Gün doğdu, gökyüzü ağardı. Antropedos'a geldik geleli geçtiğimiz yolun kenarında çağlayan nehrin sonu hâlâ gözükmüyor, doğru gibi uzadıkça uzuyordu. Kimi zaman duruluyor, kimi zaman köpük köpük köpürüyor ama hiçbir anında ruhların sesini duyurmuyordu. Nehrin dibine yaklaştığımız anlarda derinlerine bakıyor, bazen soluk gölgeler görüyor, bazense yosun ve birkaç balık dışında bir şey göremiyordum. Ruhların iniltisi yoktu ya bitkilerin hepsi hâlâ aynı hâldeydi; kupkuru, solgun, umudunu yitirmiş insan gibi.
Güneş tepeye doğru yol aldıkça hava kızıyor, insanı boğacak bir raddeye geliyordu. Burası Katrin gibi değildi. Güz oraya uğramış ama burayı es geçmişti sanki. Hava öylesine sıcak ve bunaltıcı...
Ezra kendi şehrinde, hiçbir yerde olmadığı kadar rahat, hiçbir yerde olmadığı kadar keder doluydu. Adımları toprak zeminde çıkartabileceği en ufak sesleri çıkartıyor, eğdiği kafası bir türlü yerden kalkmıyordu. Bazen durup beni beklemek zorunda kalıyordu. Zira şehri merak ediyor, ilgimi çeken şeyleri daha yakından görebilmek adına rotadan şaşıyor ve biraz oyalanıyordum. Geri döndüğümde ise aynı rutine devam ediyorduk.
"Burası senin şehrin değil mi? Mührün olduğu yere bir geçit oluştursak ne olurdu sanki?"
"Yasak."
"Senin şehrin. Kuralları sen koymuyor musun?"
"Hayır, ben koymuyorum."
Şaşkınca duraksadım. "Nasıl? Neden?"
"Kurallar zaten belli. Yapabileceğim bir şey yok."
"E ama senin şehrin! Kim koyuyor bu kuralları?"
"Katrina'nın Hükümdarı."
Onun hızlı adımlarına yetişmeye çalışıyordum. Onun ağzından çıkanları duyunca hızımı daha bir arttırdım. "O kim? Nerede yaşıyor?"
"Nerede yaşadığını kimse bilmiyor."
"Ne saçma!"
Pek konuşmaya meraklı değildi. O yüzden sustum. Önümüzde uzayan dağların izin verdiği müddetçe bulutlara dek uzayan yapıyı görmeye çalışıyor ama yalnızca tepeye doğru yükselen ucunu görebiliyordum. Bulutlar top top hâline gelip Kule'yi örtüyor, onu görmemizi engelliyordu. Kule, dağların ve bulutların arasında bedeni gizlenmiş bir cevher misali arada bir görünüyor, arada bir ise bulut sisinin içinde kayboluyordu.
"Oraya ne zaman varırız?"
"Akşama doğru varırız."
Ona yetişip kolunu tuttum. "Ya biraz yavaşla ya da biraz dinlenelim."
"Hızlı yürümüyorum."
Onu orada bıraktım ve nehir kenarına geçip otların üzerine oturdum. Kuruyan otlar bedenimin ağırlığı altında ezildi, paramparça oldu. Ezra biçare yanıma geldi. "Sürekli mola verirseniz akşama varamayız."
"O zaman hızlı yürüme. Sana yetişeceğim diye yoruluyorum." Onun hâlâ ayakta dikildiğini görünce, "Otursana," dedim.
"Yürüyerek gitme konusunda ısrarcı olmamalıydınız. Atımı hâlâ çağırabilirim. İstemediğinize emin misiniz?"
İstiyordum lakin kararından vazgeçmiş görünmek de istemiyordum. Sessizliğimi küçük bir onay olarak algılamış olsa gerek atını çağırma kararı aldı. İtiraz etmedim. Oluşan küçük kara delikten iki at çıkıverdi. Madem yolumuza at ile devam edecektik artık dinlenmeye gerek yoktu. Kalkıp balköpüğü, yeli altın gibi parlayıp göz alan ata bindim.
Ezra liderlik etmek için atını önümden önümden sürüyor, çoğu zaman arkada kalıp kalmamamı umursamıyordu. Neyse ki ona yetişmek çok zor olmuyordu. Dağların zirveleri sarp kayalıklarla çevriliydi. Dağlardan aşağı dik bir şekilde inen vadiler akan nehir nedeniyle oyuklarla doluydu. Hızlı ilerlemek söz konusu değildi. Buna bir de benim gittikçe yaklaştığımız, önümüzde uzayan Kule'ye dikilen bakışlarım eklenince hızımız epey yavaşlıyordu. Bir iki kere düşme tehlikesi geçirmiş ama hâlâ akıllanmamıştım. Sabırla yanına ulaşmamı bekleyen Ezra'nın yanına doğru sürdüm atımı. "Mührün Kule'nin tepesinde olduğunu söylemiştin. Oraya kadar yürüyerek çıkmayacağız herhâlde."
"Tepeye kadar çıkan basamaklar var. Geçit oluşturmak yasak. Basamakları tercih etmek durumundayız."
"İyi, hoş da, oraya çıkmamız epey vakit alacak gibi."
"Acelemiz yok."
Dağların kıyılarında süren yolculuğumuz Kule'ye birkaç mil kala, dağları arkamızda bırakmamızla minik kumların ve çakıl taşlarının yayıldığı bir alana evrilmişti. Alanın etrafı sazlıklarla doluydu. Güneş ışıkları artık çınlamıyor, ortalığın yavaştan kararmasıyla birlikte Kule'nin bulunduğu taraftan arkamızdaki dağlara doğru hafif serin bir rüzgâr uğulduyordu. Yumuşak, derin olmayan suyun üstünde atlarımızı sürmek daha kolaydı. Atın her hareketinde kumlar atın ayağının altından kayıp sağa sola sıçrıyordu. Kumların ezilme sesi bir noktadan sonra kulak tırmalıyordu.
Bu saate kadar güneşin altında korumasız kalan su yalım gibi sıcak ve yakıcıydı. Kumlarla ve çakılla kaplı sudan yükselen sıcak hava dalgası yüzüme yüzüme çarpıyor, insanı nefese muhtaç bırakıyordu. Bölge genişti lakin boyuna pek uzamıyordu. Sağa ve sola genişçe açılıyor, Kule'yi içine alan bir alana bağlanıyor ve görebildiğim kadarıyla, Kule'yi içine alan alanın bitimiyle kumlu nehrin sağ ve sol kolu birleşiyor ve ileriye doğru uzamaya devam ediyordu.
Kumluk alan az ileride bir köprüye bağlanıyor, taş köprü doğrudan Kule'nin kapısına iniyordu. Köprüye yaklaştıkça bir uğultudur insanın kulağına doluyordu. Atlarımızı biraz daha sürdükten sonra uğultuların sebebinin ruhlar olduğunu anladım. Köprünün altından şarıldayarak akan su ruhlara ev sahipliği yapıyor, ruhlar orada da iniltilerine devam ediyordu.
"Tines Nehri," dedi Ezra, "tüm şehir boyunca uzayıp gidiyor. Çoğu ruh hâlâ nehirde kalmayı yeğliyor."
"Acayip," dedim. "Oysaki sen buradasın. Artık sana katılmaları gerekirdi."
Ezra cevap vermeden köprüye adımını attı. Bana da onu takip etmek kaldı. Köprüden geçerken tıpkı Katrin'deki gölde olduğu gibi bir çınlama sesi duydum. Çınlamaya bir de ruhların acı acı feryat edişleri eşlik ediyordu. Ezra atını hızlandırıp bana yol açtı. Elimden geldiğince, hızla köprüyü geçtim ve o sağır edici sesten uzaklaşmaya çabaladım. Önümde dikilen, göğe dek uzanan yapıya dikkatimi verdiğimde arka taraftan gelen seslerin bir önemi kalmadı. Hepsi yitip gitti.
Krem tonlarında, dış cephesine dayalı basamaklarla boylu boyunca uzayan bu yapı ölümü andırıyordu. Bu basamaklar çıkılacak gibi değildi. Çıkılsa bile inebilmek mümkün değildi. Öylesine dik ve bir kılıç gibi keskindi.
Kule'nin içine açılan tahta ama sağlam görünen bir kapı vardı. Kapının üstü kanat şeklindeki oyulmuş, oyuklarına tozlar dolmuştu. Bu da uzun zamandır buraya girilmediğinin bir göstergesiydi. Kapısına halka şeklinde, gümüşümsü koca bir tokmak asılıydı. Garibime giden bu detaya bir müddet bakakaldım.
Saatler öncesinde göğü terk etmeye başlamış güneş sayesinde Kule'nin ucuna kadar bakabiliyor ama en ucu asla ve asla göremiyordum. Aradığımız mühür tam oradaydı. Ezra benden önce hareket edip atından indi. Ona taklit ettim ve yanına geçtim. "Buraya daha önce hiç çıktın mı?"
"Evet, birkaç kere çıkmıştım."
Kule'nin dibinden itibaren başlayan basamakları çıkmaya başladık. Tenezzül edip, ben tek başıma çıkarım, demedi. Hemen peşi sıra basamakları tırmanmak dışında bir seçeneğim yoktu. Lakin çık çık bitmiyor, çıktığımız yükseklik baş döndürecek raddeye geliyor ama son bir türlü görünmüyordu. Basamakların kenarındaki korkuluk öylesine kısaydı ki bir işe yaramıyordu. Her an düşecek gibi hissediyordum.
"Kule'nin kapısına neden tokmak asılıydı?"
"Burası eskiden Antropedos'u gözettiğimiz kuleydi," dedi Ezra. "Yakınlarda birkaç kule daha vardı ama onlar yıkıldı. Bu, gözetim kulelerinin başlıca olanıydı. O zamanlar bir gözcünün koruması altındaydı. Antropedos her zaman bir saldırı riski altındaydı. Aramızda ruh kılığına girmiş insanlar olabileceğinden şüpheleniyorduk. Olası bir saldırı veya içeri sızma ihtimaline karşı büyülü bir tokmak asılmıştı kapıya. Kapıyı çalan kişinin niyetini gözcüye aktaran bir koruma büyüsü vardı tokmakta. Kısacası tamamen önlem amaçlı konmuş bir detaydı."
"Kim saldırmak istiyordu ki Antropedos'a? İnsanlar mı?"
"Evet. Ruhlar ve insanlar, ilk ruhun yaratılışından, benim oluşumumdan bu yana bir savaş, savaş olmasa bile bir düşmanlık hâlinde. Eski zamanlardan beri insanların bir kısmı koruyucu ruhların yaratılmasını onaylamıyor, işi biten ruhların yeryüzünde gezinmesine karşı çıkıyordu. Bu da bizim kendimizi tehlike altında hissetmemize sebep oluyordu. Sonraki zamanlarda buna bir de oluşturulan ve sonrasında işi biten koruyucu ruhların Tines Nehri'ne gönderilmemesi eklenince ruhların ve insanların düşmanlığı evre atladı."
"Daha önce aranızda bir savaş çıktı mı?"
"Evet."
Cevabı netti lakin detay vermeyeceğini de bildiriyordu. Üstelemedim. "Acaba Demitre'nin hapsedilmesinin sebeplerinden biri de onun siz ruhlarla birlik olması olabilir mi?"
"Gerçeği bilemeyiz ama ben, öyle olduğuna inanıyorum. Hatta bana kalırsa başlıca sebebi buydu."
"Siz ruhlar onu kurtarmak için bir şey yapmayı denemediniz mi?"
Bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonrasında vazgeçti. Basamakları sessiz sessiz çıkmaya devam etti. Dakikalar sonra öylesi bir yorgunluk çöktü ki, Kule'nin soğuk duvarına sırtımı yaslayıp basamağa oturdum. "Bu kadar uzun bir kuleye gerçekten ihtiyacınız var mıydı?"
Ezra cevap vermedi ama gelip başımda dikildi. Soluklanmam için bana müsaade etti, sonra ise harekete geçme vaktinin geldiğini belirtmek istercesine elini uzattı. Elini tutup bedenimi ayağa diktim. Sert bir rüzgâr darbesi yüzüme çarpıp geçti. "Hava soğuyor."
Tahmin ettiğim gibi kumluk alan Kule'nin arka kısmında birleşip yoluna devam ediyordu. Gözümün seçebildiği en uç noktaya kadar devam ediyordu bu alan.
O önde ben arkada bir müddet daha basamak çıktık. Bulutlar bize yukarıdan bakamıyordu artık. O sis dalgaları Kule'nin uzunluğuyla boy ölçüşememiş ama göğün alt katmanlarında egemenlik kurmaya devam etmişti. Tin tin hareket ediyorlar ve gecenin sahibi ay için gökte yer açıyorlardı.
Basamaklar Kule'nin etrafını dönemeç gibi dönüyordu. Son kıvrıma vardığımızda önümüzde beş altı basamak kalmış bulunuyordu. Açılan yuvarlak alan tek bir şeye sahiplik ediyordu. Alanın ortasında betondan yapılma küçükçe bir masa duruyordu. Masaya yaklaşınca üzerinde duran mor oval taşı gördüm. "Mühür bu mu?"
Tepeden esen rüzgârın acıması yoktu. Hızla, sertçe esiyor, insanın yüzünü yakıyordu. Rüzgârın şiddetinden gözüm yaşarmış, görüntü bulanıklaşmıştı. Soğuktan kızaran ellerimle gözlerimi sildim ve taşa dikkatlice baktım.
"Evet, Enk Mührü işte bu."
Oval taşın ortasında koyuca bir mordan yapılma halka bir taş vardı. Cam gibi şeffaf, bir yıldız kadar parlaktı. Ezra'nın gelip taşı almasını bekledim. Cebinden çıkardığı keseye taşı yerleştirdi ve kesenin ağzını kapayıp cebine attı. Bu kadar kısa bir işlem için bu kadar yol gelmemiz içler acısıydı.
Yavaştan basamakları inmeye başladık. Az bir şey ilerlemiştik ki, bize yağmur da eşlik etti. Kukuletamı başıma örttüm ve bunun beni yağmurdan korumasını umdum. Bu sefer ben önden gidiyordum. Başım öyle bir dönüyordu ki Kule'nin duvarına elimi dayayarak inmek zorunda kalmıştım. Yağmur beraberinde sisi de getirmişti ama şehir az buçuk görünmeye devam ediyordu. Yağmur sularıyla karışıp akıp giden Nehir gözümün önündeydi. Sis vardı, yağmur vardı, başım dönüyordu, görüntü bulanıklaşıyordu ama tüm bunlara rağmen Nehir'e sığınmış ruhlar ta buradan gözüküyordu.
Göğ laciverte dönmüş, etrafa koyu maviliğini yaymıştı. Kule'nin etrafını saran sis görüş alanımı kısıtlıyordu. Sisler gözümün önünden geçerken soluklaşıp siliniyor gibiydi. Kafamı kaldırıp göğün tam hâlini görme cesareti gösteremedim.
Yağan yağmur yüzünden basamak kayganlaşmıştı. Basamaklara biriken sular biz üzerine bastıkça paçalarımıza sıçrıyordu. Bedenim üşüyordu. Hava tam anlamıyla kararmadan Kule'den inebilmiştik. "Alsondro'ya gitmek için burada geçit oluşturabiliyor muyuz?"
"Maalesef Efendim. Saraya gidelim ve yarın sabah Alsondro için bir geçit oluşturalım."
"Peki."
Bu kuralları her kim koyduysa tüm insanlıktan nefret ediyor olmalıydı. Ata bindim. Üşüyen, titreyen, ıslanan bedenimin el verdiği kadar atı hareket ettirip saraya doğru yol aldım. Ezra birkaç adım önümde bana yol gösteriyordu. Hava kararmaya başladığı için, sabahki gibi beni gerisinde bırakma cesareti gösteremiyordu.
Ay ışığının altında, soğuk rüzgârın eşliğinde dağların yamacına sürdük atları. Dağların bedeni önümüzde büyüdü büyüdü. Sonra hepsi gerimizde kaldı ve giderek küçüldü bedenleri. Gölgeleri de onlarla beraber silinip gitti.
Saraya dönüşümüz gece yarısını bulmuştu. Bu karanlıkta ve bu soğukta dağların kayalıklarla dolu bedenleri arasından geçmek zor olmuştu. Atı Ezra'ya teslim edip kendimi sarayın içine attım. Yağmur dinmemiş, birkaç saat öncesine kadar tüm şiddetiyle yağmış ve yeni yeni hafiflemeye başlamıştı. Sarayın içi tuhaf bir şekilde sıcacıktı. Önünde durduğum pencereden dışarı baktım. Ezra'nın ayak sesini duyunca, "Yağmur suları Nehir'deki ruhlara zarar veriyor mu?" diye sordum.
Pencerenin camından onun arkamda duran yansımasını gördüm. "Hayır, yağmurun ruhlara bir zararı yoktur." Neden sonra, "Dinlenin ve sabah olduğunda yola çıkalım," dedi. İtiraz etmedim ve bu saraydaki odama geçtim. Zihnime biriken düşünceleri geldikleri yere geri yolladım. Şimdi uyuyup dinlenme vaktiydi. Başka bir zaman yaşananları irdeleyebilirdim.
Günün ilk ışıklarında yatağı terk ettim ve hazırlanıp odadan çıktım. Ezra kapının önünde yoktu. "Ezra," diye seslendim. Merdivenlere ilerledim. Aşağı kattan gelen sesleri duyunca oraya yöneldim. Sesimi duyan Ezra da bu yöne, yanıma geliyordu.
"Ben hazırım," dedim. "Eğer sen de hazırsan geçidi oluştur da gidelim."
"Birkaç saat evvel Alsondro'ya sizin adınıza bir ileti yolladım. Geleceğimizden haberleri var. Şimdi sizi bekliyor olmaları gerek."
Ezra beni bir odaya götürdü ve hâlihazırda oluşturduğu geçidi gösterdi. Geçide girdim. Geçit Alsondro sahiplerinin sarayının tam önüne açıldı. Ezra geçitten çıktıktan sonra önüme geçti ve saray muhafızları tarafından açılan kapıdan geçip beni bekledi. Onun yanına geçtim, adımlarımız büyük bir uyumla ilerledi. Sarayın giriş kapısında kardeşler belirdi. Karşılıklı reveransta bulunduk.
"Hoş geldiniz Efendim."
Minik adımlarla toplantı salonuna geçtik. Benim için ayrılan koltuğa oturmadan evvel Efendi Ruh'tan mührü istedim. Mühür elime geçtiğinde masanın üzerine koydum. "Büyü kitaplarının lanetini bozduktan sonra büyü kitaplarından birini alıp bir süreliğine Katrin'e götürmek istiyoruz. Tabii sizin için de bir sorun yoksa."
"Elbette," dedi Selina. "Dilediğinizi yapmakta özgürsünüz. Lakin daha evvel konuşmamız gereken şeyler var."
Açılacak konuyu biliyordum. Sandalyeye oturup aralarından birinin konuşmasını bekledim.
"Öncelikle size borçlu olduğumuz özrü dile getirmek isteriz," dedi Selina. "Korkunç bir yanlış anlaşılma aynı seviye korkunçlukta kararlar almamıza sebep oldu. Alsondro adına özürlerimizi sunuyoruz."
"Aynı şekilde bizler de korkunç kararlar aldık," dedim. "Pamir'in yaptığı şeylere karşın gösterdiğiniz merhamet için minnettarım. O yalnızca bir emir kuluydu."
"Karşılıklı olarak bir yanılgının ağına takıldık," dedi Yamin. "Hasarı en aza indirgeyerek olayı kapattığımıza inanıyorum."
"Elbette öyle," dedim. "Mühür de elimize geçtiğine göre dert etmemiz gereken bir durum yok ortada."
Malin bur sükûnet içindeydi. Gözümden kaçmamıştı. Aynı şekilde fikir belirtmek ve sunmak için can atan Marnin de konuşmayı sessizce dinliyor ama bir yorumda bulunmuyordu. Mühür bulunduğundan olsa gerek Selina'nın göz bebekleri huzurla ışıldıyordu. Onu son görüşümün aksine kendini toplamış, yitirdiği şeyi nihayet bulmuş gibiydi.
"O hâlde vakit kaybetmeden mührü aktif edelim," dedi Yamin. Salonun arka kısmında duvara monte edilmiş kitaplığın önündeki yuvarlak geniş masaya yığılmış onlarca kitabın yanına geçtik. Yamin, dün sabah ona yolladığımız notta yazdığı gibi Efendi Ruh'un bana tarif ettiği kitabı uzattı. Dönüş biletimi elime aldım.
Masanın üzerine kurulmuş sistemin ortasına onlara teslim ettiğim taşı koydu. Birkaç saniye sonra bir çark dönmeye başlıyormuş gibi bir ses çıktı. Bir metal sesi odaya yayıldı. Kitapların üstündeki yazılar altın altın parladı, daha sonra bir kıvılcımın söndüğü gibi sönüverdi.
Marnin özenle bir kitabı seçip içini kurcaladı. "Tamamdır, lanet ortadan kalktı."
Herkesin yüzünde bir kıvanç belirdi. Yamin mor taşı koyduğu yerden çıkardı ve bana uzattı. "Valmir'e teşekkürlerimizi iletirsiniz."
Gerçeklerden bihaber yüzlere baktım. Minik bir tebessümle taşı elime aldım. Toplantı salonundan önce Malin ardından Selina çıktı.
"Akşam yemeğinde bize eşlik eder miydiniz?" diye sordu Marnin.
"Katrin'e dönüp dinlenme taraftarıyım," dedim. "Yorucu bir haftaydı. Lakin teklifiniz için teşekkürler. Belki bir başka zaman..."
Hep birlikte salondan çıktık. Bu noktada Marnin yanımızdan ayrıldı. Yamin'in yönlendirmesiyle saraydaki başka bir odaya geçtik. Efendi Ruh hemen geçidi oluşturdu.
"Katrin'de her şey yolunda mı?"
"Elbette," dedim. "Şimdi sıra bu kitabın lanetini bozup büyüyü yapmakta. Tekrardan yardımların, yadımlarınız için teşekkürler."
"Büyüyü ne zaman yapacaksınız?"
"Valmir'e kalmış," dedim. "Bu noktadan sonra bir bilgeye güvenmek dışında pek bir seçeneğim yok."
"Umarım her şey yolunda gider," dedi Yamin. Ona samimi bir tebessüm yolladım. Yeniden geçide girdim ve kendimi, bildiğim ve artık tanıdık olmaya başlayan odada buldum.
Peşimden odaya giren Ezra'ya döndüm ve hem kitabı hem de taşı ona uzattım. "Vakti gelince laneti bozup kitabı Valmir'e teslim edersin."
Ruh formundaydı lakin olmayan yüzündeki minneti gördüm. Odadan çıkıp sarayın içinde birilerini aradım. Kısa bir arayışın ardından Valmir ve Pamir'i büyük salonda buldum. Valmir beni görünce, "Ne oldu, kırabildiniz mi laneti?" diye heyecanla sordu.
Onların yanına geçip oturdum. "Evet, mührü almak biraz yorucu oldu benim için ama işte, her şey eski hâline döndü!"
Kahir bir hava yayıldı salonun içine ve oradan sanıyorum ki, Alsondro ve Antropedos'a doğru süzüm süzüm süzüldü ve tüm Katrina'nın eksenini çevreledi, sıkıca sardı. Haber güzeldi ama kimse sevinmedi.
"Demek maceramızın yeni bir kısmına geçiyoruz, öyle mi çocuklar?"
"Sanırım öyle Valmir," dedim. "Bakalım başımıza daha neler gelecek?"
"Sabırlı olmayı öğütlüyorum size, özellikle de sana Alisa. Yanıma ilk geldiğin gün seni sinir eden, bocalamana yol veren sözlerimi hatırla."
Unutmuyordum, tüm sözler zihnime yuvasını kurmuş, bir güzel yerleşmişti. Yaman bir his ele geçirmişti beni. Oysa hafif tanıdık bir ritmi vardı ama ortaya çıkan melodi alışılmadık, bilinmedik bir eserdi.
Neden sonra Pamir ilgimi çekti. "Sana da doğru düzgün teşekkür edemedim Pamir. Benim için başına olmadık belalar aldın."
"Sözünü etmene bile gerek yok," dedi. "Zaten konu Alsondro Hükümdarlığınca kapandı. Bize de yolumuza bakmak düşer."
"Dün Perla seninle konuştu mu?"
"Evet, biraz konuştuk. Ricamı geri çevirmediğin için sağ ol. Üzerimden büyük bir yük kalktı lakin bundan sonra ne olur diye düşünmeden edemiyorum."
"Perla gerçeği Narya ile paylaşmak istiyor," dedim Valmir'e doğru. "Sana söyledi mi bilmiyorum Valmir ama ona bu fikri Valmir'e danışmasını önermiştim."
"Bana kimse bir şey demedi," dedi Valmir. "Demek Narya, öyle mi? Bir sebebi var mıdır?"
"Narya, Aldo Bey'in sürekli Baba Ran ile görüştüğünü Perla'ya bildirmiş. Perla da kardeşinin can güvenliğinden endişe ediyor. O yüzden gerçeği onunla paylaşmak ve Narya'yı bu saraya getirmek istiyor," dedim. "Saray fikri benden çıktı. Eğer gerçeği öğrenmesi sorun olmayacaksa gelsin burada bizimle yaşasın."
"Narya'nın saraya gelmesini diğer yöneticiler falan nasıl karşılar?" diye araya girdi Pamir. "İyi bir fikir olduğunu sanmam. Böyle yaparak onların amacını anladığınız konusunda kendinizi ele verirsiniz."
"Açıkçası Pamir haklı," dedi Valmir. "Lakin gerçeği herkesin öğrenmesi yakındır. O yüzden Narya'nın gerçeği öğrenip saraya gelmesinde bir sorun görmüyorum. Şayet arzunuz bu yöndeyse yerine getirebiliriz."
"O da nereden çıktı?" diye sordu Pamir. Simasına şaşkınlık yayılmıştı. "Herkes ne diye gerçeği öğrenecekmiş?"
Ben de merakla Valmir'e baktım. Onun ise açıklama yapmak gibi bir niyeti yoktu. "Zamanı gelince öğrenirsiniz. Daha demin ne dedim ben? Sabırlı olun."
Valmir ezişen, dert kokan havayı solumayı kesmiş, yeniden rahata ermiş ve kıvanç dolmuştu. Ondaki bu değişikliğin sebebini merak ediyorsam da ses etmiyordum.
"Demek yöneticiler ha?" dedi Valmir dakikalar sonra. "İnsan garip bir yaratık, doyumsuz bir mahlukat. Kendilerine ne sunuldu merak içerisindeyim. Kendi topraklarını zulme, kedere boğmalarına sebep olan şey nedir böyle? Yıllarımı araştırmaya, öğrenmeye adadım ama benim aklım almıyor. Bu, benim bilgeliğimin dışında kalıyor. Çok acı!"
Ben de merak içerisindeydim. Şayet Katrina'ya sahip olmayı akıllarından geçiriyorsa bu insanlar, onlarca kişinin bir ülkeye sahip olamayacağını göremiyorlar mıydı?
"Daha acısı bu insanların en yakınımızdaki kişiler olması," dedi Pamir.
Doğru ya, babası da bu işin içindeydi. Kim bilir neler hissediyor, içinde hangi zalim hislerle boğuşuyordu?
"Valmir," dedim. Buram buram merak kokuyordu sesim. "Günler evvel Lena ile konuştum. Bana bazı şeyler anlattı. Ben olayın Demitre ile kısıtlı olduğunu sanıyordum ama öyle değilmiş. Zamanında insanların başına peş peşe belalar gelmiş. Hiçbirinizin dikkatini çekmedi mi bu?"
"Çekse ne olur Alisa?" diye sordu Bilge. "Zamanı gelmedikçe, doğru zaman doğmadıkça farkına vardığın şeylerin bir önemi olmaz. Bu da öyle bir durumdu işte."
"Her şey ilmek ilmek birbirine bağlıdır, bağımlıdır," dedi sonrasında. "Tek bir ilmeği dahi kaçırırsan ortaya kusurlu bir sonuç çıkacaktır. İşte o kusurun oluşmasının önüne geçmek için doğru zamanı beklemek gerekir."
Bu, gerçekten inandığı, tapındığı bir gerçek miydi yoksa ardına sığındığı hasar almış bir safsata mıydı bilmiyordum. Bu sözlerle kendini iyi hissetmeye mi çalışıyordu yoksa bedeninden oluk oluk kan akıtan, sıkıca sardığı telleri gerçek mi kabul ediyordu?
"Doğru zamanı beklerken kaybedilen şeylere ne demeli peki Valmir?"
"Hayat acımasız," diye Pamir'i yanıtladı Valmir. "Onları bir kurban olarak görebilirsin; refahı sağlamak için verilen bir kurban. Ya da asker olarak da görebilirsin; ne uğurda can verdiğini bilmeyen bir asker."
Pamir'in tatmin olmadığını gördü. "Yitip gideni kurtarmak insan gibi aciz bir varlığın üstesinden gelebileceği kadar basit bir eylem değildir. İnsan yalnızca yitirmeyi bilir," diye ekleme yaptı sözlerine Valmir.
Bakışları birkaç saniyeliğine bana değdi. Gözlerinde yitip gitmiş, elden kaymış uygarlıkların bayrağı sallandı. "Lakin bazen yitip gideni bulma ve kurtarma imkânına sahip gelir insan. Şayet bu şansa layık görülürse o insandan daha yücesi hiçbir diyarda bulunmaz."
Vermek istediği birtakım mesajlar vardı. Lakin sözlerinin ima ettiği kutsallığı anlayabilecek kadar ulvi bir insan değildim.
"O kurbanlardan biri de sen olabilirdin," dedim. "O zaman da aynı düşünceyi savunacak mıydın?"
"Pek dobrasın," dedi Valmir. "Lakin haklısın da. Kurbanlardan biri olabilirdim ama öyle bir durumda neyi savunacağımı bilmek bana yakışmaz. Belki diğerlerinin aksine isyan bayrağını çoktan dalgalandırmış olurdum. Lakin geçmişin kitabında izleri bulunmayan hadiseler hakkında konuşmak, diyorum ya, benim gibi bir bilgeye yakışmaz."
"İhtimaller uzayıp gidiyor Alisa," dedi, yeniden konuştuğunda. "Her bir ihtimali yakalamak çok zor. Daha da önemlisi tüm ihtimallerin peşinden koşmak bizim gibi savaşın eşiğinde, canının derdine düşmüş insanlar için zaman kaybı olacaktır."
Konunun dağıldığını fark edince, "Perla'yı çağır bakalım Pamir," dedi Valmir. "Olayı bir de onun ağzından dinleyeyim."
Pamir yerinden kalkıp salondan çıktı. Son zamanlarda kendini belli etmek istercesine gümbürdeyen, nerede, nasıl oluştuğu belli olmayan boşluk yeniden ses verdi. Kapanan boşluklar yeni boşlukların oluşmasına vesile oluyordu sanki. Bu da öyle bir oluşumdu. Eski bir boşluğun kalıntısı değildi, kendine hastı. Lakin ne ara ortaya çıkmıştı, bunu gözlemleyememiştim.
Ne ara kendini göstereceği de hiç belli olmuyordu. Öyle aniden, durduk yere doğuyor, bir süre beni acı içinde kıvrandırıyor, sonra gitme vaktinin geldiğini anlıyor ve geldiği yere dönüyordu.
Bir şeyler tamamlanıyor, başka bir şeyler de onunla birlikte eksiliyordu. Bir güneş doğuyor, bir müddetin ardından onunla eşdeğer bir karanlıktır çıkageliyordu. Oluşan boşluklar yamandı. Nasıl baş edilirdi bununla? Sanırsam Valmir bile bununla baş etme yöntemini bilmiyordu, bilemezdi de.
"Düşünceler zihnini rahat bırakmıyor," dedi Valmir. "Yanılıyor muyum?"
"Haklısın, fakat bunu bir noktada ben istiyorum. Gereğinden az düşündüğümü düşünüyorum."
"Aklından geçenleri okuyabiliyorum. Evet, doğru, bir şeyler biliyoruz. Senden ayrı olarak fazladan bir şeyler biliyoruz. Yakında gerçeğe kavuşacaksın ve öyle ki, gerçeğe kavuştuğunda daha çok düşünmen gerekecek."
"Artık doğruları bulma konusunda çok meraklı değilim," diye itiraf ettim. "Lakin doğrunun gelip beni bulacağı varsa da bir şey yapamam. Gelebilir, eğer istemiyorsa gelmeyebilir. Sanki artık önemi yokmuş gibi geliyor."
"Önemi her zaman vardır," dedi Valmir. "Doğru her daim kıymetlidir. Hevesini yitirme ve doğruların gelip seni bulmasını bekle. Doğru sana geldiyse, seni tercih ettiyse onunla yapacağın birtakım şeyler var demektir."
Valmir nüktedan bir adamdı. Bilge olması bu yüzdendi. Sözlerinin bir önemi, bir alt metni vardı. Onun iyiden iyiye gerisinde kalan ben, bazı anlar onun sözlerindeki kerameti göremiyordum. Göremiyordum ama göremediğimi biliyordum, bir şekilde hissediyordum.
Pamir yanına aldığı Perla ile içeri girdi. Bana öyle geliyordu ki, zamanın geçmesiyle Perla'nın gözündeki parıltı sönüyor, o parıltıyla birlikte sanki altın saçları da parlaklığını yitiriyordu. Kafasından neler neler geçiyordu ve belli ki, zihnindeki düşüncelere benim gibi o da yetişemiyordu.
Narya olayı onu derinden sarsmıştı. Aren'in dediği gibi bencillik yapıyor, kardeşini bu savaştan, belki de bu diyardan bir süreliğine uzaklaştırmak istiyor ve nihayet rahat nefeslere ulaşmayı diliyordu. Lakin ben onun bu bencilliğini anlayabiliyordum. Ona hak veriyordum.
Onu belki de asıl sarsan olay babasının da bu işin içinde olmasıydı. Bu, hiçbir zaman diliminde bir insanın bekleyeceği bur durum değildi. Lakin kara bulutlara sarılmış acımasızlık en nihayetinde onu da bulmuştu.
"Valmir, olayı öğrenmişsin," dedi Perla. Sesi biraz kısıktı. "Sen ne düşünüyorsun? Bize akıl ver."
"Ben Narya'nın öğrenmesinde bir sakınca görmüyorum," dedi Valmir. "Şayet gerçekten arzuladığın şey buysa önünde bir engel yok. Er ya da geç öğrenecek zaten. Bizden duyması en iyisi olur."
Perla oturduğu köşede rahat değildi. İstediği şey buydu ama içini kemiren düşüncelere sahipti. Yardım dileyen bakışları beni buldu.
"Valmir haklı," dedim. "İçini rahatlatacaksa gerçeği ona açıkla ve onu bu saraya getir. Hatta onu buraya davet et ve gerçeği öyle açıkla."
"Kunter'e ne olacak?" diye sordu. Yeni bir endişesini dile getirdi. Üstünde durması, enine boyuna düşünmesi gereken şeyler vardı. Bu, hepimiz için geçerliydi. Yeni bir kurbanı daha kaldırabilecek güç hiçbirimizde bulunmuyordu.
"Yarın ya da sonraki gün, uygun bir zamanda onu sorguya çekeceğiz," dedi Valmir. "Lakin bir sonuca ulaşamayacağız. Kim böylesi bir suçlamayı kabul edip kendini ifşa eder ki?"
"O, bu işin içinde değildir," dedi Perla. "İşin içindeyse bile tehdit edilmiştir."
"Perla bize bunu zaman gösterecek," dedi Pamir. "Boşuna kendini hırpalama."
Pamir ulaştığı, doğrusu kendisini bulan acımasızlıkla daha iyi baş ediyordu. Açıkçası o, kendinden çok Perla'yı düşünüyor gibiydi. Sanki Perla iyi olsa Pamir, babasının kendi arkasından, bölgesini tehlikeye atacak bir işe imzasını attığını unutup gidecek, eski mutlu hayatına devam edecekti.
"Mühre ulaştık ve böylece diğer büyü kitaplarının lanetini bozduk," dedi Pamir. "Bu, kendimizi takdir etmemizi sağlayacak kadar büyük ve kıymetli bir adım."
"Bozdunuz mu laneti?"
"Evet, bozduk," diye yanıtladım Perla'yı. "Lakin Efendi Ruh'un belirttiği kitaptaki lanet bozulmadı. O kitabı mühür ile birlikte buraya getirdik. Vakti gelince onun da lanetini kaldıracağız."
"En azından Alsondro tamamlanmış durumda, güvende, öyle mi?"
"Alsondro'nun tek sorunu büyü kitaplarının bozulmuş olması idiyse evet, Alsondro şu an tamamlanmış durumda," dedi Valmir. "Lakin ben oradaki tek sorunun bu olduğuna inanmıyorum. Başımızda büyük bir lanet var. Ondan kurtulmak kolay olmayacaktır."
"Alsondro sahipleri nasıldı?" diye sordu Perla. Saniyeler içinde içine umut doğmuş gibiydi. "Ne durumdaydılar?"
"Bana öyle geliyor ki daha iyiler," dedim. "Özellikle Selina. O baya mesuttu."
"Talimlere ne zaman başlayacağız?" diye sordu Pamir. "Geç kalmadık mı?"
"Zamanı gelince ne zaman başlamanız gerektiğini anlarsınız," dedi Valmir. "Önümüzdeki birkaç gün epey kritik."
O gün akşam geç saatlerde Perla kız kardeşi Narya'yı saraya davet etti. Onlara mahremiyet tanıdım. İki kardeş saatlerce salona kapandı. Pamir ile birlikte saraydaki geniş balkonda o ikisinin konuşmasının son bulmasını bekliyorduk. Gece beyaz ışıklı ayla birlikte kapıya dayandı. Gecenin sahipleri bir bir ortaya çıktı, uzaklardan sesleri duyuldu.
"Perla Narya'nın vereceği tepkiden endişe duyuyordu," dedim. "Sen ne düşünüyorsun?"
"Perla kardeşinin büyüdüğünü kabullenemiyor sanırım," dedi Pamir, usulca. "Narya olumsuz bir tepki verecekse bile zamanla gerçeğe alışacaktır. Onun hakkında endişelenmemiz gerektiğini sanmıyorum. Perla'nın da Narya'nın verdiği tepkiden sonra korkusu sönecek ve kendine gelecektir."
Korkularımız bir noktada manasızdı ama zihinde başlayan çoğu zaman zihinde bitemiyordu. Bedenin merkezi beyin olmaktan çıkıyor, yönetim tahtına korku oturuyordu. Kontrolü yeniden nasıl ele geçirirdi insan henüz hâlâ bilmiyordum.
"Pek dirençlisin ve de ümitli," dedim. "Yoksa senin de mi bildiğin fazladan şeyler var?"
"Ne?" diye sordu şaşkınca. "O da ne demek oluyor?"
Pamir hiçbir şey bilmiyordu, aynı benim gibiydi. Hatta ben ondan birkaç adım öndeydim zira bilmediğim şeyler olduğunu ben biliyordum. Lakin o, bu bilgiden bile noksandı.
"Diğerleri bir şeyler biliyor. Efendi Ruh onlara önemli birkaç bilgi vermiş. Hiç fark etmedin mi bunu?"
"Hayır," dedi. Şaşkınlığını üzerinden atabilmiş değildi. "Neden seninle de paylaşmıyor? Sonuçta sen onun efendisisin."
"Zamanı değilmiş. Valmir biliyor, nitekim Atlas da öyle ama Aren biliyor mu yoksa bilmiyor mu onu anlayamadım."
Gözünden pasparlak bir yıldız kayıp geçti. "Ne?" diye sordum. "Sen de mi bir şeyler biliyorsun yoksa?"
"Hayır, hayır," dedi acelece. "Efendi Ruh bana hiçbir şey anlatmadı. Doğrusu onunla yüz yüze dahi gelmedim. Lakin benim de dikkatimi bir şeyler çekti. Atlas bir şeyler planlıyor. Bunu da fark ettin mi?"
"Aslında fark ettim ama onun aklından geçenlere erişmem mümkün değil."
Atlas bir şeyin peşindeydi. Sessizliği sırf bu yüzdendi. Efendi Ruh'un ona anlattıklarının da bir etkisi vardı. Sanki Efendi Ruh'un sözleri onun kafasından geçenleri güçlendirmiş, atacağı adımdan iyice emin olmasına yarar sağlamıştı.
Lakin Pamir yalan söylüyordu. Gözleri söylediği yalanı açıkça ortaya seriyordu. O, Atlas'ın peşinden koşturduğu şeyin pekâlâ farkındaydı. İçimden bir ses Pamir'in bu sürecin bir parçası olduğunu, Atlas'ın planını baştan beri bildiğini fısıldıyordu bana. Lakin madem Valmir sabırdan söz etmişti beklemeliydim. Geçen zaman bana Valmir'in sözlerine kulak vermem gerektiğini öğretmişti.
"Kunter hakkında sen ne düşünüyorsun Pamir?"
"Perla'ya sakinleşmesi adına öğütlerde bulunuyorum ama onun suçlu olduğuna ben de inanmıyorum. Bence zaten kimse inanmıyor."
"Ne demek oluyor bu?"
"Sorguya çekilecek ve belki zindana atılacak ama hepsi göz boyamak için yapılacak," dedi. Engin bir kıvanca sarılmıştı. "Öyle geliyor ki, ilk kez gerçek anlamda düşmanın önündeyiz. Düşmanı kandırma sırası bize geçti artık."
"Yoksa Valmir neden bu kadar keyifli olsun? Atlas düşünceli çünkü planı üzerinde çalışıyor, hata yapmak istemiyor," diye ardı arkasına sıralı cümlelerini. "Bence sen de biraz rahatla. Hem artık mühür elimizde. İstediğimiz her an büyüyü yapabiliriz. Diğerleri beklediğine göre, yapılan plana göre beklememiz gereken bir anın içindeyiz."
Efendi Ruh düşmanın kimliğini biliyordu. Efendi Ruh Valmir ve Atlas ile bildiklerini paylaşmıştı. Atlas sessizliğe gömülüp kendini bilmediğimiz bir şeye adamıştı. Valmir dinginlemiş bir okyanus gibiydi. Tüm bunlar bir araya gelince Pamir haklı çıkıyordu.
Pamir'in mutluluğu bana bulaştı. Biraz durma, dinlenme ve durulma zamanı gelmişti. Yüreğimde birtakım dalgalanan sular, yeşillenen tohumlar kol geziyordu.
Perla yanındaki Narya ile birlikte balkona girdi. Perla Pamir'in yanına geçip oturdu. Narya önce bize selam verdi, ardından ablasının yanına oturdu.
"Ne konuşuyordunuz?"
"Mühür elimize geçtiği için ne kadar rahatladığımdan bahsediyordum Alisa'ya," dedi Pamir. "En azından büyüler saf hâlleriyle elimizde, ulaşabileceğimiz bir yerde."
"Açıkçası büyü kitapları lanetlendiği için kendimi, Katrin'i sorumlu görüyordum. Bu yüzden mührün bulunması ve kitapların eski hâline dönmesi beni de rahatlattı," dedi Perla. "Alsondro'ya karşı hissettiğim sorumluluk ortadan kalktı. Bir istekte bulundular mı Alisa? Ya da gökteki yarığın büyüyüp, hüzmenin Alsondro'ya doğru iyice yanaşmasının konusunu açtılar mı?"
"Hayır, Alsondro sahipleri geçen hafta yaşanan durumdan ötürü mahcup hissediyor," dedim. "Dile getirmek istedikleri bir sorun vardıysa bile saygısızlık olmaması için sustular. Onların da sorumlu hissetme konusunda bizden geri kalır bir yanı yok yani. Herkes bir hayli mahcup ve pişman."
Narya dönüp bana bakmıyordu bile. Yüzleşmesi gereken şeyler vardı. Yalnızca benim başıma gelen durum değil, babasının ve çevresindeki diğer insanların amaçları da onun yüzleşmek zorunda kaldığı durumlar arasındaydı. Zamana ihtiyacı vardı.
"Yamin'in gerçeği öğrenmesi ne iyi oldu," dedi Perla. "Bize epey yardımı dokunuyor. O öğrenmeseydi kim bilir ne olurdu? Geçen haftaki sorunu öyle hemencecik çözemezdik."
"O gün bizi Alsondro'da bâtın bir bölgeye gönderen kendisiydi," dedim. "Tabii Katrin'e giremediğimiz için bir anlamı kalmamıştı ama yine de bizim için çaba sarf etmesi göz ardı edilecek bir davranış değil."
"Pamir anlattı," dedi Perla. "Yaptığı şey boşa değildi. Alsondro sahipleriyle konuşması için zaman kazanmış olmuştu. Siz onların eline geçseydiniz Alsondro sahipleri, kardeşlerinin açıklamasını dinlemeden evvel, Pamir'e olmasa bile sana kesinkes ceza vereceklerdi; ağır, masumiyetten uzak bir ceza."
"Tüm Katrina böyle mi?" diye sordum. "Olayın aslı öğrenilmeden, olayın aslına kavuşulmadan ceza mı veriliyor?"
"Eski bir gelenek," dedi Pamir. "Beklemenin vakit kaybı olduğu düşünülür. Hemen ceza verilmediğinde, o bekleme aşamasında kişinin vicdan yapıp vereceği cezadan cayacağına inanılır ve bu yüzden hızla hareket edilmesi gerekilir."
"İlginç," demekle yetindim.
"Artık saraylarımıza mı dönsek?" diye sordu Pamir.
Perla kız kardeşine baktı. "Sen bir süreliğine burada kal. Olayların gidişatına göre ilerleyen süreçte yer değişikliği yapabilirsin."
Narya, nerede kaldığı umurunda değilmişçesine omuz silkti. Perla pek memnun ve hoşnut olmayarak yerinden kalktı. "Sabah yine uğrarız. Zaten Alisa'ya öğretmem gereken birkaç büyü var. Her hâlükârda gelmemiz gerekecek."
Onları uğurladıktan sonra Narya ile balkonda baş başa kaldık. Onu uzun uzun inceledim. "Kalacağın odayı gösterebilirim. Dinlenmek istiyor olabilirsin."
"Büyüğüm Perla hangi konumda bulunduğunuz hususunda pek bir şey paylaşmadı benimle," dedi. "Ben de büyülerle ilgileniyorum. Bu yüzden aradığınız büyünün bu topraklarda olmadığını biliyorum. Buldunuz mu büyüyü?"
"Sanırım bulduk," dedim emin olmayarak. "Alsondro'daki büyü kitaplarının lanetlendiğini duymuşsundur. Laneti bozduk ama işimize yarayacağı söylenen kitap hâlâ lanetli. Etrafımdaki bilgin kişiler böyle olmasını uygun görüyor ve ben de bu diyara yabancı birisi olarak güvendiğim kişilerin sözünün dışına çıkmayaya çalışıyorum. Lakin kimse zahmet edip bu kitapta gerçekten de aradığımız büyü bulunuyor mu diye bakmıyor."
"Onların yıllardır gizlemeye çalıştığı bir şey var," dedi. "Ne olduğunu çözemedim. Yalnızca benden mi gizliyorlar onu da bilmiyorum. Lakin son zamanlardaki tavırlarınızı tamamen o konuya bağlamıştım. Meğerse yanılmışım. Bu, yeni bir gizem konusuymuş."
"Onlar benden de bir şeyler gizliyorlar. Eğer bu hareketlerini kişisel algılıyorsan diye söylüyorum; şu kısa zaman içinde öğrendim ki, onlar bir şey gizliyorsa o şeyin bir süre gizlenmesi daha hayırlı demektir," dedim. "Özellikle ablan Perla senin için epey endişe duyuyor. Onun sana kendini kötü hissettirmek istediğini sanmıyorum. Hayatının bir noktasında onlara hak vereceğin bir döneme geçiş yapacaksındır."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
745 Okunma |
114 Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |