu an, ruhların yıllar boyunca beklediği anlardan bir tanesi."

Yeni bir günün doğuşunu heyecanla beklemek için yeni bir sebebim vardı artık. Valmir haklıydı; Antropedos'ta kalış sürem uzayacak gibi duruyordu. Lakin uzayan süre bununla da sınırlı olmayacaktı. Nitekim eve dönüş sürem de imgelerle yaratılan bir serüvenin uzayıp gittiği gibi uzayıp gidecekti. Uzun yolculuğumun bir varış noktası olduğu gibi dinlenme noktaları da olacaktı. O yüzdendir ki, bu süreç uzayıp gidecekti. Artık, kabullendiklerim bilmediklerimden daha fazlaydı.

Aylar geçmiş olmasına rağmen zihnim hâlâ bir yolculuktaydı. Keşifler asla sona ermiyor, tükenmek bilmiyordu. Lakin ben, bazı süreçlerin uzaması gerektiğini fark edeli çok olmuştu. Öyle ki, zihnimdeki uzayıp giden yolculuğun bana kattıkları sayesinde, en azından belli başlı konularda, bilgilerimin, görüşlerimin derinleştiğini; yalnızca zihnimin değil, ruhumun ve bedenimin de gelişip değiştini ve en önemlisi, başka başka diyarlarda bulunan başka başka şehirlerin başka başka yapılarının başka başka pencerelerinden hayata bakmayı öğrendiğimi görebiliyordum.

Alınan karar neticesinde, koyulaşan gök sebebiyle odaya çekilmiştim. Valmir çoktan Katrin'e dönmüştü. Ezra ise bana çok da uzak olmayan bir yerde duruyor ve belki de, tıpkı benim yaptığım gibi küçük bir değerlendirme yapıyordu. Gökteki minik parıltılar yerlerine yerleşmişti bile. Yüreğimdeki pürüzler gibiydi yıldızlar; minik ama epey fazlalardı. Özellikle düşünmekten kaçındığım, yok saydığım pürüz aralarında en büyük ve belirgin olanıydı; silinen anıların içinde kaybolan mutluluğu hatırlatmak istercesine engebe yaratıyor, yiten sesleri çağırmak istercesine yüreğimdeki düzlüğü kırıştırıyordu. Düşünmek hatırlamak gibi, hatırlamak öğrenmek gibi can acıtıyordu.

Zaman geçiyordu ve ben anlıyordum ki, doğrulara kanmayı bırakıp gerçeği sahiplenince ve nihayetinde o gerçeğe alışınca beklentiler masumane yok oluyordu. Belki de, yok olana beklenti demek yanlış olurdu. Belki de, yok olan beklenti değil de sapkın isteklerdi; gerçekçi olmayan isteklerdi, gerçekten kopmuş isteklerdi, büyülü çiçeğe benzeyen lanetli isteklerdi.

Bölüm : 17.01.2025 19:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...