Zamana öncülük eden olgular yoktu. O, kendi yolunu kendi çizmeyi yeğliyor, kendini özgür addediyordu. Nitekim öyleydi de. Suları kızgınlaştıran, yeri geldiğinde dindiren; kayıpları yaratan ve kayıplara erişen; öldüren ve gömen; yaşatan ve hatırlatan; diğer tüm olgu ve oluşumların önüne geçen ve belki de onlara yol gösteren en temel şeydi kendisi. O, tekmil güçlerin efendisiydi ve biz, ona topyekûn biat eden varlıklardan ibarettik. Belki de, Tanrı kavramında olduğu gibi, zamanı anlayabilme kabiliyetine de hiçbir zaman erişemeyecektik. O, öndeydi, öncüydü; bağımlı ve bağlı olmayı reddediyordu.
Kalbim bana, ben yaşananlara, yaşananlarsa zamana bağlı ve bağımlıydı. Zamanın altında ezilen hadiseler zihnime nüfuz ediyor; benim, bana bağımlı kalbimle arama inşa ettiğim köprüyü yıkmaya başlıyordu. Zihnim, çorak bir arazi gibiydi; kalbimden yansıyan ateş parçalarının alevi altında cehenneme dönüyordu. Silinmeye yüz tutan anılar kızılcıklar altında eriyor, silinme sırası kendilerine gelmemiş olmasına rağmen, zihnimdeki ateşe bulanmış kumlar tarafından emiliyor ve nihayet, zihnimden tamamen siliniyorlardı. Anıların eriyen suları bile zihnimdeki ateşi söndürmeye yetmiyordu. Öyle ki, yalımlar; giderek artıyor, zihnimdeki kumları yakarak yok ediyor ve zihnimi kara, nihayetsiz bir boşluğa dönüştürüyordu.
İçimde fırtınalar kopuyordu ama o fırtınaların rüzgârları ne yüreğimde ne de zihnimde esiyordu. Bana ulaşan bilgilerle tasarladığım doğrular, zihnimden izlerini silen anılar sebebiyle gerçeklere dönüşemiyordu. Ben kimdim ve neden bunları yaşıyordum? Gerçek, ısrarla zihnime uğramayı reddediyor, tasarladığım doğrulara alay ederek bakıyordu. Yeniden esir oluşum ana konu hâline gelmeyi bekliyordu ama bu mümkün değildi. Ben, hangi hayatın bana ait olduğunu bilmiyorken, yüreğim dağlanıyorken, kesik nefeslerimin varlığıyla sınanıyorken esir olmayı düşünemezdim.
Betondan yayılan soğuk hava bedenime işliyor ama derinlere etki edemiyordu. Nitekim karanlığın getirdiği soğukluk da öyle. Bedenim titriyor, zihnim sarsılıyordu. Efendi Ruh'un bildiği ve Bilge ile Atlas'a aktardığı gerçek bu muydu? Bu hayat bana mı aitti? Evren değişikliği hiçbir zaman olmamış mıydı? Hepsi, babam tarafından yapılan büyünün sebep olduğu bir oyun muydu? Valmir, bu yüzden mi deftere ulaşmamı istememişti?
Boynumda hissettiğim ağırlık nefes almamı güç hâle getiriyordu. Alisa'ya ait kolye yeniden boynumdaydı ve belki de ait olduğu yerdeydi. Gücüm el verdiğince kolyeyi çıkarmaya çalışıyor ama sürekli başarısız oluyordum. Sanırım o, kolye aracılığıyla bedenimin kontrolünü ele geçiriyordu. Eğer bu hayat bana aitse, bir zamanlar yaptığı gibi beni yine kontrol altına almaya çalışıyor olabilirdi. Belki de büyüleri sayesinde yapmak istemediğim şeyleri bana zorla yaptırmaya çalışacaktı. Bu düşünce beni korkuttu. O adamın yapabileceklerinin bir sınırı yoktu. İtirazı düşündüm; yoksa o da mı bu adamın oyununun bir parçasıydı? Amacı, kimsesiz kalmamı sağlamak mıydı? Eğer amacı buysa başarmıştı. Zira zihnim kimsesizdi. Zihnim ne bana ne de hayatıma sahipti; bir başına kalmıştı.
Bedenim durmaksızın yeni ürpertiler tarafından sarsılıyordu. Buna sebep olan şeyin bedenimle bağlantısını kesmeye çalışıyordum ama kolye, sarmaladığı boynumu bir türlü terk etmiyordu; ya kolye çok güçlüydü ya da ben fazla zayıftım. Bedenimdeki güç çekiliyordu, yorulmuştum. Elimi boynumdan çektim ve bu yararsız mücadeleme son verdim.
Sanırım aradan bir gün geçmişti ama şu an öğle vakti miydi yoksa gök çoktan karalara mı bulanmıştı, emin olamıyordum. Tutsak edildiğim zindanın bağlandığı koridor zifiri karanlıktı. Timun Bey son sözlerini ettikten sonra aniden bayılmıştım. Sanıyordum ki, bu da yeni bir büyünün etkisiydi. Gözlerimi, bu dipsiz karanlığa açmıştım. Herhangi yeni bir gelişmenin yaşandığı yoktu. Etraf sessizdi, ne gelen vardı ne de giden. Bedenimi buraya atmadan evvel üzerimdeki büyü taşı da dâhil her türlü eşyayı almayı ihmal etmemişlerdi. Kapana kısılmış gibi hissediyordum. Aklıma yapabileceğim bir şey, başvurabileceğim bir yol gelmiyordu.
Bir süre soğuk zeminde öylece oturdum. Sonra yararsız bir gayenin peşine takılıp demir kapıyı açmaya çalıştım. Lakin faydasızdı eylemim, kapının açılacağı yoktu. Ellerimi parmaklıklara sardım, başımı demire yasladım. Buradan kendi çabamla çıkmanın bir yolu yoktu. Diğerleriyle iletişime geçmenin bir yolu var mı diye enikonu düşündüm. Zihnime yeni bilgiler uğramıyordu.
Hâlâ ayakta öylece dikiliyorken zihnimde fısıltıların varlığını hissettim. Boğuk sesler vardı ve bir de bulanık bir görüntü. Kapalı gözlerimin boşlukta yarattığı bir manzara vardı. Kendimi gördüm; sarayın içinden çıkıp ormana doğru koşuyordum. Adımlarım sarsaktı, sürekli arkama dönüp bakıyordum. Yağmur damlaları yüzüme vuruyordu, görüşümü zorlaştırıyordu. Boğuk ses hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Lakin ne dediği anlaşılmıyordu.
Gözlerim hızlıca açıldı. Kendime gelince nefeslerimin fazla düzensiz ve hızlı olduğunu fark ettim. O sırada müthiş bir sarsıntı sarayda egemenlik kurdu. Yer durmaksızın, zangır zangır titriyordu. Korkuyla bir iki adım geriledim. Demir kapı büyük bir gürültüyle açıldı ve zindanın duvarına hışımla çarptı. Açılan kapının yarattığı boşluğa daldı gözüm, sonra kendime gelip bedenimi zindanın dışına attım. Yüreğim hızla çarparken ne yöne gittiğime odaklanamıyordum. Sarayın çıkışına nereden ulaşabilirdim, bilmiyordum. Yalnızca uzun, karanlık koridorda hızla koşuyordum.
İleride bir ışık kaynağı belirdi. Bir an ikilem yaşasam da ışığa doğru yöneldim. Sarsılan yer, zayıf bedenim ve gitgide büyüyen korkularım düzgün adımlar atmama mâni oluyordu. Işık, ben o tarafa yaklaşınca başka yöne doğru ilerlemeye başladı. Bu, Valmir'in işi olabilirdi. O yüzden ışığı takip etmeye başladım. Sarayda birtakım gürültüler meydana geliyordu ama hiçbirine odaklanamıyordum. Işık, sarayın başka bir bölümdeki dış kapısına ulaştığında yavaşça sönmeye başladı. Mümkün mertebe adımlarımı hızlandırdım ve nihayet kapıya ulaştım. Koca kapıyı zor bela açtım.
Orman, tüm ihtişamı ve lanetiyle karşımdaydı. Yağmur durmaksızın yağıyor, damlalar sert sert ve hızlı hızlı yere çarpıyordu. Yel, etrafta bir çınlama sesi bırakarak hızla esiyor, bulduğu cılız bedenleri deviriyordu. Güneş görünürde yoktu ama hava henüz kararmış değildi. Ormana, ağaçların arasına doğru daldım. Hızımı yavaşlatmamaya özen göstererek ilerledim o girintili yolda. Nereye varacağımı bilmeyerek koştum. Önüme düz bir patika çıkınca oraya saptım. Yağmur taneleri yüzümü istila ediyor, görüş alanımı kısıtlıyordu. Bedenimde takat kalmamıştı ama ben yine de koşmaya devam ettim.
Çok sonra, korka korka arkama doğru baktım; kimsecikler yoktu. Bana eşlik eden tek şey, gümbürtüyle çarpan kalbimin sesiyle nihayetsiz korkularım idi. Etrafın sesini dinlemeye koyuldum. Lakin kimsenin sesi duyulmuyordu, hayvanların sesi bile kesilmişti. Gök, yavaştan koyulmaya, tatlı bir laciverte bürünmeye başlamıştı. Patika önümde uzayıp gidiyordu. Geçtiğim yerler tanıdık değildi, zira etrafta ağaçların yaşlı bedenleri dışında bir şey görünmüyordu. Görünüyorsa bile ben fark edemeyecek kadar körelmiş, görme yetimi kaybetmiştim. Tüm her şey bulanıktı. Durup soluklansam bile görüntü düzelmeyecekmiş gibi hissediyordum.
Zamanın geçmesiyle yavaşlayan adımlarım artık daha bir sarsaktı. Sessiz bölgenin içinde yırtıcıların sesi duyuldu. Korka korka başımı göğe çevirdim. Kalabalık bir kartal sürüsü ormanın üzerinde kanat çırpıyordu. Aracı kartal aklıma düşüverdi. Bunlar düşmanın kuklaları olmalıydı. Tüm göğü giderek esir altına alıyorlardı. Büyük ihtimalle düşman çoktan beni görmüştü. Nereye gideceğimi bilemedim. Bu yolun nereye çıktığını bilmiyordum. Şehir merkezine nasıl gidilir, onu da bilmiyordum.
Önümde uzayan patikadan sapmayı düşündüm lakin sonra kararımdan vazgeçtim. Küçük taşların engel yarattığı patikada koşmaya devam ettiğim esnada yolun ortasında kara bir yarık oluştu. Koşmayı kestim. Bu, düşmanın bana ulaşmaya çalıştığı bir yöntem olmalıydı. Geriye doğru koşmaya başladım. Arkama dönüp baktığımda yarığın kapanmış olduğunu gördüm. Ne hissedeceğimi bilemeyerek önüme döndüm. Geldiğim yöne doğru koşmak mantıklı değildi. Bu yüzden patikadan çıktım ve ormanın içine saptım. Yeniden arkamı kontrol etme ihtiyacı hissettim lakin görünürde bir şey yoktu. Önüme döndüğüm esnada, tam önümde kara yarık yeniden oluştu ve içinden çıkan bir el bedenimi yakalayıp beni yarığın içine çekti.
Karşımda eskimiş sarayı görünce bedenimi tutan ele doğru döndüm. Gayriihtiyari bir iki adım geriledim. Ezra, pelerininin başlığını kafasından sıyırdı ve insan formuna döndü. Gözleri boynumda dolandı. "Sanırım kolyeyi çıkarmanız gerekiyor."
"Çıkaramadım," dedim, sesim kısılmıştı. "Denedim ama çıkaramadım."
Benim yerime kolyeyi boynumdan çıkardı. Bir süre, dalgınca elindeki kolyeye baktı. Sonra kendine geldi. "Saraya geçelim ve bir yaranız var mı diye kontrol edelim."
Yüreğimde tuhaf hisler dalgalanıyordu. Yorgunca saraya doğru ilerledim. Ezra da sessizce peşime takıldı. "Yara almadım," dedim. "Buna rağmen fazla hâlsiz hissediyorum. Sebebi kolye olsa gerek. Lakin kolyenin yalnızca bir günde bu kadar etki göstermesi hiç normal değil. Sanırım kolyeye oldukça güçlü bir büyü yapılmış."
Kısa bir an ondan ses gelmedi. Dönüp bakma gereği hissettim. "Bir haftadır tutsaktınız Efendim," dedi Ezra. "Bir gün değil, bir hafta."
Ne diyeceğimi ve ne tepki vereceğimi bilemedim. Bedenim tepki gösteremeyecek kadar derin bir yorgunlukla örtülüydü. Bedenimde, bedenime işleyen büyünün nasıl etkilere sahip olduğunu düşünecek kadar güç yoktu. Güçten yoksun bırakılmıştım. "Büyü zaman algımı zedelemiş olmalı," dedim. "Öte yandan bu kadar zamanın geçtiğini bilmemem çok olağan. Zira bu zamanı yalnızca baygın bir hâlde geçirmişim."
"Büyünün etkileri hâlâ bedeninizde bulunuyor olmalı. Detaylı bir gözetimden geçmenizde fayda var. Efendi Atlas ile konuşup buraya bölgenin şifacısını yollamasını rica edeceğim. Sizin bir süre Antropedos'ta kalmanız lazım geliyor."
Sarayın bahçesine vardığımızda sarayın içine yönelmek yerine bahçedeki oturma alanına geçtim. Bolca temiz havaya ihtiyacım varmış gibi hissediyorum. Aldığım nefesler yeterli gelmiyordu. Esen rüzgârın soğukluğu beni kendime getirmekten ziyade tenime yapışmış bir iki küçük güç taneciğini de alıp götürüyor; bedenimi, ihtiyaç duyduğum güçten mahrum ediyordu.
Aradan dakikalar geçtikten sonra, "Sen bilirsin," dedim. "Zaten bedenimde daha fazla hareket etmemi sağlayacak güç yok."
Ezra yazdığı notu tutan güvercini, oluşturduğu geçidin içine bıraktı. Kararan havanın altında uzunca bir süre sessizliğe gömülmüş vaziyette oturduk. Huzurun kollarından sıyrılmış sessizliği bölen şey açılan geçidin içinden çıkan bedenler oldu. Valmir, arkasında kalmış küçük bedenle birlikte mavi geçidin içinden çıkageldi. Gözlerinde, kendi dillerini konuşan parıltılar vardı. Birçok duyguyu aynı anda barındırıyordu gözleri. En belirgin duyguların arasında sıkışıp kalmış acıyı ve dinlenmeyen sözlerin sivri uçlarını gördüm. Meğer tüm uyarıları defter hakkındaymış ve ben bunu görmek için epey geç kalmışım.
"Ah, Alisa!" dedi Valmir. Acının birkaç ton açık rengine bulanmıştı sesi. "Hayatta olduğuna sevinemiyorum bile." Omzumu sıvazladı, ardından yanıma oturdu. Hâlâ ayakta dikilen Narya, onunla göz göze geldiğimizde hafifçe baş selamı verdi ve Valmir'in karşısına oturdu.
"Zihninden geçenleri bilememekle beraber kendine yüklenmemeni öğütlüyorum," dedi Valmir. "Bazen geçmişin geçmişte kalmasına müsaade etmeli insan."
Zihnime üşüşen sesler, görüntüler, gerçekler vardı. "Kendi evrenime dönmemi sağlayacak büyünün neden işe yaramadığını öğrendim," dedim. "Biraz geç oldu ama nihayet öğrendim."
Valmir sözlerimin devamını merakla bekliyordu. Ayrıca konuya ilgi duyan tek kişi o değildi; kendisini ortamdan soyutlamış Ezra'nın da ilgisini çekti sözlerim.
"Öyle bir büyü hiçbir zaman yapılmadı, değil mi?" diye sordum. "Ben, kendi hayatımı unuttum. Yaşadıklarım, yaşamım bizzat babam tarafından unutturuldu bana, değil mi? İtiraf edeceğiniz gerçek buydu, siz de biliyordunuz."
"Öğrendiğin ve yaşadığın şeyleri baştan sona anlatmaya ne dersin?" diye sordu Bilge. "Detaylar önem arz eder."
Hatırladığım, zihnime uğrayan her bilgi bedenimi yeniden yoruyordu. "Ural muhbirmiş. Beni Timun Bey'in yanına o götürdü. Sana bahsettiğim defterin konusunu açarak kandırdı beni. O an aklıma defterle alakalı yaptığın uyarıların hiçbiri gelmedi. Ona inanıp peşine takıldım. Belli ki Timun Bey en doğru anı bekliyordu ve nihayet o gün, o ana kavuşabildi. Defter gerçekten de onun elindeymiş. Dahası defteri kurcalamama müsaade etti ve böylece, Alisa'nın deftere yazdığı şeyleri okuyabildim. Deftere, babasının onun bedenini kontrol ettiğini ve bir amaç uğruna günün birinde kendisini öldürebileceğini yazmış."
"Onlarla birlikte savaşmam için bir teklifte bulundu," diye devamı geldi sözlerimin. "İtirazımın hemen ardından beni bayıltacak bir büyü yapmış. Uyandığım vakit, aradan yalnızca bir gün geçtiğini sanıyordum ama yanılmışım. Koca bir hafta boyunca baygın kalmışım. Bir de boynuma aile yadigârı kolyeyi yeniden takmıştı. Çıkarmaya çalışmış ama becerememiştim. Efendi Ruh, beni buraya getirdikten sonra çıkardı kolyeyi."
"Biz bu bilgileri değerlendirelim," dedi Valmir sakince. "Sen de biraz dinlen. Yeterince güç topladığında, Efendi Ruh sana kendi gerçeklerini anlatsın."
"Timun Bey, Demitre'nin yanına uğradığından da söz etti," dedim, "ama gerçek miydi sözleri yoksa beni mi kandırıyordu, bilemiyorum. Lakin Demitre'nin yanına gerçekten de uğradıysa Demitre'ye gidip bakmanız ve her şey yolunda mı diye kontrol etmeniz iyi olur."
"Alisa bedenini dinlendir ve sonrasında, biz de sana bu bir hafta içinde neler olduğunu anlatalım," dedi Valmir. "Gerçekler, evinin önünde seni bekliyor."
Neden sonra, "Narya neden Alisa'ya eşlik etmiyorsun?" diye sordu Valmir. Hedefine yeniden ben girdim. "Bir hafta boyunca yeterince yalnızlık çekmişsindir. Artık bedenlerin varlığına fazladan ihtiyaç duyuyor olmalısın."
İtiraz etmedim. Ben yerimden kalkınca Narya da beni taklit edip yerinden kalktı ve beraber saraya girdik. Bu sarayda bana ayrılmış olan odaya kadar sessizce ilerledik. Odanın içine girince kendimi yatağın üzerine bıraktım. Uyumak istemiyordum. İhtiyaç duyduğum güce uyuyarak sahip olamayacaktım.
"Eğer uyuyacaksan ben odadan çıkayım, seni rahatsız etmeyeyim."
"Uyumayacağım," dedim. "Katrin'de durumlar nasıl?"
"Bilge Valmir bu soruya cevap vermezdi, önce senin dinlenmen gerektiğini söylerdi. O yüzden ben de aynısını yapacağım ve sessiz kalacağım."
"Uyuyabileceğimi sanmıyorum," dedim samimiyetle. "Merak ettiğim detaylara kavuşursam daha iyi hissedeceğim aşikâr. Sen cevaplamak istemiyorsan cevapları, pekâlâ, Ezra'dan da alabilirim."
Bu bir haftada ne olduysa artık, belli ki, Ezra kimliğini başka başka kişilere de açıklamış. Üstüne beraber bolca vakit geçirmiş olmalılar ki, Narya buraya geldiğinde dönüp hayretle Ezra'ya bakmamıştı. Narya'nın hareketleri alışık olduğu bir durumun içindeymiş gibiydi.
"Zaten tahmin ediyorsundur," dedi Narya sıkıntıyla. "Orada işler karışık vaziyette. Sanırım, gerçekten de bir savaşa doğru gidiyoruz."
"Katrin'i hem düşmandan, hem büyülerden korumaya çalışıyoruz," diye devam etti. "Lakin şu bir haftada bizim de yeni yeni büyüler yapmamız gerekti. Durum gitgide çıkmaza doğru yol alıyor."
Sormam gereken onlarca soru, ihtiyaç duyduğum onlarca cevap vardı. "Kunter'e ne oldu peki?"
"Hâlâ tutuklu hâlde sanırım," dedi Narya. "Geçirdiğimiz bir hafta, onun durumunu düşünmemizi engelleyecek kadar yorucu ve karmaşıktı. Taraflar yavaş yavaş oluşmaya başlıyor. Yakın zamanda, onun içinde bulunduğu taraf da gün yüzüne çıkacaktır."
Yöneticilerden hangilerinin Katrin'e ihanet ettiğini öğrenmek istedim. "Karşı tarafta kimler var?"
"Baba Ran ve Timun Bey'in işin içinde olduğunu zaten biliyorsun," diye söze başladı. "Yöneticiler konusunda durumlar karışık. Görüşmeler yapılıyor. Baba Ran ile gizlice görüştüğü bilinen isimler, ısrarla, görüşmelerin sebebinin farklı bir durum için olduğunu savunuyor. Hepsi, Baba Ran ile ortaklık kurduğunu reddediyor. Birisi hariç: Arzen Bey'e bir haftadır ulaşılamıyor. Gelip adını temizlemek için hiçbir şey yapmıyor. Kimse onun ve ailesinin nerede olduğunu bilmiyor. Kendisinden haber alamıyoruz. Lakin Baba Ran'a ortak olduğu aşikâr. Ortalıklarda görünmeme sebebini buna bağlıyoruz."
"Ural'ın babası mı?"
"Evet," dedi Narya. "Belki de, oğlunun hain olmasından ötürü kendini sorumlu tutmuş ve gözlerden uzaklaşmayı tercih etmiştir."
"Onu tanıyan sizlersiniz. Tercih edeceği yolu az çok tahmin edebiliyor olmalısınız."
Narya sözlerimin üstünde durmadı. Odanın penceresini açtı. Neden sonra, "Bunu büyüklerin düşünmesi gerekir," dedi.
"O günden sonra Ural'ı hiç gördünüz mü?"
"Hayır, Timun Bey'in yanında olsa gerek. Sanırım bundan sonra kendisini savaş meydanı dışında bir yerde göremeyeceğiz."
"Olay Alsondro'da duyuldu mu?"
"Çok az bir kısmı," dedi. "Detayların hepsi paylaşılmadı lakin Alsondro sahipleri az da olsa bir şeyler öğrendi."
Sormayı istediğim daha nice sorular vardı. Lakin hiçbiri ağzımdan dışarı çıkamadı. Odanın kapısı hafifçe tıklatıldı, ardından yavaşça açıldı. Narya, Ezra'nın gelişiyle birlikte yerinden hareketlendi. "Ben Bilge Valmir'in yanına ineyim."
Bir beden odadan ayrıldı, başka bir beden odaya girdi. "Zihninizi işgal eden düşünceler dolayısıyla uyuyamayacağınızı tahmin ettim."
"Doğru düşünmüşsün," dedim. Yatak başlığına sırtımı dayadım. "Bunun yanı sıra, uykum yok gibi. Yalnızca bedenim yorgun."
"Bilge Valmir birazdan size bir içecek hazır edecek. Bu bölgede bitki çeşitliliği çok az. Bilge, bunu bildiği için hazırlıklı gelmiş. Lakin onun malzemeleri de yeterli gelmeyecektir. Yarın, sizi bölgedeki şifa merkezine götürmeye karar kıldık. Eski bir yapı lakin içinde ihtiyaç duyduğumuz aletler bulunuyor."
"Eğer gücünüz yerindeyse, kitabın lanetini bozma ve büyü için gerekli malzemelerin ne olduğunu öğrenme taraftarıyım," dedi Ezra. "Eğer ihtiyaç duyulan malzemeler bu bölgede bulunuyorsa gidip toplarız. Ne de olsa bir süre buradasınız."
"Büyü mü?"
"Olayları yanlış anlamışsınız, daha doğrusu yanlış değerlendirmişsiniz," dedi. "Evren değiştirme büyüsü gerçekten de yapıldı. Efendi Alisa başına gelecekleri anlamıştı ve arada sırada bildiği şeyleri unutmaya başladığı için defterine şüphelerini yazma ihtiyacı hissetmişti."
"Gerçekten mi?" diye, hevesle sordum. "Peki neden zihnimdeki anılar silinmeye başladı? O da mı büyünün bir etkisi?"
"Evet," demekle yetindi. "Kitap ve mühür yanımda. Eğer isterseniz laneti kırabiliriz."
"Yapalım," deyip ayağa kalktım. "Nerede yapacağız? Valmir'i de çağıralım mı? Mührü kullanmayı biliyor musun?"
"Salona inelim. Bilge de orada zaten."
Yorgunluğum birden anlamsız, küçücük bir sorun hâline dönüşmüştü. Aşağı katan inen merdivenleri hızla indim ve salona geçtim. "Valmir, kitaptaki laneti bozacağız! Nasıl yapıldığını biliyor musun?"
Valmir sevinmiş durmuyordu. Yine de bu durum, nefes almaya başlayan hevesimi kırmaya yetmedi. Efendi Ruh'un uzattığı kitabı ve mührü alıp masanın üzerine yerleştirdi. Kalın yeşil kitabın üzerine yerleştirdiği mühre, ucu parlayan hançerini hızla sapladı. Kırılan taştan, soluk mor ışıklar süzüldü ve ardından söndü. Valmir kitabın üzerindeki kırık taşları temizleyip kitabı açtı.
Valmir'in gerekli büyüyü bulması biraz zaman aldı. O süre boyunca kimse yerinden kımıldamadı. Sonunda, "İşte!" dedi Bilge. "İhtiyaç duyduğumuz büyü burada yazıyor."
Sanki bir şey anlayacakmışım gibi gidip kitaptaki açılan sayfaya göz attım. Bunca zaman gönderilen notlarda yazan dilden daha farklı, bilmediğim bir dildi bu. Merakla Valmir'e baktım. "Bir bakalım," dedi sakince. "Gerekli malzemelerin bir kısmı yalnızca bu topraklarda yetişiyor. Lakin yine de diğer bölgelere gitmemiz gerekecek gibi görünüyor." Valmir birkaç homurtu çıkardı. Okuduğu şey onu hoşnut etmemişti. "Tabii bir de yapılan büyüye ait Ruberya gerekli."
Valmir'in açıklama yapmasına müsaade etmedim. "Ruberya'nın ne olduğunu biliyorum."
"O hâlde onların Rebusa Ormanı'nda meydana geldiğini de biliyorsundur," dedi Valmir. "Ek olarak, gerekli Ruberya'yı bulmanın ne denli zor olduğunu da biliyorsundur."
"Bu neredeyse imkânsız," dedi Narya. "O Ruberya'yı bulamayız. Kaldı ki, Timun Bey kendisine ait Ruberya'yı bulmuş ve onu bir yere saklamış olabilir."
"Bu, riske atılamayacak bir durum. Elbette, Ruberya'sını bulmuş olmalı," dedi Valmir. "Ruberya'yı her nereye sakladıysa bulmak gerekiyor."
"Hem bulması hem de bulduktan sonra onu gizlice alması zor," dedi Narya. "Timun Bey, onu epey korunaklı bir yere saklamış olmalı. Saklı Orman'a gizlemiş olabilir. Ne dersin Valmir?"
"Ruberya'nın nerede olduğunu biliyorum," dedi Ezra. Bakışları beni buldu. "Timun Bey'in kütüphanesine girdiğiniz gün, masanın üzerinde gördüğünüz o taş Ruberya idi."
"Doğru ya!" dedim. "Nasıl alacağız peki?"
"Ruberya bende," dedi Ezra. "O gün Ruberya'yı görünce, onu oradan almayı düşündüm. Lakin yerine koyabileceğim başka bir Ruberya yoktu. O yüzden o gün almadım ama Efendi Atlas'a gerçek kimliğimi açıkladıktan ve ruhları toplama fikrini ortaya atıp Antropedos'a geldikten sonra o Ruberya'yı almak için gizlice saraya gittim. Yerine bir yenisini koyup, asıl Ruberya'yı aldım."
"Bu güzel bir haber," dedi Valmir. "Yani Ruberya'ya zaten sahibiz. O hâlde işimiz epey kolay. Yalnızca bir ara Alsondro'ya uğrayıp Birke Çiçeği toplamak gerekiyor."
"Timun Bey'in Ruberya'nın değiştirildiğini fark etmemiş olması pek olası değil," dedim. "Bir de masanın üzerinde öylece duruyordu. O Ruberya'nın aradığımız Ruberya olduğuna emin miyiz?"
"Elbette, içeriğini kontrol edip aldım."
"Kütüphane epey korunuyorsa Ruberya'yı masanın üzerinde bırakmış olması pek tuhaf değil," dedi Valmir. "Bu kadar korkunç büyüleri yapan birinin de kütüphanesini korumasız bırakacağını hiç sanmam."
"Biz oraya kolaylıkla girebilmiştik," dedim. "Demek ki, pek korunmuyordu."
"Korunuyordu," dedi Ezra. "O yüzden açamadınız kapıyı."
"Ruhlar, insanlardan daha farklı canlılar Alisa, bunu anlamış olman gerekirdi," dedi Valmir. "Bazı konularda bizden daha üstünler. Bizim yapamayacağımız şeyleri kolayca ve gizlice yapabilirler. Efendi Ruh'un ayrıcalıklarından bahsetmeye gerek bile yok."
"Yani Timun Bey, Ruberya'nın değiştirildiğinden bihaber, öyle mi?"
Bilge kitabın kapağını kapattı. "Öyle görünüyor."
Gecenin geç saatlerine çoktan ulaşmıştık. Herkes kendi köşesine çekilmişti ve belki de çoktan uykuya dalmıştı diğerleri. Lakin ben, tüm çabalarıma rağmen bir türlü uyuyamıyordum. Korku, yerleştiği yeri terk etmiş değildi. Gözlerimi yine aynı bilinmezliğe açmaktan korkuyordum. Öğrendiklerim tatlı bir hevesin doğmasına sebep olduysa da o heves, çoktan cehenneme dönüşmüş bir yerde doğmuştu. Yüreğimi ferah tutamıyordum.
Zihnimde yeni karmaşalar, yeni kararsızlıklara sebep olan birtakım yeni düşünceler oluşuyordu. Başka bir Alisa daha vardı ve onun, bu şartlar altında bu diyara gelmesi iyi bir fikir miydi? O, bu diyara dönerse güvende olacak mıydı? Kendi hislerimin peşine takılıp diğer Alisa'ya kötülük etmiş mi oluyordum? Sorunlar çözüldükten sonra büyüyü yapmanın daha iyi olacağı kanaatindeydim. Lakin engeller vardı. Cevapsız kalan sorular vardı. Diğer Alisa ne istiyordu? Hemen kendi diyarına mı dönmek istiyordu yoksa yaşamak mı istiyordu? Onu bu cehennemin ortasına atmanın, babasının ona yaptığı şeyden farkı var mıydı?
Bu diyarda ben de güvende değildim. Lakin bu, diğer Alisa'yı tehlikeye atmak için yeterli bir sebep değildi. Bencilce bir karar vermek istemiyordum. Alacağım kararın ağır bedeni beni eziyordu. Onunla iletişime geçmenin bir yöntemi yok muydu? Onun ne istediğini öğrenmenin bir yolu yok muydu? Düşüncelerim uzun bir yolculuğa çıkmıştı lakin onlar da varış noktalarının neresi olduğunu bilmiyordu. Aracı sürense zamanın kendisiydi; nereye varacağımıza o karar verecekti.
Sabah erkenden uyanmış ve şifa merkezine gitmek için yola koyulmuştuk. Terk edilmiş evlerin süslediği boş sokaklarda atlarımızı hedef noktasına doğru sürüyorduk. Şehir boyunca akan nehrin sularından acı acı sesler, bu sefer, duyulmuyordu. Ruhlar hâlâ nehrin içindeydi ama nedendir bilinmez sesleri çıkmıyordu.
Güneşin bedeni bulutlar tarafından sarılmış, bedeni görünmez kılınmıştı. Sayısı artan bulutlar tüm göğe yayılmıştı. Lakin yine de yağmur yağacak gibi durmuyordu. Belli ki hava, bugün yolumuza engel olmayacaktı. Yolculuğumuz tüm sessizliğiyle devam ediyordu. Gözlerim etrafı tarıyordu. İlginç bir şekilde, şehrin bazı noktalarında iyileşmeler mevcuttu. Buna ruhlar sebep olduysa da görünürde onlardan iz yoktu. Kim bilir, belki de ruhlar, şehirde dolaşan bizleri görünce evlerine çekilme kararı almıştı.
Zihnimde henüz verilmemiş bir karar vardı. Bir taraftan etrafı incelerken, bir taraftan da karar vermeye çalışıyordum. Yüreğim büyüyü hemen yapmayı reddediyor, savaş bitene kadar beklememi öğütlüyordu. Yüreğim bir karara varmış olmasına rağmen zihnim henüz karar verebilmiş değildi. Bu olayda zihnimin ulaştığı karara saygı duyacağım meçhuldü. Her ne kadar karar verememiş gibi hissetsem de yüreğimin isteğine karşı çıkamayacağımı biliyordum. Alacağım kararı şekillendirecek olan bir şey vardı ve o şeyi bana yalnızca Ezra verebilirmiş gibi hissediyordum. Benden gerçeği esirgemesine ve buna bağlı olarak zamanın ellerimin arasından uçmasına sebep olmasına karşın ondan bir istekte bulunacaktım.
Az ileride, eskimiş olmasına rağmen hâlâ sağlam ve canlı duran bir yapı görüş alanımıza giriyordu. Şifa merkezine gelmiş bulunuyorduk. Tek katlı beyaz binanın ince bir işçiliğe sahip olduğunu ta buradan görebiliyordum. Duvarları şeritler şeklinde oyulmuş, dış cephesine sütun görünümü kazandırılmıştı. Yapıyı kuşatan küçük bahçeye girip atlarımızdan indik. Bahçenin hâline bakacak olursak buraya düzenli olarak birisi bakım yapıyordu. Ezra küçük yapının kapısını açtıktan sonra bizi içeri davet etti. Valmir'in peşi sıra içeri girdim. Bitkilerle kaplı odada içi sıvı dolu fıçılar bulunuyordu.
Valmir ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor gibiydi. Bana odanın köşesine konmuş yeşil deri koltuğu işaret etti. Ben koltuğa otururken, Valmir asasının ucunu yeşil sıvının bulunduğu fıçıya daldırdı. Asanın ucuna takılı taş önce kırmızıya sonra mora bulandı. Asayı, bedenimden birkaç karış yukarıda, tüm bedenim boyunca gezdirdi. Asanın geçtiği noktalarda mor, dalga dalga çizgiler meydana geliverdi. Oluşan anlamsız şekli uzun uzun inceledi Valmir.
"Anlaşılan kolye bedeninin kontrolünü ele geçiren bir büyüyle kaplanmış," dedi Valmir. "Büyünün silik izleri hâlâ bedeninde ama zararsızlar. Yapacağım içecek sayesinde o izler de çabucak silinir."
Narya mor ışığın tüm aşamalarını büyük bir merakla takip ediyordu. Işık hafiften yok olmaya başlamıştı ama Narya'nın odağı değişmemişti. "Bu tarama yöntemini çok duymuştum ama aşamalarına daha önce hiç tanıklık etmemiştim."
"Eski usul," dedi Valmir. "Lakin oldukça sağlam ve güven veren bir yöntem. Geçen zamana rağmen sıklıkla kullanılıyor olması da bu yüzden."
Valmir'in odağı, hâlâ, mor izlerin ortaya çıkardığı şekildeydi. "Bedenine nüfuz etmiş tuhaf bir durum söz konusu, lakin ne olduğu anlaşılmıyor. Bu tuhaflık dolayısıyla şifacı bedeninde meydana gelen değişimlere tam anlamıyla erişememiş olmalı."
"Bir büyüden bahsetmişti ama detay vermemişti," dedim. "Kanımın bu evrendeki bedenin kanıyla tam uyuştuğunu da söylemişti. Bugüne dek bunu büyünün bir etkisi olarak yorumladım."
"Sanıyorum ki, doğru yorumlamışsın Alisa," dedi Valmir. Gözlerini nihayet şekilden ayırdı. "Timun, yapılan büyüyü gizlemek için yeni bir büyüye ihtiyaç duymuş. Bedenindeki izleri takip edemiyor oluşumuz bu yüzden. Gördüğün üzere, şifacının da bir suçu yokmuş."
"Bu konuda onu hiçbir zaman suçlamadım," dedim. "Ayrıyeten tüm olanlara rağmen bildiklerini bizimle paylaşmıyor oluşu, ona yaptığım suçlamaları haklı kılıyor."
"Düşmanın neler yapabileceğini görmüş olmana rağmen hâlâ böyle düşünüyor olmanı beklemezdim Alisa," dedi Valmir. "Haydi yola koyulalım ve saraya dönelim. Burada yapacak bir şeyimiz kalmadı."
Şifa merkezinden ayrıldık. Küçük, bakımlı bahçeyi terk etmeden evvel, "Eğer Efendi Alisa'nın gücü yerindeyse biz Gibor Dağlarına gidip gerekli malzemeleri toplayalım," dedi Ezra.
"Olur," dedim. "Büyüyü ne zaman yapacağımız meçhul ama en azından malzemeler elimizin altında bulunsun."
"Narya bize yol gözüktü," dedi Valmir. "Buraya daha önce gelmemiştin değil mi? Sana biraz şehri gezdireyim. Sizler de malzemeleri bulmaya çalışın bakalım. Akşama, sarayda bir araya geliriz."
Onlar geldiğimiz yolu geri dönerken, biz aynı yönde ilerlemeye devam ettik. Bir noktadan sonra geçtiğimiz yollar tanıdık gelmeye başladı. Burası, mührü almak için geçtiğimiz yollardı. Yanı başımızda nehir sakin sakin akıyordu. Suyun içinde gizlenen bedenlerin olup olmadığını göremiyordum. Fakat su, ruhların bedenlerine ev sahipliği yapıyorsa da suyun içinden ruhların sesi gelmiyordu.
Gibor Dağlarına doğru giden yola yöneldiğimizde güneşin bedeni bulutların arasından hafifçe belirmeye başlamıştı. Etraf tatlı bir sıcaklığa bürünmüştü. O tatlı sıcaklığa kımıl kımıl esen rüzgârın dingin tınıları da dâhil olmuştu. Yolculuğumuz sakin ve sıkıntısız geçiyordu. Aramızda birkaç metre açıklık bulunan Ezra'ya yetişmek için atımı birazcık hızlandırdım.
"Ne malzemesi bulmamız gerekiyor?"
"Yalnızca Gibor Dağlarında yetişen bir ağaç var: Ardanya Ağacı. Büyü için o ağaçta yetişen Ullaron Meyvesi gerekiyor. Onu bulacağız."
"Başka malzemeye ihtiyacımız yok mu?"
"Elbette var," dedi Ezra. "Bu bölgede, büyü için gereken malzemelerin bir tanesi dışında hepsi bulunuyor. Diğer malzemeyi bulmak için Alsondro'ya gitmemiz gerekecek."
"Böylesi bir durumda Alsondro'ya gitmemiz tehlikeli olmaz mı?"
"Sizin açınızdan tehlikeli olabilir," dedi Ezra. "Bugün tüm malzemeleri toplayabilirsek, yarın Alsondro'ya gider ve gereken son malzemeyi ararım."
Sıra sıra uzanan dağların yamacına ulaştığımızda dağlara yönelen bir patikaya saptık. Yol tehlikeli değildi lakin çevresinde ölmeye yüz tutmuş birçok bitki bulunuyordu. Solup gitmiş otlar, ışığını yeni yeni yeryüzüne akıtan güneş sayesinde hafif turunculuğa bulanmıştı. Kimi zaman patikanın etrafını çevreleyen bölgede bedeni cılız, hastalıklı ağaçlar görünüyordu; dallara zar zor tutunan yaprakları büzüşmüştü.
"Ezra," dedim. "Ne yapacağını bilemediğin zamanlarda başvurduğun bir yöntem var mı?"
"Akıl alırım."
"Kimden?"
Uzunca bir süre sessiz kaldı. Yüzüne vuran güneş ışıkları yaşadığı kararsızlığın üstünü örtmeye yetmedi. "Efendimden."
"Ya bir efendin yoksa, o zaman ne yaparsın?"
"Eski efendilerimden biriyle iletişime geçerim."
"Sağ ol Ezra," dedim. "Bayağı yardımcı oluyorsun."
Patika, ağaç bedenlerinin giderek arttığı bir noktaya doğru varıyordu. Çoğu ağacın bedeni ya fazla yaşlıydı ya da hastalıklıydı. Aradığımız meyveyi bulacağımızdan şüpheliydim. Ezra atını durdurup yere indi. "Bundan sonrasını yürüyerek gidelim."
Ona uyup attan aşağı indim. Ağaçlardan birine yaklaştım. "Burada meyve veren ağaç bulmak zor olacak gibi görünüyor."
"Burada bulamazsak bile yolun sonunda bulacağız," dedi. "Patikanın sonu büyü yardımıyla korunan Ardanya Ağacı'nın yanına çıkıyor. Şanslıysak yolun sonuna dek yürümemize gerek kalmaz."
Ardından, "Biraz önce beni yanlış anladınız," dedi. "Beni, benden daha iyi tanıyan birine danışırım demeye çalışıyordum."
"Tahmin edersin ki, bu diyarda beni benden daha iyi tanıyan birileri yok." Yeniden patikaya çıktım. Uzayan yolda acelesiz adımlar atmaya başladık.
"Her hâlükârda size yol gösterecek birileri vardır."
"Madem öyle, o kişi sen ol," dedim. "Başka diyarlardaki bedenlerle iletişime geçmek mümkün mü?"
"Burada yeterince vakit geçirdiğinizde imkânsız diye bir şeyin olmadığını anlayacaksınız."
"Kısacası, mümkün diyorsun," dedim. "Nasıl yapılıyor peki?"
"Neyi amaçladığınızı söylerseniz size daha iyi yardımcı olurum."
"Başka bir evrendeki bedenle iletişime geçmek istiyorum işte," dedim sabırsızca. "Gizlediğin onca şeye karşılık bana bu konuda yardımcı olmaya ne dersin? Bir ödeşme gibi düşün bunu."
"Ailenizle mi iletişime geçeceksiniz?"
Çoktan unutulmaya başlanmış bedenlerin sahiplerini görmek gibi bir niyetim yoktu. Onları görsem bile içinde bulunduğum durumda bana yardımcı olamazlarmış gibi hissediyordum. Bilmedikleri, tatmadıkları onlarca şey vardı. Lakin yaşadıkları benim yaşadıklarıma benzeyen birisi vardı: Alisa. Hiç tanımadığım ve beni hiç tanımayan bir insanın bana yön göstermesini istiyordum. Gideceğim yolu bana o çizsin istiyordum.
"Hayır," dedim. "Onları gördükten sonra hislerimin kontrolünü temelli kaybederim. Alisa ile konuşmak istiyorum. Bana bu konuda yardımcı ol."
Kumlu patikanın üzerinde silik izler bırakarak ilerleyen Ezra bu cevabı duymayı beklemiyordu. Vereceği cevabı kafasında uzunca bir süre tarttı. "Sebebini öğrenmemin bir mahzuru var mı?"
"Efendin buraya dönünce güvende olmayacak," dedim. "Onu bu tehlikenin ortasına atmak ve bencilce davranmak istemiyorum. Onun kendi diyarına hemen dönmeyi isteyip istemediğini merak ediyorum. Eğer kabul ederse, sorunlar çözülene dek büyüyü yapmayacağım. Zira ben, Katrina'nın refahı sağlandığında büyüyü yapma taraftarıyım."
"Evinize hemen dönmek istediğinizi sanıyordum."
"Hâlâ istiyorum ama burayı böyle bırakmak da istemiyorum. Eğer buranın güvenliği sağlanmazsa, evime döndüğümde evime dönmüş olduğum için sevinemeyeceğim."
Antropedos'ta gördüğüm en canlı manzaranın önüne gelmiş bulunuyorduk. Arkamızdan gelen at takırtıları kesildi. Köklerini iyice yaymış ve bulunduğu zemine iyice bağlanmış ağaç, hayatla olan bağını koparmamaya ant içmiş gibi dipdiriydi; bedeni, âdeta, şehrin tüm nefesini içine çekmişti.
"Bu ağaç Demitre'nin işi gibi duruyor."
"Onun kalemini anlamışsınız," dedi Ezra. "Ağaç, yıllar evvel Leydi Demitre tarafından yaratıldı; sahip olduğu korumayı yapan da yine aynı kişiydi."
"Antropedos'un bir zamanlar bu ağaç gibi canlı, hayat dolu olduğuna inanmak güç."
Ağacın dallarında gri tanecikler parlıyordu. Bunlar aradığımız Ullaron Meyvesi olmalıydı. Ezra meyvelerden birini dalından kopardı. "Ullaron, ruhun temsilidir. Büyünün bedenle irtibatı sırasında ruhu korur. Eve dönüşünüzde bu meyveye ihtiyaç duyma nedeniniz bu."
"Ona ulaşmanın bu kadar kolay olmaması gerekirdi."
"Ullaron'a ulaşmak zordur," dedi Ezra. "Yanınızda ben olduğum için kolaylıkla Antropedos'a girebiliyor, bölgenin derinliklerine doğru gidebiliyorsunuz. İnsanların bu meyveye ve bu topraklarda yetişen bitkilere ulaşması zordur."
Ezra, Ardanya Ağacı'nın az ilerisinde bulunan siyahlara bürünmüş, altı yapraklı çiçeğe yöneldi. Çiçeğin toprakla olan bağını kesti. "Büyü için gereken malzemelerden yalnızca Antropedos'ta bulunan bir diğer ürün de bu Pimor Çiçeği. Diğer iki malzemeyi de dönüş yolunda buluruz. Onlar her bölgede yetişen, kolaylıkla bulunan bitkilerden."
Atlarımıza binip Ardanya Ağacı'nın arkasında devam eden patikaya geçtik. Patika kum ve küçük, zararsız taşlarla kaplıydı; ilerlemek kolay olacaktı. Arada bir karşımıza tümsekler çıkıyordu ama onları aşmak pek zor olmuyordu. Yol, hafif eğimli bir alana doğru saptı. Çok dik olmayan yokuşu temkinli hareketlerle indik. Ardından karşımıza Hersenk Kulesi'nin arkasında kalan arazi çıktı. Burası geri kalan bölgelerden daha sıcak, daha bunaltıcıydı. Altın kumları ezerek, geniş arazide hızla ilerledik. Bir noktada Ezra atından inip kenarda yetişen iki bitkiyi yanına aldı. Anlaşılan yalnızca Alsondro'da yetişen bitki haricinde tüm malzemeleri toplamıştık. Ezra atına bindi, yeniden yol aldık. Hersenk Kulesi geride, küçük bir nokta misali kaldı.
Gibor Dağlarının uzandığı alanın sonlarına doğru, büyük bir servi ağacın önündeki zeminde bir göçük vardı. Yaklaşık elli santimlik bir oyuğun oluştuğu toprak zemin karaya çalmış ve zeminde yer yer grilikler meydana gelmişti. Durdurduğum atımdan iniverdim. "Bu nedir?"
Zemine yaklaştıkça daha da sıcak bir hava dalgası yüzüme vuruyordu. Kendime engel olamayıp yere, karalıklar oluşmuş toprağa dokundum. Zemin alev alevdi.
"Solur Tohumu'nun göçüğü," dedi Ezra. "Yalnızca burada bulunan Tohum, Ruhların Tohumu olarak bilinir. Efendi Enda, beni bu tohumun parçasından yaratmıştı. Diğer tüm ruhlar benim varlığımdan doğduğu için onlar da bu tohumun gücünü taşır."
"Sahip olduğunuz güçler, bu tohum dolayısıyla bedeninizde bulunuyor, öyle mi?"
"Evet, bizi insanlardan ayıran şey bu tohumun varlığı ve tohum sayesinde bedenimize aktarılan güçler."
"Tohum nerede peki?"
"Uzun hikâye," dedi Ezra. "Saraya dönerken anlatabilirim. Daha fazla vakit kaybetmeyelim."
Yeniden ata bindim. Göçüğe son kez dönüp baktığımda, ağacın dalında duran kuzgunu fark ettim. Önüme dönüp yola koyuldum. Az da olsa bildiğim yerlerden yavaşça akıp geçtik.
"Ruhların Efendisi olsam da bir efendim olmadığı zaman gücüm tükenmeye başlıyor," dedi Ezra. "O yüzdendir ki, tüm hayatım boyunca yeni efendilerin peşinden koştum. Efendi Enda'nın soyundan kimse kalmayınca Katrin Hükümdarlarının koruyuculuğunu yaptım ve onları efendi belledim. Aslında bana bunu bir Katrin Hükümdarı teklif etmişti. İnsanlar ve ruhlar oldum olası iyi geçinemezlerdi. Bu teklifin, iki ırkı bir araya getireceğine inanıp teklifi kabul etmiş bulunmuştum. Lakin yanılmışım."
"Bir dönemin Katrin Hükümdarı olan Roman İlgar, yapılan Kosinor Büyüsü sonucunda tıpkı sizin gibi başka bir evrendeki hâliyle yer değiştirmişti. Büyü, o dönemler yönetimin başına geçmek isteyen Kamran Lavidor tarafından yapılmıştı. Lavidor büyük arzusuna kavuşmuş ve oluşan boşluktan istifade yönetimi ele geçirmişti. Lavidor'un yapacaklarından korkan Katrin halkının bir kısmı Antropedos'a sığınmıştı. İlerleyen süreçte Katrina tarihinin gördüğü en şiddetli savaş yaşanmıştı. Lavidor, ele geçirdiği tohum parçası sayesinde ruhları kullanarak büyük bir ordu kurmuştu. Antropedos'a sığınan Katrin halkı, benim ruh ordusunu durdurmamı bekliyordu lakin tohum çoktan ellerimizden kayıp gittiği için ruhlara seslenişim cevapsız kalıyordu."
"Savaş devam ederken öfkeli Katrin halkı, bizim Lavidor'a hizmet ettiğimizi düşünmüş ve Efendim Enda'nın soyunun son temsilcisi olan Efendi Adras'ı öldürmüştü. Efendimin ölümüyle birlikte sahip olduğum güçlerin büyük bir kısmını kaybetmeye başlamıştım. Yapılan büyülerin sayısı ve etkisi artınca olaya Katrina Hükümdarı dâhil olmuş ve böylece, savaş sona ermişti. Ardından Katrin Hükümdarı İlgar'ın bedeni ait olduğu diyara dönmüştü. Roman İlgar, yardımlarım neticesinde onun koruyucusu olup, gücümü ondan almamı teklif etmişti ve dediğim gibi, ben de teklifi kabul etmiştim. Lakin yılların geçmesiyle birlikte kararımdan vazgeçip Antropedos'a dönmüştüm."
"Tüm bunlardan haberdar olan Leydi Demitre, ben hâlâ Katrin topraklarında iken Antropedos'a gelmiş ve Solur Tohumu'nu bulmuş. Tohum, bedenine değen maddelere zarar verdiğinden ötürü, Leydi Demitre büyü yardımıyla, tohuma değince yok olmayacak bir eldiven yaratmış. Eldiveni kullanarak tohumu kökünden sökmüş ve kendi diyarına götürmüş. Tohum'un bir parçasından elde ettiği sıvıyı bedenine enjekte etmiş; ki bu, ruhların yeni bir efendilerin doğduğunu anlamalarına yeten bir şeydir. Oradan yükselen sesi duydum ve Leydi Demitre'nin karşısına çıktım. Bu sayede, uzunca zamanlar Antropedos'ta dağınık hâlde gezinen ruhlar bir araya gelip toplanmıştı. Antropedos'a yeniden hayat gelmişti."
"Demitre'yi bu yüzden efendi kabul ettin, öyle mi?"
"Evet," dedi Ezra. "Bedeninde, bana hükmedecek güce sahipti. Karşı koymam imkânsızdı. Tohum'un ait olduğu yerden ayrılış hikâyesi işte böyle."
"Demitre Tohum'u bir yere sakladı, değil mi?"
"Evet, öncesi için bir şey diyemem lakin Tohum, şu anda güvende." Ezra, pelerinin altından maskesini çıkardı ve bana uzattı. "Leydi Demitre'nin bir hediyesi. Eldiven ile aynı maddeden yapıldı."
Bir zamanlar gördüğümde korktuğum maskeyi elime alıp inceledim. "Demitre'nin, Efendin Enda'nın soyundan geldiğini düşünmüştüm."
"Efendimin soyu, o büyük savaş esnasında tükendi. Adras Elenor son temsilciydi ve onun bedeni, hakikate kavuşamamış insanların kurbanı oldu."
Maskeyi ona uzattım. "İnsanlara öfken bu yüzden mi?"
"Diğer ruhların aksine insanlara öfkeli değilim," dedi Ezra. "Beni yaratan, bana nefes veren ve gücümü kaybettiğimde bana güç verenler birer insandı. Onlara öfkeli olamamı gerektirecek bir durum yok."
"Ama son efendini öldürmüşler."
"Efendimi öldürdüler ve böylece Leydi Demitre ile yollarımızın kesişmesine vesile oldular."
"Olayları böyle değerlendiriyorsun yani."
"Böyle değerlendirmeyi tercih ediyorum."
"Peki neden Atlas'a ruh ordusu yaratma teklifinde bulundun?"
"Teklifimin geçmişte yaşananlarla bir ilgisi yok," dedi Ezra. "Efendi Atlas'ın gayesi, benim Katrin Hükümdarlarının koruyuculuğunu yapmayı bırakmamla doğrudan ilgili. Onun çabasını görmezden gelemezdim."
"Baba Ran mı?" diye sordum. "Demitre'ye yaptıklarından ötürü ona öfkelisin değil mi?"
"Olayın Baba Ran'la bir ilgisi yok. Günün birinde bunu anlayacağınızı umuyorum."
Şehir merkezine doğru inince sokakları süsleyen evlerin dolu olduğunu fark ettim. Hatta bazı evlerin bahçeleri de doluydu. Ruhların bir kısmı evlerine dönmüştü. Bir an Ezra'ya dönüp baktıysam da bu çok kısa sürdü. Bakışlarımın hedefine, yeniden, evlerine yerleşen ruhlar girdi. Artık her ne olduysa ruhların en azından bir kısmı yavaştan bölgelerine dönmüştü. Sabahtan beri nehirden sesler duymama nedenlerimizden biri ruhların suları çoktan terk etmiş olması olmalıydı.
Ruhlar hafiften kararan gökyüzüne inat evlerinin ışıklarını açmış; evlerinin içi yerine bahçede durmayı tercih eden ruhlarsa bahçelerini ışıklarla donatmıştı. Sarı ışıklar, şehrin sokaklarında ateş böcekleri misali parlıyor, şehrin yolunu aydınlatıyordu. Lacivert göğün altında, loş ışıklar eşliğinde sokaklardan geçip gittik. Ardımızda kalan her manzara, sönmeye başlayan yalımlar gibi cılızlaşıp silindi lakin yüreğime bıraktığı hisler bir süre daha benimle birlikte yola devam etti.
Ezra'ya bu manzaralar hakkında tek bir soru dahi sorma cesareti gösteremedim. Solgun bedenlerin doldurduğu sokaklarda, yalnızca, at nallarının tıkırtısı duyuldu. Yüreğim ağırlaştı. O yüzdendir ki, nal seslerine, arada bir, derin nefeslerim eşlik etti. Hava iyiden iyiye karardığında anca varabilmiştik saraya. Attan inip bir şey demeden saraya girdim. Soluk ışığın aydınlattığı salona geçtim ve nihayetinde, Valmir ile Narya'yı görebildim.
"Demek geldiniz," dedi Valmir. "Bulabildiniz mi malzemelerin tamamını?"
"Bulduk Valmir. Açıkçası epey zorlanırız sanmıştım ama malzemelerin hepsini çabucak bulduk."
Valmir masanın üzerinde duran cam şişeyi gösterdi. "Şu içeceği iç bakalım Alisa. Büyünün sona kalan izlerini de silelim ve bedenimizde kaygı taneleri olmadan yolumuza devam edelim."
Mavi sıvıyla doldurulmuş şişeyi kafama diktim. "Teşekkürler Valmir. Dün, bana bakması için bölgenin şifacısı gelecek sanıyordum."
"Ben geldim ya işte!" Bir süre duraksadı. "Onun buraya gelme ihtimali yoktu. Onun yerine benim gelmem daha doğru olacaktı. Yoksa onu görmeyi mi umuyordun?"
"Neden buraya gelmediğini merak etmiştim ama onun kendisini de merak etmiyor değilim," dedim. "Tuhaf bir kadın. Ondan almam gereken cevaplar varmış gibi hissediyorum."
"Cevaplardan ziyade birkaç öğretiye ihtiyacın var ve başka başka şeylere. Hepsini tek tek sayarsam bana öfke duyacaksındır."
"O başka başka şeylerin ne olduğunu anlayabiliyorum," dedim. "Sabır ve anlayış; bunlara ihtiyacım var."
"En azından artık nelerin eksik olduğunu ve ihtiyaç duyduğun şeyleri biliyorsun Alisa. Bunlar, yolun başındaki Alisa'nın bilmediği şeylerdi."
Evet, öyleydi. Zamanın akıp gitmesiyle ben de bir şeylerden nasibimi almış ve aldıklarımla yola devam etmiştim. Yitip giden ve sonunda kavuşulan şeyler vardı. Zamanı yitiriyor ve böylece, birkaç hakikate erişme şansını yakalıyorduk. Sanıyordum ki, hayat bundan ibaretti; bir şeyleri yitirecek ve o yitirdiğimiz şeyler neticesinde, sahip olmadığımız şeylere kavuşacaktık.
Ezra bir süre yanımıza gelmedi. Sanıyordum ki, o da yitirdiği ve nihayetinde kavuştuğu şeylerin varlığını hatırlıyor, zihnine ve yüreğine üşüşen düşünce ve hislere yetişemiyor ve hatta bundan ötürü acı duyuyordu. Onu ve hislerini anlamak beni aşıyordu. Aslında buradaki herkesin hislerini anlamak beni aşıyordu. Zira yitip gidenin kıymetini yalnızca bir zamanlar ona sahip olanlar bilirdi. Bense bu insanların yitirdiği şeyleri anlamaktan çok uzaktaydım.
Valmir ve Narya, biz malzemeleri toplarken şehirde dolanmıştı. Bizim gördüğümüz manzaraları onlar da görmüş müydü? Konusunu açmak istiyordum ama nedense bir şeyler beni bundan alıkoyuyordu. Hislerim gereğinden fazla yoğundu. Zaman geçtikçe, kendini iyiden iyiye belli eden hislerimden kurtulurum sanıyordum ama hisler, bedenimi terk etmek yerine gitgide çoğalıyor, bedenimin her bir bölgesini işgal ediyordu.
"Şehre ne zaman döneceğim?"
"Katrin'e mi?" diye sordu Valmir hayretle. "Katrin'e mi dönmek istiyorsun?"
"Evet, hem şehri hem de bizimkileri merak ediyorum. Her şeyin yolunda olmadığı açık. Belki yardımcı olabileceğim şeyler vardır."
"Eğer yardım gerekirse biz döneriz," dedi Narya. "Sen, orada güvende olmayacaksındır."
"Narya haklı Alisa," dedi Valmir. "Yalan söylemeyeceğim, orada işler biraz karışık. Bu yüzdendir ki, geceye doğru Narya ile Katrin'e döneceğiz. Ne zaman buraya geri dönerim bilemiyorum ancak sık sık haber yollarım size. Aklın bizde kalmasın. Hasarların var, iyileşmeye çalış. Vakti gelince Katrin'e döneceksin elbette."
"Demek gideceksiniz," dedim. "Biz ne yapacağız burada?"
"Orası size kalmış. Kim bilir, belki Ezra sana şehri baştan sona gezdirir, Antropedos'un yıkımlarla süslenmiş tarihinden az biraz bahseder."
Kendimi daha fazla tutamadım. "Ruhlar şehre yerleşmeye başlamış."
Valmir samimiyetle gülümsedi. "Gördük, gördük. Ne zaman konusunu açacaksın diye merak ediyordum. Narya da görünce epey sevindi ve şaşırdı. Ruhları sokakta görmeye alışkın olmayan her bedenin vereceği tepkiler bunlar."
"Sebebi ne peki? Durduk yere böyle bir karar almadılar ya!" dedim. "Yoksa bunun Demitre'yle bir ilgisi mi var?"
"Demitre'yi merak ediyorsun, anlıyorum," dedi Valmir. "Lakin hikâyenin o kısmını sana Ezra anlatsın. Biz son hazırlıkları yapıp Katrin'e dönmeliyiz. Veda etmek için sizin gelmenizi bekliyordum."
Karşı gelmenin bir anlamı yoktu. Ezra bir süre daha yanımıza gelmeyecekti sanırsam. Valmir ve Narya'yı yolcu etmek bana düşmüştü. Onlar hazır olunca sarayın bahçesine çıktık. Valmir büyük bir özenle geçidi oluşturdu. Valmir ile sarılıp vedalaştıktan sonra Narya ile uzaktan uzağa vedalaştık. Onun gözlerinde hâlâ cevaba kavuşamamış sorular vardı. Narya, Valmir'den önce davranıp geçide girdi. Yorgunluğu yavaştan yüzünden okunmaya başlayan Valmir, geçide girmeden evvel parıldayan gözlerini bana dikti. Parlak ama yorgun bakışlarıyla güven vermeye çalıştı. Sonra ise geçide girip gözden kayboldu.
Mavi ışık sönünce, sanki bu beklemediğim bir şeymiş gibi dumura uğradım ve bir süre ne yapacağımı bilemedim. İçimdeki arsız tarafım yeni bir geçit oluşturup Katrin'e gitmemi söylüyordu. Lakin içimde tek bir tane ben yoktu; birden fazla ben vardı içimde. Bir diğeri burada kalmamı ve Ezra'ya eşlik etmemi söylüyordu ve ben de ona uydum. Yavaşça saraya döndüm ve Ezra'yı aramaya koyuldum. Biz saraydan çıktıktan sonra salona geçmiş olmalı ki, onu büyük salonda buldum.
"Valmir ve Narya Katrin'e döndü."
"Gideceklerini biliyordum."
Onun yanına, geniş kubbeli pencerenin önüne gittim. "Ruhların şehre yerleşme sebebi Demitre ile mi ilgili?"
"Geçtiğimiz hafta Leydi Demitre'nin bulunduğu tünele koruma yapıldı," dedi Ezra. "Yapılan korumanın boyutunu tahmin edebiliyorsunuzdur. Zira bölgeye ya Timun Bey ya da Eli Ran büyü yapmış. Bölgeyi o büyüden arındırıp koruma altına almak bir hayli zor oldu. Sonrasında Leydi Demitre'nin yanına gittim. Amacım onu buraya getirmekti. Lakin bedeni ormana bağlı olduğundan benimle gelmeyi reddetti. Bedenini, bağlı olduğu yerden çıkarırsak, Büyülü Orman gücünü kaybetmeye ve solmaya başlayacaktı ve o, bunun yaşanmasını istemedi; Leydi Demitre seçimini yaptı. Bize de o bölgeyi daha fazla korumak düştü. Yeni bir koruma kalkanı yaptık ve bunun, Leydi Demitre'yi korumasını umut ediyoruz."
"Yapılan onca büyünün bir sonucu olacak," diye devam etti Ezra. "Umarım o sonuç, Leydi Demitre'yi etkilemez. Eğer isteği bu yöndeyse onu korumaya hazırım. Lakin nereye kadar koruyabiliriz emin değilim. Sonuçta korumalar için de büyüye ihtiyaç duyuyoruz, hem de etkisi yüksek büyülere."
"Sonsuza dek orada, bir ağaç köküne bağlı bir şekilde mi yaşayacak?"
"İsteği bu yönde," dedi Ezra. "Karşı çıkma hakkını kendimde görmüyorum."
Demitre kararını vermişti. Orman onun için ne ifade ediyordu bilmiyor, bilsem bile onun kararını yargılama reddesine geleceğimi sanmıyordum. Ezra'yı göz ucuyla süzdüm. Demitre'nin kararı, Ezra'nın kendisini yarı yolda kalmış gibi hissetmesine neden oluyor muydu? Efendisi, mahkûm hayatından kurtulup, kendisine ve geri kalan diğer ruhlara liderlik etmek yerine ormanı korumayı tercih etmişti. Bu, onu öfkelendiriyor muydu? Yoksa hissettiği tek şey hayal kırıklığı mıydı? Yoksa hisleri, benim tahminlerimden de ötede, ulaşılamayan bir noktada mıydı?"
"Demitre'nin kararı hakkında sen ne düşünüyorsun?"
"Ormanın, gücünü kaybetmesinden korkuyor. Korkusu boşuna değil. O yüzden onu anlıyorum," dedi Ezra. Lekelerin yer edindiği camı izledi sessizce. "Gibor Dağlarında iken benden istediğiniz şey üzerine sizinle konuşmak istediklerim var."
Hevesle ona döndüm. "Yardım edecek misin bana?"
"Evet," dedi Ezra. "Lakin öncesinde sizin Leydi Demitre ile konuşmanız gerekiyor. Sonrasında fikriniz değişmezse Efendi Alisa ile iletişime geçmenizi sağlayacağım."
"Demitre ile ne konuşacağım ki?"
"Kendisi, sizinle konuşmak istediğini söyledi," dedi Ezra. "Umarım sizin için bir sorun yoktur."
"Yok, tabii," dedim. Demitre'nin benimle konuşmak istemesi nedense beni mutlu etmişti. "Ne zaman gideceğiz onun yanına?"
"Ortalığın biraz sakinleşmesini bekleyelim. Ancak fikriniz değişmezse ve hâlâ Efendi Alisa ile görüşmek isterseniz diye sizin baştan uyarmam gerekiyor. Bu, epey vakit alacak bir şey. Umarım bekleyecek sabrınız vardır."
Hemen cevap vermedim. Neden sonra, "Tamam," dedim. "Beklerim. Sabrım hâlâ tükenmiş değil."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
745 Okunma |
114 Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |